9 Aralık 2012 Pazar

DERVİŞ ALİ KAVAZOĞLU’NU ANIYORUZ


            40 yıl önce, 11 Nisan 1965 günü, AKEL Merkez Komitesi’nin Kıbrıslı Türk üyesi Derviş Ali Kavazoğlu ile sendikacı arkadaşı Kostas Mişaulis, vahşi bir cinayete kurban gitmişlerdi. Emperyalizmin yerli işbirlikçileri tarafından pusuya düşürülen iki yoldaş, otomatik silahlarla kısa mesafeden taranmışlardı. Olay yerinden 2-3 saat sonra geçen BM Barış Gücü askerleri, iki arkadaşın cesetlerini otomobil içinde kucaklaşmış halde bulmuşlardı.
            12 Nisan 1965 tarihli Cyprus Mail gazetesi, olayı şu manşetle vermekteydi: “Sendika liderleri araba içinde öldürüldü. Türk ve Rum pusuya düşürüldü. Dostça işbirliğini savunanlar için zorbaca ölüm.”  Haberde ise şöyle denmekteydi:
            “Dün öğleden önce saat 9.30’da Larnaka’ya gitmek üzere Lefkoşa’dan ayrılan iki kişinin kurşunlarla delik-deşik edilmiş vücutları, kendi arabaları içinde, saat öğleden sonra 1’de Lefkoşa-Larnaka anayolunun 13. mili yakınlarında bir BM devriyesi tarafından bulundu. Cinayet yeri, Türk köyü Petrofan ile Luricina yanındadır...
            Kavazoğlu, geçen yıl karışıklıkların başlamasından bu yana, Lefkoşa’nın Rum kesiminde yaşamaktaydı ve Kıbrıs Türk liderliğini, kendi toplum üyelerine karşı terör uygulamakla suçlamıştı...
            Dr.İhsan Ali, bu vahşi terör eyleminin “Kıbrıslı Türk teröristlerce yapılmış olması gerekir” şeklinde konuştu ve Kavazoğlu’nun Kıbrıslı Türklerle Rumlar arasında barış içinde bir arada var olma idealleri için öldürüldüğünü sözlerine ekledi.

HÜKÜMET SÖZCÜSÜNÜN DEMECİ
            Kavazoğlu’nun öldürülmesi üzerine yorum yapan hükümet sözcüsü şunları vurguladı:
“Derviş Kavazoğlu’nun katledilmesi, Kıbrıs Türk liderliği üzerinde çok ayıp verici bir leke oluşturmaktadır. Hiç kuşku yoktur ki, bu korkunç cinayeti işleyenler, kurban edecekleri kişinin Larnaka’ya gideceğini önceden bilen ve ona pusu kuran Türk teröristleridir. Kıbrıslı Türk sendikacı, aşırı unsurlar tarafından öldürülmüştür. Çünkü o, Rumlarla Türklerin işbirliğine inanmıştı ve bu ilkeleri ve inançlarını, birçok kereler kamuoyu önünde açıklamış ve Türk liderliğini ve onun tarafından uygulanan terörü kınamıştı. Bunun üzerine Kıbrıslı Türk teröristler, Kavazoğlu’nu gözetleme altına almışlar ve üç yıl önce Kıbrıslı Türk gazeteciler Ayhan Hikmet ve Ahmet Gürkan’ı aynı nedenlerle öldürdükleri gibi, aynı şekilde onu da sonunda öldürmüşlerdir. Her özgür insanın nefretine yol açan ve kendi toplumundan birinin canı pahasına Türk teröristler tarafından işlenen bu iğrenç cinayetler şunu göstermektedir ki, Türkler arasında, Türk teröristlerce işlenen cinayetlerle durdurulmaya çalışılan bir akım, yani Rumlarla işbirliği ve dostluktan yana sağlıklı bir akım vardır. Kavazoğlu, Hikmet ve Gürkan ile öldürülen diğer Kıbrıslı Türklerin çoğu, Türk aşırı unsurları tarafından vahşice öldürülmüşlerdir. Çünkü özgür insanlar olarak onlar, Kıbrıs Türk liderliğinin terörist ve felakete sürükleyici çalışmalarıyla uyuşmamışlar ve Rumlarla Türklerin uyum içinde yaşayabildiklerini ve yaşamaları gerektiğini dile getirmişleridir. Onlar, gerçeği söyleme cesaretini gösterdikleri için öldürülmüşlerdir.” 

KAVAZOĞLU’NUN KISA YAŞAMÖYKÜSÜNDEN
            4 Nisan 1924 tarihinde Peristerona’da doğan Derviş Ali, ilkokul eğitimini Lefkoşa’daki Küçük Kaymaklı’da yaptı. Daha sonra hayatını mobilya işçisi olarak kazanmaya başladı. 9 Şubat 1953 tarihli Bozkurt gazetesindeki bir ilanında, Mobilyacı Derviş Ali Kavazoğlu’nun Beliğ Paşa Sineması civarındaki Müftü Raci Efendi Sokak No.8-12’deki işyerinde üretilen ve “Yabancı unsurların da hayran kaldığı mobilyadan en son model oymaklı bir misafir odası”nın çizimine de yer verilmekteydi.
            Derviş Ali, toplumcu faaliyetlerine 1940’lı yılların başında başladı. Konuyla ilgili olarak, Emekçi gazetesinin 22 Temmuz 1948 tarihli nüshasında çıkan “Sahneyi açıyorum” başlıklı ve “Yazan: Ş.İ.N.” imzalı bir makalede, “Birinci Meclis” başlığı altında şunları yazmaktaydı:
            “Kıbrıs Türk İşçisini teşkilatlandırmıya çalışan ve Kıbrıs fakir Türk halkının dertlerine tercüman olmak istiyen Türk çocuklarını lekelemek için kaleme sarılarak seri halinde yazılar yazan Bay Hasan Ali Şaşmaz’ın cevabına cevabımdır:
            1. Kapalı imza atanların birincisi değilim. Asıl ismim Derviş Ali Alkan’dır. Müstear imzama iyi bakacak olursanız Ş.İ.N. ismimin, son harflarıdır. Bunun için imzam o kadar kapalı değildir. Sonra açık imza koyacak kadar korkak değilim. Korkaklardan da hoşlanmam.
            2. Milliyete içtimaiyata ve iktisadiyata ait olan kitapları okurum. Manalarını anladığıma kaniim. Aksini isbata muktedir iseniz buyurun.
            3. Sadece gazetelerde okuduğumu değil, sizin oynadığınız rolleri de pek iyi anlayabilirim. Bu hususta Ahmet Sadi’ye ihtiyacım yoktur. Hem siz onu ağzınıza almanız için abtesli olmanız lâzımdır.”
            Derviş Ali, yazının devamında Hasan Şaşmaz’a şöyle yanıt vermekteydi:
            “1943’te “Arkadaşlar Yunan olmaklığımız hasebiyle harptan sonra Milletimizin yükselmesi için savaşmaklığımız lâzımdır” diyenlerle ve orak çekiçle Yunan Bandırası altında bir avuç masum Türk işçisine sen liderlik ederken, biz Türk işçisini esaretten kurtarmıya çalıştığımız için işlerimizden kovuluyorduk. Sen orak ve çekicin altında sahte göz yaşları dökerek bülbül gibi öterken ben o zamanın Kıbrıs Sendika Sekreteriyle Kıbrıs Türk işçilerini serbest bırakması için mücadele ediyordum. Halkın Sesinin 1943 senesi kolleksiyonuna göz geçirecek olursan D.A.A. imzalı yazıları bulabilirsiniz. Sonra esaretten kurtardığınızı söylediğiniz şimdiki Türk İşçi Birliklerinin temelini kurmak için biz, (Bir Yağmur Gecesi) piyesini sahneye koymıya çalışırken, sen orak çekiç alâmeti farikalı kasaya para temin etmek için “Meriç” piyesini sahneye koyuyordunuz. Tiyatroda “Biz Türkleriz” Milli şiirini okumak istiyen arkadaşımıza (hayır bu olamaz çünki bu şiir millidir) diyen sendin. Sonra o zaman aramıza nifak sokmak için, (şimdi yaptığın gibi) adamlarını içimize sokarak fesat çıkaran yine sendin. Maksat o zaman mevcut olan Türk Dülger ve Amele Birliklerini, (şimdi yapmıya çalıştığın gibi) dağıtmaktı.”

“KAPİTALİZM NEDİR?”  
            1948’deki meşhur maden grevine katılan işçileri desteklemek üzere Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri tarafından çıkarılan günlük Emekçi gazetesinin (Sayı:1, 19 Mayıs 1948-Sayı:167, 4 Kasım 1949) yazı ailesi içinde yer alan Derviş Ali Kavazoğlu, burada makale ve inceleme yazıları yayımlamaktaydı.Örneğin Emekçi’nin 10 Temmuz 1948 tarihli nüshasında yer alan “Kapitalizm nedir? Emekçi halkle niçin anlaşamaz?” başlıklı ve “Yazan: Ş.İ.N.” imzalı makalesinde şöyle demekteydi:
            “Kapitalizm İşçi sınıfının emeğiyle yükselen ve fakat proleteri daima baskısı altında bulunduran ve sırf kendi menfaatını görüp anlıyan, bütün Emekçi halkın yaşayış tarzını kendi menfaati hesabına ayarlamak istiyen bir rejimdir.
            Bir kapitalistin düşünceleri proleterin emeğini istimal ederek istihsal miktarını yükseltmektir. Böylelikle o, hiç bir zaman emeğini istimal ettiği proleterin kıymetini istihsaline muvazı tutmak zihniyeti taşımaz.
            Bütün istihsalini proleterin emeğiyle sağladığı halde, kapitalist nezdinde proleter, emeğini başkalarına satmıya mahkûm edilen bir esirden başka bir şey değildir. Hem de öyle bir esir ki eski devirlerde ayakları zincire vurulmuş, bir kayıkle senelerce kürek çekip vücudunu çürüden ve sonra hiç bir işte kullanılamadığı için patronu tarafından güya azad edilen, lâkin hakikatta aç çıplak, takatsız olarak sokağa atılan bir esir...
            Bu gün ise şartlar kısmen değişmiş lâkin esas aynı. Meselâ, bir işçi senelerce maden ocaklarında çalışıp, nihayet bir gün tabiatiyle vücudu yıpranır, kuvvetten düşer, artık sermayedara fazla istihsal sağlayamaz. Bunun için işi elinden alınıp sokaklara atılır. Halbuki düşünülecek olursa, o işçi, bütün kuvvetini mahut sermayedara satarak vücudunu onun menfaatı uğruna yıprandığı için âtisi göz önünde tutulması lâzımdır.
            İşte bunun için emekçi halk uğradığı bu haksızlıklara karşı, bütün ömrü boyunca sarfettiği emeğini, çürüttüğü vücudunu emniyet altına almak için silâh arar ve bulur. Proleterlerin yegâne silahı, birleşip anlaşarak, kapitalistlere karşı cephe almaktır. Dünyadaki bütün işçi birliklerinin vücuda gelmesi de buna bir misaldir. Kapitalistlerin silâhı ise para, iktidarda olmaları ve hükümet kuvvetleridir. Bir memleketin asayişinin bozulmasına sebeb de yine kapitalistlerdir. Çünki emekçi halkın haklarını istismar ederek onların hayatlarına krizler yaratıp kendilerini endişeye ve mahviyete sevkederler.
            İşte  o zaman, emekçi halk, bu haksızlıkları görüp, sermayedarlara karşı zaruri birleşerek cephe alırlar. Artık nümayişler, boykotlar, grevler, hatta isyanlar başlayarak, kapitalistlerle emekçi halk arasında bir anlaşmamazlık devam ederek, o  memleketin asayişi bozulur. Kıbrıs adasında kapitalist pek azdır. Kapitalistlerin yerini alan burjuvazilerdir ki bunlar da proletarlar için kapitalistler kadar tehlikelidir, hatta bunlar kapitalistlerden daha muzırdırlar. Burjuvalar bazan kapitalistlerden müşteki görünürler, fakat halka temayül gösterirler, halbuki emekçi halkı benimsediklerinden değil, emeğe ihtiyaçları olduğu için menfaatları icabı temayül ederler. Burjuvaların da gayeleri proleterlerin emeğini istimal ederek, istihsal elinde, proleterlere karşı bir silahtır ki, onları icap ettiğinde kullanmasını bilirler. Bir tip de var ki kapitalist veya burjuvazi olmayıp, ruhları kapitalisttir. Bunlar daima kapitalistler tarafından işçilerin arasına girerler ve kapitalizm lehine propaganda yaparlar. Bu tipler işçiler için kollera mikrobundan daha tehlikelidirler. Bunlara karşı işçilerin uyanık bulunmaları şarttır. İşte böylelikle, kapitalistin istihsal hırsı devam edip, proleterin emeğini istismar ettiği müddetçe, emekçi halkle kapitalistler arasında anlaşamamazlık devam edecektir.”

YAZDIĞI DİĞER GAZETELER
            Derviş Ali Kavazoğlu, daha sonraki yıllarda yine ilerici Kıbrıs Türk işçi hareketinin yayın organı olarak yayımlanmaya başlayan haftalık “İnkılapçı” gazetesinin (Sayı:1, 13 Eylül 1955 - Sayı: 14, 12 Aralık 1955) başyazarlığını yapmaktaydı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilanından sonra Ahmet M.Gürkan ve Ayhan Hükmet adlı avukatlar tarafından yine haftalık olarak yayımlanan “Cumhuriyet” adlı gazetede de (Sayı:1, 16 Ağustos 1960 - Sayı:89, 23 Nisan 1962) “Çalışma Hayatımız” köşesinde yazmakta ve çalışan kesimin sorunlarını dile getirmekteydi.
            1957 yılında Moskova’da yapılan Dünya Gençlik Forumu’na katılan Derviş Ali Kavazoğlu, oraya giderken Sofya’ya uğramış ve Bulgaristan Komünist Partisi’ne bir rapor sunarak, BKP’nin, Kıbrıslı Türklerle çalışmasında AKEL’e yardımcı olmasını istemişti. Kıbrıs Komünist Partisi AKEL’in Türk Kolu’nun önde gelen militanlarından olan Kavazoğlu’nun, dünyaca tanınmış Türk şair Nazım Hikmet ile de dost olup, mektuplaştığı bilinmektedir.
            Kıbrıs Türk liderliğinin antikomünist ve taksimci politikalarını eleştirdiği için 1958 yılından beri sürekli olarak izlenen Kavazoğlu, Cumhuriyet gazetesinin sahip ve  yazarları olan Gürkan ile Hikmet’in 1962 yılında öldürülmesinden sonra, o da birçok kez ölümle karşı karşıya gelmiş, ama bunları atlatabilmişti.

TAKSİMCİLERE KARŞI ÇIKMAKTAYDI
            Derviş Ali Kavazoğlu, Aralık 1963 olaylarından sonra, Dr.İhsan Ali ile birlikte sık sık siyasal bildiriler ve açıklamalar yayımlayarak, Kıbrıs Türk liderliğinin ayrılıkçı politikalarını protesto etti. Kavazoğlu’nun makaleleri, yerli ve yabancı basına verdiği demeçler, radyo ve televizyondan yaptığı konuşmalar, emperyalizmle işbirliği yapmakta olan liderliğin, Türk-Rum düşmanlığını yaratmak için başvurduğu tedhişi gözler önüne sermekteydi. Her iki yurtsever de, bu etkinlikleri yüzünden Kıbrıs Türk yeraltı örgütü TMT tarafından kara listeye alınmışlardı. “Bay Kavazoğlu, Dali-Kıbrıs” adresine 30 Ekim 1964 tarihinde Ankara’dan postalanan bir notta şöyle denmekteydi:
             “Alçak. Canının cehenneme gideceği gün yakındır.”
            Derviş Ali Kavazoğlu, bu dönemde yaptığı bir konuşmada şu değerlendirmeleri yapmaktaydı:
            “Daha dün denecek kadar kısa bir zaman öncesine kadar aynı atelyelerde, aynı dairelerde, aynı maden ocaklarında beraber çalışan, hayat ve iş şartlarının düzelmesi için beraber savaşan, aynı yurdun evlatlarına yiyecek vermesi için aynı toprakları terleri ile sulayan, aynı spor sahalarında kardeşçe medeni sportif müsabakalar yapan Kıbrıslı Türk ve Rum delikanlılarını birbirine ölüm ateşi saçmak için dağ başlarına sevk ettiler.
            Türk ve Rum gençlerinin gruplar halinde beraberce terennüm ettikleri barış şarkılarını hayat şarkılarını ve şarkıları takip eden tatlı kaval, santur ve akordiyon seslerini yıllarca işitmeye alışık olan turistik Kıbrıs dağlarının mağrur çam ağaçları, bugün yiğit delikanlılarımızı hayatlarının baharında kara toprağa gömen top seslerini ağlarcasına yapraklarını dökerek işitiyorlar.”
            Derviş Ali, konuşmasının devamında şöyle demekteydi:
            “Emperyalistler, iğrenç maksatlarında başarı sağlamak ve oyunlarını gizlemek için “iki toplum bir arada yaşayamaz” masalını icat ettiler ve yerli organlarının yardımı ile, yalanla, tehditle zorla onbinlerce Kıbrıs Türkünü yerinden yurdundan kaldırarak, adanın başka mıntakasına taşıdılar. Bugün yirmi binden fazla Türk evinden, işinden, tarlasından uzak, açık havada, çadır altında göçebe hayatı yaşıyor, binlerce Türk genci işsiz güçsüz ortada dolaşıyor, okullar çalışmadığı için binlerce orta okul öğrencisi öğrenim yapamıyor ve açıkta dolaşıyor.
            Türk toplumunun başına emperyalistlerin yardımı ile, faşist metodlarla, zorla, silahla lider kesilenler, halka gerçek arzularını, emperyalizme karşı olan nefretini, barış isteklerini ifade etmiye müsaade etmiyorlar. burada mübalağasız söyliyebilirim ki, zorla Kıbrıs Türk toplumunun idaresini eline alanlar, toplumumuzu emperyalizme alet etmek ve demokratik fikirleri susturmak için Hitlercilerin Buchenwald toplama kampları gibi kamplarda kullandıkları iğrenç ve canavar metodları kullanıyorlar; demokrat düşünceli gazetecileri gecenin karanlığından istifade ederek tabanca ile öldürüyorlar; iki toplumun bir arada yaşayabileceğini beyan edenleri karanlık odalara kapayarak, başına siyah maske geçirerek demirden ve kurşundan yaptıkları aletlerle dövüyorlar. Biz bu işkenceleri her zaman ve her yerde ispat etmeye hazırız.”        

(Afrika gazetesi, Lefkoşa, 11 Nisan 2005)

KALEMİ GÜÇLÜ BİR GAZETECİNİN YAŞAM ÖYKÜSÜ: AHMET MUZAFFER GÜRKAN (1924-1962)



          Ahmet Muzaffer Gürkan, Maarif Dairesi Sandık Emini olan Mehmet Muzaffer Bey’in beş evladından biri olarak, 1924 yılında Lefkoşa’da doğdu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Lise 1. Sınıfta iken, sağlık nedenleriyle okula devam edemedi. Daha sonra Lefkoşa’daki Shakespeare Okulu’nda öğrenim gördü ve oradan mezun oldu. Kendi gayreti ile hükümet sınavlarını geçti. Ama hükümet memurluğuna girmedi. Bir süre Osmanlı Bankasında, daha sonra da Türk Bankasında banka memuru olarak çalıştı.  
Genç yaşlarından itibaren yazmaya ve edebiyata ilgi duydu. Kardeşi diş hekimi ve tarih araştırmacısı Haşmet M.Gürkan (1932-1992), evdeki gazete ve dergiler arasında bulduğu ve onun 12 yaşında iken tuttuğu ve 1936 yılı sonu ile 1937 yılı içindeki bazı olaylara değinen notlarını “Eski Bir Defterden” başlığı altında yayımlamıştır. (Yeni Düzen, 9, 10, 11 Şubat 1989)
İlk dönem şiirleri için “Ocak” dergisinde (Mayıs 1946) çıkan “Bekleyiş Kabusu”, Türk Sözü’nde (5 Ekim 1948) çıkan “Bir Hicranın Şarkısı”, Memleket gazetesinde çıkan (19 Ocak 1951) ve ölen kardeşi Özen için kaleme aldığı “Elveda”, örnek olarak verilebilir. (Harid Fedai, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, Cilt:9, Ankara 1997, s.295-296)
 Daha sonra Çardak dergisinde yayımlanan “Değişmez Lefkoşa’nın Çehresi” adlı şiirinde Lefkoşa’yı tarihi havası içinde vermeye çalışmıştır. (H.M.Gürkan, Eski Şiirimizde Tarihi Çevre, Söz, 18.5.1984) 1960-62 yıllarında çıkan Cumhuriyet gazetesinde de “Sohbeti” takma adıyla çok sayıda mizah ve taşlama şiirleri yayımlamıştır.
 Gürkan, gazeteciliğe ve yazmaya olan merakı yüzünden, daha 24 yaşında iken, Nisan 1948’de kendi imtiyaz sahipliğinde “Türk Sözü” adlı günlük bir gazete yayımlamaya başladı. Gazetenin Yazı İşleri Müdürü, kendisi gibi kavgacı bir yazar olan İrfan Hüseyin idi ve başmakale onun tarafından yazılmaktaydı. Gürkan ise, Zamanın Aralığından (A.Muzaffer Gürkan), Siyasi İcmal (Diplomat), İğnenin Deliğinden (Dürbin) adlı köşelerde takma adlarla yazılar yazmakta, Ahmet Zekeriya Aktuğ adıyla da şiirlerini yayımlamaktaydı.
Lefke yakınlarındaki Kıbrıs Maden Şirketi’nde çalışmakta olan Rum ve Türk işçilerin uzun süren gerevi sırasında işçilere destek olmak amacıyla 19 Mayıs 1948’de yayımlanmaya başlayan günlük “Emekçi” gazetesi ile “Türk Sözü” arasında büyük polemikler yaşandı. Türk milliyetçisi ve antikomünist yayınları ile dikkat çeken Türk Sözü, Hasan Şaşmaz ve Halil Kahraman gibi milliyetçi sendikacılara sayfalarını açarak, solcu Türk İşçi Birlikleri’nin ileri gelenleri tarafından yayımlanmakta olan Emekçi’yi “AKEL ve PEO’dan emir alan Kızıl Şebeke” olarak suçlamaktaydı. Her iki gazete de 1948 yılı bitmeden, çeşitli nedenlerle yayımlarını durdurmak zorunda kaldılar.
Şair ve yazar Özker Yaşın, Ahmet Muzaffer Gürkan’la ilgili olarak şöyle demektedir:
            “Ahmet (Muzaffer Gürkan), Kıbrıs Türk Basınının en güçlü, fakat en muhalif yazarlarından biriydi. Kendisi gibi muhalif bir yazar olan İrfan Hüseyin ile birlikte çıkardıkları TÜRK SÖZÜ gazetesinde özellikle Dr.Fazıl Küçük’ü çok ağır bir şekilde eleştirmişti. Yazık ki TÜRK SÖZÜ gazetesini parasal sıkıntıya düşerek kapatmak zorunda kalmışlardı. Ahmet, gazetesini basan Bozkurt Basımevi sahibi Cemal Togan’a borcunu ödemek için arabasını vermişti. Gürkan, etine doluca, tombul, al yanaklı, daima gözlerinin içi gülen, devamlı espri üreten sevimli bir adamdı.” (Nevzat ve Ben, Cilt:1, İstanbul, 1997, s.424)
Ahmet Muzaffer Gürkan ile İrfan Hüseyin, çok geçmeden Temmuz 1949’da ve bu defa Hüseyin İrfan’ın sahip ve müdürlüğü altında “Sabah” adlı başka bir günlük gazete yayımlamaya başlarlar. “Her Sabah Türk Irkına Yeni Bir Ufuk Açar” alt yazısıyla çıkan Sabah’ta, Gürkan yine “Çuvaldız Deliğinden (Dürbün)”, “Zaman Aralığından (Ahmet Zekeriya Aktuğ)”, “Siyasi İcmal (Diplomat)” köşelerinde yazmaktaydı. Ekim 1949’a kadar üç aylık yayımdan sonra gazete yine kapanacaktır.
Kardeşi Haşmet M.Gürkan, 1948 ile 1952 yılları arasında ABD’nin Karava’daki Radyo Dinleme İstasyonunda çalışan Ahmet Gürkan ile ilgili olarak şöyle demektedir:
“Sabah gazetesinde çalıştı. Sonra o gazete satılmadı. Aslında fena bir gazete değildi. O sıralar Amerikalılar bir radyo dinleme istasyonu açmışlardı. Orda iki mütercime ihtiyaçları vardı. Abim de müracaat etti. İyi İngilizce bildiği için kabul edildi. Orda, yayın yapan özellikle sosyalist ülkelerin, Orta Asya’daki yayınları İngilizceye çeviriyordu. Abim edebiyata meraklı olduğu için Azerbaycan şivesini de anlardı. Taşkent Radyosundaki konuşmayı da anlardı. Çünkü sağlam bir edebiyat kültürü vardı. Fakat girdiği hiçbir işte uzun süre kalamadı. Çünkü Girne’de otururdu. Yetişip matbaa mürekkebinin kokusunu aldı diye mi nedir, gazetede yazılar yazar, polemiklere girerdi, takma isimlerle. Bir iki kez şikayet ettiler. Amerikalılar haklı olarak dediler ki ‘Ya sen burda memursun, ya giden Lefkoşa’da makale yazan, toplantılara katılın.’ Ayrılmak zorunda kaldı.” (Haşmet Gürkan ile Söyleşi, Yaşar Karadoğan, Ortam, 12.5.1988)
Zamanın ilericilerinden M. Zeki Milyalızade’nin sahip ve başyazarlığında ve 14 Temmuz ile 8 Ekim 1950 tarihleri arasında yayımlanan “Milliyet” gazetesinin ilk sayısında yer alan “Milliyet ve Prensiplerine Dair” başlıklı makalede, yine Ahmet Zekeriya Aktuğ imzasını görmekteyiz ve şu fikirler dile getirilmekteydi:
“Yegane maksadımız Kıbrıs Türk cemaatı arasında yeni doğan hür fikir cephesini takviyedir. Baş prensibimiz her şeyin üstünde Kıbrıs Türk cemaatinin menfaatleridir.”
Aktuğ, 21 Kasım 1950 tarihli Memleket’te, “Muhtariyet tehlikesinin ufkumuzda kara bir bulut halinde belirdiği bu günlerde, şahsi davalarla uğraştıklarını esefle gördüğümüz parti gazetelerini bu kabil neşriyata veda etmiye davet ediyoruz” derken, 1 Ekim 1950’de yayımlanan bir başka makalesinde de “1948 yılında patlak veren bu fikir ihtilalinin bayraktarlığını sırasıyle milliyetçi gazetelerimiz Türk Sözü, Kurun, Kıbrıs, Sabah ve Milliyet gazeteleri deruhte ettiler” diye yazarak, savunduğu “Partiler Üstü Birlik” görüşü ile Kıbrıs Türk liderliğini ele geçirmeye başlayan ve tek görüş yanlısı Dr.Fazıl Küçük ile 28 Ekim 1949’dan itibaren yayımlanmaya başlayan İstiklal gazetesi ile İstiklal Partisini kuran M.Necati Özkan’ı hedef almaktaydı.   
  14 Kasım 1950’de ilk sayısı yayımlanan “Memleket” adlı gazetenin başmakale yazarı da, “Aktuğlu” takma adını kullanan Ahmet Muzaffer Gürkan’dı. “Haftanın Siyasi Takvimi”ni de Odacıoğlu imzasıyla yine o hazırlamaktaydı. Haziran 1951’e kadar yayım yaşamında kalacak olan gazetenin üzerinde, kurucusu olarak Hikmet Afif Mapolar, Başyazar olarak da Muzaffer Aktuğlu’nun adları yazmaktaydı. Ama gazetenin esas sahibi, Ahmet Muzaffer Gürkan’dı. Memuriyeti nedeniyle kendi adını kullanmayan Gürkan, bu gazetedeki yazılarında da Muzaffer Aktuğlu, Zekeriya Odacıoğlu gibi takma adları kullanmayı sürdürdü.
            Memleket’in ilk sayısında yer alan ve “Aktuğlu” imzasını taşıyan makalede, gazetenin çıkış nedeni şöyle dile getirmekteydi:
            “Kıbrıs uluslararası bir konu olmak eğiliminde. Biz ise bütün yüreğimizle iman ettiğimiz kutsal bir davanın ‘yalnız ve ancak Türkiye’ davasının savunmasını yapmakla öksüz toplumumuza yararlı olacağımızı sanıyoruz.
            Rum vatandaşlarımız, hiçbir hakları olmadığı halde, Enosis’i uluslararası platforma getirme başarısını gösterirken, onlara karşı bizim de karşıt bir görüşümüz bulunmalıdır ki bu da ‘yalnız ve ancak Türkiye’ olabilir.”
            “Zaman Aralığından: Türk Edebiyatı ve Kıbrıs Sanatçıları (A.Muzaffer Gürkan)” başlıklı makalesi ile 24 Nisan 1952 tarihinden başlayarak, “Hürsöz” gazetesinde yazmaya başladı. Hürsöz’ün 3 Mayıs 1952 tarihli nüshasında şöyle bir ilan yer almaktaydı:
“En iptidai dereceden en yüksek seviyeye kadar İngilizce dersler. Gürkan-Başaran Kursları- Bu kurslar, Baf Britanya Enstitüsünde başarı ile dört yıl İngiliz dili öğreten Ahmet Cevdet Başaran ve tanınmış mütercim ve yazarlarımızdan Ahmet Muzaffer Gürkan tarafından teşkilatlandırılacaktır.”
Ahmet Muzaffer Gürkan, 1953 yılı başında da Necati Özkan’ın İstiklal gazetesinde “Muzaffer Aktuğlu” imzasıyla makaleler yazmaya başladı. 31 Ocak 1953 tarihli İstiklal’de yer alan “Partiler Üstü Birlik” başlıklı makalesinde şu görüşleri dile getirmekteydi:
“Bozkurt’un (gazetesinin) teklif ettiği birlik ve beraberlik ‘Tek Parti Birliği’ şeklinde asla tezahür edemez. Artık adamızdaki Türk genel efkarı için yeni bir ufuk açılmış ve ‘Tek parti şefliği’ zihniyeti, bütün kötülükleri ile tarihe gömülmüştür. Ve yine artık, inhisarcı zihniyetin mümessili olan ‘Tek gazete diktatoryası’ da sona ermiştir.”
Hürsöz gazetesinin sahip ve başyazarı Fevzi Ali Riza, 17 Temmuz 1953 tarihli ve “Muzaffer Aktuğlu’ya birkaç sual” başlıklı makalesinde, ona şu soruları yöneltmekteydi:
“Cemaat arasında bir komünist partisi kuracağım ve bu eşşeklere! karşı çıkacağım diyen kimdir? Her ikide bir, bu cemaat şöyledir, bu cemaat böyledir, bu cemaati şöyle yapmalı, bu cemaat adam olmaz diye safsatalar savuran kimdir? Büyük anayurdumuz Türkiye’nin tarihinin son 50 yıldan beri yanlış yazıldığını, kahramanların bir hain, hainlerin ise kahraman olarak geçirildiğini sayıklayan kimdir?”
İstiklal’in 13 Ocak 1954 tarihli son sayısında da yazan “Muzaffer Aktuğlu” şu saptamada bulunmakta ve Dr.Küçük’ün etkinliğindeki “Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu”nuna karşı bağımsızlardan oluşan bir cephenin oluştuğunu belirtmekteydi:
 “Bu memlekette Kıbrıs Türk cemaatının genel efkarında dahi, tek zümrenin türküsünü çağıran gazeteler grubunun meydanı boş bulmasını hazmedemeyenlerden ibaret bir bağımsızlar cephesi teşekkül etmiş bulunmaktadır. İlk bakışta bu cephe kuvvetsiz, hem de pek kuvvetsiz olarak görülebilir. Belirtmeden geçemiyeceğim ki bağımsızlar cephesini küçümsenmekten daha büyük bunaklık olamaz.”
            Halkın Sesi gazetesinin 13 Ağustos 1955 tarihli nüshasında yer alan “A.Muzaffer Gürkan sahnede (Osman Türkay)” başlıklı makalede de şöyle denmekteydi:
“Kıbrısta bir komünist partisi kuracağım diye yıllar yılı atıp tutan, İstiklal’de yıkıcı neşriyatı ile bütün Kıbrıs Türklerinin yakından tanıdığı Ahmet Muzaffer Gürkan’ın namı diğer Muzaffer Aktuğlu, şimdi de din kisvesine girerek Pakistanlıların burada çıkarmakta olduğu “Our Home” dergisine intisap ettiğini hayretle müşahade etmekteyiz. Derginin son sayısında bir makalesi ve bir resmi intişar eden Ahmet Muzaffer Gürkan’ı mezkur dergi Orta Doğu meseleleri müdür muavini olarak ilan etmiştir.”
Ahmet Muzaffer Gürkan, 1955 yılında, 31 yaşında iken, Londra’ya hukuk öğrenimi için gitti ve 1958’de adaya dönerek, serbest avukat olarak çalışmaya başladı. Bunun haberini, 27 Ağustos 1958 tarihli Bozkurt gazetesi, şöyle vermişti:
“Hukuk tahsilini Londra’da tamamlayıp diplomasını aldıktan sonra dün adaya avdet etmiş olan genç avukatlarımızdan Ahmet Muzaffer Gürkan, Lefkoşa’da hemen bir yazıhane açıp işe başlamak üzere faaliyete geçmiştir.”
Rauf Raif Denktaş, 12 Ocak 1959 tarihli Halkın Sesi gazetesinde yer alan “Müessif hadiselere son verilmelidir” başlıklı bir makalesinde şöyle demekteydi:
            “10 Ocak akşamı memleketimizde iki tanınmış ve mümtaz şahsiyet, birkaç kim olduğu belirsiz şahsın hücumuna uğramışlardır. Bu hücum esnasında hücuma uğrayanlardan birine, baba dostumuz Sayın Diş Doktoru Mahir Adataş’a federasyon aleyhinde konuştuğu için dövüldüğü” söylenmiş. Bu, bize tiksinti veren ve bizi ümitsizliğe düşüren bir olaydır... Ahmet Gürkan ise tahsilinden yeni dönmüş bir meslektaş olarak daima yanımızda görmek istediğimiz bir kimsedir... Federasyonun halka kötek attıran elemanları yoktur... Sayın Mahir Adataş ve Ahmet Gürkan’a “geçmiş olsun” derken, kendilerine federasyonumuzun sevgi ve muhabbet kollarını açmayı bir vazife biliriz.”
            Konuyla ilgili olarak yayımlanan TMT bildirisinde ise şu sözlere yer verilmekteydi:
            “Diş Doktoru Mahir Adataş ve Avukat Ahmet Muzaffer Gürkan, şu veya bu şahıs, yahut müesseseye muhalefet ettikleri için değil, cemaatımızın milli birliğini bozucu hareketleri sebebiyle cezalandırılmışlardır. Böyle devam ederlerse öldürülecekleri şüphesizdir. (...) Tekrar ediyoruz: Davamızın münakaşası zamanı çoktan geçmiştir. Şimdi, kazanılması için gayret harcama ve gerekirse kan dökme devresi içindeyiz. Tenkit, yalnız bu esas içinde olur. Tenkit, kahve köşesinde, kumar masasında ve berber dükkanında olmaz.”
Bozkurt gazetesinin 5 Ağustos 1960 tarihli nüshasında yer alan bir haberde şöyle denmekteydi:
            “Dr.Küçük’ün komplo hakkındaki vesikaları açıklaması istendi. Dün sabah saat 11.30’da Lefkoşa’da Çağlayan Bar’da “Bağımsız Kıbrıs Türk Münevverleri” adına bir basın toplantısı tertip eden Avukat Ahmed Muzaffer Gürkan, Cumhuriyetin kuruluşunu müteakip bir Türk Muhalefet Partisi’nin kurulacağını söylemiştir.”
            Haberde belirtildiğine göre Gürkan, kendisini öldürmek için muhaliflerini komplo hazırlamakla itham eden Dr.Küçük’ü, ithamını ispata ve malik olduğunu iddia ettiği vesikalarını neşre davet etmekteydi. Basın toplantısına Türk, İngiliz ve Rum 20’den fazla gazeteci vardı ve Ayhan Hikmet konuşulanları İngilizceye tercüme ediyordu. Sorulan bir soruya verilen bir yanıtta Gürkan, Zürih ve Londra anlaşmalarından gayrı bütün meselelerde Dr.Küçük’e muhalefet edeceğini söylemiş, demokratik gelişmeler, Evkaf ve Cemaat işlerinde halka hesap verilmesini isteyeceğini belirtmiş ve şunları söylemiştir:
            “Biz Kıbrıs’ta birlik ve beraberliğimizin muhalefet Partisinin kurulmasıyle zedelenemiyeceğine inanıyoruz.”
            Haberde devamla, Cumhuriyetin ilanı gününde haftalık bir gazete neşrine başlanacağı, şahıslara katiyen hücum edilmeyeceği, hücumların da cevaplandırılmayacağı duyurulmakta ve Gürkan’ın bir gün önceki sabah telefonla tehdit edildiğini ve hayatın tatlı olduğunu söylediği kaydedilmekteydi.
7 Ağustos 1960 tarihli Halkın Sesi gazetesinde de şu haber var:
            “Ethniki gazetesi, bir makalesinde, Kıbrıs’ta bir Türk muhalefet partisinin kurulacağına dair açıklamayı memnunlukla karşılamakta ve böylece Rumlar arasında olduğu gibi Türkler arasında da “yegane mümessil” parolasına bir son verileceğini belirterek şöyle demektedir:
            “Ümit ederiz ki Kıbrıs Türklerinin uyanması ve Küçük-Denktaş diktatoryasına karşı koyması, ada halkının karşılaştığı birçok problemlerin hallinde yeni mücadele imkanları yaratacaktır.”
            Türk muhalefet partisi kurucularından Ahmet Gürkan’ın ölümle tehdit edildiği iddiasına temas eden Ethniki gazetesi, Rumlar arasında olduğu gibi Türkler arasında da muhalefetin sesini boğmak için tehdit ve şantaja başvurulduğunu yazmaktadır.”
            Ahmet Muzaffer Gürkan, kendisi gibi avukat olan Ayhan Hikmet  ile birlikte yayımlamaya başladıkları ve ilk sayısı Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilan edildiği 16 Ağustos 1960 günü çıkan haftalık “Cumhuriyet” gazetesinde de imzasız yazılarını yayımlamayı sürdürecektir. Başyazılar onun tarafından yazılmakta, ama  “Cumhuriyet” diye imzalanmaktaydı.  Kendi adıyla yayımlanan tek yazı, 30 Ağustos 1960 günü çıkan “Zafer Yolcusu-Bir şehidimizin hatıra defterinden” başlıklı milli konulu şiirdir. Gazetenin 50. sayısından başlayarak da “Sohbeti” imzalı hiciv şiirlerini yayımlamıştır.  
            Yazar Hikmet Afif Mapolar, onun için şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Ahmet Muzaffer Gürkan’ın gazeteciliği ve avukatlığı yanında sanatçılığı da vardı. Hiçbir zaman ne sağcıydı ve ne de solcu. Gerçekçi ve doğrucuydu. Fikir ve görüş sahibiydi. Günün saltanat koltuğunda oturanlara da karşıydı. Şiirlerinde buram buram ulusçuluk kokusu, vatan sevgisi ve yerellik vardı. Lefkoşa’yı anlatırdı Gürkan şiirlerinde. Sarıklı ceddimizin mezarları üstüne türküler dizer, şiirler yazar, okur ve okuturdu. Geniş bir kültüre sahipti. Türkçesi kadar da İngilizce biliyordu. Mizacı ateşindi ve hiçbir zaman kabı ve kalıbı sığmazdı onu. Sürekli bu kaptan ve kalıptan taşardı. Cesurdu, açık sözlüydü. İyi konşur, iyi yazardı. Tertemiz bir kalbi vardı. Zayıf yönleriyle karakteri hiç de etkilemezdi onu. (...)
İdeallerine bağlı ateşin iki avukat ve iki gazeteci olan Gürkan ile Ayhan bir araya geldikten sonra fikir ve görüşlerini yaymak, toplumlarına basın alanında da yararlı olmak amacıyla birleştiler ve birlikte “Cumhuriyet” gazetesini yayınlamaya başladılar. Gününe göre, cesur hamleler ve davranışlar içerisindeydi “Cumhuriyet” gazetesi. Ve adını da Kıbrıs Cumhuriyetinin oluşup doğmasından olan bir havası vardı sanki, iki avukat kafa kafaya verdiler ve “Cumhuriyet”le birlikte yola çıktılar. Ne yazık ki bu iki idealist gencin “son”ları da birlikte ve beraber olacaktır.” (Kıbrıs Güncesi, 40 Yılın Anıları: Cilt:2, Lefkoşa 2002, s.178)
            Cumhuriyet gazetesinin 3 Ekim 1960 tarihli nüshasında yer alan bir haberde “Kıbrıs Türk Halk Partisi’nin 27 Eylül 1960 Salı günü Leymosun’da kurulduğu ve 2 Ekim günü yapılan teşkilatlanma toplantılarına her sınıf halktan katılım olduğu” duyuruluyordu. Partinin Genel Sekreterliğine Avukat Ahmet Muzaffer Gürkan, teşkilatlayıcı sekreterliğine de Avukat Ayhan Hikmet seçilmişti. Kurucu üyeler arasında bulunan Dr.İhsan Ali de, Partinin Baf Kaza İdare heyetinde görev almıştı.  Aynı tarihli gazetede yer alan ve “Kurucu heyet adına Ahmet Muzaffer Gürkan” imzalı “Kıbrıs Türk Halk Partisinin Halkımıza Seslenişidir” başlıklı bildiride de şöyle denmekteydi: “Demokratik müesseselerden ve hürriyetten mahrum olan bir cemaat iktisadi, içtimai, manevi ve ilmi alanlarda kalkınamaz ve asla refaha ve mutluluğa kavuşamaz.”
            Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran Zürih ve Londra Anlaşmalarına saygı gösterilmesi ve Türk-Rum işbirliğini savunan Cumhuriyet gazetesi, taksimci Kıbrıs Türk liderliğinin “zaten bu Cumhuriyet yaşamayacak” şeklindeki saldırılarına karşı durmakta ve gelen tehditleri de okuyucularına duyurmaktaydı: “Toplumumuzu baskıyla susturma teşebbüsleri: Avukat Ayhan Hikmet tehdit edildi (13 Kasım 1961), “Vatandaş Uyanık  Ol: Tedhiş kol geziyor... Geçen gece arkadaşımız Avukat Ayhan Hikmet yeni bir tecavüz hareketine uğramıştır.” (1 Ocak 1962). “Gürkan’ın arabasına tecavüz edildi.” (29 Ocak 1962)  
            Dr.İhsan Ali, 19 Mart 1962 tarihli Cumhuriyet’te yayımlanan 16 Mart tarihli bir mektubunda, Kıbrıs Türk Halk Partisi ile olan ilişkisini sona erdirdiğini duyurmaktaydı. Dr.İhsan Ali, bu konuyla ilgili olarak anılarında şöyle yazmaktadır:
            “Bu iki avukat, Denktaş’ın siyasetine karşıydı ve iki toplumun birlikte yaşamasını destekliyorlardı. Gürkan, maalesef tecrübesizliği yüzünden, Yorgacis’i ziyaret edip, Denktaş’ın, iki toplum arasında kanlı olaylara zemin hazırlamakta olduğu konusunda bilgi verme saflığını ve tedbirsizliğini gösterdi. Bunu bana, Gürkan’a bir görüşme ayarlamam için beni Baf’ta ziyaret eden dostu ve çalışma arkadaşı Hikmet söyledi. Hikmet’in beni ziyareti, öldürülmelerinden bir veya bir buçuk ay önce olmuştu. Gürkan’ın , Yorgacis’i ziyaretini, Hikmet’ten öğrenir öğrenmez öfkeden çıldırdım ve ona, “Gürkan’ın Yorgacis’i, Denktaş’ın faaliyetleri hakkında bilgi vermek ve iki toplum arasında kan dökülmesini önlemek için iyi niyetle ziyaret ettiğine inanıyorum. Ancak, bu hareketini sadece saflık değil, aptallık olarak da görüyorum, çünkü Yorgacis’in Denktaş’tan farkı yok ve böyle düşüncesiz bir insanla artık görüşmem” dedim. Hikmet çok sıkıldı ve Gürkan’ı kabul etmemde ısrar etti, ancak ben, bunu kesinlikle reddettim.
            Bu iki gazetecinin siyasi faaliyetlerini madden ve manen desteklediğimi itiraf etmeliyim ve Ayhan Hikmet’in bana söylediğine göre, bu faaliyetlerini dönemin Türkiye Büyükelçisi Dirvana da destekliyordu. Doğal olarak bunun ne oranda doğru olduğunu bilmem. Bildiğim şey Dirvana’nın, Türk liderliğinin siyasetini desteklemediğiydi. Durum nasıl olursa olsun, Ayhan Hikmet, beni Muzaffer Gürkan’ı kabule ikna edemedi. Sadece onu kabul etmeyi reddetmekle kalmadım, bana danışmadan Yorgacis’le görüşmesinden o kadar hoşnutsuz kaldım ki, hem Gürkan, hem Ayhan Hikmet’le bir daha görüşmeme kararı aldım. Buna paralel olarak, tüm Türk gazetelerinde, onlarla veya gazeteleri “Cumhuriyet”le ve partileriyle hiçbir ilişkim olmadığını yayınladım.” (Hatıralarım, Lefkoşa 2002, s.52-53)     
            Uygulanan baskı ve tehditlere rağmen, Kıbrıs Türk Halk Partisi’nin toplantılarına yüzlerce Kıbrıs Türk emekçisi katılmakta, gazetenin satışları 1,500’e ulaştığından günlük yayına geçme planları yapılmaktaydı. 23 Nisan 1962 tarihli Cumhuriyet’te yer alan iki yazıda, “Rum ve Türk toplumlarını birbirine düşürmek için planlar düzenleyen tedhişçi ve tahrikçilerin elebaşısının yüzündeki maskenin indirileceği günün yakın olduğu” belirtilirken, “bomba patlatma olayları hakkında bilgisi olanların hiç çekinmeden gidip Tahkikat Komisyonlarına bilgi vermeleri” isteniyordu. Kimliğinin gazete tarafından açıklanmasını istemeyen karanlık güçler, bu yazıların çıktığı gece, Cumhuriyet’in başyazarı Ahmet Muzaffer Gürkan ile yine gazetenin yazarlarından Ayhan Mustafa Hikmet’i öldürerek, gür seslerinin işitilmesine son verdiler.
İsmet Hanım ile evli olan Ahmet Muzaffer Gürkan’ın çocuğu yoktu ve herhangi bir kitap yayımlamamıştı. Haşmet Muzaffer Gürkan, ağabeyi için şöyle demekteydi:
“Yamaçlarından akan gümrah bir ırmaktı o; çorak topraklarda yitip gitti. Hem kendisine, hem de bizlere yazık oldu.”
            Dr.İhsan Ali, konuyla ilgili olarak şöyle devam etmektedir:
            “Gürkan ile Hikmet’in öldürülmelerinden sonra, hükümet, sözde nedenlerini belirlemek için konuyu mahkemeye götürdü ve Yorgacis, mahkemede kanıt olarak görüştükleri zaman, Gürkan’la yaptıkları konuşmanın bandını sundu. Band kaydı Gürkan’ın bilgisi dışında oldu.
            Yorgacis bu yolla, öldürülen kişileri, Kıbrıs Türk kamuoyuna hain olarak gösterdi. Hem burada, hem Türkiye’de kamuoyu, ses bandı ortaya çıkana kadar, Denktaş’a şiddetle karşıydı. Bu kanıt, Türklerin Denktaş’tan yana dönmelerine neden oldu. Bu olay, Yorgacis’in, Denktaş’ı bulunduğu zor pozisyondan çıkarmak için, kanıtı mahkemeye kasıtlı olarak sunduğunu gösteriyor.
            Bu fırsatla, okuyuculara, İngiltere’nin Kıbrıs Türk liderliğiyle birlikte, Türkiye Hükümeti’nin işbirliğini nasıl elde etmeyi başardıklarını ve yabancı çıkarlara hizmet eden durumu nasıl yarattıklarını anlamalarını sağlayacak bir duruma değinmek istiyorum.
            İki avukatın öldürülmesi, Dirvana’da büyük tepki yarattı ve Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporda, Kıbrıs Türk liderliğinin değiştirilmesini istedi. Bu kabul edilmedi. Dirvana bunu onur meselesi yaptı ve istifa etti.
            İngiltere, Kıbrıs Türk liderliği ve Türkiye arasında bir işbirliği olduğu gerçeği, Dışişleri Bakanlığı’nın, Kıbrıs Türk liderliğini değiştirmektense, değerli bir büyükelçisini feda etmeyi tercih etmesi gerçeğinden kolaylıkla çıkarılabilir.” (agy, s.53-54)
            Öldürülmelerinin 50. yıldönümünde Ahmet Muzaffer Gürkan ile Ayhan M.Hikmet’i saygı ile anıyoruz.

 (Yeni Düzen gazetesi, Lefkoşa, 25-27 Nisan 2012)

Sosyal ve siyasal faaliyetlerini toplumuna adamış bir avukat: AYHAN HİKMET (1931-1962)


AHMET AN

Ayhan Hikmet, bakkal Mustafa Hikmet Ağa’nın dördüncü çocuğu olarak 29 Kasım 1931 tarihinde Lefkoşa’da dünyaya geldi. Beş erkek kardeşin üçüncüsüdür ve bir de ablası var. Evlerinin bitişiğindeki Haydarpaşa İlkokulu’nu bitirdikten sonra, 1943 ile 1949 yılları arasında Lefkoşa İngiliz Okulu’nda eğitimine devam etti ve oradan üstün başarı ile mezun oldu.   
            Londra’daki Lincoln’s Inn’de hukuk eğitimi aldıktan sonra, 21 yaşını henüz doldurmamış genç bir avukat olarak vapurla ülkesine dönen Ayhan Hikmet, kıdemli bir avukat olarak Fadıl Korkut’un yanında bir yıldan fazla bir süre stajyerlik yaptı. 22 yaşını doldurduktan sonra da kendi yazıhanesini açma hakkı kazandı.
            Halkın Sesi gazetesinin 28 Ocak 1953 tarihli nüshasında “Yeni avukatımız Bay Ayhan M.Hikmet (Barrister-at-Law) Ankara Sokak No.10’da yazıhanesini açtı” şeklinde bir duyuru yer almaktaydı.
            Ayhan Hikmet sosyal ve siyasal örgütlenme çalışmalarına, KATAK Partisi’nin Genel Sekreterliğini yapan Avukat Fadıl Korkut’un yanında çalışan Avukat Kâtibi Samiye Mustafa ile başlar. KATAK ile Dr. Küçük’ün Milli Partisi’nin 1949’daki birleşmesinden sonra oluşan Kıbrıs Türk Milli Birlik Partisi içinde görev yapan Samiye Hanım, Viktorya Kız Lisesi ile Lefkoşa Türk Lisesi Mezunlar Birliklerinin birleşmesinde rol oynamış ve Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu’nda da aktif görevler yapmış bir kişi idi. 1950’li yılların başında Ferruh Halluma, Hami Özsaruran, Samiye Mustafa ve Ayhan Hikmet tarafından oluşturulan gizli “Gençlik Teşkilatı”nın örgütlenmesi, Eski Saray Sokağı’ndaki eski Orta Okul binasında bir “Gece Okulu” kurma şeklinde başlatılır.
            İngiliz Sömürge Yönetimi’nin 1952’de çıkardığı bir yasayla orta dereceli okullar, kamu yardımı gören ve görmeyen okullar olmak üzere iki bölüme ayrılmıştı. Kıbrıs’taki bir kısım orta dereceli Türk okulları gibi, Lefkoşa Türk Tali Okulları Komisyonu da, kamu yardımı gören okullar arasına katılmayı tercih etmişti. Bunun üzerine Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu’nun Eğitim İşleri Başkanı olan Ayhan M. Hikmet, 15 Ocak 1953 tarihinde Lefkoşa Komiserliğine şu yazı ile başvuruda bulundu:

“Efendim,
Bir gece okulu açmağı kararlaştırmak üzere, 23.1.1953’de ö.s. saat 7’de Lefkoşa’da Eski Saray Sokağında bulunan Türk orta okulu binasında bir toplantı yapabilmek için izin vermeniz hususunda size müracaat etmekle şeref duymaktayım.
Toplantıda, belirtilen maksat için ben bir konuşma yapacağım.
            Muti Bendeniz olmakla müftehir
            Ayhan M. Hikmet 

            Komiserlik, gerektiği zaman polisin “halkın menfaati icabı” herhangi bir hatibi konuşmasının kesilmesi isteği yerine getirilmek şartıyla, toplantıya izin vermiş ve 23.1.1953’de yapılan toplantıda okulun açılması kararlaştırılmıştı. Bunun üzerine, Ayhan M. Hikmet, idaresi altındaki orta okul binasında bir odanın, gecede en fazla iki saat akşam kurslarında kullanılmak üzere izin verilmesi için Tali Okullar Komisyonu Başkanlığına mektup göndermiş ve 12 Şubat 1953 tarihli bir mektupla onay almıştı. Böylece akşam kursları için yer sağlanmış, Maarif Müdürlüğü de, “Akşam Orta Okulu”nun açılması izninin verildiğine ve kaydının yapıldığına dair 13 Şubat 1953 tarihli bir belgeyi göndermişti.
            Gerekli izinler alındıktan sonra, öğretim çalışmaları, orta okul binasında, 1953-1954 ders yılında geceleri halka verilen konferanslar ve okuma yazma mahiyetindeki gece kursları ile başlamıştı. Öğretime geç başlandığı için bu ders yılındaki kurs çalışmaları çok kısa sürmüştü. Henüz Orta Okul Komisyonu ve bağımsız öğretmen kadrosu bulunmayan Akşam Okulu’nın yönetimi ve öğretim faaliyetleri, Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu’nun Temsil Kolu üyelerinden Başkan Ayhan Hikmet, Ferruh Halluma, Hami Özsaruhan, Samiye Mustafa, Emine Hazım ve Fıtnat Zeynel tarafından yürütülmüştü. Bu isimlere daha sonra Rumca, İngilizce ve ticaret dersleri öğretmeni Cebbar Aziz eklenecekti. 
Bu girişimci heyetin özverili çalışmaları ile ayakta tutulmaya çalışılan okul, Tali Okullar Komisyonu ve Maarif Dairesi’nin baskılarına maruz kaldı ve yeni bir bina sağlanmadığı takdirde, okulun kapatılacağı resmen bildirildi. Bunun üzerine Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu,okulu,  merkezi Ankara’da bulunan Kıbrıs Türk Kültür Derneği’nin Lefkoşa’daki temsil bürosu olarak kiralanan ve ayrıca 1953’de aynı Derneğin maddi katkılarıyla oluşturulmuş Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Halk Kütüphanesi’ni barındıran binaya naklini sağladı. 8 Ekim 1954’de, Avukat Fadıl Korkut’un evinin bitişiğinde, Manizade ailesine ait, Mecidiye Sokak No.49’da başlatılan 1954-1955 ders yılında, “Türk Akşam Okulu”nun Müdürlüğüne Ahmet C. Gazioğlu atandı. Kıbrıs’taki ilk Atatürk büstü, 1954 yılında bu Akşam Okulu’nun salonuna yerleştirilmişti.
            Kıbrıs  Türk Kültür Derneği tarafından Ekim 1954’de atanan Komisyon Üyeleri şunlardı: Nazım Ali İleri (Başkan), Mehmet Muhiddin (Emekli İlkokul Müfettişi), Servet Küfi, Samiye Mustafa ve Ayhan Hikmet. Ayhan Hikmet, ayrıca Samiye Mustafa ile birlikte  Faiz Kaymak Başkanlığındaki Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu’nun icra organı üyeleri arasında görev yapmaktaydı. Diğer üyeler Dr.Fazıl Küçük, Osman Örek, Ekrem Ferdi, Dr.Tahsin Salih idi.    
            Ankara Kıbrıs Türk Kültür Derneği, Komisyona ve Okul Müdürüne, bir taraftan Türkçe, İngilizce ve Rumca derslerine ait gece kurslarının devam ettirilmesi ve gündüzleri de, Türkiye’deki ortaokullar müfredat programına göre “ortaokul” kısmının açılması emrini verdi. Verilen direktiflere göre gereken hazırlıklar yapılmış ve Maarif Müdürlüğüne gündüzleri de öğretim yapılacağı hususunu bildirilmek suretiyle, ortaokulun bir ve ikinci sınıflarına öğrenci kayıt ve kabul edilmişti. Komisyon üyesi Servet Küfi’nin ailesine ait Sarayönü’ndeki sarı taştan yapılmış konağa taşınan okul, binadaki yer darlığı yüzünden, bu ders yılında 3. sınıfa öğrenci alamadı. Böylece Türk Akşam Ortaokulu, 1954-1955 ders yılında iki sınıflı ortaokul kısmı ve akşam kurslarıyla geceli gündüzlü devamlı faaliyet gösteren bir öğretim kurumu haline getirildi.
            Okul Komisyonu, 11 Temmuz 1955 tarihinde toplanarak, okula Atatürk Ortaokulu denilmesini kararlaştırdı. 1956-57 ders yılında akşam kız sanat okulu kısmının açılması ile orta okul mezunu kızlar için Türkiye’deki kız enstitülerinde olduğu gibi özel sınıflar oluşturuldu ve okula “Atatürk Enstitüsü” adı verildi. Öte yandan yine bu ders yılında halk eğitimi kurslarına daktilo, stenografi ve muhasebe kursları da eklendi. Maarif Müdürlüğü, 13 Kasım 1957 tarihinde “Atatürk Enstitüsü” adını kabul ve tasdik etti.
            Türkiye Başbakanı Adnan Menderes, 24 Ağustos 1955’de İstanbul Liman Lokantasında yaptığı  konuşmasında, Kıbrıs’ta tedhişçi Rumların Kıbrıslı Türkleri imha tehdidinden sonra Ankara hükümetinin artık hareketsiz kalamayacağına işaret etmiş ve İngiliz hükümetine verdiği bir nota ile Kıbrıslı Türklerin can ve mal güvenliklerinin sağlanmasını istemişti. Menderes’in bu toplantıda, 1956 sonunda benimseyeceği “taksim” tezine, şu sözlerle karşı çıkması da ilginç bir durumdu: “Bir vatan, terzinin önündeki kumaş parçası gibi neresinden istenirse kesilebilir bir meta değildir.”
            İstanbul’daki bu konuşma üzerine, o sırada Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Genel Sekreteri olan Ayhan Hikmet, 26 Ağustos 1955’de Ankara’ya şu telgrafı göndermişti:

Sayın Adnan Menderes
Başvekil
İstanbul
            Kıbrıs hakkındaki dünkü beyanatınız bizim için hududsuz meserret kaynağı olmuş ve Kıbrıs ufkunu saran karanlık bulutları dağıtmıştır. Bu mutlu günü Kıbrıs Türkleri kurtuluşlarının müjdecisi sayacak ve bayram yapacaklardır. Size ve hükümetim olan derin bağlılığımızı bir daha ifade ederken, minnet ve şükran hislerimizi arz eder, hürmetle ellerinizden öperiz.
                                                               Ayhan Hikmet
                                   Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Genel Sekreteri

6 Şubat 1955’de Kıbrıs Türk Milli Birliği’nin düzenlediği ve Evkaf’ın yönetiminin Kıbrıs Türk toplumuna devredilmesini talep eden ikinci büyük Evkaf Mitinginde söz alan konuşmacılar arasında, Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Genel Sekreteri Ayhan Hikmet de vardı. 22 Temmuz 1955 tarihli yeni Evkaf yasası’nın öngördüğü Cami Komisyonları ve Yüksek Evkaf Meclisi için, değişik bölgelerde, değişik tarihlerde seçimler yapıldı. Lefkoşa’nın C bölgesi ile Leymosun, Larnaka ve Girne’de Parti ve Federasyon adayları, muhalif başka aday çıkmadığı için, seçimleri kazanmış ilan edildiler.
Lefkoşa’da yapılan 29 Ocak 1956 tarihindeki seçimlerde Federasyon ile Kıbrıs Türktür Partisi, tüm seçim bölgelerinde ortak bir liste çıkardı ve büyük bir başarı kazandı. Muhalif grup ise, tamamiyle yenilgiye uğramış, hiçbir yerde tek bir seçim bile kazanamamıştı.
Muhalif grupta, son zamanlara kadar Federasyon’da ve Dr.Küçük’ün yanında yer almış, hizmet vermiş kişilerin bulunması dikkati çekmekteydi. Örneğin Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu’nun Sekreteri olan Avukat Ayhan Hikmet ve babası Mustafa Hikmet, muhalif grubun B bölgesi adayları arasındaydı. Aynı bölgeden aday olan Dr.Pertev ise, Ayhan Hikmet’in yayımladığı seçim broşürünü beğenmediği için sonradan istifa edecekti. Yıllarca Dr. Küçük ile birlikte olan ve onunla son iki dönem Belediye seçimlerine katılan tüccar Şükrü Veysi, muhalif grubun A bölgesi listesinin başında bulunuyordu. Türk Bankası Müdürü İbrahim Orhan’ın da muhalif grup listesinden aday olması dikkat çeken bir diğer husustu. Ahmet C. Gazioğlu’na göre, böylece, yıllarca birlikte olanlar arasında seçim nedeniyle bir bölünme ortaya çıkmış ve bu nedenle seçim kampanyasın esnasında, iki rakip grup arasında bazı suçlamalara yer verilmişti. (Enosise Karşı Taksim, Lefkoşa 1998, s.280-283)  
            Sonunda Dr. Küçük Evkaf Yüksek Konseyi Başkanlığına seçilirken, Faiz Kaymak ise Evkaf Yönetim Kurulu Başkanlığına seçildi. Tezel Asena’ya göre, Baf depremi sonrasında 1. Gençlik Teşkilatı, bölge Türklerine yardım kampanyası açarak destek olmuş, ayrıca Evkaf ve Liselerin Türk denetimine geçmesi için yapılan eylemlerde, Liseli gençlerin yanısıra Gece Okulu tabanının militan ruhu, büyük rol oynamıştı. O dönemin genç liseli öğrencilerinden biri olan günümüzün ünlü avukat ve yazarlarından Fuat Veziroğlu da, İngiliz yönetimine karşı çıktığı için liseden kovulmuş ve Samiye Hanım’ın Gençlik Teşkilatından destek görmüştü. (Afrika, 18 Aralık 2008)     
            Muhalefetin Evkaf seçimlerinde yenilgisi ardından, Ayhan Hikmet’in arkadaşları Ferruh Halluma ile Hami Özsaruhan, adayı terkederek, siyasal yaşamdan uzaklaştılar. Avukat Ayhan Hikmet, Güney Afrika’da bir hakimlik münhali için başvuruda bulunup olumlu yanıt alınca, işlemlerini tamamlamak üzere Londra’ya gitti, ama babasının rızası olmadan giriştiği bu işten vazgeçmeyi tercih ederek, geri Kıbrıs’a döndü.
            Ailesi, onun adada kalmasını sağlamak üzere bir an önce evlenmesini istediğinden, 1957 yılı başında Peristeronalı rençber Mehmet Emin Ağa’nın kızı Sabiha ile nişanlandı. 13 Ekim 1957’de evlenen çiftin iki çocuğu oldu. Bunlardan 1958’de doğan kıza, Ayhan Hikmet’in annesinin adı olan Hıfsiye, 1960’da doğan oğlana da Sabiha Hanım’ın babasının adı olan Mehmet Emin adları kondu.   

            Ankara’daki Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Merkezi Başkanı Mehmet Ertuğruloğlu, Komisyon görevinden ayrılan Ayhan Hikmet’e gönderdiği mektupta şöyle demekteydi:

Sayın Ayhan Hikmet
Lefkoşa Atatürk Orta Okulu
Komisyon Başkanı
Lefkoşa – KIBRIS

            Lefkoşa Atatürk Orta Okulunun kurulduğu günden bugünkü inkişaf derecesine gelinceye kadar, komisyon başkanı olarak sarfettiğiniz gayret ve fedakârlıktan dolayı gerek şahsen ve gerekse Kıbrıs Türk Kültür Derneği adına teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim.
            İşlerinizin çokluğu dolayısıyle Komisyon Başkanlığından ayrılmak hususunda zaman zaman izhar ettiğiniz temayülleri dikkate alan Derneğimiz, meşru mazaretinize binaen Başkanlıktan affınızı nihayet son aldığı kararla kabul etmek mecburiyetinde kaldığından vazifenizin yerine tayin edilen Dr. Tahsin Salih Gözmen’e vakit geçirilmeden devrini rica eder, bilvesile hürmetlerimi teyit eylerim.
                                                                       Kıbrıs Türk Kültür Derneği
                                                                                   Genel Merkezi
                                                                             Mehmet Ertuğruloğlu


31 Mart 1957 tarihli Halkın Sesi ve Hürsöz gazetelerinde, “Kıbrıs Türk avukatları, 30 Mart 1957 Cumartesi günü Lefkoşa’da toplanarak, “Kıbrıs Türk Hukukçular Cemiyeti” ismi altında bir cemiyet kurdular” haberi yer almakta ve geçici heyette yer alanların adları şöyle verilmekteydi: “Avukat Fadıl Korkut (Başkan), Ahmet İzzet, Ayhan Hikmet, Vedat Aziz.”
            Faiz Kaymak’ın Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Genel Başkanlığından istifa ettirilmesi ve ardından Rauf Raif Denktaş’ın Kasım 1957’de bu göreve getirilmesinden sonra da Ayhan Hikmet, Federasyon içindeki çalışmalarına devam etti. Örneğin 7 Haziran 1959 tarihinde Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Federasyonu’nun Lefkoşa’da Girne Caddesi No 94’deki binasında 15 kurucu üyenin katılımı ile yapılan toplantıda, Kıbrıs Türk Elektrik Makamı, Türk Müstahdemler Birliği’nin kurulması kararı alındığında, Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu’nun İş ve İşçi Meseleleri Komitesi üyeleri Ayhan Hikmet ile Cahit Rüstem gözlemci olarak hazır bulunmuştu.
            Kıbrıs Türk liderliğinin toplumsal sorunları tek elden ve anti-demokratik yollarla, yeraltı tedhiş örgütleri eliyle yürütme politikasını uygulamaya koymuş olan Rauf Raif Denktaş’ın, Ayhan Hikmet’e gönderdiği 8 Haziran 1959 tarihli mektubunda da görüleceği gibi, onun Kıbrıslı Türk işçilerin hakkını arama mücadelesinde yürüttüğü çalışmalardan tedirgin olanlar vardı:
            “Kardeşim Ayhan,
            İşçi dertleri ile bugüne kadar göstermiş olduğunuz ilgiye teşekkür ederim.
            Bundan böyle, İşçi Federasyonu seçimleri yapılıncaya kadar, geri kalan işlerin tek elden yürütülmesi muvafıktır. Bunun için Şükrü Bey bu işe devam edecektir.
İşçiler ve işçilik hususunda size yapılacak müracaatları Şükrü Beye havale etmenizi reca ederim.
Rauf R. Denktaş.”
(Aydın Hikmet, Buyur Usta Memleket Senin, Afrika, 21.5.2009)
Ayhan Hikmet, Kıbrıs Türk liderliğinin beğenmediği anti-demokratik davranışları ve İngiliz emperyalizminin bölücü politikalarına alet olmaları karşısında, kendi görevini, muhalif politikayı sürdürme ve Kıbrıs Türk toplumunu İngiliz Yönetiminin adada sona ereceği yeni dönemde aydınlatma ve örgütleme olarak belirlemişti.
Aydın Hikmet, kardeşi ile ilgili olarak kaleme aldığı “Bir Doğum Günü... Ayhan Hikmet’in Kısacık Yaşamöyküsü: Ayhan Hikmet 77 yaşında” başlıklı yazısında, onun için şöyle demektedir: “Bu memlekete muhalefet de lazım. Hizmetimizi şimdilik bu şekilde sürdüreceğiz” diyerek, yanında Avukat Ahmet Muzaffer Gürkan’ı da alarak, birlikte yola devam ettiler.” (Afrika, 29.11.2008)
Aydın Hikmet, bir başka olayı da şöyle anlatmaktadır: “Ahmet Muzaffer Gürkan ve Ayhan Hikmet, bir davet üzerine Luricina’ya gitmişlerdi. Daveti yapanlar, kulüp kurma arzusunda olan Luricinalı gençlerdi. Gençlerin gayesi bu iki dava adamının tecrübelerinden yararlanmaktı. Gürkan ve Hikmet, daha önce de civar köyleri dolaşmışlar, gençleri aydınlatmışlardı. Onların tek emeli, Kıbrıs Türk gençliğinin kenetlenmesine yardımcı olmaktı.
Lurucina’daki toplantı, umulduğundan da başarılı geçmişti. Toplantının bitiminde, genel kurulun yakın bir tarihte toplanmasına karar verildi. Bu karar üzerine kollar sıvandı ve çalışmalara başlandı. Çok geçmeden çalışmalar tamamlanmış, gerekli olan her şey hazırlanmıştı. Bunu öğrenen Denktaş, Ahmet Gürkan ile Ayhan Hikmet’i dairesine çağırdı. Olağanüstü çalışmalarından dolayı onlara teşekkürlerini bildirdi. İkisinin de tebrik edilmeye layık kişiler olduklarını, ancak kulüp başkanlığına aday olamayacaklarını söyledi. “Şimdiye kadar ne yapmışsanız tamamdır. Kulüp liderliği ise benim işimdir” dedi.” (Afrika, 21.5.2009)
4 Ağustos 1960 günü Lefkoşa’da “Bağımsız Kıbrıs Türk Münevverleri” adına yapılan basın toplantısında konuşan Ahmet M. Gürkan, Cumhuriyetin kuruluşunu müteakip bir Türk Muhalefet Partisi’nin kurulacağını söylemişti. Basın toplantısına Türk, İngiliz ve Rum 20’den fazla gazeteci vardı ve Ayhan Hikmet konuşulanları İngilizceye tercüme ediyordu. Gürkan, sorulan bir soruya verilen bir yanıtta, Zürih ve Londra anlaşmalarından gayrı bütün meselelerde Dr.Küçük’e muhalefet edeceğini söylemiş, demokratik gelişmeler, Evkaf ve cemaat işlerinde halka hesap verilmesini isteyeceğini belirtmiş ve şunları söylemişti: “Biz Kıbrıs’ta birlik ve beraberliğimizin muhalefet Partisinin kurulmasıyle zedelenemiyeceğine inanıyoruz.”
            Haberde devamla, Cumhuriyetin ilanı gününde haftalık bir gazete neşrine başlanacağı, şahıslara katiyen hücum edilmeyeceği, hücumların da cevaplandırılmayacağı duyurulmakta ve Gürkan’ın bir gün önceki sabah telefonla tehdit edildiğini ve hayatın tatlı olduğunu söylediği kaydedilmekteydi. (Bozkurt, 5 Ağustos 1960)
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilan edildiği 16 Ağustos 1960 tarihinde ilk sayısı yayımlanan Cumhuriyet adındaki haftalık gazeteyi, iki avukat Ahmet Muzaffer Gürkan ile Ayhan Mustafa Gürkan kurmuşlardı.
            Cumhuriyet gazetesi ise 3 Ekim 1960 tarihli nüshasında “Kıbrıs Türk Halk Partisi”nin 27 Eylül 1960 günü Leymosun’da bir teşkilatlanma toplantısı yaptığını ve teşkilatlayıcı heyette Avukat Ahmet Muzaffer Gürkan (Genel Sekreter), Avukat Ayhan M.Hikmet, Hüseyin Dilaver, Behzat Altıok ve Hikmet Mehmet’in bulunduklarını duyurmaktaydı. Haberde ayrıca, parti yetkililerinin Gürsel ve İnönü’ye devrimlere bağlılık mesajları gönderdikleri belirtilmekteydi. Aynı tarihli Cumhuriyet’te, “Kıbrıs Türk Halk Partisinin Halkımıza seslenişidir” başlıklı ve KTHP Kurucu heyeti adına Ahmet M.Gürkan’ın yayımladığı 2 Ekim 1960 tarihli bildiri de tam metin olarak verilmekteydi.
            21 Kasım 1960 tarihli Cumhuriyet’te yazan Ayhan Hikmet, “Tehlike zilleri çalıyor” başlıklı makalesinde şöyle demekteydi:
            “Bugün memlekette toptan eriyip gitme, mahvolma tehlikesi ile karşı karşıyayız... Bizce göç iki sebepten ileri gelmektedir ve bu meseleyi halledebilmek için, iki çareye başvurulması lazımdır: 1. Baskı ve tehdide son vermek, 2. İş ve çalışma imkanları temin etmek.”
            Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu’nun yayın organı olan Nacak gazetesi ile Kıbrıs Türk liderliğinin ayrılıkçı politikalarına karşı güçlü bir muhalefet yapan Cumhuriyet gazetesinin 28 Kasım 1960 tarihli nüshasında, “Halkımız o günlere dönmek istemiyor” başlığı altında çıkan bir yazıda da, kimse 1958 yılının Haziran, Temmuz aylarındaki “o eski karanlık, kanlı günlere  dönmek istemiyor, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum halkı ölüm, yangın, çarpışma, kan değil; sulh istiyor, sükûn istiyor, ekmek istiyor, iş istiyor” denmekteydi.
Kıbrıs Türk Halk Partisi Genel Sekreteri Ayhan M. Hikmet, 22 Mart 1961 günü İstanbul’da yaptığı basın toplantısında, Kıbrıs Türk toplumunun karşılaştığı tehlikeleri şu başlıklar altında topluyordu: 1.Göç, baskı ve tedhiş, 2.İktisadi kriz, 3.İsraf ve plansızlık, 4.Psikolojik baskı, 5.Cemaat idarecileri arasında parçalanma (Tam metin için bkz.Afrika, 23 Nisan 2004)
            Ne yazık ki Kıbrıs Türk liderliğine bağlı yeraltı örgütü, 1958’in tedhiş günlerine geri dönerek, 23 Nisan 1962 gecesi Cumhuriyet gazetesinin yazarları olan iki avukat Ahmet Gürkan ile Ayhan Hikmet’i katledecekti. Böylece 1963 Aralık’ına giden yolda, toplum içindeki muhalif sesler, bir defa daha susturulmuş, Kıbrıs Cumhuriyetini yıkma planında ilk adım atılmış oluyordu.
            Özker Yaşın şunları kaydediyor: “İşin insana hüzün veren tarafı, bu cenaze törenine Berberoğlu’ndan başka hiçbir Türk avukatın katılmayışıydı. Belki birkaç avukat daha cenazenin arkasından yürümüş olabilirdi, ama onları da ben görmemiştim... Cenazeler Fadıl Niyazi Korkut’un avukat yazıhanesinin önünden geçirilirken, Fadıl Bey ile katibesi Samiye Mustafa dışarı çıktılar. Tabutların arkasında ve en ön sırada Merkez Polis Karakoluna kadar yürüdüler... Gerek Fadıl Bey, gerekse Samiye Hanım, cenazelerin ardından yürürken ağlıyorlardı... Mezarlığa gelenlerin en az yarısı Rum gazeteci idi. Türk gazetecilerinden tek bir kişi yoktu. Öldürülen gazeteci avukatların tek meslektaşı olarak Ahmet Mithat Berberoğlu, Kıbrıs Radyo Yayın Korporasyonu adına Hakkı Süha, TC elçiliğinden Basın Ateşesi Mehmet Ali Pamir, Basın Ataşe yardımcısı Selahattin Sonat ile birkaç TC Elçilik görevlisi ve ölenlerin yakın akrabalarından dört beş kişi gelmişti gömü töreninde bulunmaya. Ancak bu küçük topluluğun arasında gördüğüm bir kişi üzüntümü hafifletti. Bu Müftü Dânâ Efendi idi. Avukatların gömülmesi tamamlandıktan sonra mezarları başında Dânâ Efendinin okuduğu dualar ve yaptığı konuşma çok etkileyici idi.” (Nevzat ve Ben, İstanbul 2003, 753-754)
            Çifte cinayetin 50. yıldönümünde Ayhan Hikmet ile Ahmet Gürkan’ı saygı ile anıyoruz. 

(Yeni Düzen gazetesi, Lefkoşa, 23-25 Nisan  2012)

DÜĞÜMÜ ÇÖZMEK İÇİN


            Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğünün temelinde yatan etkenler arasında dış etkenler inkâr edilemeyecek ölçüde etkili olmaktadır. Ama bunların şimdiye kadar yapıldığı gibi abartılmaması gerekir. İngiliz ve Amerikan emperyalizmi, adamızı kendi etki alanı içinde tutmak için, burada askeri üslerin, dinleme tesislerinin ve liman kolaylıklarının korunması gerektiğinin bilincindedir. Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri, tam bağımsızlığını kazanmış bir Kıbrıs’ta bu stratejik olanakların yitirileceğini, Türkiye ve Yunanistan aracılığı ile ada üzerinde yaşayan iki etnik-ulusal toplumu ortak etkileri altında tutamayacaklarını da bilmektedirler. Yine emperyalist güçler, Yakın Doğu’daki ulusal kurtuluş savaşlarını bastırmak, onları tehdit altında tutmak için bir sıçrama tahtasından mahrum olmak istemiyorlar.
            Ama öte yandan Kıbrıs’taki bağımsızlıktan yana güçlerin dış etkenleri fazla abartmaları, politik mücadele açısından kolaycılığa kaçmak olmaktadır. Bütün kötülüklerin dışarıdan geldiğini düşünmek ve içteki dinamiklerin ancak dış etkenlerle hızlanabileceğini sanmak, kolaycı bir yaklaşımdır. Bu görüşten hareketle, dış etkileri abartıp, sadece onları dillerine dolayanlar, içteki sınıf mücadelesini reddedenlerdir. Çünkü eğer içteki milliyetler sorunu, sadece dış etkenlerin ortadan kalkmasıyla çözülecekse, Türk ve Rum toplumları içinde sınıf mücadelesini yükselterek, soruna milliyetler açısından değil de, sınıflar açısından bakmaya gerek yoktur. Onlara göre, zaten böylesi bir mücadele şekli “zararlı” olup parlamentodaki “ileri mevziler”in yitirilmesine yol açabilir. Ama bu fırsatçı ve parlamentocu zihniyet, emekçi halk yığınlarının bilinçlendirilmesi ve parlamento dışında da muhalefet olabileceği görüşlerini, kendi sınıfsal konumları gereği “tehlikeli” bulmaktadırlar. Çünkü onların bu mücadelede kaybedecek şeyleri vardır.
            Bağımsızlık-demokrasi-sosyalizm mücadelesinin birbiriyle olan yakın ilişki ve ayrılmazlığını görmek istemeyenler, işçi sınıfının enternasyonalist temele dayanan birliğini sağlamak yerine, ayrılıkçıların milliyetçiliğine göz kırpmayı yeğlemektedirler. Kıbrıs’ın Kuzey ve Güney’inde işçi sınıfı güçleri, iç sorunun çözümlenmesi yolunda bilinçlerde köklü değişiklik için kolları sıvamazlarsa, birliğin günümüz koşullarında ancak federatif bir devlet yapısıyla olası olduğunu yığınlara anlatmazlarsa, adamızın ve işçi sınıfının bölünmüşlüğü daha da uzayacaktır.
            Kıbrıs anlaşmazlığında anahtar sorun, hangi toplumun hangisini yöneteceği sorunu değil, ada sathında hangi sınıfın iktidarı elinde bulunduracağı sorunudur. Olabildiğince bağlantısız ve liberal bir politika yanlısı olan gelişmiş Kıbrıs Rum burjuvazisi, treni kaçırmış olan ve ancak dış destekle sermaye birikimine başlayabilmiş olan üretimden kopuk Kıbrıs Türk burjuvazisinin NATO’cu ve tutucu politikasından ürkmektedir. İşte bu nedenle burjuvalar arası kutsal işbirliği, bugünkü ayrılığın devamında yatmaktadır. Oysa işçi sınıfı ve emekçi halkın yararı, ayrılıktan değil, birlikten geçmektedir. Bu bağlamda düşünüldüğü takdirde, federalizmin en ateşli savunucusu olması gerekenlerde görülen pasiflik anlam kazanmaktadır.
            35 yıldır bağımsızlık yerine milliyetçi görüşün kuyrukçusu olanlar, milliyetler sorununun olduğu ülkelerde burjuvazinin politik hedeflerine bel bağlamanın bir açmaz olduğunu görmek istemeyenler, Kıbrıslı emekçilerin sosyal kurtuluşunu geciktirdikleri için tarih önünde sorumludurlar. 1960’daki uzlaşma formülü olan bağımsızlığa sahip çıkmayanlar, 1985’deki birlik formülü federasyon’a dört elle sarılıp yığınlara bu çözümü benimsetmezlerse, çok yazık olacak. Daha çok dış etkenleri abartıp, iç etkenleri görmezlikten gelenlerin politikalarına çeki düzen vermeleri artık zorunlu hale gelmiştir.

(Ertan Yüksel adıyla, Ortam gazetesi, Lefkoşa, 6 Eylül 1985) 

KIBRIS'TA EVKAF’IN MALLARI MESELESİ

AHMET AN


1 Ağustos 2003 tarihli Kıbrıs Türk basınında yer alan bir açıklamada, Vakıflar İdaresi Genel Müdürü Taner Derviş’in, “1878-1960 sömürge idaresi dönemi ile 1960-1974 ortak cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen vakıf emlak yağması sonucu vakıflar adına tahakkuk eden tazminat hakkının 500 milyar doları aştığı” açıklanarak, bunun Rum yönetiminden talep edileceği duyurulmaktaydı. Haberin devamında, Kapalı Maraş’taki “Vakıf emlakin uluslararası hukuka aykırı bir şekilde gasp edilmiş olduğu belgelere dayalı olarak tespit edilmiştir” denerek, bu vakıf emlakinin iadesi amacıyla hazırlanan eylem planının uygulamaya konduğu açıklanmaktaydı.                             
            Sözü edilen bu belgelerin daha önce nerede yayımlanmış olduğuna ilişkin olarak herhangi bir kaynak gösterilmemekle beraber, ilk akla gelen, uzun yıllar Kıbrıs Türk Milli Arşivi’nin müdürlüğünü yapmış olan Mustafa Haşim Altan’ın Eylül 2001’de İstanbul’daki Kastaş Yayınevi tarafından yayımlanan “Kıbrıs’ta Türk Malları” başlıklı 4 ciltlik çalışmasıdır.
            Biz bu kitapla ilgili olarak daha önce yaptığımız bir değerlendirmede şöyle demiştik:
            “Altan bu son çalışmasında da, bize yine 4 ciltlik bir belgeler yığını sunuyor ve hiçbir sistematik izlemediğinden, anlatmak istediği konuyu da açıklıkla okuyucuya iletemiyor. Her ne kadar yazar, kitabının çeşitli yerlerinde Kıbrıs Türk toplumuna ait gerek Evkaf, gerekse kişisel malların elden çıkarılmasına değinmekteyse de, bunun nedenlerini daha çok güncel propaganda paralelinde açıklamaya çalışmaktadır. Yine de bu açıklamalar, inandırıcı olmaktan uzak kalmakta ve konuyla ilgili verileri okuyucuya bilimsel bir şekilde sunamamaktadır…
            Altan, ne yazık ki “Tapusal Saptırmalar ve Yararlanmalar” başlığı altında yer alan bu iddialarını herhangi bir belge ile kanıtlamamaktadır. Yazar, “Rumlar... sayısız miktarda Rum emlakini mülkiyet ve tasarruflarına geçirmişlerdir. Bunlarla ilgili somut dökümlerden yeri geldikçe örnekler verilecektir” demesine karşın, bundan hemen sonra “TC İstanbul Başvekalet Arşivi”nden aktardığı “Kıbrıs’ta yabancı elçilikler ve emlaki” listesi ile konunun ilişkisini açıklayamamaktadır.(s.124) 
            ...Altan, 1878’de adadaki Osmanlı yönetiminin son bulması ile başlayan İngiliz sömürge yönetiminde de, “Türk tapusal haklarına, taşınmaz mallar ve arazilerin yanı sıra, ata yadigarı vakıf Türk mallarına saldırılar başlatılmış, büyük bir bölümüne hile ve desiselerle el konulmuştur” diye yazarken (s.137), bu iddiasını da yeterince belgeleyememektedir.   
            Yazar, Osmanlı Evkaf Nazırı Abdullah Efendi’den sağlanan “1879 Kıbrıs vakıf listesi”nin de eksik olduğunu kaydederken (s.147), 1883 tarihli Seager Evkaf Raporu’nun eksik ve yanlış olduğunu yazmakta (s.558), ama kendisi de sağlıklı bir listeyi yerel bir kaynaktan verememektedir. Kaldı ki Mağusa Komiseri James Inglis’in 31 Aralık 1879 tarihli raporunda,  belirttiğine göre, adadaki Osmanlı yöneticileri tarafından 1872’de yapılan arazi ve 1875’de yapılan konut değerlendirmeleri tartışmalı olup, İngilizlerin adaya gelmesi öncesinde, Tapu defterlerinde suç teşkil edecek şekilde değişiklikler yapılmıştır. (s.159)  Nitekim, 1871 ve 1873’te yapılan tapu kayıtlarının bütün arazileri kapsamadığı, kaydedilenlerin doğruluğunun da kuşku götürdüğü belirtilmektedir. (s.189)
            3. ciltte, TC Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı tarafından 1997 yılında yayımlanan “Osmanlı İdaresinde Kıbrıs : Nüfusu, Arazi Dağılımı ve Türk Vakıfları” adlı kitabından Kıbrıs Türk vakıflarının mal varlıkları şema halinde verilmiş olsa da, Haşim bu “Kayıtlarda görülen vakıfların tümünün halen Evkaf kontrolünde veya mülkiyetinde olduğu söylenemez” (s.753) diyerek, alta şu notu düşmektedir: “Bu veriler, olması gereken vakıfların tümünü yansıtmamaktadır.” (s.754)
            KKTC Vakıflar İdaresi Faaliyet Raporları kaynak gösterilerek aktarılan en son döküm, “Evkaf’a yapılan müdahaleler sonucu elinde kala kala yaklaşık 12,892 dönüm zirai sulanabilir arazi, 165 adet arsa, 373 adet bina,sosyal ve dini tesis, 639 dönüm kuru arazi ve 12,781 adet muhtelif ağaç’tan ibarettir” şeklindedir. (s.753) Bu dökümün de, bütün adayı mı, yoksa sadece kuzeydeki malları mı kapsadığı belirtilmemektedir.  

KIBRIS TÜRK LİDERLİĞİNİN ONAYI VAR
            Haşim Altan, çalışmasında yer alan “Kıbrıs Türk toplumuna mali yardım öngörülmesi” başlıklı bölümde, 1959 Londra Konferansı ile kararlaştırılan tasarı metninin (U ekinde) bu başlık altında adanın son İngiliz Valisi Sir Hugh Foot ile Dr. Fazıl Küçük ve Rauf R.Denktaş arasında teati edilen yazışmalara ve varılan tasarı şeklindeki mutabakata yer vermektedir.
            Anlaşma metnine göre, Kıbrıs Koloni Hükümeti’ne ait olan tüm taşınmaz mallar, parafe edilen anlaşma uyarınca, kurulması öngörülen Kıbrıs Hükümeti’nin taşınmaz malları sayılacaktı. Vali’nin mektubuna göre, İngiltere Birleşik Krallığı, Kıbrıs Türk toplumuna, eğitim amaçları, Evkaf emlakinin kalkındırılması, kültürel ve benzeri gereksinimler ve amaçlar için kullanılmak üzere Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası ile kaim olacak Türk Cemaat Meclisi’nin yetki ve uhdesine 1,500,000 Kıbrıs Lirası yardımda bulunmayı kararlaştırdığını belirtmekteydi. (s.562)
            Vali Hugh Foot, mektubunun sonunda, Türk Cemaat Meclisi’nin yetki ve uhdesine verilecek bu para yardımı karşılığında Kıbrıs Türk delegelerinin onaylamasını istediği bir başka husus da şuydu:
            “Türk cemaati; Evkaf Yüksek Kurulu dahil, hiçbir suretle İngiltere Birleşik Krallığı veya Kıbrıs Koloni Hükümeti aleyhine mali konulara ilişkin dava açamayacak; kendilerinden mali istekte bulunamayacak; dolaylı veya dolaysız Kıbrıs Yönetimi veya Kıbrıs Cumhuriyeti bu bağlamda herhangi bir dava açamayacak, istekte bulunamayacaktır. Türk toplumu veya onun adına da olsa hiç kimse tarafından böyle bir dava açılamayacaktır.
            Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasını onaylayan andlaşmaların dahi bu paragrafta ileri sürülen koşulları etkilememiş olacağı anlaşılmıştır.”
            M.Haşim Altan, şöyle devam etmektedir:
“Vali Sir Hugh Foot’un Türk delegelerine sunduğu bu denli ağır ve haksız talepler içeren “taahüt”ü ile, İngiltere Birleşik Krallığı’nın 1878’li yıllardan 1960’lı yıllara ulaşıncaya kadarki dönem içerisinde Kıbrıs Türk haklarına ve özellikle Türk mülkiyet haklarına yaptığı yasa dışı müdahalelerden kolayca ve ucuz bir şekilde sıyrılıp kurtulabilmeyi amaçlamış ve ne yazık ki başarmıştır.” (s.563)
            Bir başka deyişle, “Evkaf murahhaslarının ihmali neticesi” (s.686-7) elden çıkarılan Kıbrıs’taki Türk vakıf malları hakkındaki bütün hak iddialarına kesin bir son verilmiş oluyordu.
            Bizim “Kıbrıslı Türklerin toprak mülkiyeti ne kadar?” başlıklı makalemizde (Yeni Çağ, 3 ve 10 Ağustos 1992) yayımladığımız verilere göre, Kıbrıs’taki dinsel kurumlara ait mülkiyetin dökümü şöyledir: Kilise mülkiyeti: 186.000 dönüm, Evkaf mülkiyeti: 23.522 dönüm (Bkz. George Karouzis: Land Ownership in Cyprus, Nicosia 1977, s.76-79)
            Resmi verilere göre, Kıbrıs’taki Türk mallarının toplam ada toprağı içindeki oranı %12.3 iken, Mustafa Haşim Altan, “ada toprağının %30’unu elinde bulunduran Türkler”in birçok malı Rumlara kaptırdığını öne sürmekte (s.946), Vakıflar İdaresi’nin bugünkü genel müdürü Taner Derviş de, “Bugün Kıbrıs’taki Türk malları yüzde 50 kadardır. Dolayısıyla bu yüzde 50’nin büyük bir kısmı mutlaka vakıf malıdır. Biz bunun çalışmasını yapıyoruz” diye konuşmaktadır. (Cumhuriyet, 10 Şubat 2002) Bilimsel bir çalışma ile yukarıda verdiğimiz bilgilerin aksi kanıtlanmadıkça, bütün bu iddialar inandırıcı olamayacaktır.
            Kaldı ki, yukarıda da belgelendiği gibi, Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğu sırada, zamanın Türk liderliği, Kıbrıs Türk Cemaat Meclisi hesabına aldığı 1.5 milyon KL karşılığında bu konuyu kapatmış ve “Türk toplumu veya onun adına da olsa hiç kimse tarafından böyle bir dava açılamayacaktır” şeklinde bir de güvence vermişti. Şimdi ortaya atılan tazminat konusunda geriye söylenecek tek söz kalmaktadır: “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?”       

(Afrika gazetesi, Lefkoşa, 2 Ağustos 2003)

GELENEKSEL KIBRIS TÜRK AYDINININ ÇIKMAZI



AHMET AN

Arif Hasan Tahsin, 24 Nisan 1987 tarihli Söz gazetesinde yer alan "Gerçekler ve Efendilerin Son Sığınağı" başlıklı makalesinde, şu önemli saptamayı yapmıştı:
"KATAK'la başlayıp, MİLLİ BİRLİK-ULUSAL BİRLİK" tabelaları altında 44 yıldır Kıbrıs Türkü'ne egemen kılınan ekibin karşısına dikilen her ekibin, bugüne dek, Kıbrıs Türklerinin gasp edilen egemenlik hakkının iadesi mücadelesinde başarısızlığa uğradığı bir gerçektir."
Arif Hoca, bu ekibin karşısında, bugüne dek başarısız kalma nedenleri arasında en önemli noktanın, ekibin Türkiye'den tayinli olması olduğunu vurgulamaktaydı. Ben ise, o günlerde konuya başka bir açıdan yaklaşarak, 1940'lı yıllarda oluşturulmaya çalışılan "Kıbrıs Türk Liderliği"ne karşı yürütülen emekçi halk muhalefetinin geçmişine ışık tutmak için, yine Söz gazetesinde "Emekçi Halk Muhalefetimizin Geçmişinden" başlığı altında 22 hafta sürecek bir yazı dizisi başlatmıştım. (8 Mayıs-6 Ekim 1987)
İlk yazıda, başarısızlık nedenini ben şöyle özetlemiştim:
"Çünkü lider diye öne atılanlar, her zaman halkımızın gerçek çıkarlarını savunmamışlar, çoğu kez halkı kurtaracaklarına, kendi kendilerini kurtarmışlardır."
İşte Kıbrıslı Türklerin bugün içine düşürüldükleri derin ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel sorunların tarihsel nedenleri üzerinde düşünürken, Kıbrıs Türk aydınının bu özelliği üzerinde önemle durmak gerekmektedir.
            1994 yılı başında kurulan Denktaş-DP-CTP Koalisyonu'nun toplumumuza ne gibi yarar ve zararlar getirdiği elbette ki gelecekte yine tarihçiler tarafından incelenecek ve yazılacaktır. Ama bizim bu günden söyleyebileceğimiz, 1987 yılındaki yargımızla uyuşmaktadır.
Halen haftalık Yeni Çağ gazetesinde yayımlanmakta olan "Kıbrıs Türk Liderliğinin Oluşması" başlıklı yazı dizisini hazırlarken de, yüzyılımızın ilk yarısında öne atılan muhaliflerin ve aydınların yenilgileri veya teslim olmaları hakkındaki bilgileri üzülerek okumuştum. Geliniz ibretle anımsayalım.
1889'da 16 sayı yayımlanan Saded'ten sonra ilk uzun ömürlü Kıbrıs Türk gazetesi olan Zaman'ın 1891'de imtiyaz hakkını alan Tüccarbaşı Hacı Derviş Efendi, bu başarısı yüzünden Padişah tarafından gönderilen bir fermanla "Paşa" ünvanını almıştı. Ama gazetesindeki bazı yazarların, İstanbul'daki Osmanlı Dahiliye Nazırı Memduh Paşa ile Adana Valisi Bahri Paşa'yı eleştirmeleri üzerine, "Paşa"lığı geri alınmıştı. Bunun üzerine Derviş Efendi, gazetenin yazdıklarına müdahale etmeye başlayınca, Jön Türkçü yazarlar gazeteden ayrılmışlar ve 1892'de yine Osmanlı Kıraathanesi adına, Küfizade Asaf Bey'in imtiyaz sahibi olduğu Yeni Zaman gazetesini kurmuşlardı.
Yeni Zaman yazarlarından Faik Bey, bir aralık yine Memduh Paşa'yı eleştirmiş ve günün birinde Kıbrıs'tan ayrılarak İstanbul'a gitmiş ve bir daha geri dönmemişti. Bunun üzerine 28 sayı çıkmış olan gazete, Mart 1893'de adını değiştirerek, Kıbrıs gazetesi olarak çıkmaya başladı. Ama bu kez, Asaf Bey gazeteyi kendi adına çıkarmaktaydı. Bir yandan Zaman gazetesi sahibi Derviş Efendi ile dalaşan Kıbrıs, öte yandan da Padişaha bağlılığını kanıtlamaya çalışmaktaydı. Sonradan Jön Türklerin etkisine giren gazete, 1898 yılı sonuna  doğru aniden kapandı. Eldeki bilgiye göre, Asaf Bey, Dahiliye Nazırı Memduh Paşa ile anlaşmış ve ayda 500 kuruş tahsisat almak şartıyla gazetesini kapatmaya razı olmuştu. Bu parayı Meşrutiyet'in ilan tarihi olan 1908 yılına kadar düzenli olarak almıştır. (Beria R. Özoran, Kıbrıs'ta Türk Gazeteciliği, Türk Kültürü, Mart 1966, s.33)
Bu dönemden vereceğimiz üçüncü örnek, 1899 yılı sonunda çıkmaya başlayan Feryat gazetesinin sahibi Hocazade Osman Enveri Efendi'dir. Evkafçıları eleştiren ve gerçek bir Jön Türk gazetesi olan Feryat, Osmanlı hükümetinin işareti üzerine 4. sayısından sonra kapanmış ve sahibine ayda 300 kuruşluk bir tahsisat bağlanmıştı. (agy. s.34)
Bu dönemin onurlu ve kavgacı aydınlarından Ahmet Tevfik Efendi'yi saygıyla anmak gerekmektedir. Zaman gazetesinin yazar kadrosundan olan Ahmet Tevfik Efendi, 1896 yılı sonunda Zaman'ın sahibi Derviş Efendi ile görüş ayrılığına düşünce, kendi adına bir gazete imtiyazı almış ve Kıbrıs Türk basınının ilk mizah gazetesi olan Kokonoz'u yayımlamıştı. İlk sayısı Zaman Matbaasında basılan ve 15 günde bir çıkan bu gazete, daha sonraki sayılarını Kıbrıs Matbaasında bastırmıştır. 22 sayı çıkan Kokonoz'u, 1897'de onun devamı olan 23 sayılık Akbaba izlemiş ve her iki gazetede de, Ahmet Tevfik Edendi'nin padişahı açıkça hicveden ağır yazıları yayımlanmıştı. Jön Türk yanlısı bir politika güdülmekle beraber, onları eleştiren yazılara da yer verilmekteydi. Yaptığı yayınlar yüzünden Sultan Abdülhamit tarafından mahkum edilip, Türkiye'ye girmesi yasaklanmış olan Ahmet Tevfik Efendi, 1900'de kapanan padişah yanlısı Zaman gazetesinin yerine, 3 Mart 1901'den başlayarak Mirat-ı Zaman gazetesini yayım yaşamına sokmuştu. 9 yıllık yayımdan sonra 367. sayısı ile kapanan bu gazetenin ardından, Kokonoz'u 1910'da yeniden çıkarmışsa da, 9 sayıdan sonra yine kapatmak zorunda kalacaktı.
Ahmet Tevfik Efendi, 29 Mart 1909 tarihli Mirat-ı Zaman gazetesinde çıkan "Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar" başlıklı bir yazısında, karşılaştığı çeşitli güçlükleri anlatmakta ve şöyle demekteydi:
"İnsan her hizmeti bir karşılık beklediği için yapmaz; ama hizmet verdiği millet de o adamı açlıktan öldürmez...Madem ki Hürriyet'in İlanıyla bizim haklılığımız kanıtlandı; daha önce gösterilen kin ve düşmanlık yerine, milletten bir dostluk beklerdik...Yine eski hamam, eski tas." (sadeleştirerek aktaran H. Fedai, Kıbrıs, 6-7 Mart 1991)
İsmet Konur, "Kıbrıs Türkleri" adlı kitabında şunları yazmaktadır:
"Meslek uğruna katlandığı müşkülat ve fikir mücadelesinde gösterdiği sebat ve mukavemet itibarıyle, Ahmet Tevfik Efendi Kıbrıs gazetecilerinin en değerlisi sayılmaktadır." (İstanbul 1938, s.64)
Kıbrıs Türk toplumunun çeşitli ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlar içinde kıvranmakta olduğu bu yıllarda, Evkaf'ın Türk yöneticisi Musa İrfan Bey ve adamlarından oluşan Evkafçılar bir yanda, Müftü Ziyai Efendi ve çevresindekilerden oluşan Müftücüler de öte yanda, bir çıkar çatışmasını sürdürmekteydiler. Bu dönemde toplumumuzu çağdaşlaştırmak için özveriyle çaba gösteren bir başka değerli aydınımız Dr.Hafız Cemal'dı.
12 Kasım 1945 tarihli Yankı gazetesinde yer alan bir yazıda ondan şöyle söz edilmektedir:
"Kıbrıs Türklerinin sanat ve okuma yönünde pek geri kaldıklarını gören Dr.Hafız Cemal, 1906 yılında Lefkoşa'da kendi parası ile bir sanat okulu açtı ve ayrıca cemaat parası ile "Cemiyet-i Hayriye-i İslamiye" adı altında olarak bir hayır cemiyeti kurdu. Bir müddet tıkırında gitmiş olan bu güzel işler de gene cemaatımız arasında çıkan engellerle karşılaştı. "Sünuhat" gazetesi etrafında toplanmış olan sözde aydınlar bir taraftan Abdülhamide curnaller gönderdiler ve diğer taraftan mezkur gazetenin baş yazarı Avukat Bay Sadreddin cemaatın ihtiyacını bir yana bırakarak, işin alayını tutturmuş, Doktorun kılığını, tutumunu ve sair özelliklerini çekiştirip duruyordu.
Bu hücumlar sonucu olarak öğrenciler dağıldı, Cemiyet-i Hayriye sandığına para verenler ellerini çektiler. Doktor da Kıbrıs'ın çorak toprağına kendi kesesinden üç bin altın attıktan sonra soluğu Türkiye'de aldı ve bu suretle Kıbrıs Türklerinin sanat yolundaki adımları hiç değilse 25 yıl geri kaldı."
Dr.Hafız Cemal'in 1909 yılında Lefkoşa'da yayımladığı 155 sayfalık "Kıbrıs Osmanlılarına mahsus son hediye-i acizanem veyahut Kıbrıs'ta geçen dört senelik tarih-i hayatım" başlıklı kitapçığı, yüreği yurdunun kalkınması için çarpan bir Kıbrıslı aydının izlenimlerini aktarmaktadır.
1924'de kurulmuş olan "Kıbrıs Türk Cemaat-i İslamiyesi" adlı ilk siyasal örgütümüzü oluşturan zamanın ileri gelen aydınları, Evkaf, Şeriye Mahkemeleri, okullar vb toplumsal sorunlarımızla ilgili çözüm önerilerini saptamışlar ve bir program çalışması başlatmışlardı. Ama ne yazık ki, o sırada örgütteki bazı kişilerin, sömürge yönetimi tarafından kendilerine önerilen hükümet memurluğu görevlerini kabul etmeleri ardından bu örgüt çöküvermişti. O zaman kadar toplum adına yapılmış girişimlerin en esaslısı olarak tanımlanan bu örgüte muhalif olan kişiler de, örgütün temelini sarsmak için ellerinden geleni yapmışlardı. Oysa memuriyeti tercih edenlerin yerleri doldurularak, hazırlanan program uygulanabilirdi. (Yankı, 12 Kasım 1945)
Temmuz 1923'de imzalanan Lozan Barış Andlaşması ile Türkiye, İngiltere'nin 1914'de adayı kendi topraklarına katması kararını onaylamıştı. Andlaşmanın 21.maddesinden yararlanarak, Türkiye'ye göç etmek isteyen Kıbrıslı Türkler için adada Haziran 1925'de bir konsolosluk açılmıştı. TC Konsolosu Asaf Bey, halkın Türkiye'ye göç etmesini teşvik ederken, Türk milliyetçiliği doğrultusunda yayın yapmakta olan Ahmet Raşid'in Doğru Yol ve Mehmet Remzi'nin Söz gazeteleri de bu kampanyaya destek vermekteydi. 1924'ün son ayından başlayarak haftalık olarak, Hacıbulgurzade Ahmet Hulusi Bey tarafından yayımlanmaya başlanan Birlik gazetesi ise göçün karşısındaydı. Taraflar arasında sert yazışmalar olmuştu. Asaf Bey, bir gün üç gazete sahibini bir akşam yemeğinde buluşturup, Türk hükümetinin Kıbrıs basınından memnun olduğunu söyler ve kendilerine kısıtlı da olsa mali yardım yapılacağını iletir. Raşid ve Remzi Beyler, ayda 5 Kıbrıs Lirası katkının uygun olacağını söylerken, Hacıbulgurzade bunu uygun bulmaz ve onun yerine, her üç gazetenin de ortaklaşa kullanacakları bir matbaa gönderilmesini önerir. Sonuçta, iki ay içinde Doğru Yol ve Söz gazetesinin sahiplerine beşer Kıbrıs Lirası aylık bağlanır; Hacıbulgurzade ise evini vekalete vererek, öğretmen olan kızlarının paralarını da katarak, Birlik gazetesini 1930 yılının ikinci yarısına kadar ayakta tutabilir. O yıl çıkan yeni basın yasası gereğince istenilen 200 Kıbrıs Liralık teminatı ödeyemeyince de gazetesini kapatmak zorunda kalır. (H.Fedai, Yeni Kıbrıs, Aralık 1984)
Doğru Yol 1926'da kendi isteğiyle yayın yaşamından çekilirken, Ahmet Raşid yazılarını Söz'de yayımlamaya başlamış ve TC Konsolosluğundan ayda 5 Kıbrıs liralık yardım almaya devam etmiştir.
1929 yılında Söz gazetesi Latin harfleri ile basılmaya başladığı zaman da, Almanya'da sipariş verilen yeni harflerin parasını yine Türkiye hükümeti ödemişti. Remzi Bey'in 1942 yılı Ocak ayında ölümüne kadar Söz gazetesi yayımını sürdürdü. Kıbrıs sömürge valisi tarafından Londra'ya gönderilen 1 Temmuz 1938 tarihli bir gizli raporda, adadaki Türk milliyetçiliği propagandasının, Türkiye'nin Kıbrıs konsolosluğu tarafından finanse edildiği belirtilmekte ve Söz gazetesinin de bu çerçevede Konsolosluktan ayda 18 Kıbrıs Lirası tutarında bir yardım aldığı bildirilmekteydi. (Yeni Kıbrıs, Kasım 1986)
1930 Kavanin Meclisi seçimleri öncesinde, Kıbrıs'taki Türk milliyetçilere yaptığı para yardımını artıran Türkiye, Evkafçıların adayı Münir Bey'e karşı, Kemalistlerin adayı olarak Necati Bey'i desteklemişti. Yerel konularda bazen Rum Meclis üyeleriyle birlikte oy kullanan Necati Bey'in diğer milliyetçi çabaları, Kavanin Meclisi'ndeki dengeleri bozmuştu. Sonunda İngiliz sömürge yönetimi, enosisçi Rumların 21 Ekim 1931 akşamı yaptıkları taşkınlıkları bahane ederek, 12 Kasım 1931'de Kavanin Meclisi'ni kapattı ve 1941 yılına kadar, adadaki bütün siyasi faaliyetleri yasakladı. Bu baskı döneminde mücadeleyi terk etmekten başka çare olmadığı kanaatine varan Mehmet Remzi Bey, Söz gazetesinin 17, 24 ve 31 Mart 1932 tarihli sayılarında çıkan yazılarında "teslim bayrağı"nı çekmesinin gerekçelerini anlatmaya çalışmıştı.
"Teslim Bayrağı" başlıklı bu yazılarda, Kıbrıs'ın İngiltere'ye ilhakı ardından önce şaşıran, sonra da memnuniyetini bildiren Kıbrıs Türk liderliğine karşı Dr. Eyyüb Necmeddin'in mücadelesi, Musa İrfan Bey'e karşı Münir Bey'in üstün gelmesi, ama onun da Evkaf koltuğuna ısınır ısınmaz İngiliz yönetimi ile bütünleşmesi, Dr. Eyyüb'ü de yanına alarak, kendini Türk toplumunun lideri olarak tanıtmaya başlaması, halktaki yeni düş kırıklığı ve 15 Ekim 1930'da yapılan Kavanin Meclisi seçimlerinde Necati Bey'in Münir Bey'i safdışı bırakması, çok geçmeden 21 Ekim 1931 ayaklanması ardından Meclisin kapatılması ve tüm yetkilerin Vali'nin elinde toplanması anlatılmakta ve Türk toplumunun sorunlarının merkezi ve yerel hükümet tarafından anlaşılması ve onlar eliyle çözülmesi için bayrağın onlara teslim edilmesi gerektiği vurgulanmaktaydı.
Avukat Ahmet Raşid Bey ise, bu ortama pek dayanamamış ve mücadeleyi bırakarak Ankara'ya göç etmişti. Birkaç yıl sonra, 12 Ekim 1935'de orada ölecekti.
Halkçılar diye bilinen Kemalist milliyetçilerin 1 Mayıs 1931'de Lefkoşa'da düzenledikleri "Milli Kongre"de Kıbrıslı Müslümanların Müftüsü olarak seçilmiş olan Ahmet Said Efendi'nin de 5 Kıbrıs Lirası aylıkla Evkaf Dairesi'ne hukuk danışmanı olarak alındığını ve artık "müftü" ünvanını kullanmadığını görmekteyiz. Dönemin önde gelen aydınlarından avukat Cingizzade Mehmet Rifat Efendi (Con Rifat), 16 Ağustos 1933 tarihli "Masum Millet" gazetesinde bu duruma öfkelenerek kaleme alıp yayımladığı "Sürümüze cesur çoban" başlıklı makalesinde şöyle demekteydi:
"Biz sürümüze öyle bir çoban isteriz ki zamanımızın fikri ve milli terbiye terakkiyatı icabatından olarak burnunun gölgesinden korkmamalı; fedakar, halis-ül-niyet ve Evkaf ganaiminde hiç gözü olmamalıdır."
15 Ekim 1930 Kavanin Meclisi seçimlerinin muzaffer azası Necati Bey'in de 1934 yılında siyaseti bırakıp, ticarete atılmasıyla onun siyasal yaşamının birinci perdesi kapanmış olacaktı.
Kıbrıslı Türklerin dernekçilik çalışmalarında da pek sebat gösteremedikleri bilinmektedir. İşte bunun nedenlerine parmak basan ve 31 Aralık 1932 tarihli Söz gazetesinde çıkmış bir değerlendirme:
"Beş on senelik hayatı ve neşriyatı olan Söz gazetesinin kolleksiyonunu karıştırarak bu kısa müddet zarfında doğmuş ve ölmüş, muhtelif isimlerde birçok hayır cemiyetleri görürüz. Bu cemiyetlerin faaliyetlerine mani olan ve hayatlarına kast edenler ekseriyetle bunları ortaya atanlar olduğu hayret ve ibretle seyredilecek birer hazin levhadır."
1941 yılında İngiliz sömürge yönetimi siyasi yasakları kaldırır. Mart 1943'de ilk defa ada çapında serbest seçimlerle Belediyelerin başkan ve meclis üyelerinin seçilmesi ardından, Evkaf Müdürü Münir Bey'in teşvikiyle bir araya gelen Kıbrıslı Türk ileri gelenler, 18 Nisan 1943 günü "Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu" (KATAK)'nu kurarlar. Aradan bir yıl geçer geçmez KATAK'ta hizipleşme başlar ve sertlik yanlıları ayrılırlar. 12 Aralık 1946 tarihli Ateş gazetesinde bu durum şöyle özetlenmektedir:
"Katak kurucuları, post ve sandalye çekişmesi yaparak ayrıldılar, başka bir parti kurmağa çalıştılar. Bu suretle yeni kurulan parti ile Katak'çılar arasında bir çekişmedir başladı."
23 Nisan 1944'de Dr. Fazıl Küçük'ün arkadaşlarıyla birlikte oluşturduğu bu yeni parti, "Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi" adını aldı. Türkiye'deki "Kıbrıs Okullarından Yetişenler Cemiyeti" ileri gelenlerinin çabasıyla Lefkoşa'da bir araya gelen iki parti, 6 Kasım 1949'da birleşerek, "Kıbrıs Milli Türk Biliği"ni kurdular. Bu partinin dışında kalmayı tercih eden eski Kavanin Meclisi üyesi Necati Özkan, 28 Ekim 1949'dan itibaren "İstiklal" adlı günlük bir gazete çıkarmaya başlar. 4 Haziran 1950'de de "Kıbrıs TürkBirliği İstiklal Partisi"ni kurar. İstiklal gazetesi, Dr. Fazıl Küçük ile Rauf Denktaş'ı bir araya getiren yeni partiyle ilgili şu değerlendirmeyi yapar:
"Vaktiyle Türk cemaatini ikiye ayıran ve sağa sola tehdit savuran, her görüşüne ve her düşünüşüne efkarı umumiyeyi iteate mecbur eden zat, yeni kulübün başına getirildi. Allah cemaatımızı hayıra götüre." (20 Kasım 1949)
İstiklal gazetesi, Dr. Küçük'ün Halkın Sesi gazetesiyle ve siyasi görüşleriyle mücadelesini, kapandığı 1954 yılı başına kadar sürdürür. Ne var ki, Necati Özkan, evi ile bir süre önce kapatmak zorunda kaldığı sigara fabrikasının bir gece "meçhul kişilerce" yakılması, bir kişiyi kötülediği gerekçesi ile yol ortasında dövülmesi ve sonradan yeraltı örgütlerinin kurulması ardından politik yaşamdan yeniden çekilmek zorunda kalmıştır.
1950'li yıllar içinde gelişen siyasal olaylar, Dr. Fazıl Küçük ve arkadaşlarından oluşan Kıbrıs Türk liderliğinin iktidarını pekiştirmiştir. Liderliğin tekelci ve anti-demokratik tutumlarını eleştiren Necati Özkan, Dr. İhsan Ali ve diğer aydınların seslerinin kısıldığı, muhalif unsurların sindirilerek susturulduğu bu dönemde, 1944-1947 yıllarında Kıbrıs Türk düşüncesinin önemli atılımlar yapmasına yardımcı olan edebiyat ve kültür dergilerinde (Yeni Mecmua, Dünya, Ocak, Yeni Fikirler, İşçinin Yolu Şaşmaz vb) yazmış olan aydınlar da bir suskunluk dönemine girerler. Bir kısmı adayı terkeder, bazıları da saf değiştirir. (1940'lı yıllardaki kültürel zenginliğimiz için Bak. Ahmet An, 40 yıl önceki düşün yaşamımızdan örnekler, Yeni Kıbrıs, Mart-Temmuz 1988)
Kıbrıs Türk liderliğinin taksim politikasına ve Rumlarla Türkler arasında nifak sokma oyunlarına karşı çıkan, zamanın ilerici Kıbrıslı Türklerinin tedhişle ortadan kaldırılması harekatı, Mayıs-Temmuz 1958'de uygulanır. İlk hedef olarak seçilen PEO Sendikası Türk Şubesi Başkanı Ahmet Sadi Erkurt, yaralı olarak kurtulur, ama iki gün sonra saldırıya uğrayan İnkılapçı gazetesinin sahibi ve yazı işleri müdürü Fazıl Önder (gazete 14 hafta çıktıktan sonra Aralık 1955'de sömürge yönetimi tarafından kapatılmıştı) kurtulamaz. Diğer saldırılarda da ölenler ve yaralananlar olur. (Bak. Emekçi Halk Muhalefetimizin Geçmişinden, 13. yazı, Söz, 14 Ağustos 1987)
1960-63 döneminde de soru soran, hesap soran aydınlarımız olmuştur. Örneğin haftalık Cumhuriyet gazetesi çevresinde toplanan demokratlar, zamanın Kıbrıs Türk liderliğine yönelttikleri sorularda, KATAK, Federasyon ve Gençlik Teşkilatı adına halktan toplanan paraların akıbetini araştırmak istemişler (19 Eylül 1960), ya da uygulanmakta olan politikaları eleştirmişlerdi:
"Sırf doğruyu yazdığı, gerçek toplum davalarını savunduğu için; harp, barut kokusu ve kan yerine, yurtta barış ve refahı istediği için gazetemizi baskı, tehdit ve tethiş ile yıldırmaya çalışanların yanlış yolda olduklarını anlayıp susmalarını talep ederiz." (21 Ağustos 1961)
23 Nisan 1962 tarihli Cumhuriyet'te yer alan iki yazıda "Rum ve Türk toplumlarını birbirine düşürmek için planlar düzenleyen tedhişçi ve tahrikçilerin elebaşlarının yüzündeki maskenin indirileceği günün yakın olduğu"nun belirtilmesi üzerine, aynı gece gazetenin yazarları olan Ahmet Muzaffer Gürkan ile Ayhan Hikmet hunharca öldürülmüşlerdi.
Yine Rum-Türk dostluğu için taksim politikalarına karşı mücadele etmekte olan AKEL Merkez Komitesi'nin Kıbrıslı Türk üyesi Derviş Kavazoğlu da, 11 Nisan 1965 akşamı sendikacı Rum arkadaşı Kostas Mişauli ile birlikte aynı yeraltı örgütünün eliyle öldürüldü.
Mahir Adataş'ın ölümünden kısa bir süre önce, 1936'da 27 yaşında iken Aşelya deresi üzerinde sel sularından yıkılan bir köprüden arabasıyla geçerken yuvarlanıp ölen ağabeyi için hazırladığı "Kıbrıslı Avukat Süleyman Şevket'in Yaşam Öyküsü" başlıklı kitapla ilgili olarak bir tanıtma yazısı kaleme alan Avukat Nevzat Karagil şöyle demektedir:
"Rahmetli Şevket o sel sularına kapılıp boğulmasa ve yaşasaydı kimbilir başına neler gelecekti? Belki de yeğeni Dr. İhsan Ali gibi Rumlarla "işbirlikçi" ilan edilip, "vatan haini" diye damgalanacaktı. Belki de Avukat Ayhan Hikmet gibi, Avukat Ahmet Muzaffer Gürkan gibi, asla gerçek olmayan suçlamalarla lekelenip öldürülecekti. Belki Talat Taşer gibi Kıbrıs'tan sürgün edilecekti. Ve belki de sevgili Mahir Adataş, rahmetli ağabeyiniz de aynen size, bana, Haşmet Gürkan'a ve daha birçok aydın, yurtsever kişiye yapıldığı gibi zorbalar tarafından dövdürülecek, ölümle tehdit edileceklerdi. Sonuçta sizin gibi doğduğu yerden kaçırılıp Kıbrıs'tan göç etmek zorunda bırakılacaktı. Yaşasaydı belki Avukat Süleyman Şevket de, sizin gibi Anadolu'nun herhangi bir ilçesinden Kıbrıs'taki sen-ben kavgalarını izleyerek kahrolacaktı..." (Yeni Batı Trakya Dergisi, Sayı 123, Kasım-Aralık 1993)
Karagil'in saptamaları, günümüz aydınları için üzerinde uzun uzun düşünmeye değer sözlerdir. Ama bir küçük burjuvalar denizi olan Kıbrıs Türk toplumunda bu hesaplaşmadan alnının akı ile çıkabilecek acaba kaç kişi çıkabilir?
Yukarıda, 100 yıllık geçmiş tarihimiz içinde, geleneksel Kıbrıs Türk aydınının macera ve mücadelesini kısaca yansıtmaya çalıştım. Ama galiba pek fazla yol almışa benzemiyoruz. Nevzat Karagil, uzun yıllardır İstanbul'da yaşamakta olan bir Kıbrıslı Türk olmasına rağmen, ülkesiyle olan ilişkisini hiç kesmemiş ve kendi siyasal çizgisindeki çalışmalarını hep sürdürmüştür. Ama şu değerlendirmesine katılmamak elde değil:
"Kıbrıslılar; çekiştiricilikte, insan harcamakta, her aydın görüşlü kişiye çamur atmakta dünya şampiyonluğunu ellerinde tutmaktadırlar. Süleyman Şevket yaşasa idi, bu insan harcayıcıların arasında çok sıkıntılı günler geçirecekti. Hele Kıbrıslı Rumlar ile dostluğu ve sık sık Rum davaları alması, yeğeni Dr. İhsan Ali gibi başına büyük belalar açabilirdi." (agy)
Bugün basınımızda, sözümona aydın, sanatçı ve yazar olarak kalem oynatıp, köşe başlarını tutmuş olanların hangi konuları, nasıl yazdıklarına ilişkin küçük bir derlemeyi 7 Eylül 1992 tarihli Yeni Çağ'da yayımladığım zaman, sessiz çoğunluktan beğeni, bazı azınlık mensubundan da yergi almıştım. Her devrin adamı ve ayrılıkçı-şoven rejimin çanak yalayıcıları olan bu kişilerin ipliklerini ortaya çıkarmak ve sözümona demokrat görüntüleri altında saklamaya çalıştıkları gerçek yüzlerini göstermek, bir yurtseverlik görevi olmalıdır. Zaten sessiz çoğunluk bunların kim olduğunu, ya çevresinden, ya da uzaktan ad ad bilmektedir. Siyaset alanında da ne yazık ki, dürüst demokrat olan politikacılarımızın sayısı yok denecek kadar azdır. İşte bu nedenle, son yüz yıl içinde verilen mücadeleler hep sonuçsuz kalmaktadır.
1900'lü yılların ilk yarısında oluşup, ikinci yarısında pekiştirilen Kıbrıs Türk liderliğinin toplumumuzu bugün getirdiği yer, kendi boyutunu çoktan aşmış olan büyük bir çıkmazdır. Kralın çıplak olduğunu söyleyenlerin sayısı artmadıkça, yok olmayı durdurmak mümkün görünmemektedir. Gerçekleri görmekte olanların bir araya gelip, mücadeleyi dayanışarak vermeleri ve alternatif yaratmaları şimdilik tek çıkış yolu olarak önümüzde durmaktadır...

(Alternatif Yazın dergisi, Lefkoşa, Sayı:8 ve 9, Temmuz-Ağustos 1994 ve Eylül-Ekim 1994)