12 Temmuz 2014 Cumartesi

AYRILIKÇI BAZI GÖRÜŞLER VE FEDERAL BİR ÇÖZÜMÜN GEREKLİLİĞİ ÜZERİNE


Kıbrıs’ta yaşayan iki ana etnik-ulusal toplum arasında var olan ve kökü İngiliz sömürge yönetimi dönemine dayanan milliyetler sorununun, Kıbrıslı Türk ilerici aydınlar arasında tartışılmaya başlanması, önceleri işçi sınıfı partisinin Kıbrıs Türk toplumuna ayrılma dahil kendi kaderini tayin hakkını tanıması şeklinde başlamışsa da, daha sonra “Kıbrıs’ta ulusal sorun” adı altında yayınlanan mektuplarla içeriği boşaltılarak, amacından saptırılmıştır.(1)

Getirilen şabloncu tezlere göre, Kıbrıs gerçekleri alt-üst edilmiş ve zorlama yorumlarla ayrılıkçı şoven harekete “sol”dan destek sağlanmıştır. Oysa adayı bölmek isteyen emperyalizm ve gerici çevrelerin iktidar mücadelelerinde toplumların sürekli ayrılığına ilişkin görüşler yaydıkları ve etnik-ulusal anlaşmazlıkları körükledikleri bir ortamda politika bilimcilerine düşen görev, ayrılıkçı hareketin altında yatan motifleri, bunun ardındaki sosyal güçleri ve onların politik platformdaki gerici ideolojilerini açığa çıkarmak olmalıydı.

Bilimsel olma iddiasıyla aktardıkları alıntılarla, 1974 sonrasının Kıbrıs’ını, Çarlık Rusyası’nın kenar bölgelerine benzetenler, Kıbrıs’ta iki ulusun bir çırpıda oluştuğu ve klasik tanımı ile “ezen ve ezilen” ulusların bulunduğu görüşünden hareket etmelerine rağmen, söz edilen uluslaşma süreçlerinin nasıl ve hangi zaman dilimi içinde oluştuğuna değinmemişler ve “bunu göstermek zor değildir” diyerek, tezlerinin temel dayanağını boşta bırakabilmişlerdir. (2)

Adada yaşayan Türk ve Rum toplumları arasında özellikle 1878’den bu yana süregelen temsiliyet mücadelesi ve anayasal sorunlar gözardı edilerek, “bugün Kıbrıs’ta var olan devlet sınırları” reel politikacılık uğruna esas alınmış ve mekanik bir yaklaşımla 1974 sonrasının bölünmüşlüğü aklanmıştır.

Oysa tarih göstermiştir ki, bir ülkede politik güçler kutuplaşmaya başlayıp, ekonomik ve politik bağımsızlık için verilen mücadele keskinleştiği zaman, o ülkede işçi sınıfı ideolojisi ve proletarya enternasyonalizmi temelinde doğru bir milliyetler politikasının geliştirimesi hem kaçınılmazdır, hem de çok önemli bir sorundur. Özellikle nüfusun birden fazla etnik unsurdan oluştuğu ülkelerde, devletin bağımsızlık ve egemenliğinin kazanılması, güvence altına alınması ve geliştirilmesi, içteki milliyetler sorununun çözümlenmesi ile yakından ilişkilidir ve bu sorun sadece ekonomik, sosyal, politik ve kültürel içerik temelinde çözümlenebilir. (3)

Bu ülkelerdeki milliyetler politikası, nüfusun etnik bileşimi, etnik süreçlerin karakteri, maddi olanaklar vb gibi objektif şartlar ile devlette iktidar sorununun anayasal şeklinin nasıl olacağı sorunu, iç ve dış politika, egemen olan ideolojinin rolü vb gibi subjektif faktörlere bağlıdır.(4)
Bütün bunlara bağlı olarak her ülkenin işçi sınıfı partisinin milliyetler politikasında da şekil ve yöntemler açısından birçok farklılıklar ve hatta bazı hatalar görülmektedir.

Ülke içinde var olan milliyetler sorununun çözümlenmesinde, özellikle Asya ve Afrika’daki devrimci demokratlar, ulusal-devrimci hareketler ve bilimsel sosyalizm partilerinin ana görevi, Leninci milliyetler politikasının ana taleplerini ve Sovyetler Birliği ile diğer sosyalist devletlerin deneyimlerini yaratıcı bir şekilde, kopyacılığa kaçmadan kendi ülkelerindeki somut koşullara uygulamaktır.

Ama gelgelelim sözkonusu Asya ve Afrika’daki ülkelerin çoğunda, sömürge yönetimi döneminde uygulanan milliyetler politikası, sorunların çözümünü engellemiş ve devletleşme, Kıbrıs’ta olduğu gibi, uluslaşmanın konsolidasyonundan önce gerçekleşerek, bağımsız ulus temeline dayanmadan elde edilmiştir.

Bilindiği gibi, ulusların oluşması, kendine özgü yasallığı olan evrensel bir süreçtir ve bunun özgüllüğü, tarihsel, etnik, dilsel vb başlangıç şartlarına, günün sosyo-ekonomik gelişme sorunlarına ve iç politika ile uluslararası plandaki güçler dengesine bağlıdır. Ulusların oluşması süreci genellikle birçok geçici zorlukları da beraberinde getirir ve emperyalizm, bu zorluklardan yararlanarak sorunları yokuşa sürmekten geri durmaz. Ama tarihsel deneyim yine göstermiştir ki, ulusal ve dilsel farklılıklar, burjuva sosyologları ve yazarlarının öne sürdükleri gibi tayin edici öneme sahip değillerdir. Esas olan, ulusal ve uluslararası sınıf mücadelesi ve özellikle emperyalizmin yeni sömürgeci faaliyetleridir. (5)

Kıbrıs sorununun bugün içinde bulunduğu aşamaya bu çerçevede baktığımız zaman, özellikle 1974 sonrasının Kıbrıs Türk toplumunda etnik ve ulusal (toplumsal anlamda) bilincin gelişmesinde görülen bazı hareketlenmeleri, Kıbrıs Türk ulusunun oluştuğu şeklinde değerlendirmenin aceleci ve yanlış bir tutum olduğu ortaya çıkar.

Bilindiği gibi, herhangi bir halk topluluğunu veya milliyeti, ulus olmaktan ayıran fark, toplumdaki üretici güçlerin özellikle kapitalizm koşulları altında, henüz daha düşük bir gelişme düzeyinde olması ve iç-dış ilişkilerde iş bölümü derecesinin de az gelişmiş olması ile belirlenir. Çağdaş kapitalist halk topluluklarında dil ve toprak birliği, ekonomik, politik ve kültürel hayat birliği ve etnik bilincin var olması, kural olarak bir ulusal dönüşme için yetersiz kalmaktadır. Ayrıca çoğu kez, “kendi başına ulusal bir varlık olma” yeteneği hiç uyanmamıştır. Bunun kısmen uyanmaya başladığı yerlerde bile, ulusal bir gelişmenin oluşması için gerekli ön koşullar her zaman yoktur. Bir başka deyişle, ayrı bir ulus oluşturma faktörlerinden biri olan “kendi başına ulusal varlığını sürdürebilme” olanağı, pratik gereklilik açısından bulunmamaktadır. (6)

Kıbrıs sorununun ortaya çıkmasında rol oynayan iç ve dış etkenler ışığında konumuza bakacak olursak, “sol” ideologların dediği gibi “Rum ulusunun devlet sınırları içinde zorla tutulan Türkler”in “bugün Kıbrıs’ta var olan devlet sınırları koşullarında” “bağımsızlık”larını ilan etmeleri halinde, doğacak yeni durum kime yarayacaktır ve Kıbrıslı Türklerin iç toplumsal sorunları açısından neyi değiştirecektir?

Bir kere sorun, devrim öncesi Rusya’sı ile devrim sonrası Sovyetler Birliği’nde tartışılan ulusal sorundan büyük farklılıklar göstermektedir. Nitekim Lenin, o günlerde halkların ilkesel olarak kendi kaderlerini tayin hakkını talep etmesinni, ulusal bağımsızlık isteyen bütün hareketlerin koşulsuz olarak desteklenmesiyle eş tutmadığını ve kendi kaderini tayin hakkının şu veya bu şekilde uygulanmasındaki amacın, proletaryanın sınıf mücadelesindeki genel çıkarlarına bağımlı olması gerektiğini vurgulamıştı:

“Proletaryanın sınıf mücadelesinin çıkarlarını, ulusal kendi kaderini tayin hakkı isteminden daha başa koymalıyız. Zaten bu şart, ulusal sorunda bizim görüşümüzle burjuva demokratik görüş arasındaki farkı ortaya koyar.” (7)

Böylece kendi kaderini tayin hakkının tanınmış olmasının, işçi sınıfı hareketinin, belli bir ulusun ayrılmasını mutlaka onaylamasını gerektirmediği ortaya çıkmış olur. Özgül bir durumda, belli bir ulusun veya ulusal topluluğun ayrılmasına ilişkin tavrın belirlenmesinde parti, sözkonusu ulusal hareketin hedeflerini de hesaba katmak zorundadır. Çünkü bu hareket, emperyalizmi zayıflatıp, ondan kurtulmaktan çok, onu güçlendirme ve korumaya yönelik olabilir. Lenin’den alıntılarla bilimsel sosyalizmi yaratıcı bir şekilde kullanmak yerine, mekanik bir kopyacılığa düşenlere, Lenin’in şu saptaması da burada hatırlatılmalıdır:

“Kendi başına devletlerin yaratılması, bazen emperyalizmin güçlendirilmesi anlamına gelir.”(8)

Ayrılmanın uygun olup olmadığının değerlendirilmesinde kullanılan bu dialektik ve sınıfsal yaklaşım, milliyetlerin çıkarları ile tam bir uyum içindedir. Bazılarının öne sürdüklerinin aksine ulusal kurtuluş, ayrı ulusal devletin kurulması ile eşdeğer değildir. Ayrılma, her zaman ulusun veya ulusal topluluğun çıkarına uygun değildir, ne de her zaman ulusal veya toplumsal kurtuluş ile eşanlamlıdır. Hatta Lenin birçok kereler, bir ulusun politik olarak ayrılmasının, ayrılınan ülkenin sosyal yapı olarak sosyalist olması halinde (ki Kıbrıs somutunda Güney Kıbrıs, uluslararası sorunlarda bağlantısızlık politikasına bağlı ve sosyalist ülkelerin yanında yer almaktadır), ayrılan ülkenin emperyalist güçler tarafından esaretine yol açabileceği uyarısını yapmıştır. (KTFD’nin NATO üyesi TC’ye ekonomi dahil her yönden bağımlı olmasını hatırlayalım.) Zaten bir ulusun gerçek ekonomik ve kültürel ilerlemesi, ancak emperyalizmden ekonomik bağımsızlık temeli üzerinde olasıdır. (9)

Bilindiği gibi günümüzde kendi kaderini tayin hakkı, bazen yeni sömürgeci çevreler veya milliyetçi liderler tarafından ayrılıkçı eğilimleri haklı göstermek için kullanılıp yorumlanmakta ve kendi durumlarını güçlendirmeleri amacıyla ortaya atılmaktadır. (10) Tıpkı bizde olduğu gibi. Oysa yukarıda gösterildiği gibi ayrılma her zaman ve her türlü araçla, bir veya diğer halkın gerçek çıkarlarıyla bağdaşmaz. Bir ülkeyi küçük ve ekonomik yönden zayıf devletçiklere bölmekle, onun sosyal ve ekonomik gelişmesine engel konmuş olur. Hele bu Kıbrıs gibi küçücük bir ada olursa. Küçük, ekonomik ve politik yönden zayıf devletlerin varlığı ise, ancak bunu kendi çıkarlarına uygun gören emperyalist ve yeni sömürgeci çevrelere hizmet eder.

Bugün Kıbrıs’ta var olan milliyetler sorunu, politik, ekonomik, ideolojik, anayasal ve halkların sosyal kurtuluş mücadelesi esnasında ortaya çıkan diğer sorunlardan oluşan büyük bir bütündür. Kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin tanınıp, (1974 sonrası oluşan koşulların yardımıyla), etnik-ulusal temelde ve bir ayrılma şeklinde gerçekleştirilmesini talep etmek, bugünkü şartlar altında var olan güçlükleri daha da zorlaştırmak (ve toplumlararası anlaşmazlığı daha da keskinleştirmek) demektir. Gerçi tarihsel deneyim, ayrılıkçılığa karşı mücadelede bu hakkın reddinin gerekli olmadığını, aksine bu ilkenin tutarlı bir şekilde öğretilmesini göstermektedir, ama bize göre Kıbrıs somutunda ayrılma ve “bağımsız” ayrı bir devletin kurulması aşırı bir tedbirdir. Toplumlararası görüşmelerde ortaya  çıkan güçlükler, hiç de çözümlenemez sorunlar değildir. Yeter ki karşılıklı iyi niyet ve uzlaşma isteği olsun.

Kabul etmek gerekir ki, her iki halk arasında bir güvensizlik vardır, ama yeniden dostça ilişkilerin kurulması da olanaksız değildir. Böylesi durumlarda, uzun süre bir düşmanlık ve karşılıklı güvensizlik ortamında yaşamış olan halkların, eşitliklerinin formel kabulünden çok, kendi çıkarlarının daha somut garantilere bağlanmasını istemesi doğaldır.(11) Nitekim Afrika ülkelerindeki etnik sorunların çözümünde esas olan ilkeler, onların anayasalarına yansımıştır. Kıbrıs’ta da bunun böyle olması gerekecektir.

Örneğin Nijerya’nın ileri gelen bilim ve politika adamlarından Dr. Obafemi Awolowo, ülkesinin  geçirdiği deneyimlere ve özellikle 1966-70 yıllarının olaylarına dayanarak ve başta Sovyetler Birliği olmak üzere diğer ülkelerin milliyetler sorununun çözümüne ilişkin deneyimlerinden yararlanarak Nijerya için mutlaka federal bir anayasa gerektiğine ve ancak böyle bir anayasanın ülkede var olan çeşitli etnik-ulusal grupları bir arada tutabileceğine ve etkin bir yönetim altında kalkınmayı da teşvik edeceğine parmak basmıştı.

Dr.Awolowo’ya göre, artık Nijerya’nın önünde duran ikilem, daha önce olduğu gibi, ünitarizm ile federalizm arasındaki seçme değil, ama konfederalizm ile federalizm arasındaki seçme idi. (Aynı seçme, bugün Kıbrıs için de geçerli ve günceldir.) Ünitarizm gibi konfederasyon da, Nijerya’daki günün koşullarına uymamaktaydı. Çünkü konfederasyonda merkezi hükümet, tamamıyle devlet hükümetlerinin iradesine bağımlıdır.

Nijeryalı bilim adamı “Nijerya Anayasası Üzerine Düşünceler” adlı kitabında (İbadan, 1966), Sovyetler Birliği de dahil olmak üzere bazı ülkelerdeki devlet oluşumu deneyimlerini inceleyerek, şu sonuçlara varmıştı:

“Bir ülkede tek, iki veya çok dil konuşuluyorsa ve uzun bir zaman dilimi içerisinde farklı milliyetlerin oluşmasına yol açan toplumlardan meydana gelmişse, o ülkenin anayasası federal olmalı ve federasyonu oluşturan birimler, dil ve milliyet eşitliği temelinde örgütlenmelidir.”

Dr.Awolowo, 1975 Ağustos’unda ülkesindeki askeri rejime sunduğu planda şöyle diyordu: “Bizim  dört hedefimiz, şimdi şaşmaz bir biçimde ve açıklıkla ortaya çıkmıştır. Federalizm, demokrasi, iyi liderlik ve sosyalizm. Bu dört hedeften en acil olanı federalizm’dir.” (12)

Görüldüğü gibi Afrika’daki ilerici politikacılar, etnik sorunların, var olan devlet sınırları içinde çözümlenmesini ve bütün halkların eşitliği ilkesini savunarak, gerçek ulusal (ülkesel anlamda) birliğin yaratılmasını ana istem olarak yükseltirken, tutucu güçler de sınırların yeniden çizilmesinde ve etnik temele dayalı yeni devletlerin oluşmasında  ısrar etmektedirler. (13)

Konumuza 1970 tarihli ““Birleşmiş Milletler Şartı uyarınca Devletlerarası Dostane İlişkiler ve İşbirliğiyle İlgili Milletlerarası Hukuk Prensiplerine Dair Bildiri” ve halkların kendi kaderini tayin etme hakkı açısından yaklaştığımız zaman da şu bilimsel doğrularla karşılaşırız. Doç.Dr.Sevin Toluner, “Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Milletlerarası Hukuk” adlı kitabında “Kıbrıs’ta bağımsız bir Türk devletinin kurulması” istemlerini şöyle değerlendirir:

“Ancak, Türk toplumu, bu görüşü,  bağımsız bir devletin kurulabilmesi için  gerekli olan maddi unsurları, -bir ülke parçası üzerinde devamlı ve etkin bir kontrol icra eden hükümeti-, Türk silahlı harekâtları sonucunda, yani bir dış yardımla gerçekleştirebilmiştir. Bu silahlı harekâta ve bu silahlı harekâtlar sonucunda gerçekleştirilmiş olan fiili duruma meşruiyet kazandıran esaslar ise, daha önce de belirttiğimiz gibi tek taraflı olarak hukuki status quo’nun değiştirilmesi hakkını sağlamaz. Bu fiili durumu, Kıbrıs devleti ülkesinde ayrı bir bağımsız devletin kurulması yolunda bir aşama olarak değerlendirme, bu esasları çerçevesi dışına çıkmak anlamına geleceği kadar, Bildiri’nin sekizinci paragrafında yer alan devletlerin milli birliği ve ülke bütünlüğüne saygı gösterilmesi yükümüne aykırı olacağı için, “self determinasyon” hakkı ile ilgili esaslar çerçevesinde de haklı gösterilemez.

Bu fiili durum gözönünde bulundurulmaksızın “self-determinasyon” prensibinin uygulanması ise, bu hak, her iki toplum için de bir hak olduğuna göre, 1960 Andlaşmaları öncesinde ortaya atılan çeşitli iddia ve görüşlerin tekrarlanmasına yol açacaktır ki, yeniden açılacak bu tartışmaların, Türk toplumunun çıkarlarını egemen, bağımsız ve ülkesi bütün bir Kıbrıs Devleti çerçevesinde yine “self-determinasyon” hakkına dayanılarak savunulan iki toplumun eşitliği prensibine dayalı, iki bölgeli bir federasyon tezinden daha iyi koruyabilecek bir çözümün kabul edilmesiyle sonuçlanabileceğini kesin olarak ileri sürmek, bizce, güçtür. Bu hukuki durum gözönünde tutulduğunda askeri harekâtın meşruiyetini savunmak ve istilacı devlet sıfatını üstlenmemek çabası içine sokulan Türk hükümetinin bağımsız bir Kıbrıs Türk devleti’nin kurulması biçminde bir çözümü teşvik edici bir tutum benimsemekten kaçınmasını, anlayışla karşılamak gerekir.

Esasen, Kıbrıs Türk toplumunun bağımsız bir devlet kurmak yoluyla elde edileceği düşünülen hak ve çıkarlardan fiilen yararlanabilmesi, diğer devletler tarafından, yeni bir devlet olarak tanınmasına bağlıdır.” (14)

Olayların hangi yönde gelişeceğini ise, ülkemiz içindeki ve dışındaki güçler dengesi gösterecektir.

 
DİPNOTLAR:

1.Harman, Doğan, Kıbrıs’ta Ulusal Sorun, Lefkoşa 1982 (İşçi’nin Sesi Yayınları’nın 18.

   kitabı olarak çıkan Emine Engin ve Yıldırım Girneli’nin “Kıbrıs Sorunu” adlı kitabını

   eleştirmek amacıyla yazılan mektuplardan oluşmakta olup, sağcı basın tarafından da

   benimsenmişti.)

2. agy. s.19, 20, 22, 42

3. Kubitschek, H-D / Timm, K. : Nationenbildung, multinationale Staaten und

    Nationalitaetenpolitik in Asien und Afrika in (Autorenkollektiv) Nichtkapitalistischer

    Entwicklungsweg, Berlin 1972, s.363-376

4. agy

5. agy

6. Fedossejew, P.N. (Autorenkollektiv): Der Leninismus und die nationale Frage in der

    Gegenwart, Moskau 1974, s.54-55

7. Lenin, W.I., Werke, Bd:6, s.454

8. agy, Werke, Bd:11, s.351

9. Zenushkina, I: Soviet Nationalities Policy and Bourgeois Historians, Moscow 1976, s.123

10. Ismagilova, R.N.: Ethnic Problems of the Tropical Africa-Can they be solved, Moscow

      1978, s.194

11. Staruschenko, G.B.: Özgürlüğe kavuşan ülkelerde Ulus ve Devlet (Rusça), Moskova

      1967, s.260

12. aktaran Ismagilova, R.N.; agy, s.128-129

13. agy

14. İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi Yayını, İstanbul 1977, s.423

 

(Bu yazı, 1983 yılı Ekim ayı sonunda kaleme alınmış ve “Osman Ergün” takma adıyla Ortam gazetesine verilmiş, fakat yayımlanması uygun görülmemiştir. Aynı yazı, bu defa 10 Kasım 1983 tarihinde Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin teorik yayın organı olan İlke dergisinde yayımlanmak üzere Almanya’ya postalanmış, ama orada da yayımlanmamıştır.)

 

 

1 MAYIS 1977 VE KIBRISLI TÜRK İŞÇİLERİN YÜKSELEN MÜCADELESİ


Emperyalizmin taksim planları uğruna 1974 yazında adamızın %40’lık bir bölümünün NATO’ya bağlı Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından işgali ve ardından yüz binlerce Kıbrıslının yerinden sökülerek göçmen durumuna getirilmesi, birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. Ekonomik ve sosyal bunalım, başta işçilerimiz olmak üzere tüm emekçi halkımızın yaşam düzeyinde büyük bir düşmeye yol açmış, işsizlik, karaborsacılık, yağma, vurgun ve yolsuzluk, sıradan olaylar haline gelmiştir.

Geçen yıl yapılan sözde genel seçimlerden sonra, iktidardaki durumunu güçlendiren emperyalizmin işbirlikçisi Denktaş ve onun destekleyicisi olan egemen çevreler, her gün biraz daha çıkmaza giren taksim politikalarının yükünü geniş halk yığınlarının omuzlarına yükleme çabalarını giderek artırmaktadırlar.

Seçim kampanyası boyunca işçi ve köylüden yana olduğu yalanını öne sürerek, patron yanlısı Türk-Sen’in de desteğini sağlayan UBP iktidarı, seçimleri izleyen aylar içinde “toplumumuzda çalışan kitlenin %10’unu teşkil eden iki bini aşkın işçiyi hiçbir tazminat vermeden ve hiçbir rehabilite olanağı sağlamadan işten kovmuş, bir o kadarının da işten kovulması için fermanlar hazırlamıştır.” (Halkın Sesi, 3 Ekim 1976)

Resmi verilere göre, kayıtlı işsiz sayısının 3,500’e ulaştığı bir dönemde Denktaş-Konuk iktidarının işçi düşmanı bu tutumu, gerek işçiler, gerekse diğer çalışanlar tarafından tepki ile karşılanmıştır. Türk-Sen’e bağlı 4 sendika, işten çıkarmaların “usulsüz ve keyfi” olduğu gerekçesiyle Lefkoşa, Mağusa, Omorfo ve Girne’de üçer saatlik ihtar grevleri düzenlemiş, bu grevlere toplam 4,000 kadar işçi katılmıştır.

İşçi çıkarmalarının önlenmesi, toplu iş sözleşmelerinin sonuçlandırılması, işçi kadrolamasının yapılması ve perakende fiyat indeksinin yayınlanarak işçilere hayat pahalılığı tahsisatı ödenmesi isteğiyle başvurulan bu ihtar grevlerine karşı, iktidarın ilgisizliği devam etmiş ve 13 Ağustos 1976 tarihinde Türk-Sen’e bağlı işçiler yeniden ve bu defa 24 saatlik bir ihtar grevi ile sessiz bir yürüyüş düzenlemişlerdir.

Türk-Sen’den ayrı olarak 4 Ağustos’ta 500’ü aşkın üyesi ile bir günlük bir ihtar grevi yapan ilerici Yol-İş Sendikası, Türk-Sen’in kademeli ihtar grevlerini, işçi yanlısı Yol-İş’in “Karma İşçi Komitesi”nden çıkarılmasını sağlamak için hükümeti tehdit edici “göstermelik bir iş” olarak değerlendirmiştir.

Çeşitli sendika ve demokratik meslek kuruluşlarının desteklediği protesto grevleri konusunda muhalefetteki CTP milletvekillerinin Mecliste genel görüşme açılması önerisi, çoğunluktaki iktidar tarafından reddedilmiştir. En çok işçi çalıştıran Ulaştırma ve Bayındırlık Bakanı’nın o sırada ada dışında olması ve yeni hükümette Çalışma Bakanlığı’nın kaldırılmış olduğu göz önünde tutulacak olursa, iktidarın ilgisiz ve olumsuz tutumu daha iyi anlaşılabilir. Bu arada, seçim yatırımı olarak istihdam edilen birçok memurun da işlerine son verilmiştir.

3 Eylül 1976 günü Devrimci Genel-İş Sendikası, Yol-İş Sendikası, Kıbrıs Türk Amme Memurları Sendikası ve Tüm-Teknisyenler Sendikası (Tüm-Tek) tarafından Lefkoşa’da düzenlenen ve bini aşkın işçinin katıldığı büyük mitingte, işten çıkarmalar ve baskılar protesto edilmiştir. Söz alan konuşmacılardan biri, Türk-Sen’e bağlı olmayan ilerici sendikalara üye işçilerin, faşist yöntemlerle çalışan ve devletten maaş alan kişilerce sendikalarından istifaya zorlandığı, aksi takdirde işlerine son verileceği tehdidinde bulunulduğu açıklanmıştır.

Bu tür baskılar, sömürge dönemindeki tehdit ve terör ortamını hatırlatmaktadır. Bilindiği gibi İngiliz emperyalizminin ilk taksim planlarının “Türkler ile Rumlar bir arada yaşayamaz”, “Ya taksim, ya ölüm” sloganları altında Kıbrıs Türk liderliği tarafından ısrarla savunulduğu günlerde, Türk ve Rum işçilerin ortaklaşa hazırladıkları 1 Mayıs 1958 yılı törenlerinden sonra, emperyalizmin hizmetindeki faşist ve şovenist çevreler, ilerici Türk Eğitim ve Spor Kulübü’nü yakıp yıkmışlar, en yetenekli Türk işçi önderlerinden bir kısmını gaddarca öldürecek kadar ileriye gitmişlerdi. TMT yayınladığı bir bildiri ile, Türk-Rum tüm Kıbrıs işçi sınıfının sendikal örgütü olan PEO’ya bağlı 3,000 Türk işçisini örgütlerinden istifaya zorlamış, aksine davrananlar ölümle tehdit edilmişti. Böylelikle sömürgeciler ve onların yerli işbirlikçileri tarafından 1958 yılına kadar ortak sınıfsal örgütlerde örgütlenmiş olan Kıbrıslı Türk ve Rum işçilerin birliği ve sendikal hareket parçalanmış ve ardından çeşitli kışkırtma olayları yardımıyla toplumlararası anlaşmazlıkların tohumları edilmişti.

Geçtiğimiz yılın Kasım ayında yapılan PEO’nun 16. Kongresi Kıbrıslı Türk işçilere bir çağrıda bulunarak, Kıbrıs işçi sınıfının ortak amaçları etrafında yeniden elele vererek, savaşmalarını istemiştir.

1976 yılının son üç ayında Kıbrıslı Türk işçiler, çeşitli iş yerlerinde grevler düzenlemeye devam etmişler, bunlardan Kıbrıs Türk Petrolleri, Toprak Ürünleri Kurumu ve Meteoroloji  Dairesi’ndeki grevler, Denktaş’ın Bakanlar Kurulu kararı ile yasaklanmıştır. Bakanlar Kurulu, daha önce yine petrol işçilerinin ve hekimlerin grevlerini, toplum kayatı ve refahı tehlikeye girebilir gerekçesi ile yasaklamıştı.

Zarar Görmüş Güneyliler Cemiyeti’nin 28 Kasım 1976 günü Lefkoşa’da yaptığı toplantıya ise yerinden yurdundan sökülüp, kuzeye aktarılan binlerce göçmen katılarak, içine itildikleri çıkmazın sorumlusu olan Denktaş iktidarını protesto etmişlerdir. Toplantıda konuşan Kıbrıs Cumhuriyeti eski Jandarma Komutanı Ahmet Niyazi, yöneticilerin gelişigüzel icraatını eleştirerek, haksızlığa uğrayan yüzlerce Kıbrıslı Türkün her ay Avustralya ve Londra’ya göç etmekte olduğunu belirtmiştir. Ocak 1977 sonunda mecliste yapılan bir açıklamaya göre, işgal altındaki bölgeden yurt dışına göç etmek için yetkili mercilere başvuranların sayısı 3,000’i aşmaktadır.

1963 yılında taksimci Türk liderliği tarafından Cumhuriyet hükümetindeki görevlerinden ayrılmaya zorlanan memurlar da, 11 Ocak 1977 günü ilk defa olarak 4 saatlik bir uyarı grevi yapmışlardır. Kıbrıs Türk Amme Memurları Sendikası (KTAMS)’na bağlı 4,000’e yakın kamu görevlisinin katıldığı grev süresince taşıdıkları pankartlarda, yeni bir personel rejimi getirilmesini, Ekim 1974 ile Kasım 1976 arasında %78 artan hayat pahalılığına karşı ödenek verilmesini, tayin ve terfi işlemlerinin yasalara göre gerçekleştirilmesini istemişler, ayrıca yönetimin Meclis’e sevkettiği yeni vergi yasalarını protesto etmişlerdir. Memurların istekleri arasında ev kiralarının denetim altına alınması, yolluk ve sair ödeneklerin günün ekonomik koşullarına göre ayarlanması da bulunmaktaydı.

KTAMS, sorunlarına bir çözüm bulunması amacıyla yapılan görüşmelerin bir sonuca ulaşamaması üzerine, 8 Şubat 1977’da yeniden, bu defa 48 saatlik bir grev uygulamasına gitmiştir. Muhalefet partileri, çeşitli sendika ve meslek kuruluşlarının da desteklediği yığınsal grev, bütün iş yerlerinde hayatı felce uğratmıştır. Öte yandan Bakanlar Kurulu, liman, sağlık ve haberleşme servislerindeki grevleri bir kere daha yasaklamıştır. Muhalefetteki Toplumcu Kurtuluş Partisi (TKP), hükümeti istifaya çağıran bir bildiri yayınlamıştır. Hükümet, bu taleplere karşılık olarak, memurlardan, içinde bulunulan koşulların değerlendirilmesini istemiştir.

Dün, grev yapmak isteyen memurlara “Üzerinizden silindir gibi geçeriz” diyen yöneticiler, bugün yükselen halk muhalefetine karşı “Rumla mücadele halindeyiz, grevden vazgeçiniz” diyebilmektedir. Ayrı bir devlet kurma hesapları ile, 10 bakanlık, 40 milletvekilliği ihdas edilmiştir. Çoğu Türkiye’den ithal edilen müdürler, yönetim kurulu üyeleri ve danışmanlara binlerce lira para dağıtılmaktadır. Keyfi kadro ve baremler, adam kayırma, kişiye göre işler açılması sonucu, cari harcamaların %60’ı memur maaşlarına gitmektedir. İşgal bölgelerinde ekonomik hayatı yönlendiren ve KİT diye adlandırılan devlet kuruluşlarındaki vurgun ve yağmanın incelenmesi ayrı bir yazının konusudur.

Kıbrıslı Türk işçisinin ilerici sendikalarda örgütlenmeleri sonucu ekonomik ve demokratik haklarını arama sürecindeki bu olumlu gelişmeler, egemen çevrelerin rahatını kaçırmakta, taksim politikasını savunan sarı sendikacıları telaşa sürüklemektedir. Kendi yaptıkları yasaları bile uygulamayan işbirlikçi Kıbrıs Türk burjuvazisine karşı verilmekte olan ekonomik ve politik mücadelenin giderek daha da yükselmesi beklenmektedir.

Emperyalizm ve NATO’nun ayrı bir Kıbrıs Türk devleti kurarak, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmayı amaçlayan planlarına karşı direnen ve taksimci Denktaş iktidarının politikasını onaylamayan Kıbrıs Türk halkı, yabancı ülkelerin, adanın iç işlerine karışmadığı, bağımsız, egemen, toprağı bütün, tarafsız ve üslerden arınmış bir Kıbrıs’ta Kıbrıslı Rum yurttaşları ile yeniden birlikte yaşamak istemektedir. Bu isteğin gerçekleşmesinde en büyük güvence, Kıbrıs Emekçi Halkının İlerici Partisi’nin barıştan ve toplumlararası dostluk ve işbirliğinden yana olan gerçekçi politikasıdır. İşçi sınıfının uluslararası savaş ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta Kıbrıs Türk işçileri, Rum sınıf kardeşlerine en içten dostluk ve selamlarını iletirler.

Yaşasın 1 Mayıs, uluslararası işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü!

Yaşasın Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumların dostluk ve işbirliği!

Yaşasın Türk ve Rum Kıbrıslı halkın emperyalizm ve NATO’nun taksim planlarına karşı ortak mücadelesi!

Yaşasın bağımsız, egemen, toprağı bütün ve askersizleştirilmiş Kıbrıs!

 
(“Hasan Mehmet” takma adıyla hazırlanan bu yazı, 23 Nisan 1977 tarihinde PEO Genel Sekreteri Andreas Ziartides’e, Haravgi gazetesi Yazı İşleri Müdürü Kostas Partassidis’e İngilizce metin olarak gönderilmiştir. Yazının Rumca çevirisi, 1 Mayıs 1977 tarihli Haravgi gazetesinde “Hasan Mehmet” imzasıyla yayımlanmıştır.) 

 
 

11 Temmuz 2014 Cuma

1977 YILINDA KIBRIS’IN İŞGAL ALTINDAKİ BÖLGELERİNDE EKONOMİK YAPI


Emperyalizmin Kıbrıs’ı taksim etme planları uğruna adanın %40’ına yakın bir bölümünün NATO’ya bağlı Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından işgalinin üzerinden, üç yıla yakın bir zaman geçmiştir. İşgal bölgeleri dışında yaşayan Kıbrıslı Türklerin çeşitli vaadler, ya da baskı ve tehdit altında kuzeye aktarılması ile ayrı bir ekonomik ve politik birim olarak oluşturulan bu bölge, bugün pratik olarak Türkiye’nin 68. ili gibi kabul edilebilir.
Kıbrıslı Türkleri 1958 yılından bu yana faşist bir baskı ve terör altında yaşamaya zorlayan Rauf Denktaş’ın Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT), emperyalizmin taksim planları gereğince “Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD)”nin ilanı ile devletleşerek, antidemokratik rejimini “yasal”laştırmıştır. 1963 yılındaki ayaklanmadan bu yana, Türkiye hükümetlerinin gönderdiği mali yardımlarla beslenen Kıbrıs Türk liderliği, 1974 savaşından sonra, tamamen Türk askeri kliği ile işbirlikçi Türk burjuvazisinin yönetimine girmiş bulunmaktadır. İşgal Kuvvetleri Komutanlığı, Kıbrıs Türk Silahlı Kuvvetleri Komutanlığı, TC Büyükelçiliği ve Denktaş’ın başkanlığındaki yönetim mekanizması, ekonomik ve politik hayatta sözü geçen kuruluşlardır. Yönetim organları geniş ölçüde büyük sermayenin etkisi altındadır. Kilit noktalara iktidara yakın sermayedarlar getirilmiştir.
İşgal bölgelerinde ekonomik hayat, tamamen dışa bağımlı bir karaktere sahip olup, üretimden ziyade tüketime yöneliktir. Güneydeki tarlasından, bahçesinden, işyerinden sökülüp kuzeye taşınan on binlerce Kıbrıs Türkü, tüketici bir durumda yaşamaya zorlanmaktadır. Örneğin KTFD’ne ulaştırılan dış kaynaklı gıda yardımlarından, ayda 38 bin kişi yararlanmaktadır. Bunlar arasında adadaki Kıbrıs Türk azınlığının sayısını artırma planlarına göre, Türkiye’den adaya gönderilen Anadolulu göçmenler büyük bir yer tutmaktadır. Açıklanan rakamlara göre, savaş sonrası 1975’de, kişi başına düşen ulusal gelir 520 KL iken, 1976’da 430 KL’na düşmüştür.

BÜTÇE:
Maliye Bakanlığı’nın bir raporunda belirtildiğine göre, 1974 yılı bütçesi Türkiye’den gönderilen mali yardımla denk kapatılmış, fakat 1975 yılı bütçesi 4.3 milyon KL açık vermiştir. Muhtelif fonlara ve bankalara borçlu durumda olan KTFD, 1976 yılı bütçesini de 4 milyon KL açıkla kapatmıştır. 37 milyon KL’nı aşan 1977 yılı bütçesinin ise 3.6 milyon KL açık vereceği hesaplanmaktadır. Emperyalizmin emrindeki kukla hükümeti ayakta tutmak amacıyla Türkiye’den gönderilen milyonlarca lira, kabarık memur kadrosunun maaşlarını ödemekten ve liderliğe yakın bir avuç kişiyi zengin etmekten başka bir işe yaramamaktadır. Denktaş iktidarı, bir yandan yerel bankalardan borçlanmakta, öte yandan da kamu kuruluşlarına kefil olarak onların borçlanmalarını sağlamaktadır. Sadece KTFD’nin yerel bankalara olan borcu 12 milyon KL civarındadır. Özel kişilerden kredi alacak kadar bozuk bir ekonomiye sahip olan KTFD, büyük bir israf içinde yüzmektedir. Örneğin Saray Otel’de bir gecede verilen kokteyl parti için 2.000 sterlin harcandığı göz önünde tutulacak olursa, durumun vehameti daha iyi anlaşılabilir.

DÖVİZ VE BANKALAR:
Birçok eşyanın ithalatı, belli bazı kuruluşların veya kişilerin tekelinde tutulmakta olup, bu “bedelsiz ithalat” yolu ile, ya da karaborsadan sağlanan dövizlerle gerçekleştirilmektedir. Bir yandan güneyden, döviz sıkıntısı çekilen işgal bölgelerine üsler üzerinden sterlin, dolar, Alman markı, liderliğe yakın para karaborsacıları tarafından bankalardaki Kıbrıs lirası karşılığında aktarılırken, öte yandan bankalar, döviz satışında resmi kur uygulamamaktadırlar. Kıbrıs lirasının alış değeri 36 TL olarak sabit tutulmuş, fakat 40-45 TL üzerinden satılmaktadır. Sterlin ise gerçek değeri 29 TL olmasına rağmen, 33 TL’na satılmaktadır. Kambiyo konusunda önemli yasal boşluklardan yararlanarak, özellikle savaş sonrasında %100 kârla KL ticareti yapmış olan Lefkoşa Türk Bankası (LTB), işgal bölgelerinde geçerli para birimi olarak TL’nin ilan edilmesi ile büyük bir kazanç sağlamıştır. 10 milyon KL’ndan fazla mevduata sahip olan LTB, 8 Haziran 1976’dan bu yana mevduat sahiplerine TL olarak ödeme yapmaktadır. Görüşmeci Onan’ın Yönetim Kurulu Başkanı olduğu LTB’nın yan kolu olan ve toplumun bütün zenginlerini sinesinde barındıran Saray Kredi Şirketi hissedarları arasında Denktaş ve eşi de bulunmaktadır.
1976 Kasım ayı itibarı ile bütün bankalardaki mevduat miktarı 46.4 milyon KL, plasman miktarı ise 20 milyon KL’na yaklaşmaktadır. Genel olarak bankalar, sermaye birikimi yapanlara kredi vermekte, fakat küçük üreticinin ve esnafın kredi talepleri karşılanmamaktadır. Para tüccarları ayrıca yerel bankalardan düşük faizle kredi alarak, bu parayı Avrupa bankalarına yüksek faiz karşılığında aktarmaktadırlar. Böylece hem faiz farkı kazanmakta, hem de borçlu görünerek, vergi ödememektedirler.
Bankalarda biriken paralara el atmış olan Denktaş hükümeti, 1976 yılının ilk 6 ayı içinde bütçesinde öngörülen yatırımların ancak %29’unu gerçekleştirmiş, daha sonra “fon yoktur” diyerek, çeşitli projelerden işçi çıkartılmasına gitmiştir. Bugün kayıtlı işsiz sayısı 4,000’e ulaşmış olup, çalışmak için yurt dışına göç etmek isteyenler ise 3,000 kişiden fazladır. Geniş halk yığınları işsizlik, pahalılık ve karaborsacılık altında inlerken, Bakanlar Kurulu Mağusa’da büyük bir kumarhane açılması ile ilgili bir projeyi onaylamıştır. Öte yandan vergi reformu yasası, iki yıldır Bakanlar Kurulu gündeminde beklemektedir!
KTFD’de bir şube açmış bulunan TC Ziraat Bankası, Merkez Bankası görevini yürütmektedir. Çıkarılan Bankalar Yasası ile, KTFD sınırları içinde çalışan bankalar arasında koordinasyonun sağlanması ve denetlenmesi, TC Ziraat Bankası’na verilmiştir. Fakat yabancı bankalar bu yasaya uymaktan kaçınmaktadırlar. Özellikle Merkez Bankası’na yatırmaları gerekli olan yasal karşılıklar, sermayelerinin döviz olarak Türk bölgesine getirilmesi, kambiyo işlemleri için özel izin almaları ve dövizlerinin KTFD Merkez Bankası’na yatırılması konusundaki yasa hükümlerini yerine getirmemişlerdir.
Bu arada Merkez Bankası görevini yüklenmiş olan TC Ziraat Bankası’nın, aynı zamanda ticari faaliyetlerle uğraşması, diğer bankalar tarafından hoş karşılanmamaktadır.

ÜRETİM VE TÜKETİM:
Savaş sonrası büyük bir ekonomik kaynak olarak gösterilen ve Kıbrıslı Rumlara ait çeşitli fabrika, işyeri ve oteller, “Kamu İktisadi Teşekkülü” (KİT) denilen ve Türkiye ile KTFD’nin ortak sermayeleri ile oluşturulan çeşitli kuruluşlar tarafından çalıştırılmaktadır. Bir çeşit devlet kapitalizmi olan bu uygulamadan, bu kuruluşların başına bol maaşla Türkiye’den atanan belli bir zümre yararlanmaktadır. Türkiye’nin tekelci kapitalistleri, temsilcilerini bu yolla adaya sokarak, KİT’lerde görevlendirmişlerdir. Bu yolla tesislerin çalıştırılması önlenirken, örneğin margarin üretimi yapılmamakta ve Türkiye’den ithal edilmektedir.  
KİT’ler, genel olarak bölge ekonomisine önemli bir katkıda bulunmamaktadırlar. Zaten  kuzeydeki ekonomi, daha çok tüketime dayandırılmış olup, yalnız tarım sektöründe canlılık göze çarpmaktadır. Kıbrıs Türk ticaret burjuvazisi, bu durumdan memnundur. Çünkü kendilerinin üretime geçmesi, birçok problemi de birlikte getirecektir. Halbuki bu yolla daha yüksek komisyon ve kâr sağlamaktadırlar.
Açıklanan resmi rakamlara göre, KTFD, 1976 yılı içinde %47’si Türkiye’den, geriye kalan kısmı da İngiltere, Batı Almanya, Fransa ve Hollanda gibi AET ülkelerinden olmak üzere, toplam 30 milyon KL’lık ithalat yapılmıştır. Türkiye’den ithal edilen ve çoğu gümrük vergisinden muaf olan mallar arasında gıda maddeleri, meyvalar, giyim eşyaları, petrol ürünleri, çimento ve gazeteler geniş bir yer tutmaktadır. AET ülkelerinden ise makina ve nakliye araçları, giyim, mutfak ve cam eşyalar ithal edilmektedir. Denktaş Yönetimi, halkın gerekli ihtiyaç maddelerinin üretimi ile ilgilenmek yerine, gittikçe artan ithal mallarının ve sadece birkaç zengin tüccara yüksek kârlar sağlayabilecek ticari işlerin formaliteleri peşinde koşmaktadır.  
7 milyon KL tutarındaki ihracatın %90’ı ise İngiltere, Türkiye, Hollanda ve İtalya’ya yapılmaktadır. Toplam ihracatın %75’ini teşkil eden narenciye, patates, öğütülmüş harup, tütün ve havuç bulunmaktadır. Ayrıca yün, deri, hellim ve kepek ihraç edilmektedir.

KAMU İKTİSADİ TEŞEKKÜLLERİ (KİT’LER):
Türkiye’de sayıları 30’dan fazla olan ve sadece birkaçı kâr edebilen bu kuruluşlar, ad ve yapıları ile birlikte Türkiye’den kopya edilmiştir. Devlet sermayesini istismar eden özel şirketler veya kişilerin, büyük kârlar elde etmesini sağlamaktadırlar. Büyük kısmı, Türkiyeli müdürler tarafından yönetilmekte olan bu kuruluşların Kıbrıslı Türk ortakları da, yerel ticari yasalara bağlı değildir. Ürünlerinin yüksek maliyetleri, ham maddenin bilinçsizce kullanılması, düşük kapasite ile çalışma, yatırım ve pazarlama için herhangi bir planın olmaması, müdürlerine yüksek ve işçilerine düşük maaşlar verilmesi, işçi sendikalarının faaliyet gösterme hakkının kabul edilmemesi, KİT’lerin ana özellikleridir. Bu kuruluşlar, Meclis’teki bir tartışma sırasında, KTFD’nin yetkilerini kabul etmeme ve halkın parasını çar-çur etmekten başka bir görevi olmamakla suçlanmıştır. Harcamaları ve yaptıkları, denetlenmemektedir. KTFD bu denetimi yapmakta tereddüt göstermektedir. Çünkü KİT’lerin müdürleri “anavatan Türkiye”den gelmiştir.

1.ETİ (Endüstri, Ticaret ve İşletmecilik) Teşebbüsleri Limited Ltd Şirketi: 1971 yılında 200,000 KL sermaye ile kurulmuş olan bu şirket, Kıbrıs Türk toplumundaki tüketilen tüketim maddelerinin  %50’den fazlasını ithal etmektedir.  Kuruluş amacı, 8 Şubat 1975 tarihli Zaman gazetesinde şöyle belirtilmiştir:
“1958-60 devresinde Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu tarafından toplumun iktisadi kalkınmasını desteklemek amacı ile düşünülüp oluşturulan bir kuruluştur. O günlerde Türk çarşısı yoktu. Gâye halkı birleştirerek iş yapmaya alıştırmak ve Türkiye ile Kıbrıs arasındaki ticari ilişkileri geliştirmekti... Fikir oluşturulup tüccarlarımıza mal edilinceye kadar, Cumhuriyet kuruldu. Türk Cemaat Meclisi İnkişaf Sandığı meydana geldi ve ETİ’nin ana hissedarı oldu. Tüccarı, esnafı, şirketleşerek, ticarete teşvik amacı ile kurulan bu şirketin hisselerinden bir kısmını halka, tüccara mal etmek “milli bir dava” oldu.”
Bugün ETİ’nin sermayesinin %25’i özel kişilere, gerisi de Türk Cemaat Meclisi İnkişaf Sandığı’na aittir. ETİ, Denktaş’ın taksim politikasının ekonomik tabanını oluşturan “Türkten Türke Kampanyası”nın bir ürünüdür. 50 kadar özel hissedar  arasında “devlet başkanı” Denktaş ve bazı bakanların da bulunması, ETİ’nin politik hayattaki etkinliğini de ortaya koymaktadır. Toplumlararası görüşmelerdeki Türk temsilcisi Ümit S. Onan, ETİ’nin hukuk danışmanlığını yapmaktadır. Ayrıca Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Lefkoşa Türk Bankası, Türkiye tekelci sermayesinin en büyük kuruluşu olan Türkiye İş Bankası ve Kıbrıs Evkaf İdaresi, şirketin diğer hissedarlarıdır.
1971-74 dönemi içinde toplam 1.5 milyon KL tutarında iş çevirmiş olan ETİ, istila sonrasında faaliyetlerini artırmıştır. Türkiye ve çeşitli AET ülkelerinden 500’ü aşkın çeşitli tarımsal ve sanayi ürünü ithal etmektedir. ETİ’nin tekelinde bulunan hizmetler ise, inşaat malzemesi ithali, ilaç ve tıbbi malzeme ithali, Türkiye’deki TEKEL’e ait içki ve sigaranın  Kıbrıs’ta pazarlanması ve Duty Free Shop (gümrüksüz mal satan dükkanlar) işletmeciliğidir. Haziran 1975’e kadar akaryakıtın ithal ve dağıtımını sağlamış ve yine aynı yıl KTFD adına 615,768 KL değerinde pirit madenini ihraç etmiştir. ETİ, çeşitli araba yedek parçalarının dağıtımı yanında, Türk ordusunun ekonomik kuruluşu olan OYAK tekelinin yapımı olan Renault arabalarının da genel acenteliğini yapmaktadır. Türkiye ve Avrupa’dan ithal edilmekte olan mallar, şirketin sahip olduğu üç adet TIR kamyonu ve “Sea Bird II” gemisi ile taşınmakta, bunun dışında yabancı şirketlerle de işbirliği yapılmaktadır. ETİ, kamyonları için yılda 8,500 TL ruhsat ödemesi gerektiği halde, bundan kurtulmak için kamyonlara İngiltere plakası takılmıştır.
On yıl süreyle gelir vergisinden muaf tutulmuş olan ETİ şirketi, %44 kâr ile çalışmakta olup, sadece 1975 yılı içinde 750,000 KL kâr sağlanmıştır. Kıbrıs Türk bölgelerindeki pahalılığın baş sorumlusu olan bu şirket, hiç bir denetim altında bulunmamakta olup, aksine devletten yardım görmektedir. 1976 yılı sonunda Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’na başvuran ETİ, sermayesinin 200,000 KL’ndan 5 milyon KL’na çıkarılmasını istemiştir. ETİ, devlet güvencesi ile yerel bankalardan almış olduğu 1.3 milyon KL (49 milyon TL) yanında, “devlet”ten yeniden 1.8 KL (68 milyon TL) borç talep etmiştir. ETİ, borçları için yılda yaklaşık olarak 125.000 KL (4.5 milyon TL) faiz ödemektedir. Bu faizler, halka satılan malların üzerine bindirilmekte, bu yüzden de pahalılık durmadan artmaktadır.
Mali sorumluluk yönünden sermayesini kat kat aşmış olan ETİ, büyük bir israf, yolsuzluk ve iltimas içindedir. Şirketin Yönetim Kurulu Başkanı olan Özalp Sarıca’nın emrinde 11 tane Renault araba ile Girne-Kervansaray’da şirket tarafından döşenmiş bir misafirhane vardır. Genel Müdürün 12 yakın akrabası, şirkette bol maaşlı mevkiler işgal etmektedir. 85 KL aylıklı bir maliye memuru, iltimas sonucu ETİ’ye 200 KL aylıkla aktarılmıştır.
130 kişilik devamlı personeli ve narenciye paketleme tesislerinde çalışan 150 mevsimlik işçisi olan ETİ, toprak ağalarından kiraladığı 14 depo ve işyeri için yılda 50.000 KL ödemektedir. Türkiye’de görev yapan ETİ müdürlerine günde 20 KL , Avrupa’da görev yapanlara ise günde 30 KL otel parası ödenmektedir. 1975 yılında Türkiye temsilciliği için 7.300 KL, İngiltere temsilciliği için sadece 9 ayda 36.000 sterlin harcanmıştır.

2.Kıbrıs Türk Sanayi İşletmeleri Holding  Ltd Şirketi:
1975 yılı Şubat ayında, 100 milyon TL sermaye ile KTFD ve Türkiye’deki Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT)’nin ortaklığı ile kurulmuştur. Toplam 200 hissenin yarısı, Kıbrıs Türk Cemaat Meclisi Konsolide Fonu İnkişaf Sandığı’na aittir. KTFD 50 milyon TL’nin karşılığı olarak gerçek değeri  250-300 milyon TL  olan ham madde ve malzeme koymuştur. Geriye kalan hisselerin Türkiye’nin çeşitli KİT’leri arasındaki dağılımı ise şöyledir: Sümerbank 40 hisse, Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu 20 hisse, Petro-Kimya A.Ş., Zirai Donatım Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu, Et ve Balık Kurumu 10’ar hisse.
Kıbrıslı Rumlara ait olan ve savaş sonrasında terk edilen 60 fabrika ve işyerini bünyesinde toplayan Sanayi Holding, bunlardan 40’ını doğrudan doğruya çalıştırmaktadır. Bakanlar Kurulu kararı gereğince geriye kalan 20 tesisin kiralama yolu ile özel sektör tarafından işletilmesi öngörülmüştür. Halen şirketin elinde bulunan tesislerin maddi değeri  80 milyon TL olup, bu tesislerde, 950’si işçi olmak üzere 1,240 kişi çalışmaktadır. Makine, İmalat ve Elektrik, Tekstil-Giyim, Plastik, Gıda, Kozmetik ve Boya Sanayii diye anılan 6 imalat grubu vardır. 1975 yılındaki 20 milyon TL’lık satış hacmi, 1976’da 60 milyon TL’ye yükselmiştir. Bunun nedeni, elde bulunan ham madde stoğu ve üretilmiş malın satılmış olmasıdır. 1975 yılı için gösterilen 4,717,000 TL kârdan, 2 milyon TL vergi istendiği zaman, ham maddenin parasının Maliye Bakanlığı’na yatırılacağı gerekçesi ile vergi vermekten kaçınılmış, hatta şirketin zarar ettiği öne sürülmüştür.  Şirket, devletten kredi ve mali yardım almış olmasına rağmen, bazı özel ve tüzel kişilere, bankalara ve devlete borçlu durumdadır. Sanayi Holding’de çalışan işçiler, 1976 yılı başlarında, şirketin toplu sözleşmedeki bazı maddeleri uygulamaması nedeniyle, 1.5 milyon TL kayba uğradıklarını ileri sürerek, greve gitmişlerse de, grev KTFD Bakanlar Kurulu tarafından yasaklanmıştır.
Şirketin Yönetim Kurulu üyeleri ve müdürleri arasında bol maaşlı Türkiyeli emekli subaylar çoğunlukta bulunmaktadır. Genel Müdür Orhan Alıçlı, ABD’de askeri elektronik eğitimi görmüştür. Emekliye aytıldıktan sonra Türkiye’deki Koç Holding’de koordinatörlük görevinde bulunmuştur. Şirket Yönetim Kurulu Başkanı ise, yine Türkiyeli olup Maliye Bakanlığı eski uzmanı Orhan Kutlubay’dır. 

3.Kıbrıs Türk Petrolleri Ltd Şirketi:
Haziran 1975’de, bir yıldır Türkiye’den petrol ithalatını yürüten ETİ’nin %49 ve Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın %51 hissesi ile kurulmuştur. Kıbrıs’ta petrol araştırmaları yapacağı vaadiyle kuruluş gerekçesini cazip bir hale getiren bu şirket, petrol taşımacılığından öte bir iş yapmamakla birlikte, Türkiye’den gelen Genel Müdür (Süreyya Koç), Yönetim Kurulu üyeleri, müdürlükler ile birlikte 46 personeli vardır. Genel Müdür Süreyya Koç’un aylık maaşı 28,000 TL olup, devlete ait bir evde oturmasına rağmen, ev kirası tahsisatı almaktadır. Ayrıca, kendisine Bella Payıs’ta bir ev tahsis edilmiştir. Bir yılda 86,113 TL seyahat masrafı almıştır. Eleştiriler karşısında “petrolü keserim” tehdidinde bulunmakta olup, seçimler döneminde Türkiye adına çeşitli baskılarda bulunmuştur. Yönetim Kurulu Başkanı (Rasim Demir) ise her ay 5,500 TL almakta, ayrıca yılda toplam olarak 40,000 TL seyahat masrafı almıştır. Yönetim Kurulu üyelerinin saat başı ücretleri ise KTFD Başbakanı ve Meclis Başkanınkinden 10 kat fazladır (5,500 TL). 
Mağusa’daki akaryakıt ve LPG dolum tesislerine malzeme temini ve montaj işlerinde büyük vurgunlar vurulmuştur. Şirket adına iki büyük ev misafirhane olarak tahsis edilmiş olmasına rağmen, burada kalanlara kira ve yolluk ödenmektedir. KTFD, bu şirkete 300,000 TL değerinde tanker ve araçlar vermiştir. Yılda en az 16 milyon TL vergi sağlayabilecek olan bu kuruluş, hiçbir gümrük resmine tabi değildir.

4. Kıbrıs Meyva ve Sebze İşletmecilik Ltd. (CYPFRUVEX):
10 milyon TL sermaye ile KTFD tarafından kurulmuş ve işgal altındaki bölgelerde turunçgillerin ihracatı ve pazarlaması ile görevlendirilmiştir. Türkiye’deki Meysu firması ile 1975 yılında imzaladığı teknik anlaşmanın yürümemesi nedeni ile söz konusu firmaya 1.5 milyon TL olan borcunu ödemiştir. Daha sonra Meysan isimli meyva suyunun iç piyasada dağıtımını sağlamak için ETİ, Sanpa Ltd ve Ahmet Raşit Mustafa and Co. şirketine satış yetkisi vermiştir. Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Sami Topcan’dır.
İngiltere’deki dağıtım işlerini, bir Museviye ait olan Rudolfo Şirketi yapmaktadır. Cypfruvex, bu şirketin yarı hissesini almak için 3,000 sterlin yerine 10,000 sterlin ödemiştir. Hollanda’daki dağıtımı ise, Euroface şirketi yürütmektedir. Her iki dış şirketin hesapları hakkında Meclis Araştırma Komisyonu’na bilgi verilmemiştir.
Cypfruvex’in 31 Ağustos 1976 tarihine kadar bankalara ve çeşitli yerlere toplam 93,857,723 TL borçlu olduğu saptanmıştır. 1975 yılında 50 bin ton olan genel ihracat, 1976 yılında 30 bin tonu aşamamıştır. 1976 yılı içindeki toplam ihracatı, 1,250,000 sterlin değerinde idi. Tam pazarlama yapamadığından gerekli dövizi sağlayamamaktadır.

5. Kıbrıs Türk Turizm İşletmeleri Ltd.
İstila sonrası terk edilen Mağusa ve Girne’deki Kıbrıslı Rumlara ait otellerin işletilmesi amacıyla, yine Türkiye devlet sermayesi ve TCM İnkişaf Sandığı’nın ortaklığı sonucu kurulmuş bir şirkettir. Yatak kapasitesi 1,350’dir. Çeşitli otellerin müdürlüklerine bol maaşla Türkiyeliler getirilmiştir. Şirket yönetimi, yasalara aykırı olarak, personelinden stopaj sistemi ile kesmekte olduğu gelir vergisini ve İhtiyat Sandığı hisselerini “para yok” diyerek, ilgili kuruluşlara yatırmamıştır. Bir seyahat acentesine ayrıcalık tanınarak, sınırsız kredi açılmış, kapora yatırmadan otellerde kontenjan alabilmesi sağlanmıştır. Bu acente, şirkete bir yıldır 1 milyon TK borçlu durumdadır. Genel müdür, otellerin %84’ü Mağusa bölgesinde olmasına rağmen, Girne’de lüks özel bir evde kalmaktadır.

6. Kıbrıs Türk Hava Yolları Şirketi:
1975 yılı sonunda KTFD ve THY’nin 20’şer milyon TL sermaye koyması ile kurulan bu şirket, Ercan Havaalanına uçak indirme yetkisini tekelinde tutmaktadır. 1976 yılında 13 milyon TL net kâr sağladığı açıklanmıştır.
İstanbul Sheraton Oteli’nde tutulan bir büro, THY ile olan bağlantıyı sağlamaktadır. Kendi uçağı olmayıp, THY’na ait kiralanmış uçaklarla hava ulaşımını gerçekleştirmektedir. Yüksek bilet fiyatlarının turizmin gelişmesini engellediği, liderliğe yakın bazı kimselere parasız, bazılarına %60 indirimli seyahat olanağı sağladığı öne sürülmektedir.

7. Kıbrıs Türk Denizcilik Şirketi:
Bu şirket de, Hava Yolları Şirketi gibi, %50 hisseye sahip olan TC Denizcilik Bankası’nın Kıbrıs acenteliğini yapmaktadır. 30 milyon TL sermayesi olan şirketin Danimarka’dan satın aldığı Panama bayraklı “MS Barış” adında 844 tonluk bir gemisi vardır.

8. ve 9.Kıbrıs Türk Tütün Endüstrisi Ltd Şirketi ve Kıbrıs Türk İçki Fabrikası (TAŞEL):
Her ikisi de, %51 Türkiye Tekel İdaresi ve %49 TCM İnkişaf Sandığı sermayesi ile çalışmaktadır. Türkiye’den ithal edilen tütünle “Harman” ve “Barış” sigarası imal edilmekte, içki fabrikası ise ilkel metodlarla çalışmaktadır. Malları pek rağbet görmemektedir. Çünkü gerek sigara, gerekse içki ithali, büyük ölçüde kaçakçılık şeklinde olmaktadır. Askeri ve sivil yöneticilerden oluşan bir kaçakçılık şebekesi, güneyden veya Türkiye’den Amerikan sigarası getirip, dağıtımını sağlamaktadır. Mağusa’daki TAŞEL Fabrikasının müdürü Nazım Perk olup, burada 26 kişi çalışmaktadır.

ÖZEL SEKTÖR:
Yukarıda sermaye yapısı ve çalışmaları incelenmiş olan KİT’ler dışında kalan Kıbrıs Türk özel sektörü, ya ETİ’nin ithal etmekte olduğu malların dağıtımını yapmakta veya kendi direkt olarak Türkiye veya Avrupa’dan tüketim malları ithal etmektedir. KİT’lerin kuruluş döneminde bu kuruluşlara ortak olmaktan çekinen Kıbrıs Türk ticaret burjuvazisi, şimdi KİT’lerin özel sektöre devrini istemektedir. Kıbrıs Türk Ticaret Odası Başkanı Mehmet Can, Türkiye’nin en büyük tekelcilerinden Vehbi Koç’un 1976 yılı sonunda işgal bölgelerine yaptığı ziyaret nedeniyle verdiği bir demeçte şöyle konuşmuştur:
“Anavatanla bütünleşme alanında ilk adımı atan Koç Holding’in bu faaliyetini büyük bir memnunlukla karşılıyoruz. KTFD’deki KİT’lerin Barış Harekâtı sonrasındaki geçiş dönemindeki görevlerini tamamladıklarına ve görevi ciddi Holding ve halk şirketlerine devretmeleri zamanının geldiğine inanıyoruz.”
Uzun süreli ekonomik yatırım yapma yeteneğinden yoksun olan Kıbrıslı Türk kapitalistler, bugün büyük bir vurgun alanı olan KİT’lerin özel sektöre devri sayesinde, hem kendilerinin bu sömürüden bir pay kapmalarını, hem de acenteciliğini yapmakta oldukları Türkiye tekellerinin kuzeydeki ekonomiye tamamen sahip olmalarını istemektedir.
Öte yandan Türkiye tekelci sermayesi de, küçük bir pazar olma özelliği dışında, kuzeydeki atıl sanayi ve turizm potansiyelini kullanmak isteğindedir. Fakat bugüne kadar yapılan çeşitli teşebbüsler, henüz bir sonuç vermiş değildir. Koç Holding’den sonra, Egeli sanayicilerden oluşan bir grup işadamı da 1977 yılı Mayıs başlarında Kıbrıs’a gelerek, aynı konuda temaslarda bulunmuşlardır.
Bu arada uzun süredir Türkiye ve AET tekellerinin istemekte oldukları Mağusa’da serbest bir bölge kurulması projesi, Bakanlar Kurulu’nun 1977 Şubat ayı ortalarında aldığı bir kararla kabul edilmiştir. Bu projeye göre, Mağusa limanı çevresindeki 30 bin metre karelik bir alan üzerinde bir serbest değişim bölgesi kurulacak; burada, gümrüksüz olarak ithal edilen ham madde ile üretilecek veya montajı yapılacak sanayi ürünleri, çeşitli gümrük kolaylıklarından yararlanılarak, Orta Doğu ülkelerine ihraç edilecektir. Ayrıca bu bölgeden yapılacak ithalata indirim sağlanacak ve bazı malların değişimi sağlanacaktır.
Projenin ne ölçüde gerçekleşeceği henüz kesin olmamakla beraber, emperyalizmin taksim edilmiş Kıbrıs’ı askeri bir üs yanında, diğer amaçları için de kullanmak istediği anlaşılmaktadır. Kukla Denktaş yönetimi, bu hususta elinden geleni yapmakta, patronlarına olan sadakatini göstermekten geri durmamaktadır. Bazı Ortak Pazar çevrelerinin de bu konuda ona yardımcı olduğu görülmektedir.

SONUÇ
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünün çiğnenmesi ve yüz binlerce insanın yerinden, yurdundan edilmesi, can ve mal kaybı pahasına kurulan KTFD’nin bugün içinde bulunduğu ekonomik, politik ve sosyal bunalım, giderek derinleşmektedir. Şişirme memur kadroları ve cari giderler için harcanan para, 20 milyon KL (800 milyon TL)’nı aşmakta olup, sadece KİT personeline yılda ödenen ücretler toplamı 1.3 milyon KL (47 milyon TL)’na ulaşmaktadır. Sözün kısası büyük bir israf içinde olan KTFD, borç içinde yüzmektedir.
Kıbrıs’ın işgal altındaki bölgelerinde hayat, güneye oranla %116 daha pahalıdır. Öte yandan kişi başına düşen ulusal gelirde geçen yıla oranla %33’lük bir düşüş görülmüştür. Pahalılık, işsizlik, karaborsacılık, yolsuzluk ve hırsızlıklar gün geçtikçe artmaktadır. Denktaş ve TMT’ye destek olmak amacı ile Türkiye’den Kıbrıs’a gönderilen çeşitli faşist ve gerici unsurlara karşı halkın tepkisi giderek yoğunlaşmaktadır. Kıbrıs’ta toplumlararası dostluk ve işbirliğine karşı olan bu şovenist gruplar, gerek Türkiye’deki, gerekse Kıbrıs’taki sermaye çevrelerinin destek ve koruyuculuğu altında çalışmaktadırlar. Bir eski TMT komutanının yönetiminde ve faşistlerin elinde bulunan Gençlik, Kültür ve Spor Dairesi’ne bütçeden ayrılan para miktarı 200,000 KL’dır.
Bu faşist hareketin başkanının bir açıklamasına göre, özel yaz kamplarında 1975’de 200, 1976’da da 800 genç eğitim görmüştür. Türkiye’deki faşist Milliyetçi Hareket Partisi’nin fanatik üyeleri olan binlerce faşist, işgal bölgelerindeki çeşitli köy ve kasabalara yerleştirilmiştir. Öte yandan Türkiye’den gelen dinci ve gerici kişiler, Allaha inanmadıkları ve İslam dininin emrettiklerini uygulamadıkları şeklinde suçlamalara maruz kalan Kıbrıslı Türklere “din ve ahlak” öğretmek gerekçesiyle adaya gelmişlerdir. Okullara din dersleri konurken, faşistler de okullarda etkilerini artırmak istemektedirler.
Kıbrıs Türk toplumu, ayrı bir devlet ilanı ile Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıkmayı hedeflemiş olan NATO’nun emperyalist planlarına karşı mücadele ederken, Denktaş kliğinin taksimci politikalarına onay vermemektedir ve bağımsız, egemen, toprağı bütün, bağlantısız ve askeri üslerin olmadığı, içişlerine yabancı ülkelerin müdahale etmediği bir Kıbrıs’ta Kıbrıslı Rum yurttaşlarıyla yeniden birlikte yaşamak istemektedir. 
Kıbrıs Türk toplumunun kasıtlı olarak üretimden uzak tutulması ve tüketici bir hayata zorlanmasından amaç, onun üretim süreci içinde daha da bilinçlenmesini önlemektir.
1976 yılı içinde bazı üretim dalları ve hizmet sektöründe çalışan 8,000’i aşkın işçi ve memurun ilerici sendikaların öncülüğünde düzenledikleri 30 grev hareketi, yükselen ekonomik mücadelenin boyutlarını göstermektedir. Bu grevlerden 5 tanesi, sosyal hayatı ve halkın refahını tehlikeye sokacak gerekçesiyle, Denktaş Yönetimi tarafından yasaklanmıştır. 1977 yılı Eylül ayı sonunda anti-demokratik yönetime karşı yapılan grevlerin sayısı 20’ye ulaşmış olup, bunlardan iki tanesi de yasaklanmıştır.
Kıbrıs Türk halkı 1958 yılından bu yana kendi adına hareket eden liderliğin taksimci politikasının nelere mal olduğunu yaşamış ve görmüştür. Bölünmüş bir ekonomi, 40 bin askerlik işgal ordusu, faşist TMT ve emperyalizm yanlısı Denktaş yönetimine rağmen, en zor koşullar altında mücadele vermekte olan Kıbrıs Türk emekçileri, tam bağımsız, toprağı bütün, egemen ve askersizleştirilmiş bir Kıbrıs mücadelelerini sürdüreceklerdir.

(“Hasan Mehmet” takma adıyla 12 Haziran 1977 tarihinde İngilizce olarak kaleme alınan bu çalışma, 29-30 Ekim 1977 tarihlerinde Brüksel’de yapılan Kıbrıs ile Uluslararası Dayanışma Konferansı’na “Hasan Mehmet adındaki bir Kıbrıslı Türk gazetecinin Kıbrıs’ın işgal altındaki bölgelerindeki ekonomik yapı hakkındaki raporu” olarak gönderilmiştir. Ayrıca Prag’taki Uluslararası Gazeteciler Örgütü (IOJ)’ne de iletilmiştir. Yukarıdaki metin, yazar tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Bu rapor, İstanbul’daki haftalık siyaset dergisi Kitle’nin 15 Kasım 1977 tarihli (Sayı:185) nüshasında,  dergi redaksiyonu tarafından Türkçeleştirilmiş ve biraz kısaltılmış şekliyle yayımlanmıştır.)

4 Temmuz 2014 Cuma

KUTLU ADALI'NIN "YASEMİNLERİMİ GERİ VERİN" KİTABININ SUNUŞ YAZISI


Kutlu Adalı’nın öldürülmesinden önce kaleme aldığı son makalelerin derlendiği ve Haziran 1999’da yayımlanan “YASEMİNLERİMİ GERİ VERİN” başlıklı kitabı (Lefkoşa, 117s.) için kaleme aldığım

                                                                      SUNUŞ

             14 Mart 1996 akşamı saat 19 sıralarında 10-12 kadar maskeli silahlı kişinin St.Barnabas Manastırı’na bir baskın düzenleyerek, manastır bekçilerini dört saat süreyle bir odaya hapsettikleri ve St.Barnabas’ın mezarında kazı yapıp, "birşeyler"i alıp götürdükleri 16 Mart günü gazete manşeti idi.

            Reuter’in  tüm dünyaya yaydığı bu silahlı soygun haberi, resmi ağızlar tarafından da doğrulanmış, ama soruşturmanın selameti açısından konu yargıya sevkedilmeden, kamuoyuna daha ayrıntılı bilgi verilmek istenmemişti.

TKP Genel Başkanı Mustafa Akıncı, 18 Mart günü yaptığı bir açıklamada, silahlı baskınla ilgili olarak "fazla kurcalamayın, altından çapanoğlu çıkar" şeklinde söylentiler dolaştığını belirtmiş ve baskını yapanlarla "kurcalamayın" diyenlerin açıklanması için yetkilileri göreve çağırmıştı.

5 gün suskunluktan sonra Başbakanlıktan yapılan kısa bir açıklamada, "Olayın güvenlik güçlerimizin aldığı ciddi bir ihbar üzerine gerçekleştirilen bir operasyon olduğu" belirtilmişti. Konuyu Meclis’e getiren TKP milletvekili Mehmet Emin Karagil, yaptığı gündem dışı bir konuşmada, hükümet açıklamasının inandırıcı olmadığını, halka masal değil, gerçeklerin anlatılmasını istemişti. CTP Genel Sekreteri Ferdi Soyer ise, yaptığı yazılı bir açıklamada, St.Barnabas Operasyonu ile "toplumumuzun özgür demokratik iradesi olayına maalesef gölge düşürülmüştür" şeklinde konuşmuştu.

Yeni Düzen gazetesinin sütun yazarlarından Kutlu Adalı, "kurcaladığı" olayla ilgili olarak kaleme aldığı 23 ve 26 Mart 1996 tarihli yazılarından sonra, çeşitli tehditler aldığını, 2 Nisan günkü makalesinde açıklamıştı. Telefonla yapılan müteaddit tehditler, sonunda onun 6 Temmuz gecesi evinin önünde, yine silahlı bir baskınla öldürülmesiyle noktalandı ve "Çapanoğlu"nun  gerçekten var olduğu ortaya çıktı!

***

Soygun olayını düzenleyenlerin üzerine giden Adalı, bu konuyu kurcalamasının bedelini hayatı ile ödedi. Zaten O, bir süreden beri, yazdığı uyarıcı makalelerle, Kıbrıs Türk liderliğinin ayrılıkçı politikasını eleştiriyor ve bu uzlaşmazlığın sürdürülmesi halinde, uluslararası planda Türkiye'nin başının, Kıbrıs yüzünden ağrıyacağını vurgulamaktaydı. Adalı'nın bu yazılarından da tedirgin olan çevreler, onu ortadan kaldırmakla, hem kalemini susturmak, hem de deşifre edilmenin öcünü kendilerince almak istemişlerdi herhalde!

Cinayet olayını  ertesi sabah duyurabilen tek gazete, istihbarat çevrelerine yakınlığı ile bilinen Kıbrıs gazetesi olmuştu. Adalı'nın öldürüleceğini önceden biliyorlarmış gibi, seçip de hazır tuttukları (!) ve o günkü ölüm haberi ile birlikte verdikleri, onun 26 Aralık 1995 tarihli "Faşistlerin Yıldızı Dökülürken" adlı makalesinden aktarılan bir bölüm, geride kalanlara çok şeyler anlatmaktadır!

***

Her ne kadar gerek soygun, gerekse bunu izleyen cinayet olayına karışmış olan bazı kişiler, bugün konuyla ilgilenenler tarafından bilinmekteyse de, olay tipik bir "faili meçhul cinayet" olarak tarihin tozlu raflarına terkedildi ve azmettiricilerle failler cezasız kaldı. Ama Kutlu Adalı'nın yıllardır savunduğu barışçı fikirler, Kıbrıs Türk toplumu içinde yok edilemedi.

Ne tesadüftür ki, yıllarca önce, haftalık Cumhuriyet gazetesinin avukat yazarları, Ahmet Muzaffer Gürkan ile Ayhan Hikmet de, Kıbrıs sorununun barış ve dostluk yoluyla çözümlenmesine karşı çıkan aynı çevreleri deşifre ettikleri için 1962 yılında öldürülmüşlerdi. Ama Cumhuriyet'çilerin fikirleri de yok edilememiş ve aradan geçen bunca süreye karşın, toplumumuz içerisinde yeni yandaşlar bularak gelişip güçlenmiştir.

Bu demokrat iki avukatın kardeşleri olan Haşmet Muzaffer Gürkan ile Hizber Hikmetağalar'ı tanıyıp, dostluklarını paylaşmış bir kişi olarak, onların Kıbrıslılık bilincine sahip değerli kişiliklerinden çok yararlandım. 1986 yılında Kıbrıs Türk Bibliyografyası'nı hazırlarken, tanışıklığımızı ilerletip dostluğa dönüştürdüğümüz Kutlu Adalı ile de, ölümüne kadar bir fikir uyumu içinde olduk.

Eski ve yeni kuşak kültür adamlarımız arasındaki bağları güçlendirmek için, 1990 Mayıs'ında, değerli dostlar Kutlu ve İlkay Adalı, Haşmet M.Gürkan, Hizber Hikmetağalar, Harid Fedai vd ile birlikte oluşturduğumuz "Kıbrıs Türk Sanatçı ve Yazarlar Birliği"ndeki çalışmalarımızdan gocunanlar, bu örgütten bizi uzaklaştırmak için ellerinden geleni yaptılar. Kutlu Bey, bu konuyu yine köşesinde işlemeden edemedi. (Yeni Düzen, 20 Mayıs 1992)

1989 Eylül'ünde iki toplumlu olarak oluşturduğumuz "Bağımsız ve Federal Kıbrıs için Temas Grubu" adı altında yaptığımız etkinliklere de çok geçmeden Kıbrıs Türk liderliği yasaklar koydu. Ama biz, yine doğru bildiğimiz yolda, Kıbrıslılık bilincinin yayılması için, kültürel araştırmalarımızı ve siyasal yazılarımızı, toplumlararası anlayış havasının gelişmesi için etkinliklerimizi olanaklar ölçüsünde sürdürdük. Haşmet, Hizber ve Kutlu Bey'lerin kitaplaşmış yazıları ve diğer makaleleri, onların bu doğrultudaki çalışmalarının en güzel örnekleridir.                             
Ne yazık ki, bu üç arkadaşı da en verimli oldukları bir dönemde, dostluklarından daha da yararlanacağımız bir zamanda, ardısıra yitirdik. Haşmet Bey'i Mart 1992'de ani bir kalp durması sonucu, Hizber Bey'i de Mart 1993'de bir kan hastalığı yüzünden kaybettik. Kutlu Bey ise, Temmuz 1996'da, Gürkan-Hikmet cinayetlerinin bir benzeri sonucu aramızdan uzaklaştırıldı.       
Değerli fikir arkadaşım ve dostum Kutlu Adalı'nın, ölümünden önce kaleme alıp Yeni Düzen gazetesinde yayımladığı son siyasal makalelerinden bir demeti yeniden okurken, onun dürüst kişiliği ve aydın sorumluluğu önünde bir kez daha saygı ile eğiliyorum.
Ahmet An
 

KUTLU ADALI'YI ANARKEN...


            6 Temmuz 1996 gecesi evinin önünde "faili meçhul" bir cinayete kurban giden yazar arkadaşımız Kutlu Adalı, öldürülmesinin 2. yıldönümünde çeşitli etkinliklerle anıldı. Ama onun düşünce ve eylem şekline ters düşen işler de yapıldı.

Bazıları onun adından yararlanarak, parsa ve rant toplamaya çalıştı. "İlkesiz davrandıkları için"  yaşarken artık gitmez olduğu Işık Kitabevi, Kutlu'nun öldüğü yıl alelacele, onun kitaplarını yeniden basma adına, "Çirkin Politikacı Pof"u ve geçen yıl da yarım cilt (!) halinde de "Dağarcık"ı basarken, yazarı olduğu "Yeni Düzen" gazetesi de, onun "ölümüne neden olan son yazıları" yerine, eski yazılarından oluşmuş "Aklın Silahı Barıştır" adlı bir kitabı yayımlamıştı.

Işık Kitabevi bu yıl da, Kitap Fuarı'nı 6 Temmuz'u da içine alacak şekilde ve aynı mekanda düzenleme yolunu seçti. Kutlu Adalı Vakfı Yayınlarının ilk kitabı olarak bastırılan, Kutlu ve İlkay Adalı'nın şiirlerini içeren "Gideyim Buralardan Diyorum"un tanıtım gecesinde, hem anma gecesi için gelenlerin Fuar'da alış-veriş etmesinden, hem de kitabın satışından yararlanılacaktı. Oysa Fuar'da, Kutlu Adalı'nın anısına adanmış olan "Kıbrıslılık Bilincinin Geliştirilmesi" kitabı da içinde olmak üzere, Adalı'nın fikir dostu olan belli yazarların kitaplarını bulmak olanaksızdı. Zaten bu kitaplar, Işık Kitabevi tarafından hazırlanan "KKTC'de bu haftanın en çok satılan kitaplar" listesinde de hiçbir zaman yer almamıştı. Çünkü bu listede Kıbrıs'ta yayımlanmış kitap olarak, daima Işık Kitabevi yayınları eksik olmazdı.

***

Bu yıl, Basın Emekçileri Sendikası (Basın-Sen) da, "1. Kutlu Adalı Basın Ödülleri Yarışması" düzenleme inceliğini gösterdi. İyi hoş da, ödül verilen eserlerin bazıları, hiç de Kutlu Adalı'nın fikriyatına denk düşmedi.

"Tekel'den Tekme" haberi ile "Eylemde" fotoğrafı, tam isabet kaydederken, "Toros Tatbikatı 97'den görüntüler", anti-militaristliği ile tanınmış olan Kutlu Adalı'yı mezarında rahatsız etmiş olmalı. Hele "Dr.Fazıl Küçük Belgeseli"nin, Kutlu'yu, 1960'lı yıllarda kıravatından tutup Halkın Sesi Matbaasından atan bir kişi ile ilgili olması, seçimi yapan juri üyeleri açısından tam bir  talihsizlik eseri olsa gerek! Genç gazetecilerimiz, lütfen bundan sonraki yıllarda daha dikkatli olsunlar...

***

Kutlu Adalı Vakfı'ndan bir rica: Kutlu Adalı'nın son 35 yıla ait özellikle siyasi anıları ve son dönem yazıları, titiz bir şekilde derlenip, varsa yayımlanmamış olanlarla birlikte peyderpey kitap halinde yayımlanmalı. Kendisi bu işi sağken yapmayı çok arzuluyordu. Ama maddi koşullar uygun değildi. Şimdi ailesi tarafından, onun adına bir Vakıf kurulduğuna göre, bize göre yapılması gereken ilk iş bu olmalı. Yoksa bu vakıf da, diğer vakıflarımız gibi geleceğe kalıcı eser bırakamayacak.

***

Kutlu Adalı "Kasım 1995" tarihli son şiirinde şöyle diyordu:

"Umutlar umutsuzluklarla yarışır gibi savaşır

nenemi, dedemi anımsarım

Babam annem yarım kalmış aşklarım

Yollarda hala oynayan çocukluğum

Savaş yılları acılar felaketler

Bitmek bilmeyen barış özlemi

Yüreğim dayansın istiyorum

Dayanamıyorum

 

Gideyim buralardan diyorum

Selamsız kalmaktan korkuyorum"


Kutlu arkadaş, sen sana layık olanı yaptın, buralardan gitmedin. Zorlu kavgamıza katkını koydun. "Bu düğümü çözmek var son, hele dur" diyordun. Yüreğin dayandı, ama düğüm henüz çözülemedi; çözülmesini istemeyenler seni susturdular. Ama fikirlerini susturamadılar:

"Çekiyor kollarıyla kaçamıyorum

Zeytin veren toprak oluyorum

Özyurdumun insanına ürün oluyorum"

***

"Maviler yeşiller arasında köpüklenen ey deniz

Senin her dalgandan çıkan köpükte

Bir haykırış bir çığlık duyuyorsan

Yurdumun özgürlük türküsüdür bilesin"

 
(Kıbrıslı Türkün Sesi dergisi, Sayı:36, Ağustos 1998)