26 Mart 2012 Pazartesi

KIBRIS'TA YAŞAYAN İKİ ANA ETNİK-ULUSAL TOPLUM ARASINDAKİ KÜLTÜREL ETKİLEŞİM

Ahmet AN

Kıbrıs'ın kültürel geleneği, tarih öncesi zamanlara kadar uzanmakla beraber, adaya yerleşen kültürler arasında en çok Miken-Bizans kültürü etkili olmuş ve bu Lüzinyan işgali yıllarına kadar devam etmiştir. 16. yüzyılda Osmanlıların adayı el geçirmeleri ardından, Anadolu'dan getirilip Kıbrıs'a yerleştirilen yeni bir etnik unsur ve onların beraberlerinde getirdiği Türk-İslam kültürü, adayı bu heterojen kültür yapısıyla Doğu ve Batı arasındaki kültür sınırının bir parçası haline getirmiştir.
Ada nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Rum toplumu, yüzyıllar boyunca yabancı yönetimler altında dil, din ve kültürünü korumayı başarmış ve Osmanlı döneminin başlamasıyla da, Latinleşmenin etkilerinden arınarak, dini ve politik özgürlüğüne kavuşmuştur. Yabancı unsurlara karşı direnmede Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi'nin büyük bir rolü olmuştu. Osmanlı padişahı tarafından adada yaşayan Hıristiyan reayanın koruyucusu ve yöneticisi olarak tanınan Başpiskoposlar, zamanla Osmanlı hükümetlerinden elde ettikleri imtiyazlar sayesinde, adanın gerçek hakimi durumuna gelmişler ve hem Türkler, hem de Rumlar tarafından adanın gerçek valisi olarak görülmeye başlanmışlardı.
Ortodoks Kilisesi, 18. yüzyılın sonlarına doğru ve özellikle 1800-1880 yılları arasında eğitim ve kültür yönünden bir aydınlanmanın öncülüğünü yapmış ve Kıbrıslı Rumlar dil, din ve kültürel açıdan sürekli ilişki içinde oldukları diğer Yunanca konuşulan bölgelerdekine paralel olarak bir ulusal uyanış ve entellektüel aydınlanma dönemine girmişlerdi.
Kıbrıs Rum toplumunun etnik-ulusal bilincinin oluşmasında ve bunun korunmasında kilisenin dil ve kültüre verdiği önem büyüktü. Kutsal kitap sayılan İncil'in dilinin Yunanca olması ve duaların aynı dilde yapılması nedeniyle halk, günlük hayatta kullandığı dille bunu özdeşleştirerek diline ve dinine bağlılığını sürdürmüştü. Yunanistan'la olan mesafenin uzaklığı ve ilişkilerin sınırlı olması yüzünden, Kıbrıs Rumcası, dilin Yunanistan'daki gelişimine ayak uydurmamış ve eski saf Yunan dialekti olarak korunmuştu. Bu, Kıbrıslı Rumlar için ayrı bir ulusal gurur kaynağı oluştururken, eski Yunan klasikleri de milliyetçiliğin temellerini besliyordu.
Ortodoks Kilisesi dini etkisi yanında, Osmanlı hükümeti adına Hıristiyanların vergilerini toplama görevini de üstlendiğinden, halk üzerinde belli bir politik egemenlik de kazanmıştı. 1754'lerden başlayarak açılan Rum okullarına mali destek de yine kilise tarafından sağlanıyordu. Daha sonra milliyetçiliğin eğitime egemen olması ile kilise, politik bir partiye dönüştü. Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi özellikle İngiliz sömürge yönetimi döneminde, ilk ve orta öğretim üzerindeki milliyetçi etkilerini artırarak muazzam politik bir güç elde etti. Kıbrıs Rum toplumunun kilise ve dine dayalı bu teokratik yapısı nedeniyle, eğitim, politika ve kültür kurumları birbiriyle içiçe olarak gelişmiş ve milli hedef enosis (Yunanistan'la birleşme) doğrultusunda etkin çalışmalarda bulunmuştur. Kilise hem kendi gelirlerini artırmak, hem de okulları, gençleri, öğretmenleri ve bütün halkı Yunanistan'a bağlamak için büyük çaba harcamıştır..
Öte yandan Osmanlı döneminde Kıbrıs'a yerleştirilen Anadolu Türkleri geleneksel sosyal, tarihsel ve doğal çevrelerinden ayrılmakla beraber, yine Osmanlı yönetimi altında yaşamlarını sürdürüyorlardı. Ekonomik ilişkiler ve sosyal yapı yönünden pek bir değişiklik olmamış, maddi kültür elemanları hemen hemen aynı kalmıştı. Ama beraberlerinde getirdikleri etnik özellikler, zamanla çevreye bağlı olarak değişim göstermiştir. Burada önemli olan, yeni varoluş şartları altında Kıbrıs'a yerleşen Türk toplumunun kendi kendini yeniden üretirken  bazı geleneksel etnik özelliklerini koruduğudur. Ama bu özellikler onun görece kalıcı karakterini oluşturmaktadır.
Kıbrıs'a bu yolla getirilen Anadolu Türk-İslam kültürünün kökenlerine bakmakta da yarar vardır. Türk boyları, Orta Asya'daki anayurtlarını yeni yerleşim bölgeleri aramak için terkederken, kendilerine ait bir öz kültüre sahiptiler. Ancak Anadolu'ya yerleşmezden önce, yolda karşılaştıkları halklardan etkilendiler. Anadolu Türk-İslam kültürü, belli oranlarda Fars, Arap ve Bizans Rum kültüründen etkilenerek oluşmuştur. Türkler, göç boyunca veya yerleştikleri her yeni bölgede, şehir ve kırlarda yaşayan halklardan yeni bir din, kültür, örgütlenme şekli, yiyecek, giyecek ve hatta gelenek-göreneği alıp benimsediler.
Kıbrıs'a yerleşen Türkler de yüzyıllarca bir arada yaşama ve karşılıklı temas sonucu, Rum toplumundan kültürel ve folklorik yönden etkilenmiş ve ona kendi kültüründen birçok değerler vermiştir. Bunun sonucunda bazı ortak kültürel ve folklorik unsurlar oluşmuştur. Kıbrıs halk kültüründeki bazı motifler o kadar çok içiçe geçmiş, karışmıştır ki, hangi toplumun ne verdiği, hangi toplumun ne aldığını kestirmek adeta imkansızlaşmıştır. Rum ve Türk toplumlarına ait şehir mimarisi, köşkleri, geniş pencereleri ve sofaları ile Anadolu ve Balkanlardaki mimariyi andırır. Kökeni Bizans mimarisine kadar uzanır. Hanaylı evlerin kökeni ise, eski Pompei'den gelir. Gotik mimariden gelen kırık kemer de şehir ve kırsal alandaki halk mimarisinde çok yaygın olup, hem Rumlarda, hem Türklerde görülmektedir. Aynı kemer, bir döneme ait Rum kiliseleriyle Türk camilerinin bir özelliğidir. Mimarinin sadece dış özelliklerinde değil, evlerin iç yapısında da benzerlikler vardır. Evlerin yapılış şekli odaların sayısı ve yerleri, her iki toplumda aynıdır.
Osmanlı yönetiminin sonuna doğru 19. yüzyılın ortalarında, Hıristiyan Rum toplumuna mensup bazı varlıklı ileri gelenler, bir sınıf olarak gelişmeye başlarlar. Bunda Rumların ticarete verdikleri önem ile Yunanistan'daki milliyetçilik ve aydınlanma hareketinin Kıbrıs'ta da yayılmasının rolü vardır. Bu zengin Rumlar, evlerinin mimari tarzında ve giyinişlerinde, adanın yöneticileri olan Türkleri taklit ediyorlardı. Gerçi çoğu Türkçe konuşabiliyordu, ama Kıbrıs'ta Rum okullarının  kurulması ve Yunan edebiyatı ile kültürünün yaygınlaşması için büyük çaba sarfedilir ve hatta Yunanistan'daki bağımsızlık savaşına bile katılmalar olur.
Kıbrıs'taki Müslüman-Türk toplumu ise yönetim hiyerarşisindeki askerlerle, Anadolu'dan gelip Kıbrıs'a yerleşen nüfustan ve çok az sayıda da olsa yerel, Hıristiyan dönmelerden oluşuyordu. Zaman içinde şehirlerde zengin toprak sahibi ve zanaatkarlardan oluşan bir sınıf gelişmiş, kırsal kesimde ise çiftçi ve çobanlar çoğunluğu meydana getirmişlerdi. Kırsal bölgelerdeki Rum ve Türk köylüler, hemen hemen aynı şekilde yaşıyordu. Tek fark, Türklerin Müslümanlığa inanmaları idi. Kıbrıs'ın yeni halk kültürünü oluşturan ve yaratan, kırsal kesimdeki bu köylülerle şehirlerdeki zanaatkar orta tabakalardı.
Kıbrıs'ta Osmanlı yönetimi sona erdiği ve İngiliz dönemi başladığı zaman, her iki toplum yapısında başlangıçta büyük bir değişiklik olmamış ve aynı kalmıştı. Belli ticaret alanları, inşaat ve marangozluk sadece Rumlar tarafından, ebelik, halk hekimliği, yorgancılık ve dokumacılık da sadece Türkler tarafından yapılıyordu.
İngiliz döneminde birçok politik kısıtlamalara rağmen, Kıbrıslı Rumlar ekonomi, eğitim, kültür ve sosyal alanlarda Türklerden daha erken ve hızlı bir şekilde kalkınıp ilerlediler. Özel kültürel örgütler ve dernekler kurdular ve Kıbrıs, entellektüel bir merkez haline getirildi. Daha önce de değinildiği gibi, bunda Rum Ortodoks Kilisesi'nin büyük örgütleyici bir rolü olmuştur. Avrupa'daki burjuva hareketinin Yunanistan üzerinden Kıbrıs'a yansıması da önemli bir faktördü. Oysa Kıbrıslı Türkler, aydınlanma döneminin başlaması için Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasını ve Atatürk aracılığı ile Batı'daki çağdaş kurumların, örnek aldıkları Türkiye'ye getirilmesini bekleyeceklerdi. Böyle olmasına rağmen, Kıbrıs Türkleri, birçok yönden Türkiye Türklerinden daha ilerici ve çağdaş gelişmeye açık bir toplumu oluşturuyordu. Bunun nedenlerinden biri de, Rum toplumu ile uzun bir süre bir arada yaşamış olmanın getirdiği etkilenmelerdi.
Bilindiği gibi ekonomik ilişkiler, herhangi bir toplumun üst yapısında belirleyici olan temel faktördür. 1974'lere kadar Kıbrıs ekonomisi, bir bütün olarak çalışmış ve Türk-Rum olmak üzere birbirinden kesinlikle ayrılmış iki ekonomik birim, bütün zorlamalara rağmen oluşturulamamıştı. Bu nedenle Türk ve Rum toplumları, ekonomik alanda tam bir içiçe yaşama ve sayısız karşılıklı ilişkiler içinde olmuşlardı. Osmanlı döneminden beri hem Türk, hem de Rum üreticiler, ürünlerini aynı yabancı temsilciye satmışlar ve ticari acenteliklerin hangi milliyetin elinde olduğunu da önemsememişlerdi. Milliyetçilik tohumlarının yeşermesi öncesinde, Türk ve Rum ayırımı yapılmaksızın ticaret yapılıyor ve işletme sahipleri iş verirken herhangi bir önyargı ile hareket etmiyorlardı. Birçok Rum ve Türk işçisi, Türk ve Rum işverenlerin yanında çalışıyordu. Osmanlı döneminde aşırı vergi alan valilere karşı ortak şikayetler için, her iki topluma mensup üyelerden oluşan heyetler İstanbul'a gidip, yerel sorunların çözümlenmesine çalışırken, İngiliz yönetimi öncesinde, bu ortak yaşam Rumların ulusal bilincinin gelişmeye başlaması ile ilk yaraları almaya başlıyordu.
Mentalite ve psikolojik yaklaşımlarda bazı farklılıklar olmasına rağmen, her iki etnik-ulusal toplum arasındaki gerilim ve anlaşmazlık konuları, İngiliz sömürge yönetimi altında daha da belirginleşir. Modernleşme süreci, hem pazarı hareketlendiriyor, hem de kapitalist bir toplum yapısı yaratıyordu. Ticaret ve şehirleşmenin gelişmesi, orta tabakaları genişletmiş ve her iki toplumda ulusal bilinci, birbirine paralel olmasa bile, birbirinin gelişmesini etkileyecek şekilde artırmıştır. Özellikle Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra yükselen Kıbrıslı Rumların enosis hareketi ile 1922'de Batı Anadolu'daki Yunan yenilgisi, bu kutuplaşmayı güçlendirmiş ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yer yer görülmeye başlayan asimilasyonu önlemiştir.
Burjuvalaşma sürecinde geç kalan ve sermaye birikimi ile iç pazarı ele geçiren Rum ticaret burjuvazisi ile işbirliğine yanaşmayan Türk toprak ağaları ve İngiliz işbirlikçisi toplum yöneticileri, 1950'lere gelindiğinde treni kaçırmış olduklarını anlamışlar ve İngiliz-Amerikan emperyalizminin Yakın Doğu'daki stratejik çıkarları doğrultusundaki politikaların aleti olmuşlardı. Bir Kıbrıs Türk ticaret burjuvazisi oluşturmayı amaçlayan "Türkten Türke" kampanyası da, "Ya Taksim, Ya Ölüm" politikasının ekonomik temelini oluşturmayı amaçlıyordu. Nitekim bu, ancak 15 yıllık bir gecikmeyle de olsa 1974 olayları sonrasında yaratılabilecekti.
Kıbrıs'ta yaşayan iki ana etnik toplum olan Türklerle Rumlar arasındaki kültürel ve folklorik ilişkilere yeniden dönecek olursak, bu ilişkilerin çok derin, eski ve verimli bir ortak yaşama dayandığını görürüz.
Önceleri sadece Mesarya bölgesindeki boş Latin köylerine ve hisarlarla çevrilmiş şehirlere yerleştirilen Türkler,  daha sonra bütün adaya dağılmışlar, birçok köyde Rumlarla birlikte yaşamaya başlayıp, onlarla hayatın bütün alanlarında işbirliği yapmışlardı. Rum ve Türk köylü yığınları, geleneksel kırsal toplum yapısı içinde, aralarında başta din olmak üzere, bazı etnik farklılıklar olmasına rağmen, uyum içerisinde yaşayabilmişler ve üretim süreci içinde karşılıklı olarak birbirlerini etkilemişlerdi.
1572 yılındaki ilk Osmanlı nüfus sayımında 905 köy meskûn olup, 76 köy de boştu. Anadolu Türkleri Kıbrıs'a yerleştirilirken yeni köyler kurulmamış, eski köylere yerleştirilmişlerdi. Türklerin yaşadıkları köylerin adları da eskisi gibi kalmıştı. Pek az köye Türkçe ad verilmişti. 1891 yılına ait sayıma göre ise 702 olan toplam köy sayısından 342'si tamamen Rumlar, 114'ü de tamamen Türkler tarafından iskan edilmiştir. Her iki etnik unsurun karışık olarak yaşadığı köy sayısı ise 346 idi. Bu sayı 1931'de 252'ye 1960'da da 114'e iner. 1970'e gelindiğinde, toplam 602 köyden 444'ünde Rumlar, 110'unda Türkler yaşamakta olup, karışık köy sayısı ise, sadece 48 kadardı. Karma köyler sayısındaki azalış, doğal şehirleşme süreci yanında, özellikle 1920 ve 30'lar sonrasında her iki topluma mensup fanatik unsurların geliştirilip körüklediği milliyetçi ve ayrılıkçı politikalarla açıklanabilir.
Kıbrıslı Türklerle Rumların ortak yaşam ve karşılıklı etkileşimlerinde, ticaret ve iletişim dili olarak Rumca kullanılıyordu. Osmanlı döneminde resmi hükümet dili Türkçe idi ve Saray yöneticileri, Hıristiyan reaya ile Türkçe bilen resmi bir Rum tercüman (dragoman) aracılığıyla temas kurabiliyordu. Bunun yanında Rum orta tabakalarının ileri gelenleri ile özellikle karma köylerdeki bazı Rumlar, Türkçe biliyorlardı. Ama ada nüfusunun çoğunluğunu Rumların oluşturması, Rum kültür geleneğinin daha güçlü ve yaygın olması ve Türk nüfusunun büyükçe bir kısmının Rumca konuşabilmesi nedeniyle Kıbrıs'taki ticaret dili de Rumca olmuştu.
Ana dili olarak Rumca konuşan Türklere, daha çok Lefkoşa ve Baf kazalarında rastlanmakta idi. 1921 yılı nüfus sayımına göre, Lefkoşa kazasında 1019 ve Baf kazasında 350 Türk; 1931 yılı verilerine göre de Lefkoşe kazasında 1004, Baf kazasında 521 Türk, ana dili olarak Rumca konuşmakta idi. Bazı köylerdeki Türkler de hem Türkçe, hem de Rumca bildikleri halde, Rumcayı daha çok benimsemekte ve kendi aralarında da bu dili kullanmakta idiler. 1955'lere kadar Rumca konuşan Müslüman köyler adanın her tarafına yayılmıştı ve Rumlarla aynı geleneksel yaşam biçimini sürdürüyorlardı.
Yüzyıllarca süren ortak yaşam boyunca, Türkçe ve Rumca dilleri arasındaki bu yakın ilişkiler, aynı şekilde birçok Türkçe kelime ve deyimin Kıbrıs Rumcasına ve hatta "dimodigi" denen Yunan halk diline de girip yerleşmesine yol açmıştı. Bu daha çok Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Türkçe konuşan Rum bürokratlar, tüccarlar ve denizciler yoluyla olmuştu. Bölgede kendi dilinde öğretim yapan okulların olmadığı hallerde Türkler, Rum ilk ve ortaokullarına; Rumlar da Türk ilkokullarına gidiyorlardı. 1955'e kadar devam eden bu durum özellikle Dali, Bodamya, Luricina, Peristerona köyleri ile Baf ve Leymosun'da görülmekte idi. Yorgo A. Fassuliotis (1895-1944) adındaki bir Rum sanat öğretmeninin Leymosun Türk Lisesinde iki yıl süre ile ders verdiği kaydedilmektedir. Türkçe, 19. yüzyıl  sonlarına doğru Lefkoşa Rum Cimnazyumunun müfredat programına alınırken, 1924'de de Mağusa'daki cimnazyumda öğretilmesi öneriliyordu.
1911 yılında 139 Rum, anadili olarak Türkçe konuşuyordu. 1921'de bu sayı 68'e inerken, 1931'de 146'ya yükselmişti. Rumca 1956 yılına kadar Lefkoşa Türk Lisesi'nde, 1974 yılına kadar da karma olan İngiliz Okulu'nda öğretilmekteydi. 1960 yılında Kıbrıslı Türklerin %38'i Rumca konuşabilirken, Türkçe konuşabilen Rumların %1 oranında olduğu kaydedilmektedir.
Eskiden Rum halk şairleri, Rum kiliselerinin köylerdeki azizleri onuruna düzenlenen panayırlarda, kendilerini dinleyen hem Rum, hem de Türklere seslenirlerdi. Çünkü bu tür şenliklere her iki toplumdan bireyler katılıyor ve şiirlerin konularını da Rum ve Türk gençleri arasında geçen aşk ilişkileri oluşturuyordu. Eleni'ye aşık olan Baf'lı Mustafa'nın şarkısı (Dragudion Mustafa du Pafiu), Mullali'nin oğlu Ahmet Ağa'ya aşık olan Karpaz Heptagomisi'nden Marikku ile ilgili şarkı (Marikkus apo Eptakomi Karpassias) bunlara örnek olarak verilebilir. Aynı şekilde geleneksel olarak Rumca söylenen Türk halk şiirleri de vardı. Bugün Kıbrıs Rum folklorunda yaşayan "çatışmaca"lar da bu ortak yaşamın ürünleridir.
Bir de Tillirya ve Karpaz yörelerindeki yaşlı bazı Türklerin Akritika şarkılarını Rumlarınkinden daha tam metinlerle bilip söyledikleri kaydedilmiştir. Rumca olduğu sanılan birçok masalın da Türkler aracılığı ile Rumlara ve Yunan halk edebiyatına geçtiği bilinmektedir.
Ama Kıbrıs Türk kültürünün Rumlar üzerine en etkili olduğu alan, halk müziğinde olmuştur. Kozan marşı, karşılamalar, zeybek ve oyun havaları ile birçok Türk halk türküsü, Rumlar tarafından zevkle dinleniyordu. Bunlardan çoğuna Rumca sözler yazılmış ve günümüze kadar, özellikle kırsal bölgede söylenegelmiştir. Örnek olarak şu şarkılar verilebilir: Kalenin bedenleri, Kadifeden kesesi, Ya muallim ya muallim, Çaresiz dertlere düştüm aman doktor bir çare, Oğlan oğlan kalk gidelim, Gelemem ben, Hani benim elli dirhem pastırmam.
Kıbrıslı Türk ve Rumların oynadıkları halk danslarının da birçok benzeyen yanları vardır: Sirto, Zeybekikos (Anadolu), Arabiye (Mısır), Susta (Girit), Orak oyunu (Kıbrıs), Çiftetelli (Anadolu) örnek olarak ilk akla gelenlerdir. Bunlardan bazıları aynı ortak kaynağa sahiptir. Örneğin zeybek oyunu. Halikarnas Balıkçısı zeybek dansının dionisyak kaynaklı olduğunun hoplama ve zıplamalardan belli olduğunu, zeybek sözünün de "obekhos, to bekos ve ibakkhi" sözlerinden geldiğini ve Batı Anadolu'da bu isimlerin tanrı Bakkhos tarikatına, ya da birlik derneklerine verilen adlar olduğunu yazmaktadır. Bakkhos, eski Anadolu halklarından olan Lidyalıların dilinde şarap tanrısına (Yunan mitolojisindeki Dionysos) verilen addı. M.Ö. 7. yüzyılda Bakkhos akımı Yunanistan'a ve Balkanlar'a yayılmıştı. Araştırmacı, zeybek dansını oynayan "ibakkhi"lerin Batı Anadolu'da özellikle Sardis, Aydın, Ödemiş bölgelerinde yaşadıklarını, Roma İmparatorluğu çağında bile Batı Anadolu'da "io bakkhoi" derneğinden söz edildiğini belirtmektedir.
Bir başka kaynak, zeybeklerin Bizansın Kibyrraiotoi ve Tharakesioi eyaletlerine bağlı denizcilerin son temsilcileri olduğunu ve Bizans ve Lüzinyanlar tarafından donanmaya alındıklarını yazar. İyi korsanlık yapan, cesur insanlar olan ve daha  sonraları Türk gemilerine de alınan zeybeklerin adı, sahilden sahile dolaşıyordu. Aynı kaynak, zeybek dansı ile özel kıyafetinin bu denizcilerden kaynaklandığını ileri sürmektedir.
Yine zeybekler aracılığı ile birçok Rumca ve İtalyanca denizcilik terimi Türkçeye geçmiştir. Avrupa'nın bol pantolonu veya "vraka" -ki zeybeklerin denizcilik üniformasının bir parçasıydı- sahil kasabaları ile adalara yayılmış ve Rumlardan da Türklere "dizlik" olarak geçmiştir. Aradaki tek fark, Rum vrakasının görünüşte daha donuk ve gösterişsiz bir renge sahip olmasıydı. Bu renk genellikle siyahtı. Türkler daha çok beyaz dizlik giyerdi. Rumlar reayadan sayıldıklarından gösterişsiz ve basit giyinmek zorundaydılar. Bir de, Türkler kırmızı, Rumlar siyah kuşak kullanırlardı.
Kırsal alandaki Rum ve Türk toplumları arasındaki gelenek ve görenekler de birbirine çok benzemektedir. Aradaki fark, her birinin Allah'ı kendi dilinde çağırmasındadır. Göçebe bir kavim olan Türkler, şehir ve köydeki yerleşik hayata ilişkin görenekleri karşılaştıkları halklardan almışlardı.
Rum ve Türklerin doğacak bebeğin cinsiyetini öğrenme, evlilik hazırlığı, düğün, cenaze, çiftçi ve çoban hayatına ilişkin gelenekleri birbirlerine çok benzer. Rum gibi Türk çiftçisi de, tohumları arasına nar koyar ve ekim öncesi narı doğuya doğru döndürür. Rumlar da, Türkler de yeni doğan çocuğu buğday dolu tekneye koyarlardı. Tıpkı Yunan mitolojisindeki Dionisos'un Liknitis'i (tohum savurma sepeti) gibi. Dionisos üretkenlik tanrısını, Liknitis de çocuğun beşiğini temsil ediyordu.
Hem Türk, hem de Rum düğünlerinde "manassa" yapılırdı, yani gelinin çeyizi sergilenir, gösterilirdi. Bu eski bir Lüzinyan göreneği idi. Erkekler, içine evleneceği evi kendisi inşa ederdi. Lüzinyan kaynaklı olarak bilinen herse (ressin) yemeği de Rumlardan çok Türkler arasında yaygındır. Zaten pişmiş buğdayla etten yapılan herse, Anadolu'da da bilinmektedir.
Aralardaki din ayrılıklarına rağmen 1955'ler öncesinde,  Cikko ve Apostolos Andrea, Türklerin en çok ziyaret ettikleri manastırlar arasında idi. Her yıl bazı Türkler bu manastırlara giderler, mum yakıp adak adarlardı. Bazı Rumlar da Türk hocalara muska ve okuma yaptırırlardı. Ölümden sonra Sırat köprüsünden geçileceğine dair inanç her iki toplumda yaygındır.
Rumların paskalya gününde Türk komşularına pilavuna ve boyanmış yumurta vermeleri, evlenme, vaftiz, doğum ve isim günleri törenlerine Türk arkadaşlarını da çağırmaları, Müslüman bayramlarında Türklerin Rumlara Türk tatlıları vermeleri eski göreneklerdendir. Dokuma ve diğer el sanatlarındaki motiflerde de bir etkilenme görülmektedir.
Toplumlararası anlaşmazlık ve çatışmanın boyutlarının henüz büyümediği dönemlerde, Rum okul, kulüp ve derneklerinin düzenlediği tiyatro oyunları Türkler tarafından da seyrediliyordu. Luricina'daki Türk öğrenciler, "Athanassios Diakos" adlı milli bir oyunu Rumca olarak birden fazla sahnelemişlerdi. Özellikle İkinci Dünya Savaşı dönemi ve sonrasında, Kıbrıslı Rumlarca sunulan hafif revüler ve operetler Türkler tarafından da izleniyordu.
31 Ocak 1939'da Leymosun Türkleri tarafından oynanan bir oyunun sahnelenmesinde büyük yardımları olan Nikos S. Nikolaides adlı bir Ruma, Leymosun Terakki Kulübü adına Dr. H. Denizer'in 4 Şubat 1939 günü bir teşekkür mektubu gönderdiği kaydedilmektedir. 1944'de oluşan Neo Lyriko tiyatro grubunun gösterileri bir süre Lefkoşa'nın Türk kesimindeki Beliğ Paşa Sineması'nda yapılmış ve gösterilere birçok Kıbrıslı Türk katılmıştı. O dönem Lefkoşa'sında amatör Türk tiyatrosu yeni yeni başlamaktaydı. 1947 yılında PEO sendikası tarafından kurulan Lefkoşa'daki Promitheas Tiyatrosuna da birçok Türk gidiyordu.
1970'lere kadar Rumlar tarafından oynanan önemli dünya tiyatro eserlerini Türkler de izleyebiliyor, aradaki yeşil hatlara rağmen Rum sinema, taverna, kabare ve dans salonlarının müşterilerini her iki toplumdan insanlar oluşturuyordu. Etnik temasın kesildiği 1974 yılından sonra, Türkler, Kıbrıs Radyo Yayın Korporasyonu'nun Televizyon yayınlarını izleyebilmekte ve kültürel yönden belli bir etkilenme söz konusu olabilmektedir.
Son olarak söylenebilir ki, 400 yıl süren Kıbrıs'taki iki ana etnik-ulusal toplumun ortak yaşamı çok zengin bir folklor birikimi yaratmıştır. Bu uzun süre içinde Türk toplumunun, nüfusun çoğunluğu içerisinde asimile olmayıp, kendi etnik özelliklerini koruyabilmesinde etkili olan, etnik birleşmeyi önleyici faktörler olarak dil, din, kültürel oryantasyon ve ulusal-psikolojik tavırlardaki farklılıklar ve bunlara bağlı olarak etnik stereotipler ile en önemlisi sadece kendi toplumu içinden biriyle evlenme (endogami) gösterilebilir.

Kaynakça:

1. Christodoulou, Menelaos, Peaceful Relations Between Greeks and Turks in Cyprus, in Cyprus- Today No. 3-4, May- August 1974, Nicosia.
2. Halikarnas Balıkçısı, Anadolu'nun Sesi ve Düşün Yazıları, Bilgi Yayınevi, Ankara
3. Hill, Sir George, A History of Cyprus, Cambridge University Press 1972, 4. Cilt.
4. Kyrris, Costas P., Peaceful Coexistence in Cyprus under British Rule (1878-1959) and After Independence, An Outline, Nicosia, 1977.
5. Kökdemir, Naci, Dünkü, Bugünkü Kıbrıs, Ankara 1956.
6. Lymbourides, Achilleas, Cyprus: The Island of Cyprus, Nicosia 1974.
7. Milletlerarası Birinci Kıbrıs Tetkikleri Kongresi (14-19 Nisan 1969) Türk Heyeti Tebliğleri-Ankara 1971.
8.Nagel's Cyprus Travel Guide, Geneva 1966.

(Söz gazetesi, Lefkoşa, 9-12 Şubat 1983)
(Yeni Düşün dergisi, İstanbul, Eylül 1988)
(Ahmet An, Kıbrıs Kültürü Üzerine yazılar, Lefkoşa, Ağustos 1999, s.27-36) 

1571 YILINDAN SONRA KIBRIS'IN ETNİK VE KÜLTÜREL YAPISINDA GÖRÜLEN DEĞİŞİKLİKLER

Ahmet AN

Kıbrıs, 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun yönetimine girene kadar, yüzyıllarca çeşitli etnik topluluk ve kültürün etkisiyle yoğrulur. Venedik dönemi sonunda ve Osmanlı işgali öncesinde, Kıbrıs'ta 200 bin kişi yaşamakta olup, bunlar arasında ezici çoğunluğu Kıbrıs Rumları oluşturuyordu. 6. yüzyıldan beri Ermeni, 8. yüzyıldan beri de Maronit topluluklarının adanın etnik yapısında yer aldığı bilinmektedir.
Latinlerden hoşlanmayan Ermeniler, Lefkoşa ve Mağusa'nın Türkler tarafından muhasarası sırasında Türkler'e yardım etmişlerdi. Lefkoşa'nın düşmesinden sonra, Latinlere ait olan Benedictine Manastırı, bu hizmetlerine karşılık olarak Ermenilere verildi. Baf Kapısı yakınlarında bulunan bugünkü Ermeni Kilisesi, o dönemden kalmadır.
Ermeni Gregoryan Kilisesi'ne bağlı olan Kıbrıs Ermenilerinin sayısı, 1907-1908 yıllarında II. Abdülhamid'in ve 1915-22 yıllarında Talât Paşa'nın uygulamalarından kaçıp, Kıbrıs'a yerleşenlerle birlikte bir ara 8 bine kadar çıkmışsa da, bu göçmenlerden çoğunun zamanla Amerika, Kanada ve Avrupa ülkelerine göç etmesi sonucu azalmıştır. 1960 yılında Kıbrıs'ta 3628 Ermeni varken, bugün 2200 kadar kalmıştır.
Eski Ermeni köyleri olarak bilinen Leymosun kazasındaki Armenohor, Baf kazasındaki Armenu, Mağusa kazasındaki Spathariko, Girne kazasındaki Kornokepos köylerinde bugün hiçbir Ermeni kalmamış olup, Ermeniler daha çok Lefkoşa, Larnaka ve Leymosun gibi büyük şehirlerde yaşamaktadırlar.
Yetim kalan Ermeni çocuklarının eğitimi için 1915'te Melkonian Kardeşler tarafından Lefkoşa'da kurulan Melkonian Enstitüsü ile özel Ermeni okullarında öğrenim gören ve gelenek-göreneklerine sıkı sıkıya bağlı kalmalarına rağmen, Kıbrıs Ermenilerinin Kıbrıs kültürü üzerindeki etkileri çok az olmuştur. Çoğu ticaretle uğraşan ve sayılarına oranla adada en yüksek hayat düzeyine sahip toplum olan Ermeniler, 1963 öncesinde dolaysız vergi olarak bütün Türklerden daha fazla vergi ödemekteydiler. 1963'ten beri Ermeniler tamamen Rum kesiminde yaşamaktadırlar.
Kıbrıs'taki Maronit topluluğu ise, Luzinyan ve Venedik işgalleri altında, sosyal ve ekonomik yönden gelişmişti. 12. yüzyılda adadaki 62 Maronit köyünde 80 bin Maronitin yaşadığı bilinmektedir. Osmanlı egemenliği döneminde Maronit köylerinin sayısında bir azalma görüldü. Ekonomik gerileme, baskı ve göçler sonucu, bu sayı 1686'da 10'a inmiştir. İngiliz sömürge döneminde ise, sadece 4 Maronit köyü kalmıştır. (Kormacit, Aya Marina, Karpaşa ve Asomatos) Daha çok Kıbrıs'ın kuzey bölgesinde bulunan eski Maronit köylerinde bugün, yalnız tarihi kalıntılar, özellikle manastırlar kalmıştır.
Sayıları 1960 yılında 2708 olan Maronitler, bugün 5 bin kadar bir nüfusa sahiptirler. 1974 sonrasında 4 binden fazla Maronit, Güney Kıbrıs'a göç etmek zorunda kalmıştı. Bugün Kuzey'deki Kormacit bölgesinde yaşayan Maronitlerin sayısı 600 kadardır.
Kıbrıs'ın Osmanlılar tarafından işgal edilmesinden sonra yeni yöneticiler, Latinlerin (Fransız ve Venediklilerin) ya Müslümanlığı, ya da Ortodoksluğu kabul etme koşuluyla, Kıbrıs'ta kalabileceklerini belirtmeleri üzerine, Latinlerin bir kısmı adadan ayrıldı. Geride kalanlar da Müslüman veya Ortodoks oldular. Latin toplumunun adada tekrar canlanışı, 18. yüzyıl sonlarına doğru, genellikle Larnaka'da oturan dönmelerin tekrar Katolikliği kabul etmeleriyle başlar. Bunun nedeni, Larnaka'da açılan yabancı konsoloslukların himayesiydi. Latinler zamanla, Larnaka sosyetesinin üst tabakasını oluştururlar.
1960 yılında sayıları 4505 olan Kıbrıs Latinleri, halen 1100 kadar olup Latin Kilisesi, Kudüs'teki Latin Patrikliği'ne bağlıdır. Latin toplumu genellikle varlıklı ailelerden oluşmaktadır ve eğitim alanında ada çapında faaliyet göstermektedir. Lefkoşa ve Leymosun'daki Terra Santa Lisesi ile Fransız rahibelerince yönetilen Lefkoşa ve Larnaka'daki St. Joseph Liseleri örnek olarak verilebilir. Adadaki Latin topluluğu, Rum toplumu ile yakın ilişkiler içinde olup, onların dil ve kültürlerini benimsemiştir.
Osmanlı donanmasının Kıbrıs'a saldırıyı başlatması ardından, ilk olarak Temmuz 1570'de Leymosun, Larnaka ve Girne ele geçirilmişti. Lefkoşa ve Mağusa'nın da düşmesinden sonra adanın Osmanlılar tarafından fethi, 1 Ağustos 1571'de tamamlandı. Kıbrıs Beylerbeyliği'ne atanan Sinan Paşa'ya gönderilen 9 Ekim 1571 tarihli bir fermanla, adada yaşayan nüfusun sayılması ve gelir kaynaklarının belirlenmesi istendi.
Fetih öncesinde 200 bin kadar bir nüfusu olan Kıbrıs'ta 1562 yılında yapılan bir tespite göre, 246 köy devlete aitti. Latin Kilisesi ile asilzadelere ait köy sayısı ise, 567 idi. Kıbrıs köylüleri hiçbir toprağa sahip değildi.
Osmanlılar, ele geçirdikleri topraklardan alınacak vergileri tayin etmezden önce, o ülkede nüfus ve arazi tesbiti yaparlardı. Bu sayımlarda, konuya vakıf yerli Hıristiyanlar ile dönmeleri kullanırlardı. Kıbrıs'ta nüfus ve köy sayımı yapılırken, hem Latin lordların kayıtlarından, hem de Lefkoşa'nın düşmesinden sonra dağlardan inip teslim olan ve para ödeyip reaya statüsünü kabul edenlerden yararlanıldı. Lefkara'daki Rum papaz ile bir Rum ailesi Türklere yardım ederek, halkın barışçı yoldan teslim olması için onları ikna etti. Bu ailelerin yardımlarına karşılık, sonradan onlara bazı yönetim görevleri verildi.
Yapılan nüfus sayımında, adada yaşayan bütün Hıristiyan nüfus 150 bin olarak tespit edilmişti. Latinlerin malları ve kiliseleri ellerinden alındı. O sırada Venedik'te bulunan Latin Başpiskoposu Mocenigo canını kurtarmıştı, ama Mağusa komutanı Bragadino vahşice öldürüldü. Topraksız kalan Latinler kimliklerini saklıyorlardı.
7 Mart 1573'te Venedik-Osmanlı barış antlaşmasının imzalanmasının ardından, adadaki Latin toplumu ve kilisenin varlığına yeniden izin verildi. Bazı toprak sahiplerine toprakları geri verildi, bazıları da Rum sipahi olarak görevlendirildi. Daha sonra Latinlerin bir kısmı, resmen tanınan iki toplum olan Rum veya Türk toplumlarının dinini benimseyerek, bu toplumlar içinde asimile oldular. Örneğin Mağusa'nın Latin dönmeleri, Luricina köyüne yerleştirilmişlerdi. Latin asilzadelerin fidye ödeyerek Müslümanlığı kabul etmeleri veya Türklerle evlenmeleri, aile mülkünü ve sahip oldukları sosyal etkiyi korumayı amaçlıyordu. İlk saray dragomanları da, bu dönme asilzadeler arasından çıkmış olup, tercüman, yazıcı ve tahsildar olarak Osmanlı ile işbirliği yapıyorlardı. Bu görevler daha sonra Kıbrıs Rumlarına geçti. Dragomanların durumu, Kıbrıs'taki Osmanlı valisininkine benziyordu. Özellikle dağlık bölgelerdeki vergi ve yönetim sistemi sırf Rumların elinde idi.
Osmanlıların dini politikası, eski Romalılara benziyordu. Taraftarları itaat gösterip kendilerine hizmet ettikleri sürece, diğer dinlere hoşgörü ile davranıyorlardı. Kıbrıs'ta da din sorunu, daha önce Latin Kilisesi'nin baskılarına karşı mücadele etmiş olan Rum Ortodoks Kilisesi'nin çalışmasına yeniden izin verip, eski haklarının tanınmasıyla çözüldü. Bazı Yunan tarihçilerine göre, Osmanlı işgali, Kıbrıs Rumlarını Latinleşmekten kurtarmıştır. Başpiskopos halka söz geçirebiliyordu. Osmanlı devleti ise kurduğu askeri düzeni korumak için düzenli vergi ödeyecek bir tebaaya ihtiyaç duyuyordu. Eski hak ve imtiyazlarına kavuşan Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi, Rum tebaanın yönetiminde bir araç olarak kullanıldı.
1453 yılında İstanbul'un fethinden sonra İstanbul Patriği Gennadios'a da aynı şekilde davranılmıştı. Fatih Sultan Mehmet, onu saraya çağırarak, ona hediyeler vermiş ve Rum halkını temsil etmesini istemişti. Ortodoks Kilisesi'nin hiyerarşisi mahalle papazına kadar indiğinden, bu mekanizma ile vergilerin toplanması güvence altına alınmış oluyordu.
Aslen Bosna doğumlu bir devşirme olan Başvezir Sokullu Mehmet Paşa, Sırbistan'ın ele geçirilmesinden sonra kendi kardeşi Makarie'yi Sırp Patrikhanesi'nin başına getirmişti. Kıbrıs'ta da aynı şekilde bir uygulama oldu. 1571 yılı sonbaharında Sırp asıllı bir keşiş, ilk Kıbrıs Ortodoks Başpiskoposu olarak görevlendirildi. Ama kısa bir süre sonra yerine, İstanbul'da bulunmuş ve etkin bir dost  çevresi olan Cikko Manastırı keşişlerinden Timotheos d'Acre getirildi. Yeni başpiskopos, Rumlaşmış bir Latin asilzadesi olup, diğer dönmeler gibi Ortodoks hiyerarşisine girmişti. 1585 yılına gelindiğinde eski Ortodoks manastırlarıyla kilise mallarının çoğu, Rum keşişlerin denetimine girmiş ve gelişmeye başlamıştı.
Serdar Lala Mustafa Paşa'nın Kıbrıs'tan ayrılırken geride bıraktığı asker sayısı hakkında çeşitli rakamlar ileri sürülmekte ise de, resmi Osmanlı kaynakları 1572 yılında Kıbrıs'ta topçu, gönüllü, müstahfız ve azap olarak 2779 kişi ile 1000 yeniçerinin, yani toplam olarak 3779 askerin bulunduğunu kaydetmektedir. Başlangıçta düşünülen, Kıbrıs'ta 20 bin asker ile 2 bin sipahinin kalması planı, daha sonra uygulanmamıştır. Bu, Lala Mustafa Paşa'nın adanın savunma sisteminin mümkün olduğu kadar Kıbrıslı kaynaklarla düzenlenmesi politikasına uygun düşüyordu.
Kıbrıs'ta bulunan 5 kalede (Lefkoşa, Mağusa, Leymosun, Baf ve Girne) yaşayan askerlerden bir kısmının sonradan ailelerini de adaya getirdikleri şüphesizdir. Bu askerlerden bir kısmı da Kıbrıslı asilzade kız, kadın ve dullarla evlenmişlerdir. Örneğin Bodamya Kalesi'nin son Kornaro Lüzinyan hanımı, Manisalı sipahi İbrahim Menteşoğlu ile evlenmişti. (Günümüze kadar gelen Menteşoğlu ve Bodamyalızade ailesinin ilginç öyküsüne burada girilmeyecektir.)
Yeniçeriler her köye bir tane, her şehir veya semte birkaç tane olmak üzere dağıtılmışlar ve yerel Rum halkının böylelikle denetlenmesi sağlanmıştı. 18 Ekim 1572'de tamamlanıp padişahın onayına sunulan "Mufassal Defter"e göre, Mesarea ve Mazoto bölgelerindeki 76 köy bomboştu. Fetih öncesi yıllarda çeşitli nedenlerle artan dış ülkelere göç, fetih sırasında ve sonrasında da sürmüştü. Köy halkı da dağlara çekildiğinden ekim yapılmamış ve 1572 yılında kıtlık görülmüştü. Ancak 1579 yılında yerli reaya ve göçmenlere toprak dağıtılmasından sonra, tarımsal üretim artmış ve 1583'te Şam'a buğday satılabilmişti.
Muzaffer Paşa'dan sonra Kıbrıs'a beylerbeyi olarak atanan Sinan Paşa, II.Selim'e gönderdiği bir mektupta, Venediklilerden boşalan arazinin işlenmediğini, adanın imarı için yerli halk arasında yeter sayıda zanaatkâr bulunmadığını bildirdi. Bunun üzerine II. Selim, ada nüfusunu artırmak üzere Anadolu'dan Kıbrıs'a sürgün yoluyla gönderilecek göçmenlerin bu boş yerlere yerleştirilmesini kararlaştırdı. Adanın fethi henüz daha devam ederken çıkartılan fermanlardan ilki, 9 Nisan 1571 tarihli olup, Karaman eyaletinde oturan halkın  Kıbrıs'a göç etmesini teşvik ediyordu.  Göçmen nakline ilişkin genel iskan hükmü ise 21 Eylül 1571 tarihinde çıkartılmış ve Karaman, İçel, Bozok Alâiye (Alanya), Teke (Antalya)  Manavgat kadılarına gönderilmişti. Sözü geçen eyaletlere ait kasabalardaki her on aileden bir ailenin sürgün yazılması, Kıbrıs'a yerleşmek üzere gidenlerden iki yıl süre ile vergi alınmaması, seçilenler arasında çiftçi ve zanaatkârların bulunmasına özen gösterilmesi istenmişti. İlk genel sürgün hükmünde, bu şekilde 5720 hanenin Kıbrıs'a nakledilebileceği hesaplanmıştı.
Kıbrıs'a göç etmek isteyenlerin isimleri kaza kaza defter halinde tespit edilerek, bir nüshası da İstanbul'a gönderildi. 1572 yılında yapılan bu kayıt işlemine göre, Kıbrıs'a nakledilmek üzere 255 numaralı mevkufat defterine yazılan ailelerin sayısı, öngörülen 5760 hane yerine ancak 1689 olup, ait oldukları kasabalara göre dağılımı şöyle idi: Aksaray 225, Beyşehir 262, Endugi 145, Develihisar 197, Ürgüp 64, Koçhisar 88, Niğde 172, Bor 69, Ilgın 48, İshaklı 87, Akşehir 130 aile. Bu defterlerin incelenmesinde, göçmenlerin tamamen Türk ve Müslüman oldukları tespit edilmiştir.
Bu ilk kafileye ait 1689 hane veya göçmen ailesinden 777'si kendi istekleriyle Kıbrıs'a gidiyorlardı. Daha sonra Akdağ kazasından 84, Bozok kazasından 134 göçmen yukarıda sözü edilenlere ek olarak kaydedilmişti. Gidenlerin hepsi kasaba veya kazalardan olmayıp, çoğunluğu köylerdendi. Daha sonra diğer kazalardan ek olarak sevkedilenlerle birlikte, Kıbrıs'a gönderilen göçmenlerin 1743 hanesi köylerden derlenmişti. Geri kalanlar kaza ve nahiye merkezlerindendi.
1574 yılında sürgün yazılanların gidip gitmedikleri araştırıldığı zaman, yazılan bazı kimselerin başka yerlere kaçarak Kıbrıs'a gitmedikleri, gitmeyenlerin yerine başkalarının gönderildiği, bazılarının da bedel ödedikleri ortaya çıkmıştı. Bütün göçmenlerin Kıbrıs'ta kendi mesleklerini icra etmeleri için Osmanlı hükümeti tarafından bir emirname yayınlanmış, çiftçilerin asker kadrosuna tayin edilmesi önlenmişti.
43 numaralı Mühimme Defterine göre, Kıbrıs'a 12 bin ailenin nakledilmesi planlanmışken, 7 Ocak 1581'de ancak 8 bin kadar hane mevcut olup, nakledilmesi düşünülen miktarın üçte birinin adaya hiç gelmediği anlaşılmıştır.
Daha sonraki yıllarda Konya, Kırşehir, Çorum, Kayseri, Samsun, Çankırı Eskişehir, Ankara, Darende, Uşak'tan Türk aileleri, Kıbrıs'a gelerek hisarlarla çevrili şehirlerle boş Latin köylerine yerleştirilmişti. Kayseri bölgesinden gelenler arasında Ermeniler, İç Anadolu'dan Hıristiyan aileler, yörük aşiretleri, Suriye'den bazı Musevi aileleri ve bazı Rodoslular da Kıbrıs'a göç ettirilen sürgünler arasında idi.
Kıbrıs'ın fethinin ardından, Osmanlı devleti tarafından çeşitli tarihlerde Kıbrıs'a yerleştirilen Türklerin kesin sayısı hakkında herhangi bir kayıt bulunmamakla beraber, bunun 20-30 bin kadar olduğu tahmin edilmektedir. Artık Kıbrıs Türkleri ada nüfusunun kalıcı etnik bir parçası haline gelmiş ve sayıları toplam Kıbrıs nüfusunun üçte bir ile beşte biri arasında değişecektir. Kıbrıs'ta bundan böyle birbirinden tamamen farklı dil, din ve kültüre mensup iki ana etnik toplum yan yana yaşamaya başlayacak ve birbirlerini karşılıklı olarak etkileyeceklerdir.
Türkler tarafından yapılan ilk nüfus sayımında vergi verebilen Müslüman nüfus 20 bin, Hıristiyan nüfus da 85 bin olarak belirlenmişti. 1600 yılında adadaki toplam nüfus 110 bine düşmüştü.
Osmanlı yönetiminin başlangıç yıllarında Kıbrıs'taki refah düzeyi hakkındaki bilgiler değişiktir. 1572'deki korkunç açlık ve sonraki yıllardaki kuraklık ve çekirge istilaları ardından, 1579 yılında padişah hasları arasına alınmayan topraklar, timar ve zeamet olarak yerli reaya ve göçmenlere dağıtılmıştı. Yüzyıllarca süren feodal kölelik sistemi kaldırılarak, köylüler özgürleştirilmiş, kendilerine verilen topraklar üzerinde miras hakkı tanınmıştı.
1579 tarihli Ortelius büyük atlasında, Kıbrıs'ta bol miktarda şarap, tahıl, zeytinyağı ve şeker kamışı üretildiği ve adanın kârlı bir ticarete sahip olduğu yazılmaktadır. 1590-1600 yıllarında şeker kamışı üretimi, dıştan alınan ucuz şeker nedeniyle durdurularak, gelişmeye başlayan Avrupa endüstrileri için pamuk ve yün üretilmeye başlanır. Kıbrıs ve İzmir pamuğunun İngiliz Lancashire tekstil endüstrisinin kurulmasında önemli katkıları olmuştur.
Osmanlı hükümetinin, 50 yıl geçmeden reayadan alınan vergi miktarını artırması, Kıbrıslıları huzursuz ediyordu. Ada halkı kuraklık ve çekirge saldırılarından çok çekti. Zamanla ekonomik durumda gerileme oldu. 18 yıl süren çekirge istilaları 1628'de had safhaya vardı. İstanbul hükümeti, 1633 yılında kuraklığa karşı Panayia ikonunu adada dolaştıran bir grup Hıristiyanı engellemek isteyen yerli Müslümanlara müdahale etmek zorunda kalmıştı.
Osmanlı döneminin ilk yıllarında önceleri sadece Hıristiyan nüfus tarafından, daha sonra da hem Türk ağalarınca, hem de Rum-Türk Kıbrıslılarca Osmanlı yönetimine karşı isyan hareketleri düzenlenecektir.
Artan vergi yükünden ve tahsildarların elinden kurtulmak isteyen fazla sayıda köylü, Girit, Mora ve Korfu'ya göç eder. Kuzey'deki dağlık ve sahil bölgelerinde yaşayan Ermeni, Maronit, ve Arnavut azınlıklardan kalan nüfus da (Örneğin Tilliria, Kambili, Ayia Marina Skilluras, Platani, Kornokepos köyleri halkı) Müslümanlığa geçerler. Ama Hıristiyanlarla olan ilişkilerini kesmezler, Müslüman liderlere bağlı kalırlar. 1613 yılında bu bölgeyi dolaşan Pedros Aventanos, burada yaşayan dönme Türklerin, ülke dışından o bölgeye başka Müslüman Türklerin yerleştirilmesine karşı olduklarını yazmaktadır. (1860 yılında da adada yaşayan Rum ve Türk toplumları, Arap, Dürzi vd. Müslüman göçmenlerin Kıbrıs'ta yerleştirilmelerine karşı çıkarlar ve Larnaka'ya çıkışları önlenir.)
1640 yılında görülen büyük açlık, 1641'deki veba salgını o kadar çok insanın ölümüne yol açmıştı ki İstanbul'dan gelen bir müfettişin tespitlerine göre, adada yaşlı ve çocuklar dahil 25 bin reaya kalmıştı. Bu Osmanlı döneminin ilk nüfus sayımında gösterilen 85 bin reaya'ya kıyasla büyük bir düşüştü. (O zamanki 85 bin rakamı, fazla vergi toplamak için belki de yüksek tutulmuştu.)
Kıbrıs halkının acılarını sonunda dikkate alan Osmanlı hükümeti, adaya gönderdiği görevlinin verdiği raporun ardından Mağusa ve Baf paşalarını görevden alır; sadece Lefkoşa paşası görevinde kalır. Vergiler azaltılır, ama haraç eskiden olduğu gibi kalır. Ada dışına göç edenlerin geri dönmesi halinde, ilk yıl vergiden muaf tutulacağına dair bir hüküm çıkartılır.
Yerli ağalar topladıkları fazla vergi gelirleriyle zamanla servet yapmışlar ve adanın hakimi olmuşlardı. 1660 yılında yerli makamların açgözlülüğüne gem vurmak için Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Nikeforos ile üç piskopos, İstanbul hükümeti tarafından reayanın gayri resmi koruyucusu ve temsilcisi olarak tanınır. Artık başpiskoposlar kendi mühür ve kırmızı mürekkeple atılmış imzalarını taşıyan dilekçelerle halkın şikayetlerini doğrudan başvezire duyurabileceklerdi. Bundan sonraki yıllarda başpiskopos Nikeforos, Yakovos, Germanos, Silvestros ve Filotheos İstanbul'u ziyaret etmiş ve dertleri dinlenerek destek sağlamışlardı. (Daha sonra 1754 yılında, Başpiskopos Filotheos, Etnarh (milletin yöneticisi) olarak resmen Kıbrıs Rum halkının koruyuculuğuna atanacaktır.)
1670-1702 yılları arasında Kıbrıs, Osmanlı Donanması Komutanı Kaptan Paşa'nın himayesinde yönetilir. Ama yerli paşa ve ağalar, Kaptan Paşa'dan kopardıkları vergi toplama yetkisini kötüye kullanarak, ada halkı üzerindeki baskılarını artırırlar. Kendi aralarında rekabet ve kavgada, liderliği ele geçiren Lefkoşa ağalarından Mehmet Boyacıoğlu'nun padişaha karşı 7 yıl süren ayaklanması bu döneme rastlar.
Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'ne göre, 1670-75 yıllarında Kıbrıs'ta 30 bin Müslüman, 150 bin de Hıristiyan nüfus bulunuyordu. 1735, 1741 (Katedralden camiye çevrilen Ayasofya'nın minaresi yıkılmıştı) ve 1756 yıllarındaki yer sarsıntıları, 1757 ve 1758'deki kuraklık, çekirge istilası ve açlık ada halkının komşu ülkelere, Suriye ve Anadolu'ya göç etmesine yol açmış; 1760'daki veba salgını da adada yaşayan Türk ve Rum nüfusun üçte birinin ölmesine, köylerin boşalmasına yol açmıştı.
1764'de Muhassıl Çil Osman'a karşı halkın isyanı, 1765'de Girne Kalesi Komutanı Halil Ağa'nın Osmanlıya karşı ayaklanması, 1799'da yeniçerilerin isyanı, 1804'de Lefkoşa Türkleri ile çevre köylerin İsmail Ağa öncülüğünde Başpiskopos ve Muhassıl'a karşı ayaklanmaları, 1821'de Başpiskopos Kiprianos ile Rum halkı ileri gelenlerinin Vali Küçük Mehmet tarafından katli, 1833'de Gâvur İmam'ın isyanı, 1835'de Hüseyin Ağa'nın Rumlara karşı giriştiği katliam, Kıbrıs'ta yaşayan Türk ve Rum etnik toplumlarının gerek kendi aralarındaki, gerekse birleşerek yerli despotlara veya Osmanlı hükümetine karşı verdikleri mücadelelere örnek olup, ayrı bir araştırma yazısının konusudur.
18. yüzyılda adadaki ticaret gittikçe önem kazanmış, Larnaka önemli viskonsüllerin (konsolos yardımcılarının) ikamet yeri haline gelmişti. Avrupalı tüccarlar orada kendi ülke temsilcilerinin himayesinde yaşıyorlardı. Bu sayede elde ettikleri ticari üstünlük, Larnaka'da yaşayan Avrupalı tüccarların Leymosun'da yaşayan reaya tüccarlarını gölgede bırakmalarına ve ada dış ticaretini ellerine almalarına yol açar.  %20 faizle verdikleri ödünç paraların faizlerini Kıbrıs köylüsünden ipek, şarap, pamuk, tahıl vb ürün olarak Avrupa'ya satıyor ve ek kârlar elde ediyorlardı. Osmanlı hükümeti, çeşitli imtiyazlara sahip Larnaka'daki Avrupalı tüccarları vergiden de muaf tutuyordu.
Öte yandan Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposları da Osmanlı hükümetinden elde ettikleri imtiyazlar sayesinde adanın gerçek hakimleri durumuna geldiler. Başpiskopos, hem Rumlar, hem de Türkler tarafından adanın gerçek valisi olarak görülmekteydi. 1760-1769 yılları arasında Kıbrıs'ta yaşamış bir İtalyan olan Giovanni Mariti, "Türk yönetimi altında yaşayan ve Rum halkın yöneticilerinin  piskoposlar olduğu başka bir ülke bilmiyorum" diye yazmaktadır. Başpiskoposlar, padişaha hediye ve bağışlar göndererek onun üzerinde etkili oluyorlardı. Türk zaptiyeleri yanlarına alarak reayadan vergi toplamaya çıkan başpiskoposlar olduğu gibi, valilerin açgözlülüğünden halkı koruyanlar da vardı. Bu daha çok başpiskoposların eğitim düzeyine bağlı idi. Özellikle 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl başlarında umursamaz piskoposların sayısı fazla idi. Bu dönemde başpiskoposlar, daha çok Roma Katolik Kilisesi'nin eğitim sisteminin etkisi altında idiler. 1754 yılında Osmanlı hükümeti tarafından Etnarh olarak resmen tanınan Başpiskopos Filotheos, Lefkoşa'da bir okul açarak, Atina ve Kudüs'ten öğretmenler getirtti; Yunan edebiyatı ve müzik dersleri verilmeye başlandı. 1768-1810 yılları arasında Rum Ortodoks Kilisesi'ni yöneten  Başpiskopos Hrisanthos, kilise ve manastırları tamir ettirdi. Seçilen kilise yöneticileri, seçimden hemen sonra padişaha adını bildirir ve ona belli miktarda para gönderirdi. Padişah da yeni başpiskoposa içinde bütün haklarının yazılı olduğu bir berat gönderirdi. (Bu beratlardan sadece bir tanesi yayınlanmış olup, 1865'de Sultan Aziz'in Başpiskopos Sofronios'a gönderdiği berattır. Burada 1. Kilise malları, 2. Hıristiyanlardan vergi toplama, 3. Kilise kararlarının uygulanmasında hükümetin desteği için başvurma ve 4. Kilise mahkemeleri konularına ilişkin yetkiler belirlenmişti.)
1800-1880 yılları arası Kıbrıs'ın politik ve kültürel tarihinin en önemli yıllarıdır. Kıbrıs Rumları, dil ve din ilişkileri nedeniyle diğer Yunan bölgeleriyle kültürel yönden bağlarını koparmamışlardı. Yunanistan'da Osmanlı yönetimine karşı bağımsızlık hareketi gelişirken, Kıbrıs'ta da bir entellektüel aydınlanma ve milli uyanış başlamıştı. Ada dışında iken Kıbrıs Rumlarının umursamazlıklarıyla ilgili serzenişler duyan Başpiskopos Kiprianos, 1812 yılında klasikleri öğretmek için bir Hellenomuseion kurar. Kiprianos ayrıca Leymosun'da da bir okul açmıştı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun genişlemesi ve Fransız burjuva devriminin etkisiyle Avrupa'da milliyetçilik hareketleri yaygınlaşmış, Helenizm düşüncesi doğmuştu. Helen etnos'undan insanların çoğunluk nüfusunu oluşturduğu bölgelerin birleşmesi (=enosis) fikri, Filiki Eteria adlı bir örgütün 1780'lerde Bükreş'te Kontantin Rhigas tarafından kurulması ile politik ifadesini bulmuştu. Rhigas'ın 1798'de öldürülmesinin ardından hareket, 1814'de Odessa'da yeniden canlandı. Eteria görevlileri, 1818 yılından başlayarak Kıbrıs'ı da ziyaret etmişlerdi. Gerçi Kıbrıs, daha çok Müslümanların yaşadığı bölgelerle çevrili idi ve Anadolu ve adalardaki diğer Rum azınlıklar gibi, herhangi bir ayaklanmaya katılacak bir konumda değildi, ama Başpiskopos Kiprianos hareketi desteklemek için söz verdi.
1821 yılında Mora'da Osmanlı yönetimine karşı ayaklanan Yunanlılar, orada yaşayan Müslüman halkı öldürdüler. Padişah buna İstanbul'daki Ortodoks patriğini, ayaklanmanın hazırlayıcısı olarak görüp katletmesiyle cevap verdi. Olay, Kıbrıs'ı da etkiledi. Kıbrıs müsellimi Küçük Mehmet, adada yaşayan Rumları ayaklanmaya teşvik ettiği gerekçesiyle Başpiskopos Kiprianos'u 9 Temmuz 1821'de öldürttü. Başpiskopos ile birlikte kafası kesilenler arasında 3 metropolit, 400'den fazla kilise ileri geleni ve aydın orta tabakadan kişiler bulunuyordu.
1818 yılına kadar Hıristiyan dinini benimseyen Kıbrıs'taki az sayıdaki çingenenin Müslümanlığa geçişi, Hıristiyanlar'ın baskı altına alındığı bu dönemde, 1823'lerden sonra olmuştur. Herkesin istediği dini görüşe sahip olmasına izin veren ve dini ayrıcalık yapılmamasını isteyen padişah fermanına rağmen, 5 bin kadar Hıristiyanın 1821 sonrasında canlarını kurtarma korkusuyla İslam dinine geçtikleri gözlemciler tarafından kaydedilmektedir. Aynı şekilde kamu hizmetinde de çok az sayıda Hıristiyan görevlendiriliyordu. Bu dönemde ayrıca yeni kiliselerin yapımı yasaklanmıştı.
1821 yılına kadar kilise ve başpiskoposlarla işbirliği yapmayan Kıbrıs Rum halkı fakir ve yoksul olup, politik konulara karşı ilgisizdi. 1830 yılında kilise okullarının  yeniden açılmasından sonra, halk arasında Yunan kültür, gelenek ve politik ideallerinin yaygınlaşması için  eğitim çabaları arttı.
1832 yılında Yunanistan'ın bir krallık olarak bağımsızlığına yeniden kavuşmasından sonra, birçok Kıbrıslı Rum, Atina'ya giderek Yunan vatandaşlığına geçti. Reaya statüsünden kurtulan bu Rumlar, geri adaya döndükleri zaman, vergiden muaf olup, Avrupalı tüccarlar gibi bazı imtiyazlar kazanıyorlardı. Osmanlı yönetiminin Yunan vatandaşlığına geçenlerin sayısında artışa karşı çıkması üzerine, Yunan pasaportu taşıyan reayanın, önceden izin almadan Osmanlı vatandaşlığından çıkması yasaklandı.
1839'da Sultan Abdülmecit tarafından ilan edilen Gülhane Hatt-ı Humayunu'ndan sonra, Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu ile kilise mensubu yaşlı bir kişiye, yerel hükümetin Meclis-i İdaresi'nde ex-officio (memuriyet görevi nedeniyle) üye olarak katılma hakkı verildi. Böylece Kıbrıs Rumları ilk defa olarak yerel yönetimde temsil edilme hakkını kazanmış oluyorlardı. İstanbul tarafından atanan kaymakamın başkanlık ettiği 8 kişilik Divan'a Ermeni ve Maronit toplumları birer temsilci ile, Kıbrıs Türkleri de 4 temsilci ile katılıyordu. (Özellikle İngiliz sömürge döneminde belirginleşecek olan bu temsiliyet anlaşmazlığı, günümüze kadar gelecek ve Kıbrıs sorununun çekirdeğini oluşturacaktır.)
1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanı ile daha önce kaldırılan yasadışı vergi toplanması, bir kez daha teyid edilerek, Lefkoşa'da aynı zamanda sivil mahkeme görevini de gören divan yanında, 16 kazada Türk ve Rum üyelerden oluşan mahkemeler kurulur. Ortodoks Kilisesi mahkemeleri ise Rum toplumunun din ve aile sorunlarına ilişkin konulara bakıyordu.
Kıbrıs'ta bulunan İngiliz Konsolos Yardımcısı H.P. White 1862'deki yıllık raporunda, Kıbrıslı Rumları kurnaz ve gayretkeş olarak nitelerken; Müslüman Türklerin de fanatik olmadıklarını, şehir ve kasabalarda Hıristiyan komşularıyla uyum içinde yaşadıklarını, ama nüfusun çoğunluğunu oluşturdukları Lefkoşa'da üstünlüklerini gösterme çabası içinde olduklarını yazar.
Osmanlı yönetiminin son döneminde büyük toprak sahibi ve ticaretle uğraşan Hıristiyanlar, Kıbrıs'ta müreffeh bir hayat  yaşayan tek sınıfı oluşturuyordu. Zengin Hıristiyanlar, mahkemelere verdikleri rüşvetler sayesinde fakir Müslümanlarla aralarındaki anlaşmazlıklarda daima kazançlı çıkıyorlardı. Adanın vergi gelirlerinin hemen hemen hepsi İstanbul'a gönderiliyor, yol vergisi alınmasına rağmen ne yol, ne de köprü yapılıyordu.
Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi, kendi kurduğu okullarda kendi toplumunu, Yunan kültür ve geleneklerine göre eğitiyordu. Fransızca 1841'den sonra yabancı dil olarak öğretilmeye başlandı. Başpiskopos I. Makarios 1859'da Lefkoşa'da ilk defa kızlar için bir okul açtı. 1860 yılında Kıbrıs Valisi İshak Hafız Hakkı tarafından başpiskoposa gönderilen bir mektupta da görüleceği gibi, kilisenin başı, Kıbrıs Rumlarının Hıristiyanlık eğitimi için sorumlu kişi olarak Osmanlı hükümeti tarafından resmen tanınmıştı. 1893'de Mısır'daki Kıbrıslı göçmen aydınların oluşturduğu Kıbrıslılar Kardeşlik Derneği'nin mali yardımları ile Pancyprian Gymnasium kuruldu.
Öte yandan Kıbrıslı Türklerin eğitimi, 19. yüzyıl ortalarına kadar bir hayır işi olarak addedildiğinden devlet eli ile düzenlenmedi. Varlıklı kişilerin iyi niyetine terkedildi. Zengin kişiler tarafından bir hayır kurumu olarak açılan ve vakfa bağlanan sıbyan okulları ile medreseler (orta dereceli) daha çok din eğitimi yapan kuruluşlardı. Modern anlamda öğretim yapan ilk Kıbrıs Türk kuruluşu, 1862 yılında kurulan Rüştiye olmuştur. (1934'ten sonra ilkokul adını alacaktır.) Öğrenciler sıralarda oturmaya ve kara tahta kullanmaya başlamışlardı. Din eğitimi yanında müsbet bilimlere daha fazla yer verilmiş, Arapça ve Farsça'nın yanında Türkçe'ye de önem verilmiştir. Bugünkü lise düzeyindeki İdadi ise 1896'da kurulmuştu. Başlangıçta 5 yıllık olan bu okul 1945 yılına kadar Türklerin adadaki tek ortaöğretim kuruluşu olarak kalmıştır. İlk kız okulu ise, ancak 1901'de Kıbrıs Viktorya İslam İnas Mektebi adı ile  kurulabilecektir.
300 yıl süren Osmanlı yönetiminde, Türkler Kıbrıs'ta daha çok dini eserler inşa etmişlerdir. Bunlardan bir bölümü, eski kiliselerden bozularak yapılanlardır. Gotik mimarinin en güzel eserlerinden olan Lefkoşa'daki St. Sophia ile Mağusa'daki St. Nicholas Katedralleri minare, mimber ve mihrap eklenmesiyle camiye çevrilirken, Lefkoşa'daki St. Sophia katedrali yanındaki Ortodoks Katedrali de Bedesten (kapalı çarşı) olarak kullanıldı. Lefkoşa'daki Ömeriye Camii (eski St. Augustin Kilisesi), Haydarpaşa Camii (eski St. Catherine Kilisesi), Araplar Camii (eski Stavro tu Misiriku Kilisesi) ve şimdilerde Belediyeler Birliği olarak kullanılan bina (eski Latin başpiskoposlarının sarayı) diğer örneklerdir.
Doğrudan Türkler tarafından yapılan küçük camilerin toplam sayısı 200 kadar olmakla beraber, bunlardan en önemlileri Lefkoşa'daki Bayraktar, Arap Ahmet ve Sarayönü Camileri, Dali'deki Ziya Paşa Camii, Larnaka'daki Seyit Ahmet Ağa Camii, Girne'deki Cafer Paşa Camii, Leymosun'daki Cami-i Cedid, Lefke'deki Pir Paşa Camii ve Lapta'daki Haydarpaşazade Mahmut Bey Camii'dir.
Larnaka Tuz Gölü yanındaki Hala Sultan Tekkesi ile Lefkoşa'daki Mevlevi Tekkesi tekkeler arasında  en önemli olanlarıdır. Fethin hemen ardından Lefkoşa'da Muzaffer Paşa tarafından yaptırılan Büyük Han ve daha sonra inşa edilen Kumarcılar Hanı, II. Sultan Mahmut Kütüphanesi, Larnaka'da Bekir Paşa'nın kendi parasıyla yaptırdığı su kemerleri, çeşitli çeşme ve mezar kitabeleri Osmanlı mimarisinin Kıbrıs'taki örneklerini oluştururlar.

(Söz gazetesi, Lefkoşa, 4-8 Şubat 1983)
(Yeni Düşün dergisi, İstanbul, Aralık 1986)
(Ahmet An, Kıbrıs Türk Kültürü Üzerine Yazılar, Lefkoşa, Ağustos 1999, s.14-26)



TARİHSEL-ETNOLOJİK AÇIDAN KIBRIS KÜLTÜRÜNÜN KÖKENLERİ


Ahmet AN

Eski dünyanın üç kıtası olan Asya, Afrika ve Avrupa'nın birleşme yerinde bulunan Kıbrıs Adası'nın çok eski bir uygarlığı, uzun ve karmaşık bir tarihi vardır. Kıbrıs'ın kültür tarihi de ta Neolitik zamanlara (Cilalı Taş Devri) kadar uzanmaktadır.
Kıbrıs'ın otokton yerli halkını oluşturan "Eteocyprian"ların kendilerine özgü bir kültürleri vardı. Lefkoşa-Leymosun yolu üzerindeki Hirokitia'da yapılan kazılar sonucu ortaya çıkan ve Kıbrıs Adası üzerinde yaşadığı bilinen en eski uygarlığa ait yuvarlak tipteki barınaklar (tholoi), taş tekneler, iş aletleri ve taş ziynet eşyaları, M.Ö. 6000 yılından kalma olup, burada yaşayan yerlilerin çok yetenekli kişiler olduğunu göstermektedir. Neolitik devirde adada yaşayan halkın, tarım ve hayvanların evcilleştirilmesi alanlarında önemli ilerlemeler kaydetmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Kıbrıs'ta bakırın bulunup işlenmeye başlanması ile Bronz çağı başlar (M.Ö. 2500-1500). Bu dönemde Anadolu'dan gelerek adaya yerleşenler, hem nüfusun bileşimini değiştirir, hem de Anadolu uygarlığının bazı unsurlarını beraberinde getirirler. Çömlek yapımında kullanılan geleneksel biçimler terkedilir. Önceleri Anadolu modelleri tamamen kopya edilirken, daha sonra Kıbrıslıların kendi beğenilerine uygun değişik şekiller geliştirilir. Tekerlek henüz bulunmadığı için elle ve ince kırmızı balçıktan yapılan o dönemin çömlekleri, desen ve görünüş olarak günümüze kadar gelmiştir. Bronz çağının ortalarında bakır madenciliği gelişir, komşu ülkelere ve Mezopotamya'ya dışsatımı yapılır. Bakır, silah ve iş aletlerinin yapımında bolca kullanılır.
Kıbrıs, M.Ö. 2000 yıllarına ait eski Mısır ve Hitit yazıtlarında Alasya adı ile bilinmektedir. Adanın çömlekleri, İyonya'da olduğu gibi, Mısır ve Fenike'de de tanınmaktadır ve karşılıklı ilişkiler adaya değişik tipte çömlek ve ziynet eşyalarının gelmesine yol açar. Artık Kıbrıs yalıtılmışlıktan kurtulur ve tarihi çevresindeki büyük uygarlıklarla iç içe geçmeye başlar.
Bronz çağının son dönemi olan M.Ö. 1500 yıllarında adanın Girit ve Eski Yunan uygarlıklarıyla olan bağları çok sınırlıdır. M.Ö. 14. yüzyılda, bu ilişkiler tamamen yeni bir döneme girer.
Merkezleri Yunan yarımadasındaki Mikenai şehri olan Mikenalar iyi savaşan ve sömürgeci yetenekleri olan bir kavim olup, Doğu Akdeniz ve Suriye sahillerine kadar uzanırlar. Mikenalar doğuya doğru genişledikleri bu dönemde Kıbrıs'a da yerleşerek, adayı sadece bakır ticaretinin bir merkezi yapmakla kalmayıp, oraya yeni bir uygarlığı da getirirler. Mikenaların ve özellikle Akaların Kıbrıs'a yerleşmesi, ada tarihindeki büyük dönüm noktalarından birini oluşturur. O zamana kadar daha çok doğuya dönük bir biçimde, kendi yerel uygarlığını sürdüren Kıbrıs, artık adaya yerleşmeye başlayan Mikena uygarlığının etkisine girer.
Balkanlardan gelen Dorların istilası ardından, fazla miktarda Akalar Kıbrıs'a gelerek burada şehirler kurarlar; kendi dil, din, gelenek ve göreneklerini buraya aktarırlar. Demir çağının başlangıcı olan M.Ö. 11. yüzyılda Aka, Ege ve Kıbrıs uygarlıklarının ada üzerinde kaynaşmasına tanık oluruz.
Dorların istilası sonucu Ege bölgesinde kültürel bir gerileme olurken, Kıbrıs'ın Doğu ve Batı'daki komşuları ile ilişkileri de duraklar. Bu dönemin (M.Ö. 1050-700) en önemli özelliği, çömlekçilikte geometrik süslemelerin öne çıkmasıdır.
Eski Yunan kolonileri, sadece ticaret amacına yönelik Fenike kolonilerinden farklı olarak, ana ülkedeki fazla nüfusun başka bölgelere yerleştirilmesi ve yeni şehir devletlerinde hayat ve kültürün yeniden üretilmesini hedefliyordu. Ege bölgesinin coğrafi şartlarının bir sonucu olarak oluşan bu bağımsız şehir-devletleri politik birlikten yoksun olup, ayrı birer politik varlıktılar.
Kıbrıs'ta kurulan Eski Yunan kolonilerinin en önemlileri Salamis, Soli, Marion-Arsinoe (Poli), Baf ve Kurium'dur. Ticaretle uğraşan Fenikeliler de sahildeki Kitium, Amathus ve Lapithos (Lapta) şehirlerini kurmuşlar, iç bölgedeki Tamassos (Politiko) ve İdalion'u (Dali) işgal etmişlerdi.
O dönemde yaşayan Yunan yazarı Aeschylus, tiyatro eserlerinde Atinalıların Kıbrıslıları Yunan olarak kabul etmediklerini yazmasına rağmen, bazı Kıbrıs krallıkları Yunanistan'a sempati beslemekte idi.
Kıbrıs'taki şehir krallarının en önemlisi Salamis Kralı I. Evagoras'tı Eğitimini Eski Yunanistan'da yapan I. Evagoras, Kıbrıs'taki Fenike etkisini yıkarak yerine hayranı olduğu Yunan kültürünü yerleştirmek için büyük çaba sarfeder. Kıbrıs parası üzerinde ilk defa Yunan alfabesinin kullanılması, Salamis'i etkin bir ticaret ve kültür merkezi haline getiren I. Evagoras'ın krallığı dönemine (M.Ö. 411-374) rastlar.
Kıbrıs'ın yerli halkı, Akalar tarafından adaya getirilen ve Arkadian'a benzeyen bir Yunan diyalekti ile konuşmakta ve Yunan alfabesini bilmekle beraber, günümüze kadar henüz çözümlenememiş olan ve Girit yazısına benzeyen geleneksel hece dilini M.Ö. 3.- 2. yüzyıla kadar korumuştur. Oysa Yunan dünyası Fenikelilerden mülhem bir alfabeyi benimseyerek, M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren kullanmaya başlar.
Ada bir ara Eski Mısırlıların yönetimine girmişse de Mısır mimarisi, yazısı ve dininin Kıbrıs üzerindeki etkisi Fenikelilere kıyasla çok az olmuştur. Kıbrıslılarla Fenikeliler arasında ortak kültür özellikleri vardır. Örneğin, Fenikelilerin Astarte'si Baf'ta köpükten (afros) doğan Afrodit olmuş, Melkarth ise Amarthus'ta Herakles'le özdeş olmuştu.
Homer'in sözünü ettiği (Odyssey, VIII, 362) Gülümseyen Baflı'ya tapınma, eski yazarlar tarafından Arkadia'daki Tageus Kralı Agapenor'a atfedilmekte olup, ilk Kıbrıslı şairlerin Afrodit ve sevgilisi Adonis için yazdıkları şiirlere ilham kaynağı olmuştur. Bu, Kıbrıs'ın Romalılar tarafından işgaline kadar ve hatta Romalılar döneminde, yüzyıllarca adadaki dinsel hayatın değişmez öğelerinden biri olarak kalmıştır. Baf'ta Nisan ayı içinde düzenlenen Afrodisia şenliği ile Amathus'ta yazın kutlanan Adonia şenliğinin geleneği günümüze kadar gelmiştir.
Yukarıda sözü edilen Kıbrıs krallıkları arasında farklı politikalardan doğan iç çekişmeler, Persler'in adayı ele geçirmelerine yarar. Persler döneminde yerel krallıkların yönetim imtiyazları ve kültürel devamlılığı sağlanır. Bunda "To Koinon ton Kyprion" (Kıbrıslılar Birliği) adı ile oluşturulan ve yarı otonom toplumların federasyonu anlamına gelen birliğin önemi büyük olmuştur. ("Kıbrıslılar Birliği", Romalılar döneminde daha da geliştirilerek adanın dini ve politik hayatında önemli bir rol oynayacaktır.) Şehir-krallıklarının ileri gelenleri, bu birlik çerçevesinde oyunlar ve sanat yarışmaları, eski Baflı Afrodit'e adanan yılın en büyük şenliğini düzenliyorlardı. Ama bu, sadece Kıbrıslı Rumlara ait bir örgütlenme şekli idi. Diğer etnik gruplar da kendi örgütlerine sahiptiler. Bunlar arasında Fenikelilerin özel bir yeri vardı. Bu yarışmalarda kazanan kral Antigonus olursa, ada üzerindeki etkinliğin Fenikelilere geçebileceği umuluyordu. M.Ö. 275 tarihli bir yazıt, Fenikelilerin o dönemde hâlâ daha Lapethos'u ellerinde bulundurduklarını gösterir. Ne var ki Fenikeliler'in sayısı zamanla asimilasyon ve  göçler nedeniyle giderek azalır. Büyük İskender'in fetihlerinin ardından, Fenikeliler'in ada üzerindeki etkisi yok olur.
Adaya Fenikeliler tarafından getirilen doğu sanatına ait unsurların Miken gelenekleri ile birleşmesi, Kıbrıs çömlekçilik tarihinin belki de en parlak dönemini oluşturur. Lotus çiçekleri, kuşlar ve insan figürleri çömlek süslemelerinde kullanılır. Kıbrıs çömlekçiliği, bu dönemdeki dış etkilere rağmen, yerel özelliklerini korumayı başarır.
Başlangıçta doğudan (Suriye ve Mısır) etkilenen Kıbrıs heykelciliği, Perslerin adayı işgalinden sonra İyonya'dan etkilenir ve Eski Yunan stilinin cazibe unsurlarını taşır.
Ptoleme döneminde de Yunan kültürünün etkisi, İskenderiye üzerinden Kıbrıs'a ulaşır. Stoacı felsefenin kurucusu olan Kitiumlu Zeno (M.Ö. 336-264) Büyük İskender'in Kıbrıs'ı almasından hemen sonra Kıbrıs'ta doğup büyümüş, Fenikeli bir tüccarın oğlu idi. Öğrenimini Atina'da yapan Zeno, geliştirdiği felsefesiyle Romalıları bile uzun bir süre etkilemiştir. Zeno döneminde, Kıbrıs'taki şehirler arasında var olan Rum-Fenikeli ayrılığı ortadan kalkar.
Ptolemeler döneminde, Kıbrıs'ta birçok yeni şehirler kurulur. Bugünkü Lefkoşa, eski Ledra şehrinin kalıntıları üzerine, Kurtarıcı Ptoleme'nin oğlu Lefkos tarafından, Lefkotheon adı ile kurular (M.Ö. 280). Eski Soli yakınındaki Lefke'yi de o kurar. Polis-tis Hrysohus yanındaki Arsinoe ile bugünkü Mağusa'nın yanında kurulmuş başka bir Arsinoe de, Ptolemelerin 300 yıl süren işgalleri döneminde kurulur. (Arsinoe'nin Ammohostos=kumda saklı adını alması M.S. 648 yılında komşu Salamis'ten gelen Rumların buraya yerleştirilmesinden sonradır.)
M.Ö. 58 yılında Roma İmparatorluğu'nun bir parçası haline gelen Kıbrıs, daha sonra Kilikya Başkonsolosluğu'na bağlı bir vilayet olarak yönetilir. M.S. 68'den itibaren Kıbrıs paraları Latince yerine Yunanca olarak basılmaya başlanır. Ada nüfusunun %78'i tarafından konuşulan Yunanca, Romalılar döneminde Kıbrıs edebiyatının dili olmaya devam eder ve ayrıca Doğu Akdeniz'in ticaret dili haline gelir.
Roma İmparatorluğu'nun M.S. 395 yılında ikiye ayrılmasından sonra Kıbrıs, coğrafi konumu nedeniyle Doğu'daki Bizans İmparatorluğu'na bağlanır. İmparatorluğun başkenti olan Konstantinople (İstanbul)'un adı ve anayasası Latince olmasına rağmen, kültürel açıdan Yunandır. Nitekim 6. yüzyılda Yunanca, Doğu Roma İmparatorluğu'nun resmi dili  haline gelir. Zaten Kıbrıs da kültür ve dil açısından olduğu gibi din açısından da (Hıristiyanlık, M.S. 45 yılında, St. Barnabas ve St. Paul aracılığıyla yayılmıştı) Bizans'a çok benzemektedir. Bu dönemde Kıbrıs yönetimsel olarak merkezi Antakya'da olan Doğu Piskoposluğu'na bağlı bir vilayettir. Romalılar döneminde adanın başkenti olan Baf, Bizans döneminde önemini kaybederek, yerini Konstantia (zelzeleler sonucu yıkılan ve 350 yılında yeniden kurulan Salamis'in yeni adı) alır.
Bizans döneminin en önemli olaylarından biri de Kıbrıs Ortodoks Kilisesi'nin Konstantia Başpiskoposu I. Epifanius tarafından kurulmasıdır. Kilise başlangıçta, adada yaşayan Hıristiyanlar arasında var olan çeşitli mezhepler nedeniyle, bütün Hıristiyanlar üzerinde kolay bir etkinlik sağlayamaz. İmparator I. Theodosius'un Başpiskopos'a itaat etmeyenlerin adadan sürüleceklerine ilişkin bir emirname çıkarmasından sonra, Kıbrıs'ta Ortodoks Kilisesi'nin üstünlüğü kurulur. 431 yılında Efes'te toplanan bir kurul, Kıbrıs Ortodoks Kilisesi'nin bağımsızlığını kabul eder. Antakya Patrikliği, Kıbrıs Kilisesi üzerinde söz sahibi olmaya çalışırsa da, ortaya çıkan anlaşmazlık, sonunda 488 yılında çözülür. Kıbrıs Başpiskoposluğu İmparator Zeno'dan dini bağımsızlıkla birlikte üç önemli imtiyaz daha elde eder: Başpiskopos'un kilise törenlerinde mor pelerin giyebilmesi, piskopos asası yerine imparatorluğun saltanat asasını taşıyabilmesi ve resmi belgelere imparator gibi kırmızı mürekkeple imza atabilmesi.
Geçici bir yetki tanınması olarak ifade edilebilen bu imtiyazlar, Kıbrıs Ortodoks Kilisesi Başpiskoposluğu'na bir noktada politik önemi olan çok geniş yetkiler verme anlamına geliyordu. Bütün Bizans döneminde İstanbul Patriği bile tamamen imparatorun isteğine bağlı olup, politik yetkilere sahip değildi. Bizans İmparatoru en yüksek otorite olarak kalmakta ve Ortodoks Kilisesi devletin kültürel ve eğitim politikasında bir araç olarak kullanılmakta idi. Kıbrıs'ın merkezden uzak olması ve imparatorluktan ayrılmamasını sağlayacak olan Başpiskopos'un güvenini kazanmak amacıyla, bu imtiyazların verilmiş olduğu düşünülebilir. Dini ve politik haklar kazanan Kıbrıslı piskoposlar, daha sonraki yıllarda Kıbrıs'ı işgal eden yabancı güçlerin, halkın kültür ve inançlarını değiştirmek için yaptıkları her çabaya direniş göstereceklerdir. Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi'ne sağlanan bu politik imtiyazların gerçek politik bir güce dönüşmesi, ancak 1660 yılında Kıbrıs Başpiskoposluğu'na Etnarh (millet yöneticisi) ünvanının verilmesi ile başlar. Bunun etkileri ise Kıbrıs'ın çağdaş tarihine kadar uzanır.
Kıbrıs, Bizans yönetimine girdikten sonra 250 yıl kadar süren bir barış ve ekonomik gelişme dönemini yaşar. Şarap ve kuru incir dışsatımı yapılır, ipek böcekçiliğine başlanır ve yerli ziynet eşyalarının yapımı gelişir. 6. yüzyıl Kıbrıs mozaikçiliğinde egemen tip, Doğu'nun etkilerine rağmen hâlâ daha Yunan tipidir.
Ada, 647-964 yılları arasında Suriye sahilinden gelen Müslüman Arapların saldırılarına maruz kalır. Ya Müslümanlığı kabul, ya da savaş amacına yönelik, toplam 24 saldırı sonucunda Kıbrıs'taki sahil şehirleri harabeye çevrilir. Konstantia, Amathus, Tamassus, Soli, Karpasia ve Kurium tarihe karışır. Kıbrıs'ın Arap saldırılarından kurtulması, 964 yılında Bizans İmparatoru Nikeforus Fokas'ın zaferi ile gerçekleşir.
Kıbrıs'a yapılan Arap saldırıları dönemi, Kıbrıs Rum halkı tarafından yiğit sınır muhafızları (Akrites) dönemi olarak nitelendirilir. Akritesler'in en meşhuru Diğenis'tir. Akritesler'in yiğit direnişlerini anlatan betimsel şarkılara Akritika denir. Bu şarkıların ilk örnekleri, 11. yüzyıl sonu veya 12. yüzyıl başlarında Anadolu'daki Türk boylarının saldırılarından kaçarak, Kıbrıs'a gelen Rum göçmenler tarafından getirilmiştir. Bugünkü Kıbrıs Rum folklorunda yaşamakta olan Akritik şarkılar, o dönemde halk arasındaki duygusal havayı yansıtan başarılı edebiyat ve tarih belgeleridir.
Bizans döneminde Kıbrıs'a gelip yerleşen ve günümüze kadar varlıklarını sürdürebilen etnik toplulukların en önemlileri Ermeni ve Maronitlerdir. Ermeniler ilk defa M.S. 591 yılında Kıbrıs'a gelip yerleşirler. Bilindiği gibi, Ermeniler'in anayurdu olan Hayastan, Bizans İmparatorluğu topraklarına aitti ve birçok Ermeni, Bizans'ın yüksek görevlerine kadar çıkabilmişti. Daha çok Lübnan'ın dağlık bölgelerinde yaşayan Maronitlerin Kıbrıs'a yerleşmesi ise, ilk defa 8. yüzyılda olur. 12. yüzyılın başlarında da  yeni Ermeni ve Maronit göçmenlerin Kıbrıs'a yerleşmesine rağmen, ada nüfusunun büyük çoğunluğunu yine Kıbrıslı Rumlar oluşturur.
Adanın savunması için Kıbrıs'a getirilen Arnavut askerler, Lüzinyanlar dönemine kadar silah taşıyıp maaş alırlar. Arnavutlar daha sonra Kıbrıslılar'la evlenerek asimile olurlar.
Bizans İmparatorluğu, 10. yüzyılın ikinci yarısı ile 12. yüzyılın ilk yarısında altın çağını yaşar. Bu dönemde İstanbul'dan birçok sanatçı Kıbrıs'a gelir. Yeni yapılan kilise ve manastırlar (en önemlisi Cikko Manastırı) Bizans İmparatorluğu'nun başka yerinde bulunmayan güzellikte dinsel resimlerle süslenir. Her köyün orada doğmuş olan koruyucu bir azizi (Ayios'u) vardır. Kıbrıs adeta bir azizler ülkesi haline gelir. Canlanan dokumacılık ve ticaret ile, yeni manastırlar, Kıbrıs'ın etkisini Ortadoğu'ya bir kere daha ulaştırır. İstilacılar tarafından yıkılan şehirlerin yakınlarında kurulan Ammohostos (Mağusa), Larnaka, Lemesos (Leymosun) ve Kerynia (Girne) gelişmeye başlar. Saldırılardan korunmuş olan içteki Lefkosia ise 10. yüzyılda  Kıbrıs'ın başkenti olur ve Başpiskoposluk ile metropolitlik Konstantia'dan Lefkoşa'ya aktarılır.
Kıbrıs, 1191 yılındaki 3. Haçlı Seferi sırasında Arslan Yürekli Richard'ın eline geçene kadar Bizans İmparatorluğu'nun bir parçası olarak kalır. Kutsal toprakların kurtarılmasında Kıbrıs'ı Araplara karşı ileri bir üs olarak kullanmak niyetinde olan Richard, bir yıl sonra adayı yüz bin düka'ya Lüzinyanlara (Fransa'nın Poitiers şövalyelerine) satar.
Yönetimin Venedikliler'e devredilmesine kadar adada kalan Lüzinyanlar döneminde (1192 – 1489) Kıbrıs bir Latin krallığı olarak kalır. Kıbrıs'ta Ortaçağ Batı Avrupa'sına benzeyen feodal bir toplum yapısı kurulur.
Kudüs ve Kıbrıs kralı olan Guy de Lusignan, yerli halkın sempatisini toplamak, çeşitli katliam ve göçlerle azalan ada nüfusunu artırmak, geri dönüşleri sağlamak için toprak dağıtır. Suriye ve komşu bölgelerden göçmenlerin Kıbrıs'a yerleşmesi kolaylaştırılır.
Yeni krallığın toprak sahibi olan sınıfı, 300 asilzade ve şövalye ile toprakları üzerinde Kıbrıslı köylülerin yaşadığı 200 toprak ağası idi. Bundan sonra gelen sınıf, daha çok şehirlerde yaşayan ve haçlıların ardından Avrupa'dan gelen ticaret ve zanaat erbabı idi. Yerli halk ise köle ve yarı-köle olarak yüzyıllardır işlediği toprağa bağlanmıştı.
Lüzinyanlar döneminde Kıbrıs, Avrupa feodal yönetim şeklinin parlak bir örneğini oluşturur, üretim artar. Mağusa, Doğu ile Batı arasında önemli bir liman şehri olarak gelişir ve zenginleşir. Yerli Kıbrıslıların sayısı gittikçe artmaya başlar, yabancıların sayısı zamanla azalır. Bütün politik güç, yönetici Lüzinyanların elinde toplanır. Bu arada yerli Rumlardan bazıları asilzadeler arasına yükselir; kendilerini Kıbrıslı olarak niteleyerek, Lüzinyanlara ve genel olarak da Batı Avrupalılara karşı güvensizlik duymaya başlarlar.
Kudüs Krallığı örnek alınarak düzenlenen Kıbrıs anayasası, bütün Kıbrıs halkı üzerinde etkili olamaz. Feodal yasaya ters düşmemek kaydıyla, Kıbrıslıların kendi yasa ve gelenekleri geçerli olarak kabul edilir. Seyyar hakimler tarafından oluşturulan geçici mahkemelerde kullanılan yasalar, 14. yüzyılda konuşulan Kıbrıs diyalektinde yazılır.
Yerli diyalekt ile yazan ilk şair Leontios Maheras, 15. yüzyılın ilk yarısında  Kral I. Peter'in aşk hayatını şiirleştirir. Zaten sosyal ilişkilerde Rumca kullanılmakta, sadece tüccarlar arasında ise İtalyanca konuşulmaktadır. 300 yıllık bir arada var olma sonucu Kıbrıs Rumcasına bazı Fransızca kelimeler geçerken, Lüzinyan prenslerinin diplomatik dili de Rumca olur. Kıbrıslı Rum nüfusun kendi dil ve manevi mirasını koruyarak asimile olmaması, onların dil, din ve kültürlerine ne kadar bağlı olduklarını gösterir. Yabancı unsurlara karşı direnmede, Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi'nin dil ve kültüre verdiği önem büyüktür. Kilisenin dili değiştirilemez, çünkü İncil'in dili Yunancadır. Ortodoks dini ayinine katılan Rumlar dua dilini, kendi günlük hayatlarında kullandıkları dil ile özdeşleştirerek, yöneticilerin yabancı dilini benimseyemez.
Lüzinyanlar döneminde, Bizans'la ilişkinin kesilmiş olmasına rağmen, Bizans stilinde kiliseler yapılır. Bizans-Gotik karışımı bir stil, hem mimaride, hem de ikon ve duvar resimlerinde görülür. Bu dönem, edebiyattan çok, askeri ve dini mimarisi ile önem kazanır. 13. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar mimaride Gotik stil egemendir. (Romanesk etki, sadece Karpaz yarımadasından görülür.) Mağusa'nın muhteşem katedral ve kiliseleri, şahane Bellapais manastırı buna örnektir. 13. yüzyılda Ile-de-France stili üstün gelir. (Lefkoşa'daki  St. Sophia Katedrali, Mağusa'da Latinlerin St. George Kilisesi). Daha sonra 14. yüzyıldaki Champagne stili (Mağusa'daki  St. Nicholas Katedrali) ve nihayet 14.-15. yüzyılda Güney Fransa stili (Lefkoşa'daki St. Catherine Kilisesi = Haydarpaşa Camii, Bellapais'in yemekhanesi, Mağusa'daki St. Anne Kilisesi) kullanılır. Askeri mimari örnekleri olarak St. Hilarion, Buffavento ve Kantara kaleleri vardır.
Kıbrıs'ta yaşayan Ortodoksları Roma Kilisesi'ne bağlamak amacıyla 1l96 yılında adada kurulan Roma Katolik Kilisesi ile Kıbrıs Ortodoks Kilisesi arasında bir mücadele başlar. 1260 yılında Papa tarafından yayınlanan Bulla Cypria ile Rum Ortodoks din adamları, Latin Başpiskoposunun emri altına alınır.
Doğu Akdeniz'de ticaret yapan Venedik gemileri için bir üs olarak değer kazanan Kıbrıs adasının yönetimi, 1489'da Venediklilere geçer. Kıbrıs, 1570-71 yılında Osmanlıların adayı ele geçirmeleri ve Ortodoks Başpiskoposluğu'nu yeniden canlandırmalarına kadar, nüfusun ezici çoğunluğu Ortodoks olan Katolik bir krallık olarak kalır. 16. yüzyılın başlarında 4 Latin papazın gelirleri, Ortodoks Başpiskoposluğununkinden 5-10 kat daha fazladır.
Venedikliler, ada halkının yeni yöneticileri benimsemesi için yerli asilzade ve papazlara bazı imtiyazlar ve malikaneler, köylülere de bazı haklar verirler. Özgürlükleri belli bir para karşılığında satın alma hakkı tanınır. Lüzinyanlar döneminde alınan vergilerde bir artışa gidilmeyeceğine dair söz verilmesine rağmen, vergi yükü altında ezilen Kıbrıs halkının hoşnutsuzluğu artar. Kıbrıs ekonomisinin günden güne fenalaşmasına bakmadan, Lefkoşa, Mağusa gibi önemli yerleşim bölgeleri kale ve hisarlarla tahkim edilir, ama sonunda Osmanlılara yenik düşülür.
Bugünkü Kıbrıs nüfusunun küçük bir azınlığını oluşturan Latinler, 1191 ile 1571 yıllan arasında Kıbrıs'ı yöneten Katolik Latinlerle, 18. yüzyılın sonlarına doğru Larnaka'ya yerleşen Fransız, İtalyan ve Dalmaçyalı ailelerden kalan unsurlardır.
Kıbrıs'ın Osmanlı İmparatorluğu'nun eline geçmesinden sonra, adanın etnolojik ve kültürel tarihinde yeni bir unsur ortaya çıkar. 1571 yılından başlayarak 16. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı devleti eliyle Kıbrıs'a yerleştirilen insanlar, o zamana kadar adada yerleşmiş olanlardan çok farklı olan bir din, dil ve kültüre sahiptirler. Bu İslam-Türk kültürünün etkisi, sadece 300 yıl süren Osmanlı döneminde değil, ondan sonraki İngiliz yönetimi süresince de Kıbrıs kültürü üzerindeki etkisini sürdürerek, varlığını koruyacaktır. Günümüze kadar gelen Kıbrıs'taki iki ana etnik topluluk (Rum ve Türk) birbirlerini kültürel ve folklorik açıdan karşılıklı olarak etkileyeceklerdir.

(Söz gazetesi, Lefkoşa, 31 Ocak 1983- 2 Şubat 1983)
(Yeni Düşün dergisi, İstanbul, Kasım 1986)
(Ahmet An, Kıbrıs Kültürü Üzerine Yazılar, Lefkoşa, Ağustos 1999, s.5-13)