20 Mart 2014 Perşembe

M.ZEKÂ BEY’İN ENGELLENEN CUMHURBAŞKANLIĞI ADAYLIĞI


            Kıbrıs Türk toplumunun yetiştirdiği önemli hukuk adamlarından biri olan Mehmet Zekâ Bey (1903-1984), Lefkoşa’da ilk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra, İstanbul ve Londra’da hukuk eğitimi gördü. 1930 yılında yapılan Kavanin (Yasama) Meclisi seçimlerinde Mağusa-İskele bölgesi milletvekilliğini kazandı ve Meclis kapatılana kadar milletvekilliği yaptı. Daha sonra, İngiliz Sömürge Yönetimi’nin oluşturduğu Meşveret (Danışma) Meclisi’nin tek Türk üyesi olarak çalıştı. Serbest avukat ve 1940 yılından 1966 yılına kadar kamu görevinde hakim olarak görev yaptı. 1949’da Türk İşleri Komisyonu Başkanlığına atandı. 1961 yılında Kıbrıs Cumhuriyetini temsilen seçildiği Strazburg’taki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde ölene kadar hakimlik görevinde bulundu.

Damadı hukukçu Oktay Feridun, Zekâ Bey’in hem Türkler, hem de Rumlar tarafından sevilen, sayılan bir kişi olduğunu belirmekte ve onunla ilgili şu anısını anlatmaktadır:

“1960-1963 arası Makarios’un da bulunduğu bir partide Başsavcı Tornaridis ve daha hatırlayamadığım bazı ünlü Rumlar, Türkler ve Zekâ Bey bir yerde toplanmış, konuşuyor ve şakalaşıyordu. Bir ara söz seçimlere gelince Makarios espri yapmış ve demişti ki: “Ben seçimlerde bu Ada’da yalnız bir kişinin beni mağlup edeceğinden korkarım. O da Zekâ’dır. Çünkü ona tüm Türklere ilaveten Rumlar da oy verecektir.” (Başhakim Zekâ, Anı-Yaşantı, Yayıma Hazırlayan: Harid Fedai, Lefkoşa, 2002, s.68)

 
DEVLET GÖREVİNDEN AYRILMAMIŞTI

Oktay Bey, şu önemli noktalara da dikkat çekmektedir:

“Zekâ Bey ve diğer hakimlerin 1963 Aralık hadiselerinden sonra Rum tarafında görevlerine devam etmeleri tamamen Anavatan büyüklerimizin bilgisi ve direktifi altında ve yerli liderlik makamlarımızca da uygun görülüp müsaade edilmiş ve bunlara istinaden yer almıştır. Bendeniz o günlerde Cumhurbaşkanı Muavini Dr.Küçük’ün resmi sarayında da görevli idim ve orda toplanan Genel Komite’de, Adli Komite Başkanı olarak da görev yapıyordum. Rahmetli İnönü’nün “Eğer görevinizde kalmanızdan tek bir Türk bile faydalanacaksa, görevinize devamınız gerekir” mesajını verdiğini hatırlarım. Yine 1965 yazında Antalya’da iken bir gün Zekâ Bey sınıf arkadaşı, yanlış hatırlamıyorsam Başbakan Hayri Ürgüplü ile telefonda konuşmuş ve Türk Cemaatinin kendilerine (hakimlere) kötü gözle bakmaya başladığını söyleyerek, artık Rum tarafındaki göreve gitmekten vazgeçmek istediklerini bildirmişti. Sayın Hayri Ürgüplü ise konuyu Bakanlar Kurulu’na götüreceğini söylemişti. Birkaç gün sonra şu mesajın gelmiş olduğunu hatırlıyorum: “Vazifeye devamınız Bakanlar Kurulu’nca takarrür etmiştir.” Bu konuda bazı şahıs ve çevrelerce o zaman yapılan suçlamaların yersizliği bu açıklamalarımdan aşikâr olmaktadır. Zekâ Bey hiçbir zaman toplum menfaatlerini gözardı etmemiş, O’nun milli mücadelemize de yardımı büyük olmuştur.” (agy, s.69)

Bilindiği gibi, Aralık 1963 olaylarından sonra Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devlet ve hükümet yapısından geri çekilen ayrılıkçı Kıbrıs Türk liderliğine, 9 Mart 1964 tarihli bir mektup gönderen TC Başbakanı İsmet İnönü şöyle demişti:

“Adada emniyetin tesisi için gerekli tedbirler alınması ve bunlar alındıkça mümkün olan en kısa zamanda, Cumhurbaşkanı Muavini ile Türk Bakanlardan başlamak üzere bütün Türklerin peyderpey devlet teşkilatındaki vazifeleri başına dönerek, Kıbrıs Rumlarının menfi faaliyetlerine karşı, devlet mekanizması dahilinde, anayasa ve kanun yollarıyla, sebatla ve metanetle mücadele etmeleri milli davamızın başarısına büyük ölçüde yardımcı olacaktır... Kıbrıslı kardeşlerimizin, Adada emniyet teessüs edince, normal işleri başına dönmeleri, Kıbrıs meselesinin nihai hâl şekli hakkındaki malum tezimizin terki manasına katiyyen tazammum etmeyecektir...”

             Rauf Denktaş ise “Hatıralar”ında bu öneriyle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır:

“İnönü’nün mesajı liderlik arasında maneviyatın daha da bozulmasına neden olur. “Bu şartlarda mücadeleye devamın ne yararı vardır?” diyenler vardır.” (Cilt:1, s.174-175)

Denktaş, 1 Kasım 1964 tarihli notlarında da, ortak devlet mekanizmasından ayrılarak zor koşullar altında yaşamaya zorlanan Kıbrıs Türk toplumunun  içindeki durumla ilgili olarak şunları yazmaktadır:

“Halit Ali Rıza ve Berberoğlu geldiler. Uzun boylu konuştuk. Söyledikleri: “Halk moral takviyesine muhtaç değildir. Duruma alışkanlık hasıl olmuştur. Kapılar açılsa Kıbrıs’ta kalacak münevver pek azdır. Elinde imkan olanlar Ada’yı terkedecekler. Netice’den herkes ümidini kesmiştir. Ümidini kesmeyen ve “ergeç kazanacağız” diyen ve Teşkilatın belkemiğini teşkil eden bir küçük zümre vardır. Bunların imanı ve inancı sayesinde mücahitler ayakta durabilmektedir. Bunlar da ümidi kaybederse cemaatin hâli dumandır...” (Cilt:1, s.588)

 
DENKTAŞ’IN “HATIRALAR”INDA ZEKÂ BEY

            1963 olaylarından sonra Kıbrıs Türk enklavlarında askeri ve sivil makamlar tarafından oluşturulan Genel Komite’nin üyeleri arasında yer alan Zekâ Bey, ılımlı görüşleri ile tanınmaktaydı. Rauf R.Denktaş, 28 Temmuz 1964 tarihli “Hatıralar”ında şunları yazmaktadır:

            “Zekâ Bey, (...) sonunu getiremeyeceğimiz zorlayıcı tedbirler yerine (eğer çıkış olmayacaksa veya netice uzayacaksa) daha ılımlı bir siyasetle Rumlara yaklaşarak baskıyı ve ezgiyi azaltma çareleri aramamız icap ettiğine işaret etti.

            Hariciyeciler, mes’elenin Kasım’a veya Aralık’a kadar, belki de bir sene daha uzayabileceğinden bahsediyor – bundan ötesini kimse kestiremiyor, kimse bir şey söylemiyor.

Dışişleri’nden ayrıldığımızda Zekâ Beyin morali bozuldu. “Dışişleri Bakanı ile de görüştüm, kendisini çok sıkıştırdım. Çıkarma yapmak niyetleri yoktur. Hâlâ daha diploması yolu ile bir hâl çaresi arıyorlar. Halk bir ay daha dayanamaz diyoruz, halbuki bunlar Kasım’dan Aralık’tan ve hatta bir sene beklemekten dem vuruyorlar. Halk perişandır; tahammülün sonuna gelmiştir. Bunu anlayan yok. İnönü ile de görüşeceğim. Ona da açık konuşacağım. Geri gittiğimde herkes benden kesin cevap bekliyor. Hakikati söylemem lazım. Göç korkunç bir duruma geliyor. Ümit büsbütün kesilirse, adada kimse kalmayacak. Rumun idaresinde kaç kişi yaşayabilir?” diyor. ” (Cilt:1, s.430-431)

29 Temmuz 1964: (...) Denktaş’ın TC Dışişleri yetkilisi Yavuz Aktulga’ya yazdığı mektuptan:

“Muhterem Yavuz Bey,

Dünkü toplantıdan sonra Zekâ Beyin morali çok bozuldu. Bu ruh hâli içinde Kıbrıs’a döner ve Dr.Küçük ile diğer arkadaşlara ve halka ümit kalmadığını beyan ederse müdafaa sistemimizde ve mücahitler üzerinde şok tesiri yapacaktır. Bunun önlenmesi şarttır. Belki Başbakan ile yapacağı görüşmede moralini yükseltecek birşeyler işitir.

Zekâ Beyin durduğu noktalar şunlardır:

1.Ada fiilen Yunan (veya Rum) işgali altındadır. Etkili bir Türk müdafaası yoktur ve içinde bulunduğumuz şartlar altında olamaz da.

2. İşgale uğramış bir memleketteki halk işgalin acısını ve baskısını azaltmak için yumuşak önlemler alır; bizim yaptığımız gibi işgal kuvvetlerinin dikine gitmez. Biz “hakkımızı alacağız” iddiası ile hep dikine gidiyoruz; fakat bu hakkı alabilecek tedbirlere başvurmuyoruz. (...)” (Cilt:1, s.435)


FUAT SAMİ’NİN YAZDIKLARI

Fuat Sami de “Hatıra Defteri”nin 25 Temmuz 1964 tarihli sayfasında, “Zekâ Bey’in Ankara ziyareti çok önemli” diyerek, Türkiye’yi ziyaret etmekte olan Zekâ Bey’in Kıbrıs sorunu için yapılacak yeni bir anlaşmada görüşmeci olacağını tahmin etmekteydi. (Yayıma Hazırlayan: Dr.Servet Sami Dedeçay, Cilt:1, s.61)

Fuat Bey, 5 Ağustos 1964 günü ise şunları yazmış:

“Zekâ Bey, Ankara’daki danışma toplantısından döndü. Kıbrıslı Türklere kaldı, gerekirse 4 hakim atamaları kabul edip Mahkemelerde çalışmalı. Zekâ Bey Başhakimliği kabul ederse, siyasal çözüme de katkıda bulunabilir. (Cilt:1, s.64)

 
DENKTAŞ, HAKİMLERİN GÖREVLERİNE DEVAMINA KARŞIYDI

Hakimlerin görevlerine devamı konusuyla ilgili olarak Rauf Bey, 14 Eylül 1964 tarihinde şöyle yazıyor:

“Hakim Zekâ Bey bir müddetten beri İstanbul’da. Murat Akıner’e “15’inde geri gidiyorum. Mahkeme Reisliğini kabul etmem için Ankara’dan talimat aldım” demiş. Makarios’un Anayasa’ya aykırı olarak ihdas ettiği mahkemelerde riyaseti Türk hakim yapacak! Halbuki Zekâ Bey Ağustos ayı içinde burada iken kendisine bu mevkiyi kabul edemeyeceğine dair talimat vermişlerdi. Zekâ Bey de Eylül’ün 15’ine kadar idare etsem fikrine saplanmıştı. Bunu da cevaben olur denmişti. Şimdi 15’inden sonra vazifeye resmen başlamak için bilgi verilmiş diye Lefkoşa’ya dönüyor. Hariciyeden Yavuz Aktulga Beyle konuştum. Böyle bir talimat verilip verilmediğini sordum. “Verilmedi, Ağustos’taki konuşma dışında bir şey olmadı” dedi.

Yarın akşam uçak alanına giderek Zekâ Beyle konuşmamız lazım.” (Cilt:1, s.518-519)

Rauf Denktaş, Haluk Bayülken’e yazdığı 14 Ekim 1964 tarihli raporda da şöyle demektedir:

            “Hakimlerimiz “muvakkat bir süre için” vazifeleri başına gittiler. Böylelikle mahkemelerde çalışan Türk memur, mütercim, mukayyit ve mübaşirler de vazifelerine dönmek zorunda kaldı. Türk hakimler mahkeme huzuruna getirilen ve hükümete karşı ayaklanma ile veya buna mümasil suçlarla suçlandırılan Türklerin davalarını görüyorlar ve görecekler...Ve yine bu şekilde ve bu şartlar altında Türk memur ve polisleri vazifelerine döndükten sonra, Makarios idaresi, propagandaları icabı, “Rum cemaatinden ayrı bir idare -hatta coğrafi ayrılık esasına dayanan bir idare” davamızın ne olacağını düşünmeniz icap eder...Vazifeye gidemeyen diğer memurların durumu ne olacak? Bunların arasında şimdiden “hakimler vazifelerine gidiyor; bu, davaya zarar getirmiyor da, bizim gitmemiz mi davaya zarar getirecek?” diyenler vardır. Zamanla bunlar çoğalacaktır. Neticede, Makarios’un Türk mukavemetini kırmak için hazırladığı oyuna geliyoruz ve 9 aylık mukavemetin manası kalmıyor.” (Cilt:1, s.563 ve 564)

Kıbrıs Türk toplumunu hukuk dışı davranışlara yönelten Rauf Bey, “Hatıralar”ında şunları da önermektedir:

“O halde biz Makarios’u tanımayacak tedbirleri düşünmeli ve bunları en had safhasına çıkartmalıyız. Türkiye’nin de tasvibi ile müstakil Türk Cumhuriyetini kurmalıyız... Buna rağmen şu veya bu sebepten Türklerin Makarios hükümetini tanımaları ve bunların sayılarının gün geçtikçe artması beni ürkütüyor... Rum bölgesinde kalan Türklerle irtibat var mı bilmiyorum. Eğer yoksa, “milli vazifelerinin neler olduğu hakkında” Kıbrıs’ın Sesi radyosu vasıtasıyla direktifler verilebilir. Cemaat olarak parolamız “Makarios hükümetini red ve inkâr” olmalı ve bunun için geniş ölçüde propagandaya girişmeliyiz. Makarios hükümeti meşru  hükümet değildir. Onu tanımamak, ona vergi vermemek, memurları ile işbirliği yapmamak her Türkün vazifesidir. Bu hükümetin organlarına, vasıtalarına, binalarına karşı da sabotaj hareketlerine girişmek bu vazifenin bir icabıdır.” (Cilt:2, s.29)

“Kıbrıslı Türklerin, her kasabada Rum semtinde Anayasaya aykırı bir şekilde icrayı faaliyet eden mahkemelere başvurmalarını şimdiye kadar önleyebilmiş bulunmaktayız. Fakat son günlerde Türkiye İş Bankası Lefkoşa Şubesinin, bankaya borçlu bulunan ve kredi bakımından tehlikeli olan bazı Rumlar aleyhine dava açmak tasavvurunda olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.” (Cilt:2, s.172)

“Anayasaya aykırı olarak kurulan mahkemelerde Türkiye’nin isteği üzerine Türk hakimler vazife görmektedirler. Hakim Zekâ Bey de, en kıdemli hakim olarak, Baş hakim mevkiini işgal etmektedir.” (Cilt:2, s.187)

“Kliridis’in şartlarını kabul ederek meclise gidildiği takdirde Rum hükümetinin meşru bir hükümet olduğu bizce de tanınmış olacaktır.” (Cilt:2, s.267)

“Rumlarla teşriki mesaiyi hattı asgariye indirmeliyiz. Alış veriş dahil her türlü temas sıfır derecesine indirilmelidir. Bunu yapabilecek miyiz? Bilmiyorum. Stok yiyecek ve diğer zaruri eşya mevcut mu? Bilmiyorum. “Hükümet”e müracaat ederek pasaport alma, araba ruhsatı çıkartma gibi olaylar da durmalıdır...Ankara ile tam bir işbirliği halinde bu planı yürütmeniz icap edecek. Hakimlerin vazifelerinden çekilmesi bu planın bir safhasıdır.” (Cilt:2, s.277-278)

“Aleyhimize kullanılan ve kullanılacak olan diğer konular şunlardır: Mağusa’da, Limasol’da Türklerle Rumlar bir arada çalışmaktadırlar. Hakimler ve bazı memurlar (gümrük memurları ve mahkeme memurlarından bazıları) Rumlarla işbirliği halindedirler. Bunlar Rumlarla teşriki mesai ediyorlar da diğerleri niye etmiyor? Rum bölgesi denilen yerlerde yaşayan on binlerce Türk Rum idaresinden memnundur vs.” (Cilt:2, s.327)

 
ENGELLEYEN KİMDİ?

Zekâ Bey, TC Dışişleri Bakanlığı Kıbrıs bölümü sorumlusu Yavuz Aktulga’ya gönderdiği 12 Aralık 1964 tarihli ve “Kıbrıs’ta mahkemelerin durumu” başlıklı yazısına şu notları eklemişti:

1.Mahkemelerde görevli Türk memurların, mahkemelere dönmelerine Rum makamları müsaade etmiş ise de, bunlardan bir kaçı vazifeye dönmüş, geride kalanların bir kısmı dönmek istememiş ve dönmek isteyenlerin bir kısmına da Türkler tarafından dönme müsaadesi verilmemiştir.

2. Rum makamları mahkemelere gidecek olan avukat, davalı, davacı ve tanıklar için yoklamaya tabi olmadan yol serbestisi tanımıştır ve yalnız Baş Savcının müracaatı ile ve mahkeme tarafından verilecek emir ile mahkemeye giden kimseler tevkif olunabilecekleredir.

3. Lefkoşa Türk semtinde yeniden mahkeme açılmasına teşebbüs edildiği, fakat bir semere vermedi. Rum Adalet bakanı hükümet otoritesinin tanınmadığı bir bölgede mahkeme açılmasına Kıbrıs Hükümetinin muhalif olduğunu söyledi. Bu hususta daha esaslı teşebbüslere ihtiyaç vardır. (...) (agy, s.156)

           Zekâ Bey, hatıralarında şöyle demektedir: “’940 yılından ‘966 yılına kadar mahkeme hakimliği yaptık ve zaman zaman terfi ederek, nihayet ‘964’de Kıbrıs Başhakimliğini aldık. ‘966’da durakladık, çünkü Türkler bu tarafta kalmamızı istedi. Gerçi İsmet Paşa’nın yazılı emrine uyarak, ben, Başhakimliği bir müddet devam ettirdim. Fakat ondan sonra, ‘ya bütün Kıbrıs’ın Başhakimi olurum veya Başhakimlikten çekilirim’ dendi ve bu hususta da İsmet Paşa’nın bütün tavsiyelerini ve önerilerini yerine getirdim.” (agy, s.45)

 
TÜRK HAKİMLERİN İSTİFASI

Fuat Sami, Hatıra Defteri’nin 2. cildinin 16 Haziran 1966 tarihli sayfasında, Hakim Zekâ Bey’in Kıbrıs Türk liderliği ile görüştüğünü ve bir gün sonra (17 Haziran günü) görevinden istifa ettiğini kaydetmektedir. Cyprus Mail gazetesi ise 18 Haziran 1966 tarihli nüshasında Zekâ Bey’in Başyargıçlıktan istifa ettiğini duyurmaktaydı. Fuat Bey devamla şunları yazmaktadır:

“İnönü hükümetinin ahmaklıklar dönemi kapandı. Kimse Zekâ’nın siyasiler elinde bir kukla olmasını beklemesin. Türk tarafı 1963’den beri yoksun olduğu kendi yargı hizmetini kurmak isteyecek.” (s.65)

 
DENKTAŞ’IN KALEMİNDEN İÇ DURUM

            Rauf Denktaş, yine “Hatıralar”ında toplumun o günlerdeki durumunu şöyle yansıtmaktadır:

“Plümer ve Ramadan Cemil’in müşterek görüşleri şu: “Cemaat birbirine düşmüştür. Lefkoşa’nın kapıları açılsa adayı terk edecek veya Rum tarafında geçecek çoğu vardır. Hak, adalet yok, zorbaların idaresi var. Doktor başlangıçta her şeyi askerlere teslim etti. Şimdi hiç bir yetkisi yoktur.” (Cilt:2, s.336)

“Makarios’un Ankara Sefiri Ahmet Zaim “Zürih anlaşmalarının sivri uçlarını bertaraf ederek Makarios’la uzlaşmak gerekir” düşüncesini yabancı diplomatlara iletmekten geri kalmıyor. Birilerinin Ahmet Zaim’i uyarması gerek.” (Cilt:3, s.257)

“Sayın Dırvana’nın tutumu bambaşkaydı. Rumların hüsnüniyetine inanmıştı. Bize “Menderes’in macera politikasını takip etmeğe meyyal emrivakiciler” diye bakıyordu... Dırvana’ya göre Cumhuriyet’in düşmanı bizdik. Taksim yapmak için emrivakiler yapabilirdik, Türkiye’yi belaya sokabilirdik vs.” (Cilt:3, s.371-372)

Bu gün genel komite kadrosundan bir şey beklemek hayaldir. Orada çok kıymetli, eskiden beri bu dava için mücadele eden arkadaşlar olmakla beraber, taviz politikası zihniyetinin öncülüğünü yapan, ileride Rumlar ile bir arada yaşayacağız düşüncesiyle, davranışlarını ona göre ayarlayan arkadaşlar maalesef çoğunluktadır.” (Cilt:4, s.16)

“Cemal Müftüzade’den Rauf Denktaş’a mektuptan: “Şimdilik söyleyemeyeceğim çok şeyler vardır. Hazırlamış olduğum hatıratım neşredildiğinde (dava hayırlı bir neticeye vardığında neşri mümkün ve caiz olabilir) çok şeylere daha vakıf olacaksınız. Kendimden ziyade zavallı Cemaata acımaktayım. Cemaat ne dertte, baştakiler ne dertte!” (Cilt:4, s.206)

 
FUAT SAMİ’NİN HATIRA DEFTERİNE NOT ETTİKLERİ

23 Ocak 1968 : “M.Zekâ, Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı için aday olacak. Dr.Küçük ve çevresi yeteneksiz.” (Cilt:3, s.14)

24 Ocak 1968: “Dr.Küçük, Halkın Sesi’nde hoşlanmadığını açıkladı (s.15)

27 Ocak 1968: “Zekâ adaylığını koymayacağını açıkladı.” (Cilt:3, s.15)

14 Şubat 1968: “Halkın Sesi gazetesi,  M. Zekâ’nın geçen Pazar Agon gazetesine verdiği demeçte, Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumların işbirliğinin gerekliliğini söylemesine saldırdı. Onu Rum yanlısı olarak suçladı.

23 Şubat 1968 : “Zekâ Ankara’dan döndü. İlter Türkmen ile görüşerek ona çözümle ilgili görüşlerini vermiş. TC Dışişleri Bakanı ona karşı iyi davranmamış. (s.26)

 
ZAMANIN TC BÜYÜKELÇİSİ’NİN ANILARINDAN

O dönem Kıbrıs’ta görev yapmakta olan Ercüment Yavuzalp’in “Kıbrıs Yangınında Büyükelçilik” adlı hatıra kitabında (Ankara 1993, s.133-143) Zekâ Bey’in Kıbrıs Cumhurbaşkanı Yardımcılığı için aday olması  konusu ile ilgili olarak şunları yazmaktadır:

“Kendisini ismen tanımakla beraber, adaylık konusu ortaya çıkıncaya kadar Zekâ Beyle karşılaşmamıştım. Bununla beraber, Ada genelinde saygın bir şöhreti olduğunu biliyordum.

Rum gazetelerinde haberi gördükten sonra, bu adaylık işinin nereden çıktığını araştırdık. Tahmin ettiğimiz gibi, ortaya çıkan fırsatı, başta Zekâ Beyin damadı ve Denktaş’ın yokluğunda cemaat başkanlığına vekalet eden Şemsi Kâzım olmak üzere, Küçük’le hesaplaşma peşinde olan muhalifleri değerlendirmek istemişler. Bunlar, Küçük’ün karşısında olan bazı mücahit bölük komutanları ile birtakım dernek yöneticilerini de yanlarına alarak Zekâ Beyi bu işe ikna etmişler. Bunların, Küçük’ün, uzun yıllar iş başında olmasından kaynaklanan yıpranması yanında, kendine has mücadele yöntemleri dolayısıyla da karşıtlarının sayısının gittikçe arttığı, mevcut ortamda seçimin Küçük’ün bertaraf edilmesi için çok iyi bir fırsat yarattığı sonucuna varmış oldukları anlaşılmaktaydı.” (s.137)

 
TEBLİGAT YAPILIYOR

Ercüment Bey devamla, anormal koşulları öne sürerek, demokratik kuralların işlemesinin “sakınca”larına değinmekte ve Zekâ Bey’i büyükelçiliğe çağırarak, onun Dr.Küçük karşısında Kıbrıs Cumhurbaşkanı Yardımcılığı için aday olmaktan vazgeçirmek için iknaya çalıştığını anlatmaktadır:

“Davetime hemen icabet etmekle beraber, bu işten pek memnun olmadığı yüzündeki ifadeden anlaşılıyordu. (....) “Gururlu bir insan olan Zekâ Bey, tebligattan ziyade bir tür ikna etme şeklindeki bu sözlerimden sonra, başlangıçtaki gergin havadan kurtuldu ve benimle daha rahat konuşmaya başladı. Hiçbir siyasi ihtirasının olmadığını, bazı meslek teşekkülleri yöneticileri ve bazı mücahit komutanlarının kendisine gelerek adaylığını koymasını istediklerini, bunun milli bir görev olduğunu söyleyerek ısrarlı davrandıklarını, bu durumda istekleri geri çeviremeyerek aday olmayı mecburen kabul ettiğini söyledi. “Ancak, Türkiye Hükümeti istemezse, Anavatan uygun görmedi der çekilirim” diye ilave etti.

Zekâ Beye, “Anavatan uygun görmedi, onun için adaylıktan çekiliyorum” şeklinde bir beyanatın Rumlara propaganda alanında istismar edecekleri bir malzeme vereceğini, ayrıca Türkiye’nin adaylar arasında ayrım yaptığı izlenimi yaratacağını, oysa böyle bir şeyin söz konusu olmadığını, bizim çabamızın, bu seçimin herhangi bir olaya meydan vermeden ve toplumumuzda gereksiz ve zararlı çatışmalara yol açmadan yapılmasını sağlamak olduğunu söyledim. Bu koşullarda en iyi hareket tarzının, “Çok adaylı seçimin, bu aşamada toplumumuz için zararlı olacağı kanaatine vardım. Bu nedenle adaylıktan vazgeçiyorum” şeklinde bir demeç vermek olacağını düşündüğümü ifade ettim.

Zekâ Bey, “Ben hiçbir neden göstermeden çekilirsem, olaylar çıkar” dedi. Görüşmeden edindiğim izlenim, Zekâ Beyin, bir kere vermiş olduğu sözden dönmekte güçlük çekmekte olduğu, ancak, kendisi ile saygılı, fakat tutumumuzun kesin olduğunu açıklıkla belirten bir üslupla yaptığım konuşmadan sonra, bu işin kendisine söylenildiği kadar basit ve kolay bir iş olmayacağını anlamaya başladığı şeklinde idi. Kendisini kırmamaya özen göstererek, toplum yararını neden göstererek çekilmesinin en iyi yol olacağı hususundaki görüşümüzde ısrar ettim. Bunun üzerine, “Bana iki gün müsaade edin. Düşünüp, size kararımı bildireyim” dedim.

Herhalde, benden ayrıldıktan sonra, adaylığını koymasını isteyenlerle istişare etmeye gitti. Bu arada, Ankara’ya gidip, hükümetle konuyu bizzat görüşeceği yolunda haberler çıktı. Böyle bir şeyin, kendisini bu işe itenler tarafından önerilmiş olması ihtimal dahilindedir.

 
DR. KÜÇÜK’ÜN ŞANTAJI

İkinci adayın ortaya çıkması haberinden zaten çok rahatsız olmuş bulunan Dr. Fazıl Küçük, Zekâ Beyin Ankara’ya gideceği haberi üzerine daha da telaşlandı ve Ankara’ya iletmem için bana bir mesaj getirdi. 

Mesajda, çok adaylı bir seçimin topluma getireceği zararlar ayrıntılı bir şekilde vurgulanıyor, mevcut koşullarda eşit bir kampanya sürdürülemeyeceği söyleniyor, sonunda da eğer bir kampanya yapılmak durumu olursa bütün kirli çamaşırları ortaya dökmek zorunluluğunun ortaya çıkacağı ilave ediliyordu. Satırların arasında, eğer çok adaylı bir seçim yapılır ve kampanya yürütmek gerekirse, açıklanmasında sakınca bulunacak bazı hususlara değinmek zorunluluğu benim için kaçınılmaz olacaktır mesajı mevcuttu. Gerek oldu bitti şeklinde bir ikinci adayın ortaya çıkarılması, gerek telaşa kapılıp böyle bir davranışa girmesi, maalesef, mücadelenin bu aşamasında toplumdan beklediğimiz sorumluluk duygusu ile bağdaşmıyordu.

Zekâ Beyin adaylığı yönündeki cereyan, onun bu iş için uygun görülmesinden çok, Küçük’ün bertaraf edilmesine yönelik istekten kaynaklandığı için, bu konuda Küçük’ün ortada dolaşması, sorunun çözümüne katkı yapacak nitelikte değildi. Kaldı ki biz, Türkiye olarak, Küçük’ünkünden daha geniş bir amaç çerçevesinde, yani toplumun mücadele gücü ve birliğinin zarar görmesini önlemek amacı ile, seçimin tek adaylı olarak yapılmasını istiyorduk. Buna rağmen mesajı Ankara’ya gönderdim.” (s.139-141)

 
DENKTAŞ’IN DEĞERLENDİRMESİ

Rauf Denktaş ise “Hatıralar”ının 1968 yılını kapsayan 5. cildinde yer alan ve 26 Ocak 1968 tarihli notlarında, konuyla ilgili olarak şunları yazmakta ve Zekâ Bey’in adaylığının perde gerisinde yatanları kendince şöyle yorumlamaktadır:

“Hakim Zekâ Beyin birdenbire Dr.Küçük’ün karşısına ve “Denktaş’la işbirliği yapabilecek kişi” olarak çıkarılması teşebbüsü tesadüfi değildir. İçte askeri liderlik ile Dr.Küçük arasında devam edegelen bir uyuşmazlık vardır. Mücahitlerin büyük bir kısmı askeri lidere bağlıdır. Askeri lider, taviz vermemek ve verdirtmemek için Ankara’nın hoşuna gitmeyen kararlar almakta, Lefkoşa’daki TC Büyükelçiliği ile de ters düşmektedir. Alay Komutanlığı da Büyükelçiye dayanıp askeri liderin aleyhine cephe aldıktan sonra işler daha da kızışacaktır. Askeri liderlik Cemaat Meclisi Başkan Vekili Dr.Şemsi Kâzım’la işbirliği içindedir. Dr.Şemsi Kâzım, Doktor Küçük’e karşı aday yapılmak istenen Hakim Zekâ Beyin damadıdır. Askeri kanat Dr.Küçük’ün Halkın Sesi kanalı ile başlatılan saldırılarına karşılık “Zafer” gazetesinin yayınlanmasını sağlar. “Zafer” gazetesi Doktor Küçük’e saldırılarında Denktaş yanlısı bir çizgidedir. Bundan da güdülen gaye, Doktor Küçük’ün safında olanları “Zaferciler” veya “Denktaşçılar” diye adlandırılan, fakat esasta “Askeri kanat” anlamına gelen “milliyetçi, tavizden yana olmayan” kanada çekmektir. Bu gelişmeler tabiatıyle Dr.Küçük’ü bana karşı etkilemekte ve Cemaat’ta büyük bir huzursuzluğa neden olmaktadır. Cemaat sevdiği ve saydığı Dr.Küçük’le, güvendiği, yetenekli, fedakar bir asker komutan (Kenan Coygun) arasındaki gerginlikten etkilenmekte, yumruk gibi olması gereken Cephe’de ayrılıklar genişlemektedir. “Zafer” gazetesinin Hakim Zekâ Beyin adaylığı ile ilgili yazısı bu açıdan değerlendirilmelidir. Hakim Zekâ Beyin adaylığını koyduğu takdirde ulusal davamızın giderilmesi mümkün olmayan yaralar alacağı inancındayım. Bu görüşümü askeri lidere, Dr.Şemsi Kâzım’a, Kutlu Adalı’ya, Fazıl Plümer’le Dr.Niyazi Manyera’ya ve Zekâ Beye duyuruyorum. “Zafer” gazetesinden benim adımı kullanarak Dr.Küçük’ün karşısına çıkılmamasını bir kez daha istiyorum.” (s.65)

 
SONUNDA ZEKÂ BEY GERİ ÇEKİLİYOR

Ercüment Yavuzalp’in anlattıklarından devam edelim:

“Zekâ Beyle görüştükten bir gün sonra, o sırada New York’ta bulunan Denktaş, Osman Örek’le ortak bir bildiri yayınlayıp, bunu Lefkoşe’ye gönderdiler. Bildiride, kısaca, içinde bulunulan durum ve çok ciddi tehlikeler karşısında, şahsiyet yarışması veya şahsi politika güdülmesine ne zaman, ne de zeminin kesinlikle müsait olmadığı, bu konuda Sayın Dr.Fazıl Küçük dışında aday olarak isimleri duyulan diğer şahısların ve davaya inanan bütün cemaat mensuplarının da aynı düşünceyle hareket edeceklerine inanmakta oldukları ifade ediliyordu.

Hem Türkiye, hem de Denktaş’ın tutumu böyle olunca, Zekâ Bey’in ısrarlı olmasına imkan kalmadığı belli oldu. Zannediyorum, Zekâ Bey bu işe, söylediği gibi siyasi bir ihtirası tatmin için değil, kişisel intikam peşinde olanların kendisine ilettikleri yanlış bir değerlendirmeye dayanarak, sırf topluma yardım ediyor inancı ile girmişti. Yaşlı ve tecrübeli bir kimse olarak, bundan sonra Zekâ Bey için sorun, kişiliği yaralanmaksızın bu işten sıyrılmaktı. Biz ona yardımcı olduk.

            Zekâ Bey, kendisi ile görüşmemden iki gün sonra beni görmeye geldi. Dr.Fazıl Küçük’ün siyasi koşullar imkan verdiği an, normal seçimler için fırsat sağlayacağına dair beyanat vermesi halinde adaylıktan çekileceğini söyledi.

Karşılıklı beyanatlar üzerine, bir yandan Küçük, diğer yandan Ankara ile devamlı temasta bulunarak çalıştık. Sonunda aşağıdaki metinler üzerinde mutabakata vardık.” (...) “22 Ocakta Zekâ Beyin adaylığının ortaya atılması ile ortaya çıkan adaylık bunalımı, dört gün süren geceli gündüzlü çabalar sonucunda bu şekilde çözülmüş oluyordu.

            Mevcut yasaya göre 15 Şubata kadar yeni aday çıkmadığı ve bu durum tespit olunduktan sonra geçen 6 saat içinde de Dr.Fazıl Küçük’ün adaylığına karşı bir itiraz yapılmadığı için kendisi seçim tarihi olan 25 Şubat beklenilmeden, cumhurbaşkanı yardımcısı olarak seçilmiş sayıldı.” (agy, s.142)

 
OKTAY FERİDUN GERÇEKLERİ ANLATIYOR

“Seçimler arifesinde Strazburg’dan döndüğü gece genç mücahit komutanlarından birkaçı Zekâ Bey’in evine gelmişler ve Zekâ Bey’den Cumhurbaşkanlığı Muavinliğine namzetliğini koymasını ısrarla talep etmişlerdi. Bunları destekleyenler arasında K.T.Alayı Komutanı Merhum Fazıl Polat Paşa, Lefkoşa Sancaktarlığı, hemen hemen bütün mücahit komutanları, eski TMT mensupları, Türk Cemaat Meclisi üyeleri, belli başlı kulüp ve dernek yöneticileri, Çiftçiler Birliği ve köy muhtarları da vardı. Mücahit komutanları taleplerinde ısrar ediyorlardı. Zekâ Bey onlara hitaben tatlı ve kibar bir üslupla politikaya karışmak istemediğini ve böyle bir zamanda diğer namzetlerle meydanlarda karşı karşıya gelmek gibi bir niyeti bulunmadığını ısrarla ileri sürmüş, özür dilemiş, “biz nasıl silahlarımızla cephede görev yapıyorsak, siz de bu görevi kabul etmelisiniz!” diyerek, onu adeta ikna yoluyle de olsa kabule zorlamışlardı. Zekâ Bey bu durumda kabul etmekten başka çare görmemişti. (Bundan sonra da mücahitler evin etrafına gözlemciler koymuşlar, her ihtimale karşı Zekâ Bey’in evine girip çıkanları kontrol ediyorlardı.) Ben o zaman Başsavcı idim ve ilaveten Dr.Küçük’ün maiyetinde genel Komite’de de görevli idim. Seçim propagandaları başladıktan birkaç gün sonra Sayın Büyükelçi Ercüment Yavuzalp beni aradı ve Zekâ Bey’i sordu. Onu bulup gece belli bir satte (hatırlamıyorum) Büyükelçilik binasına gitmemizi istedi. Benim de orda hazır olmamı isteyip istemediğini sorduğumda, bana “evet, sen de gel” dedi. Zekâ Bey’le belirtilen saatte Elçilik Binasına gittik. Sayın Yavuzalp ve Teşkilat Başkanı bir odada ikisi oturuyorlardı. Ben ise “kalayım mı?” diye sorduğumda bana “evet, sen de kal!” dediler ve oturduk. Derhal konuya girdiler ve kendilerinden yaşlı saygın birine hiç de yakıştırılamayacak üslup, ton ve öfke ile Zekâ Bey’den adaylığını derhal geri çekmesini istediler. Zekâ Bey kendilerine durumunu izaha çalıştı. Mücahit gençleri ve kendini destekleyenleri kırmak istemediğini, fakat madem ki kendileri öyle istiyorlardı, onların gönlünü almak için kendilerine “Anavatanımızın bu kritik zamanlarda toplumu seçime götürmenin uygun olmayacağını” izah etmesi için vakit verip müsaade etmelerini önermiş, rica etmiş, fakat onlar öfkeli tutumlarına devamla “hayır, sen gidip kendin vazgeçtiğini söyleyeceksin, Anavatan her türlü belanızı çeker, bunu da mı ona yükleteceksiniz? “ mahiyetinde sözler söylemeyi sürdürmüşler ve geç saatlere kadar bizi orda tutmuşlardı. Bu olayın yer aldığı aynı gece, Kemal Rüstem Bey’in de kokteyili vardı. Ben ve Zekâ Bey de davetliydik. Fazıl Polat Paşa eşimden ne için gelemediğimizi öğrenince hiddetlenmiş ve “niye oraya gittiler, gitmemeliydiler!” gibi öfkeli sözler söylemiş ve çok sinirlenmişti. Zekâ Bey, daha sonra Anavatan’ın içinde bulunulan şartlardan dolayı bir seçim yapılmasına taraftar olmadığını Türkiye’deki yetkililerden öğrenmesi üzerine daha demokratik bir ortam oluşuncaya kadar adaylığını geri çektiğini açıklayacaktı.” (Başhakim Zekâ Bey, Lefkoşa 2002, s.70-71)

 
KUTLU ADALI’NIN TANIKLIĞI

Kutlu Adalı, Yeni Düzen gazetesindeki köşesinde çıkan “Dikenli Yol” adlı 9 yazılık dizisinde (Yaseminlerimi Geri Verin, Lefkoşa (1999), s.69-117) Zekâ Bey’e yapılanlara da değinmiş ve Ercüment Yavuzalp’ın olayları anlatış şeklini eleştirerek şunları yazmıştı:

“Zekâ Bey’in aday olmayı kabul etmesi, Kıbrıs Türk toplumu ve Rum tarafında bomba gibi patlamıştı. Olay Türkiye’de ve dünyada yankılar uyandırmıştı. Dr.Küçük adaylığını koymamayı bile düşünmüş, bunu çevresine söylemişti. Yerli ve yabancı basın mensupları Zekâ Bey’in evine akın etmişti. Tanıdığı dünya çapındaki hukukçular ve politikacılar, başarı mesajları yollamaya başlamışlardı. Rumlar ise hem memnun, hem de tedirgindiler. Kimi çevreler telaş ve korkuya kapılıyor, kimisi de yeni taktikler uygulamayı tasarlıyordu. Rumlara göre Zekâ Bey, birdenbire ortaya çıkmış, ya da çıkarılmış bir kimsedir.

          Bunca zamandır ortada görülmüyordu. Politik geçmişi olmayan bir insanın adaylığını koymasının altında yeni bir Türk taktiği yatabilirdi...

Dr.Küçük cephesinde ise Denktaş’ı istemeyenler, Zekâ Beyin adaylığı karşısında birdenbire Denktaşçı oldular ve Ankara’da sürgünde, av partilerinde zevkli yaşam süren bir kişi olarak eleştirdikleri Denktaş’a sarıldılar. Ta New York’a kadar mesajlar yolladılar! O sırada Denktaş, New York’tadır. Zekâ Bey doğa aşığı bir kişiydi. Köyden, halktan, topraktan hiç korkmamıştı. Hangi görevde, hangi mevkide bulunursa bulunsun köyü Bladanisso’ya sık sık gider, tarlasında, bahçesinde uğraşır, köylülerle birlikte çalışır, sade ama gerçek bir yaşamın tadını doğayla haşır neşir olmakla bulurdu. Adaylık kararını verdikten sonra birkaç gün düşünmek için köyüne gider. Çalışma programını sakin kafayla orada çizmeye çalışır. Ne var ki, döndüğünde kendisini kötü bir sürpriz beklemektedir. Bu arada TC Lefkoşa Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Ercüment Yavuzalp ve Bayraktar harekete geçmiş, Dr.Küçük lehine Ankara’ya mesajlar gönderilmiş, hiç kuşkusuz Ankara’dan da bu yolda mesajlar daha önce Elçiliğe iletilmişti. Onlar bu hareketi ve seçimleri demokrasi açısından değil, milli dava, birlik ve beraberlik açısından görüyorlar, ırmaktan geçerken at değiştirmek istemiyorlardı. Bu nedenle köyden Lefkoşa’ya dönen Zekâ Beyi hiç de nazikane olmayan davranışlarıyla Büyükelçiliğe çağırırlar. Elçilikten Zekâ Beyin damadı Başsavcı Oktay Feridun Beye telefon gelir: Zekâ Beyin Elçiliğe gelmesini istiyoruz. Kayınpederini acele al da gel!”

Zekâ Bey, gerçekten damadı Oktay Feridun Beyi de yanına alarak Elçiliğe gider. Oktay Beyin hukukçu, avukat ve başsavcı olduğu, yüksek görevler yaptığı, çok saygın, dürüst bir kişi olduğu bilindiği halde Elçiliğe böyle nezaket kurallarına uygun düşmeyen biçimde çağrılması üzüntü yaratır. Zaten Ercüment Yavuzalp’in pek çok önyargılı ve eksiklerle dolu, taraf tutan “Kıbrıs Yangınında Büyükelçilik adlı 1993 yayımı anılarında bu durum fazlasıyla sezilmektedir. (...)

Ercüment Yavuzalp ve Bayraktar Yardımcısı Erdinç Bey nazik olmayan biçimde, gece yarısı, uygunsuz bir zamanda ve saatte Zekâ Beyi ve damadı, zamanın başsavcısı Oktay Feridun Beyi tam bir diktatörce huzuruna çağırıp, hakaretamiz baskılarda bulunur, adaylığını geri çekmeye zorlar. Zekâ Bey olgun, onurlu bir kişilikte, halkın bütün kesimlerinin kendisini göreve çağırmasıyla, bu şerefli görevi üstlendiği, bir vatandaş olarak halkına borcu olduğunu, bu milli görevden kaçmasının doğru olmayacağını, huzursuz olan halkın umutlarını kıramayacağını, onları bir kaosun içine atamayacağı, insan haklarını, demokratik kuralları anlatırsa da karşısındaki diktatör görevliler sert sözler ve davranışlarla Zekâ Beyin direncini kırmaya çalışırlar.

Zekâ Beye bütün söyledikleri şudur: Birlik beraberlik bozulacak. Kıbrıs Türkleri parçalanacak. Mücadele gücü zayıflayacak. Dava yara alacak. Rumların ekmeğine yağ sürülecek. Rumların seçime gitmelerinin amacı, aslında Cumhurbaşkanı Muavinliği makamını hukuken ortadan kaldırmak içindir. Dr.Küçük seçilmezse, bu iş bitmiş olacaktır. Seçim normal bir zamanda yapılmış olsa haklısınız. Toplum bu aşamada bir seçim kargaşası yaşayamaz. Bu nedenlerle tek adayla, Dr.Küçük ile seçimlere gidilmesi uygun görülmektedir.(...)

Saatler gece yarısını çoktan geçmiştir. Zekâ Bey hiç de nazik olmayan söz ve davranışlarla, bir suçlu gibi Elçilikte baskı altında, hem de Başsavcı olan damadının gözleri önünde adaylıktan vazgeçirilmeye zorlanmaktadır.

Yavuzalp istemektedir ki, Zekâ Bey şöyle bir açıklama yapsın:

“Çok adaylı seçimin, bu aşamada toplumumuz için zararlı olacağı kanaatine vardım. Bu nedenle adaylıktan vazgeçiyorum.” Zekâ Bey hukuk adamıdır, buna yanaşmaz. Bir elçinin görevinin böyle baskılar olmadığını da bilir. Çok sevdiği Anavatanın elçisinin bu duruma düşmesinden, ya da düşürülmesinden derin üzüntü duyar. Davranışları, konuşması, uslubu diplomatik kuralların dışına çıkmış bir elçinin, diktatörce çırpınışlarına dayanamaz. Bu basitlik karşısında Zekâ Bey şöyle der: “Bana iki gün müsaade edin. Düşünüp size kararımı bildireyim.”

Zekâ Bey ve damatlarıyla ertesi gün bizzat konuştum ve Zafer gazetesi için flaş bir haber çıkarmaya çalıştım. Yazılmamak koşuluyla Yavuzalp ile yaptığı konuşmaları öğrendim. Bana herhangi bir demeç vermedi, ancak temaslarına devam edeceğini söylemekle yetindi. Ve “Sabredin, birkaç güne kadar bazı açıklamalarda bulunacağım” dedi.

Salih Çelebioğlu ile birlikte 27 Ocak 1968, Cumartesi gününün Zafer gazetesini bağlamış, baskıya vermek üzereydik ki, Zekâ Bey ile Dr.Küçük’ün açıklamaları geldi. Baskıyı hemen durdurduk. “Son Dakika: Seçim yok. Karar dün akşam geç saatlerde açıklandı” başlığı altında yazılan açıklamaları yayınladık. Dr.Küçük’ün ise kendi gazetesi Halkın Sesi’nde bir gün önce (26 Ocak 1968) New York’ta bulunan ve kendisini destekleyen Denktaş ile Osman Örek’in ortaklaşa yaptıkları “Vatan, millet, Sakarya, birlik, beraberlik” havalarında ve Dr.Küçük’ten sonra sırada biz varız anlamında verdikleri uzun bir demeci manşetten yayımlamıştı. Bu demecin arkasında yine Ercüment Yavuzalp ile Ankara vardı. (Anılarında gizlemiyor.)

Denktaş sürgünden geldiğinde kendisine sordum: “Tam, Dr.Küçük halkın oylarıyla düşürülüyordu, nereden icap etti de lehine ta New York’tan demeç yolladınız?”

Denktaş’ın yanıtı şu olmuştu: “Ansızın Ankara’dan bir mesaj geldi. Dr.Küçük tehlikede. Seçilme şansı hiç yok. Osman Örek ile durumu değerlendirdik, mesajı yolladık!”

           Bu olaylar, bu açıklamalar, bu mesajlar, bu baskılar gösteriyordu ki, mevcut ekip dışında Kıbrıs Türklerine seçme ve seçilme hakkı yoktu.” (agy, s.97-102)

           “Zekâ Beyin adaylığı ve yapılan baskılar aslında utanç verici yüzkarası bir davranıştır. Düşünebiliyor musunuz, Zekâ Bey Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne seçilmiş bir yargıçtır. Yapılan baskı sırasında yanında bulunan da damadı Başsavcı Oktay Feridun Beydir. Böyle olduğu halde Ercüment Yavuzalp “Kıbrıs Yangınında Büyükelçilik” adlı kitabında, 1984’te ölmüş olan Zekâ Beyi, 1993 yılında eksik ve yanlış bilgilerle kötülemektedir. Üstelik Elçi iken yaptığı baskıları normal bir davranışmış gibi övünerek anlatıyor. Sanki de Türkiye’nin Kıbrıs’ta yabancı elçiliğini yapmıyor, Türkiye’yi temsil etmiyor, olağanüstü yetkilere sahip Şırnak Valisi gibi davranıyor. Oturup demokratik seçimleri savunacağına, Ankara’yı ikna edeceğine, demokrasi isteyen halka ve adaylara baskı yapıyor, onları adaylıktan vazgeçirmeye çalışıyor, seçimlere gidilmemesi için uğraşıyor. Belki de bu yüzden olacak, daha sonraki günlerde Denktaş için yapılan protesto mitinginde, bir grup tarafından Elçilik binasında taşlanacaktır. Kimbilir belki de taşlanan ilk ve son TC Büyükelçisi olacaktır.” (agy, s.104-105)     

           İşte bu ülkenin demokrat bir hukukçusuna bile, yukarıda anlatılan olaylar yaşatılabilmiştir. Gerisini düşünmek sayın okuyucunun hayal gücüne bırakılmıştır.  

 (Afrika gazetesi, 10-11-12 Kasım 2003)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder