24 Şubat 2015 Salı

KIBRISLILIK VE KIBRIS TÜRK KİMLİĞİ


            Önce Kıbrıslılık teriminden ne anlaşılması gerektiği üzerinde durmak istiyorum. Bilindiği gibi bu terimin Kıbrıs siyasal sahnesine çıkışı 1927 yılı başında olmuştur. Zamanın İngiliz sömürge valisi Ronald Storrs, hükümet dairelerindeki resmi işlemlerde, itibar kırıcı olarak gördüğü “native” (yerli) kelimesi yerine “Cypriot” (Kıbrıslı) kelimersinin kullanılmasını istemiştir. Valinin esas amacı, o sıralarda Kıbrıs’ta yükselmekte olan Yunan milliyetçiliğini depolitize etmekti. Zamanın İngiltere Sömürgeler Bakanı Amery de, Kıbrıs’taki Rum okullarında milliyetçiliğin yayılmasını önlemek için “Cypriot patriotism” (Kıbrıslı yurtseverlik) konusunun daha çok öğretilmesi doğrultusunda çaba gösterilmesini istemişti. Hatta o yıllarda Yunan bayrağının Kıbrıslı Rumlar tarafından kullanılmaması için iki aslanlı sömürge armasından oluşan bir Kıbrıs bayrağının hazırlanması bile önerilmişti.
            Öte yandan Kıbrıs Rum milliyetçileri, “dar bir Kıbrıs milliyetçiliği”, “bir Kıbrıslılık bilinci yaratılmaya çalışılıyor” diyerek bu çabalara karşı ilk tepkiyi göstermişlerdi. 1926 yılında kurulmuş olan Kıbrıs Komünist Partisi (KKK) ise, bu “Kıbrıs yurtseverliği”ne sahip çıkmış ve siyasal çalışmalarını bu doğrultuda yürütmeye başlamıştı. Ne var ki Kıbrıs Rum milliyetçilerinin enosis taleplerini bastırmak için “Kıbrıslılık” kavramını öne çıkartmak isteyen İngiliz sömürgecileri, bunun güçlenmekte olan KKP’nin de desteğini kazanarak, Kıbrıs’ın emperyalizmin ve sömürgeciliğin boyunduruğundan kurtaıılarak, bir bağımsızlık hareketine dönüşebileceği endişesine kapılmış ve Kıbrıslılık görüşünü teşvik etmekten derhal vazgeçmişlerdi. Bunun yerine, Kıbrıs’ta Yunan ve Türk milliyetçiliklerinin, Yunan ve Türk konsolosları aracılığıyla körüklenip, boy atmasına güya seyğrci kalan İngiliz yöneticiler, bir yandan KKP üzerine 1033 yılında yasak koyarken, öte yandan da olası bir Türk-Rum ortak cephesinin, milliyetçiliklerin çatıştığı bir ortamda yeşermemesi için ellerinden gelen çabayı göstereceklerdi.
        İngiliz sömürge yöneticilerinin korkulu rüyası, Kıbrıslılık kavramının Kıbrıs Rum veya Türk milliyetçiliğinin önüne geçmesiydi. Bunun temelini oluşturacak olan Kavanin meclisi’ndeki Rum-Türk işbirliği ve ortak çalışmasıydı. Meclis dışında gelişen bazı olaylar da yöneticileri tedirgin etmekteydi. Şubat 1931’de gözlemlenen Rumca “Eleftheria” gazetesi ile Türkçe “Söz” gazetesinin uyumlu ve birbirini destekleyen yayınları, Yorgo Hacıpavlu ile Necati Bey’in seçim toplantılarında Rumlarla Türklerin birbirleriyle kaynaşmalarını, Evkaf Müdürü ve İngiliz yönetiminin sadık adamı olan Münir Bey’in aleyhtarı Avukat Mehmet Rifat Efendi’nin Masum Millet gazetesinde çıkan toplumlararası dostluk ve Türk-Yunan yakınlaşmasını destekleyen yayınlarının “Foni dis Kipru”, “Alithia” gibi Rumca gazetelerde onay görüp iktibas edilmesi ilk akla gelen olaylardır.
            Kapitalist dünyadaki ekonomik bunalımın en yoğun olduğu Ekim 1931’de İngiliz sömürge yönetimi, Kavanin Meclisi’nde Türk üye Necati Özkan’ın Rumlarla birlikte olumsuz oy kullanması sonucu reddedilen vergi yasalarını zorla uygulamak isteyince, Rumlar ayaklanmıştı. Bunun üzerine Kavanin Meclisi kapatılmış ve 1941 yılına kadar sürtecek bir baskı döneminin valisi Richmond Palmer, 23 Ekim 1936 tarihli gizli raporunda şöyle diyordu:
            “Bizim Kıbrıs’ta gelecekte de bir siyasal rahatlığımızın olabilmesi için, adanın yönetimi istisnalara da yer verecek bölgeler temeli üzerinde sürdürülmelidir. Böylece, Kıbrıs ulusçuluğu kavramı, -ki, enosis aşınmış bir değer durumuna geldiğinde, bu yeni kavramın yükselişi kaçınılmaz olacaktır- münkün olduğunca uzak bir geleceğe itilip, kazanlıkta bırakılabilecektir. Şimdi bu kavram, neredeyse hiç yaşanmıyor. Kıbrıslılar, ya kendi bölgelerinin “ulusçuları”, ya da Rum veya Türklerdir.”
            Bugün yıl 1989. Aradan 50 yıl geçmiştir. 1960 yılında Kıbrıs Cumhurşyetidevletinin kurulması ile başlayan Tür-Rum ortak yönetimi, 1963 yılı sonunda, ortak bir Kıbrıslılık bilincinin oluşturulamaması nedeniyle bozulmuştur. Sonunda 1974’ün sıvcak yazı yaşanmıştır. İşte o zaman enosisin aşınmış bir değer durumuna geldiği görülerek, yeni bir kavram olan Kıbrıslılık yeniden gündeme gelmiştir.
                Ocak 1975’de bir grup Kıbrıslı tarafından yayımlanan bildiride şöyle denmekteydi:
            “Son ayların acılı günlerinden şu gerçekleri öğrenmeliyiz: Bu adada yaşayan Rum, Türk , Ermeni, Maronit olarak bizler, gerçekte Kıbrıslılığımızı saptayan, ortak çıkar ve hedeflere sahibiz. Yalnız bizler, bu adanın sakinleri olarak, birbirimizi anlayabilir, çıkarlarımızı koruyabiliriz. Bugünkü durumun en önemli nedeni, iki büyük toplumun tam bir ayrılık içinde yaşayarak, yek diğerine karşı yanlış inanç ve düşünce beslemeleri, yek diğeriyle temastan kaçınlamarı ve toplumsal yapının ayrımcı ilkelere dayanmasıdır. Hangi milliyete mensup olduğumuzu ve kültürel bağlarımızı unutmamakla beraber, hayata tek bir halk kitlesi olarak bakmalıyız. Herşeyden önce Kıbrıslı olarak düşünmeli, sonra Rum veya Türk olarak. Bu güzel adamızın yeniden mutluluk ve refaha ulaşması için bu şarttır.”
            İşte bu grubun ardısıra toplantıları ve sistematik tartışmaları sonunda 19 Mart 1975’de “Yeni Kıbrıs Derneği” oluşturuldu. Derneğin temel ilşkeleri arasında şunlar yer alıyordu:
            -Kıbrıslıların aralarındaki doğal ve yapay farklara rağmen, yalnız kendilerinin anlayıp, koruyabildiği ve Kıbrıslı olarak kimliklerini belirleyen ortak nitelikleri, sorunları, çıkar ve gayeleri vardır.
         - İki toplum arasında geçmişte hakim olan yanlış fikirler ve Kıbrıslı topluluğun ülkü ve gayelerinin belirlenmesindeki ayırıcı yönelişler, ülkemizin bugün içinde bulunduğu feci durumun başlıca nedenlerindendir.
            - Her Kıbrıslının ulusal kökenine mutlak saygının yanısıra, ulusal köekni ülkenin kültürel yaşamının her alanında çok şekilli ve yaratıcı bir biçimde oluşması ve kalkınmasına katkıda bulunabilecek olumlu bir faktör olarak değerlendirilmektedir; yeter ki bu unsur Kıbrıslıların ortak vatanlarına bağlılık duygularını azaltmasın.”
            İşte bizim anladığımız Kıbrıslılık da bu paraleldedir. Tüm Kıbrıslılar için yeni bir Kıbrıs’ın kurulması zaamnının gelip çattığını belirten Yeni Kıbrıs Derneği, tüm Kıbrıslıların vatanlarına karşı gurur, sevgi ve bağlılık duygularını güçlendirmek, ayrıca barışçı ve dempokratik bir topluluk halinde yine birleşmesini sağlamak yönünde çabalarda bulunmayı amaçlamıştı. “Bu amaçların Kıbrıslıların ulusal kökenlerine, geleneklerine ve kültürel başarılarına bağlı ve saygılı kalmalarına hiçbir şekilde engel olmayacağına inanıyoruz” diyen yeni Kıbrıs Derneği, kuruluşundan bir süre sonra Kıbrıs Cumhurşyeti bayrağının Rum Milli Muhafız Ordusu tarafından Yunan bayrağına ek olarak kullanılmasını sağlamış, Kıbrıs Rum şovenizmine karşı yönelttiği eleştiriler, giriştiği tartışmalar ve yaptığı toplantılarla şimşekleri üzerine çekmiştir. Kıbrıslılık bilincinin geliştirilmesi doğrultusundaki görüşlerin siyasal bir ideoloji halinde partileşmemiş olması yüzünden, Yeni Kıbrıs Derneği’nin Kıbrıs Rum toplumu içindeki etkinlikleri, bir aydın hareketi olarak sürdürülmektedir.
            Kıbrıs Türk toplumu içinde ise, Kıbrıslılık düşüncesini ilk defa siyasal olarak gündeme getiren, 1960-63 yılları arasında yayımlanan “Cumhuriyet” gazetesi olmuştur. “Kıbrıs’ın istiklaliyeti, herhangi bir millete veya devlete ilhak edilmesi değil, Kıbrıs’ın Kıbrılılar tarafından idare edilmesi demektir” diye yazan bu gazetenin yayımcıları Ahmet Muzaffer Gürkan ve Ayhan Hikmet adlı Kıbrıslı Türk avukatlar, “yazıları ve eylemleri, Rumların gayretlerine hizmet ettiği” gerekçesiyle “eğer bu kişiler ulusal mücadelemizin varlığına inanmıyorlarsa, susturulmalıdırlar” talimatı sonucu 23 Nisan 1962 gecesi katledilmişlerdi.
          1974 sonrası askeri eylemler de-fakto durum ve kuzeyde toplanan Kıbrıslı Türklerin Türkiye ile başlayan daha sıkı ilişkileri, Kıbrıslı Türklerin kendi kendilerini yönetme doğrultusundaki istemlerini daha da güncelleştirmişti. 1978 yılında yayımlanmaya başlayan Söz gazetesi, TC yöneticilerinin Kıbrıslı Türklerin iç işlerine karışmalarını eleştiren kararlı bir politika izlemeye başlar. Özellikle Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası bu politikanın en önde gelen savunucusu olur. Buna paralel olarak ekonomi ve politika yanında, Türkiye kültürünün de yoğun etkisi altına giren Kıbrıslı Türkler, kendi özgün Kibrıslı kimliklerini saptama, ona sahip çıkma ve geliştirme mücadelesini başlatırlar. Halk Sanatları Derneği’nin Ekim 1982’de düzenlediği “Arayış Folklor Sergisi”, Şubat 1983’de 200’ü aşkın kişinin katılımıyla gerçekleşen “Kültür-Sanat Danışma Toplantıları”, aynı ayın sonunda Has-Der’in düzenlediği 1. Halkbilim Sempozyumu, çeşitli gazetelerde çıkan geçmiş kültürel birikimimizle ilgili tanıtma ve araştırma yazıları, Güzelyurt Sanat Derneği’nin Ağustos 1986’da Türkiyeli aydınların katılımıyla gerçekleştirdiği “Kimlik arayışında kültürel ve sanatsal gelişmenin önemi” konulu sempozyum örnek olarak verilebilecek etkinliklerdir.
            Görüldüğü gibi Kıbrıs Türk aydınlarının “biz kimiz?” diye soru sorarak, Kıbrıs Türk kimliğini belirleme yönünde yaptığı çalışmalar, daha çok kültürel mirasın araştırılması ve ona ilişkin değerlerin belirlenmesi şeklinde olmuştur.
         Bilindiği gibi ulusal bilincin oluşmasında en önemli bileşenler kültürel miras, bilimsel miras ve edebi mirastır. Ulusal bilincin gelişmesi ise, her ülkenin özel koşulları ve her halkın sosyal ve tarihsel koşullarına bağlı olarak belirlenmektedir. Bu durumda siyasal çalışmada ve ulusal bilincin gelişmesinde rol oynayan “mirasımız nedir?” sorusunun yanıtı verilmelidir. İşçi sınıfı bilimine göre, kültürel miras, geçmiş nesillerin günümüze bıraktıkları maddi ve entellektüel kazanımlardır. Bu mirasın günümüz yaşamındaki önemi ve kullanılışı ise bir ölçüttür. Kültürel kimlik arayışında genellikle tarihsel mirasa ilişkin “değer”lerin sürekli olarak yeniden üretilmesi ve genç nesillere kazandırılması gerekmektedir. Bu noktada bilim ve kültür adamlarının bu araştırma ve yaratma konusunda sorumluluk üstlenmeleri beklenir. Ülkemiz örneğinde Kıbrıslı Türk ve Rumların ortak Kıbrıslılık bilincinin, ortak siyasal hedefler doğrultusunda geliştirilmesi çalışmalarına paralel olarak, ortak kültürel mirasın da korunup geliştirilmesi gerekmektedir. Kıbrıslı kimlik için, Kıbrıslı Türk kimliğinin değerlerinin belirlenmesi ve geliştirilmesi önem kazanmaktadır. Aksi takdirde Kıbrıslı Rum kimlik içinde erime söz konusu olabilir. Dikkat edilmesi gerekn bir başka husus Türk ve Yunan kültürleri içinde erimemek için yerelliğin önde tutularak, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum kültürlerinin genç nedillere tanıtılmasıdır. Bu şekilde bir taraftan kültürde ve sanatta çeşitlilik korunurken, öte taraftan da Kıbrıs kültürünün birliği sağlanabilir. Burada da devlete büyük görevler düşmektedir. Çünkü devletin sınıf karakteri, etnik ve ulusal bilinç süreçlerinin şekillenmesinde ve akılında önemli rol oynar.
            Bilindiği gibi Kıbrıs Emekçilerinin İlerici Partisi (AKEL), son zamanlara kadar Kıbrıs’ta iki ayrı etnik ulusal toplumun varlığını kabul etmemiş ve Kıbrıslılık bilincinin yaratılmasına yönelik çalışmaları desteklememeiştir. Kıbrıslı Türk ve Rum emekçiler arasında enosis poltikası yüzünden yaratılan ayrılık, ortak bir siyasal bilincin gelişmesini engellemiştir. Bunda Kıbrıs Rum burjuvazisi kadar, AKEL’in de soruımluluğu vardır. İşçilerin birliği ve halkların kardeşliğini hedefleyen bir Kıbrıslılık bilincinin geliştirilmesi, günümüz koşullarında her zamankinden daha fazla önem kazanmaktadır. Kıbrıslı Türk kimliğinin eriyip yok olmamasının tek çaresi, Kıbrıs yurtseverliğine enternasyonalist bir bilinçle sahip çıkmaktır. Gerek Türk, gerekse Rum işçi sınıfı sosyalistlerinin görevi, bu yolda örgütlü mücadele ile bu bilincin geliştirilip yaygınlaştırılmasını sağlamak ve onu iktidara getirmektir.

(Işık Kitabevi’nin 22 Haziran 1989 akşamı düzenlediği açık oturumda Ahmet Cavit An  tarafından sunulan bu bildiri, Özgürlük dergisinde -Sayı:35, Kasım 1989- yayımlanmıştır.)

  





















MİLLİYETLER SORUNU VE DEMOKRATİK MİLLİYETLER POLİTİKASININ ANA ÖZELLİKLERİ


Tarih göstermiştir ki, bir ülkede politik güçler kutuplaşmaya başlayıp, ekonomik ve politik bağımsızlık için verilen mücadele keskinleşirse, o ülkede doğru bir ulusal politikanın geliştirilmesi çok önemli bir konu olmaktadır. Nüfusu birden fazla etnik unsuru bir arada barındıran ülkelerde, devletin bağımsızlık ve egemenliğinin kazanılması, güvence altına alınması ve geliştirilmesi, içteki etnik-ulusal toplumlar arasındaki milliyetler sorununun çözümlenmesi ile yakından ilişkilidir.

Etnik sorunları olan her ülkenin, kendi somut tarihsel koşulları tarafından belirlenen kendine özgü hedefleri olması doğaldır ve her ülke, bu sorunların çeşitli yönleriyle ilgilenirken, kendine uygun şekil ve yöntemleri aramaktadır. Ama, ülke içindeki çeşitli milliyet ve azınlıklara ait olan ve o ülkenin sosyal-tarihsel gelişmesinin bir ürünü olan sorunların ancak ekonomik, sosyal, politik ve kültürel bir içerik temelinde çözümlenebildiği akıldan çıkarılmamalıdır.

SÖMÜRGE DÖNEMİNDEKİ DURUM
Sömürge döneminde uygulanan milliyetler politikası, çoğu kez sorunların çözümünü engelleyici bir yapı göstermiştir. Sömürgeciler, alışılmış olduğu gibi her zaman, etnik-ulusal veya dinsel ayrılıkları körükleyerek, tek ve güçlü bir kurtuluş hareketinin oluşmasını önlemeye, ya da durdurmaya çabalamışlardır. Asya ve Afrika ülkelerindeki milliyetler ve azınlıklar için tipik olan, bunlar arasında büyük sosyal ve ekonomik farklılıkların olmasıdır. Günümüzde ise bu sosyal-ekonomik farklılaşma süreci, çok hızlı bir gelişme göstermektedir. Burada dikkat edilmesi gereken, uzlaşmaz sınıflı toplum koşullarında, iş bölümünün etnik yapı ile bağlantılı olarak geliştiği ve böylece, ekonominin belli dallarının belirli bir milliyetin elinde bulunabilmesidir. Sömürge döneminde uygulanan milliyetler politikasının önemli bir yanı da, ulusal azınlıklara mensup kişilerin, askerlik ve polislik hizmetlerinde eğitilmeleri ve öteki toplumlara karşı kullanılmalarıdır.

Etnik toplumlara farklı davranma ilkesi, bir yandan objektif tarihsel koşullara bağlı iken, öte yandan da –ki bu onların milliyetler politikası için tipikti- sömürgeci güçler, mümkün olan en az personel ve maddi olanakla, sömürge sistemine en yüksek etkinlik sağlamayı amaçlıyordu. Var olan eski yönetim yapılarına dayanmak, en can alıcı unsuru oluşturuyordu. Bu yapılar, ya sömürge politikasının hedeflerine uygun olarak kullanılıyor, ya da bu amaçlara ters geliyorsa, ortadan kaldırılıyordu. Diğer bir temel uygulama da, sömürge hükümetlerinin olanağı varsa ve rejimin varlığı içim bir tehlike oluşturmuyorsa, yerli yönetim katmanlarından olan yardımcı güçlere veya geleneksel sosyal, politik veya dinsel kurumlara sarılması şeklindeydi. Böylece çağdışı, kapitalizm öncesi ilişkilere dayanan sosyal yapılar korunmakta ve sömürgenin egemenlik aygıtına bunlar da çekilerek, kısmen de olsa bu yapı güçlendirilmekteydi. Bir başka deyişle, sömürge yönetimleri, sadece var olan kurumları kullanmakla kalmayıp, daha önce egemen olan sınıf ve katmanların temsilcilerini de sömürge hizmetine koşuyorlardı.

Sömürgeciliğin milliyetler politikasının ana silahı, ülkede yaratılan politik ve yönetimsel ayrılıktı. Bunun sayesinde, milliyetler arasında yüzyıllarca var olan eski politik, ekonomik, kültürel ve diğer bağlar koparılıyor veya daha da gelişmeleri zedeleniyordu. Sömürgeci güçler, ulusal bütünleşmeyi teşvik etmek için hiç bir şey yapmadıkları bir yana, aksine ulusal hareketi bölmeyi amaçlayan yakıcı bir politika uygulamaktaydılar.

ULUSLAŞMA OLMADAN DEVLETLEŞME
Unutulmaması gereken bir diğer nokta, bağımsızlığını kazanan birçok Asya ve Afrika ülkesinde devletleşmenin, Avrupa’dakinden farklı olarak, uluslaşmanın konsolidasyonundan önce gerçekleşmiş olmasıdır. Bilindiği gibi ulusların oluşması, kendine özgü yasallığı olan evrensel bir süreçtir. Bunun özgüllüğü, tarihsel, etnik, dilsel ve benzer başlangıç koşullarına, günün sosyal-ekonomik gelişme sorunlarına ve iç politikadaki güçler ile uluslararası plandaki güçler dengesine bağlıdır.

Ulusların oluşması sürecinin genellikle birçok geçici zorlukları da beraberinde getirmesi, emperyalizmin ve yeni sömürgeciliğin işine yaramıştır. Ama tarihsel tecrübeler göstermiştir ki, ulusal ve dilsel farklılıklar, burjuva yazarlarının öne sürdükleri gibi belirleyici bir öneme sahip değillerdir. Esas olan, ulusal ve uluslararası sınıf mücadelesi ve özellikle emperyalizmin yeni sömürgeci faaliyetleridir.

Bütün eski sömürgelerde, ulusal direniş ile sömürgeyle ilgili milliyetler politikası arasında yakın bir bağlantı bulunmaktaydı. Sömürgeci güçler, milliyetler politikasına ilişkin düzenlemelerini, sömürge aleyhtarı mücadele ve ulusal kurtuluş hareketinin şekillenmesinin ilerlediği ölçüde yoğunlaştırmaktaydılar. Sömürgeciler, zaman olarak aynı dönemlere uyacak şekilde, anti-emperyalist birlik cephesini zayıflatmak ve kendi durumlarını daha başka biçimlerde korumak amacıyla, büyük ölçüde ulusal farklılık ve zıtlıklara dayanan, federasyon ve özerklik gibi özel düzenlemeler getirmeye çalışmışlardır. Örneğin 1945 Mayıs’ında İngiltere’nin yayımladığı Beyaz Kitap’ta, bir geçiş döneminden sonra İngiliz Uluslar Topluluğu’na bağlı sömürgelerde “self-government” uygulaması öngörülmüştü. Ama ulusal azınlıkların bulunduğu yöreler, bu kapsam dışında tutulmuştu.

Bu dönemde bir rastlantı olmayacak şekilde, bilimsel araştırmalarda önemli bir artış olmuştu. Bu etnolojik araştırmalarda sömürgeci politikaların hedefleri gizlenmemekteydi. Fransızca “coutumiers”lerin çoğu ve “adatrecht” diye adlandırılan Hollandaca çalışmalar hep bu dönemde hazırlanmışlardır.

OBJEKTİF VE SUBJEKTİF FAKTÖRLER
Genç Asya ve Afrika ülkelerinin çoğunda, içteki ulusal sorunlar henüz çözümlenmemiştir. Milliyetler sorununun kesin çözümü, ancak sosyalist toplumun o ülkelerde inşası ile olasıdır. Ancak sosyalizmin getirdiği olanaklarla bu sorunun otomatikman çözüleceği sanılmamalıdır. Özgürlüğüne yeni kavuşmuş genç ülkelerdeki milliyetler politikası, nüfusun etnik bileşimi, etnik süreçlerin karakteri, maddi olanaklar ve benzer objektif faktörler ile devlette  iktidar sorununun çözümlenmesi, politik iktidarın karakter ve şekilleri, iç ve dış politikada egemen olan ideolojinin rolü ve benzer subjektif faktörlere bağlıdır. Bütün bunlara bağlı olarak, milliyetler politikası şekil ve yöntemler açısından her ülkede birçok farklılıkları gerektirmektedir.
İçteki milliyetler sorunlarını çözümlemede Asya ve Afrika’daki devrimci demokratlar, ulusal-devrimci hareketler ve bilimsel-sosyalist partilerin ana görevi, Leninist milliyetler politikasının ana taleplerini ve Sovyetler Birliği ile diğer sosyalist ülkelerin tecrübelerini, kendi ülkelerindeki somut koşullarda uygulamaktadır. Bu genç devletlerde ilerici-demokrat partiler, aslında daha çok, ekonomik ve politik yönden en çok gelişmiş olan milliyete mensup kişilerden oluşmakta olup, bu kişiler, partiler içerisinde kısmen kendi milliyetlerinden oluşan fraksiyonları geliştirirler. Bu nedenle etnik topluluklar içindeki destekleri de, buna bağlı olarak büyük farklar gösterebilir. Kapitalist olmayan ve sosyalist olan gelişme yolu için belirleyici olan, ulusal azınlık ve az gelişmiş milliyetten gelen kadroların, egemen milliyet ilericileri tarafından bilinçli olarak teşvik edilmesi ve onların politik çalışmalara daha geniş katılımlarının sağlanmasıdır.

Milliyetler sorununun bütün farklı yönleri, halkların yaşamında büyük öneme haiz olduğundan, bunların doğru bir biçimde irdelenmesi, gerekli strateji ve taktiğin hazırlanması açısından zorunludur. Sınıfsal, sosyal ve politik olarak belirlenen faktörlerin, çoğu kez etnik-ulusal olanla yakından ilişkili olup, birbirini karşılıklı olarak etkilemekte olduğu unutulmamalıdır. Bu ülkelerdeki sorunlar irdelenirken, emperyalist dış karışma ile çatışmaların asıl iç kökleri ve nedenleri, bu arada etnik faktörlerin katkısı arasında fark gözetilmesi gerekmektedir. Burada şu da vurgulanmalıdır ki, özellikle Afrika’da bir devlet içindeki sömürge dönemindeki ulusal sorun ile uluslar veya etnik gruplar arası ilişkilerle ilgili sorunlar yanında, sosyal, ekonomik, kültürel ve politik gelişme süreci boyunca ortaya çıkan etnogenez, halk toplulukları ve ulusların oluşumu sorunları vardır ve bu sorunlar, eski Rusya’nın kenar bölgelerindeki sorunlardan çok daha fazla bir öneme haizdir.

ARTIŞ GÖSTEREN ARAŞTIRMALAR
Sovyet etnografisinde etnik-ulusal süreçlerin araştırılması, 1960’lı yıllardan beridir artan bir dikkat çekmektedir. Özellikle Bromlej ve Kozlov, bu konularda önemli çalışmalar yapmışlardır. Çeşitli etnik süreçler için şimdiye kadar genel olarak kabul edilen, hazırlanmış bir tipoloji yoktur. Bu sadece bilimsel teorik bir sorun olmayıp, ayrıca günümüzdeki etnik-ulusal gelişmelerin bütün fenomenlerini analitik ve prognostik olarak araştırmamızı zorlaştırmaktadır.

R.İsmagilova, “Günümüz Tropik Afrikasında Etnik Sorunlar” adlı kitabında (Moskova, 1978), haklı olarak birçok Afrika devletinde, toplumsal yeniden düzenleme süreci içinde milliyetler sorununun rolü ve önemine gereken ağırlığın verilmediğini vurgulamaktadır. Bir çok Afrikalı lider, daha son zamanlara kadar ülkelerinde etnik sorunların varlığını inkar ederek, ulusal birliğin sağlanmış olduğunu öne sürüyorlardı. Bazıları da etnik sorunlardan, sadece etnik gruplar arasındaki düşmanlığı anlamaktaydı. Başkaları ise, tek tek halkların gelişme düzeyindeki gerçek eşitsizliği ortadan kaldırmak için somut programlar hazırlanmasında, etnik-ulusal soruna gerekli önem vermemekteydi. Ulusal sorun, çoğunlukla dar anlamda kavranmış ve sosyal-ekonomik süreçlerle olan bağlantısına bakılmamıştı.

A.Reguşev ise “Etnik zıtlıklar ve kalkınma yolu ile mücadele – Doğu Afrika ülkelerinden örnekler” (Moskova, 1971) adlı çalışmasında, etnik faktörlerin ilerici güçlerin etkinliğini aşırı derecede zorlaştırdığına dikkat çekmektedir. “İlerici güçlerin etnik sorunlara gerektiğince önem vermemeleri, etnik grupların ilerici rejimlere bile karşı koymalarını mümkün kılmaktadır” diyen Reguşev, ilerici bir yönelim için bir ülkedeki bütün etnik grupların ilgili güçlerinin harekete geçirilmesinin zorunlu olduğuna parmak basmaktadır.

Milliyetler sorunu, bir ülke halkının özgürlük ve daha fazla gelişmesi için uygun iç ve dış koşulların yaratılması mücadelesi ile halklar arasında eşit ve dostça ilişkiler kurulması sürecinde ortaya çıkan politik, ekonomik, ideolojik, hukuki ve diğer sorunları içeren büyük bir kompleks oluşturmaktadır. Bu nedenle milliyetler sorunu, her zaman toplumun sosyal-ekonomik gelişmesinin ana sorunu olup, tarihsel gelişmenin farklı aşamalarında çeşitli içerik ve öneme haizdir. Etnik sorunların araştırılması, hem milliyetler sorununa ilişkin ilke ve programların hazırlanmasında, hem de etnik gruplar arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesine yönelik somut önlemlerin alınmasında yardımcı olmaktadır.

ÇÖZÜMDE DEVLETİN ÖNEMLİ ROLÜ
Etnik-ulusal sorunlar ile anlaşmazlıkların çözümünde, devletin ve genel olarak subjektif faktörün rolü artmaktadır. Özellikle sosyalizme yönelmiş genç devletlerde, bilimsel temele dayanan, gerçekçi, ayakları yere basan bir politika ve devlet hukukuna ilişkin bir konsepsiyon gerekmektedir. Bu olmadan, giderek artan bir bilinçle tüm toplumsal yönetimi ve planlamayı gerçekleştirmek olası değildir. Burjuva siyaset bilimcisi Emerson bile, uluslaşma sürecinde okul ve eğitim sistemi, tarih ve gelenek, dil, din, ekonomik ve sosyal gelişme, ordunun rolü yanında, devletin tavrı ve etkinliğinin önemini vurgulamaktadır. Çünkü devlet iktidarının karakteri, onun milliyetler politikasının karakterini belirlemektedir.

PARTİNİN ROLÜ
Politikanın toplumsallaşması ve ulusal bütünleşmede partinin rolü de çok önemlidir. Bir sıra Afrika ülkesinde partiler, ulusal bütünleşme (entegrasyon) sürecinde merkezi bir rol oynamışlardır. Bazı Güneydoğu Asya ülkelerinde ise, alınan önlemler ile milliyetler politikasına ilişkin parti programı, milliyetlerin yasal statüsü, devletler hukukuna göre entegrasyonların şekli, sosyal-ekonomik yapıların değişimleri, kültür, dil ve diğer özel sorunları kapsamaktadır. Böylece dolaylı olarak hükümet politikasının, bütün devlete ait planlama, sanayileşme, yasa çıkarıcı kararlar gibi diğer yönleri oluşturulmaktadır.

Genç ülkelerde proleter bir hareketin gelişmesi, Marksist grupların ve partilerin kurulması için, etnik-ulusal sorunlarda açık ve inandırıcı bir politikanın yaşamsal ve temel bir önemi vardır. Hangi etnik topluluğa mensup olduğuna bakılmaksızın, bütün ilerici ve devrimci güçleri birleştirmede bu bir önkoşuldur. Öte yandan böylece etnik-ulusal anlaşmazlıkların ayrı tutulması ile onların sosyal, ekonomik ve politik köklerine inilmesi için uygun olan önkoşullar hazırlanmış olur. İlerici, demokrat ve proleter sınıf güçlerinin kendi sosyal, ekonomik ve politik durumlarının gerçek bilincine varmaları, onların gerçeklere uygun bir sınıf bilinci kazanmalarını hızlandırır.

Hedeflerin belirlenmesi, burada kullanılacak araç ve yöntemlerin saptanması, milliyetler politikasının programının ana bileşenleridir. Ayrıca eğer bir ülkede resmi bir milliyetler politikası konsepsiyonu yoksa, o devletin milliyetler politikası karakterize edilmemiş demektir. Ne olursa olsun, ilkesel olarak program ile onun gerçekten uygulanması arasında bir ayrım gözetilmemelidir. Milliyetler politikasının bu her iki düzeydeki yansımaları, onun özelliklerini belirleyen kriterlerdir. Gerçekleştirilmesinin ölçüsü, ya da çapı, uygulamanın programla uyuşmasında ve elde edilen sonuçlarda görülür. Bu şekilde milliyetler politikasının tek tek uygulanıp uygulanmadığı anlaşılmış olur. Çoğu kez her iki düzeyin karşılaştırılmasıyla çelişkilerin varlığı ortaya çıkar. Daha doğrusu, uygulamadaki sapmalar ve kapatılamaz çelişkiler, ya da milliyetler politikasına ilişkin programın bilinçli olarak yanlış uygulanması söz konusu olabilir. O zaman da bir bir şu konulara dikkat etmek gerekir:

1.      Resmi açıklama ile milliyetler politikasının gerçek uygulaması arasındaki uyumsuzluk
2.      Milliyetler politikasının var olan politik sistemle uyuşmazlığı
3.      Gerçek ilişkilerin, özellikle milliyetler sorununun yanlış değerlendirilmesi
4.      Var olan önkoşullarda hiç veya henüz gerçekleşmeyecek görevler veya hedeflerin varlığı
5.      Uzun erimli görevlerin üstesinden gelinmesinde, zaman faktörüne önem vermeme

Milliyetler politikasına ilişkin konsepsiyonun verdiği sonuçlar, bu ilkelerin o ülkenin özgül koşullarında yaratıcı olarak kullanılıp, gerçekleştirilmesi ne kadar başarılı olmuşsa, ona göre değerlendirilir. Uygun milliyetler politikasının çeşitli kavram ve önlemlerle desteklenmesi, uygun objektif önkoşullarda sosyalist toplumun kurulmasında görülür. Buna karşılık, kapitalist rekabet koşullarında, milliyetler arasındaki farklı etnik gelişmeler, artan sosyal çatışma ve yarış sonucu olumsuz, ayırıcı, bütünleştirmeyici yönlere götürür. Bununla bağlantılı olarak egemen milliyetin, milliyetçiliği, şovenizmi, ulusal yabancılaşma gibi belirtiler ortaya çıkar. Örneğin Ho Chi Minh, Vietnam Emekçilerinin Partisi’nin 1951 yılına ait programında milliyetler politikasına ilişkin olarak saptadığı hem hatalı eğitimlere, hem de sağ ve sol sapmalara dikkat çekmişti. Çünkü yapılan yanlışlıklar, sonradan etnik çoğunluğun şovenizmine, ulusal azınlıkların da milliyetçiliğine yol açabilmektedir. Bu nedenle bu tür eğilimlere karşı mücadele edilmelidir. Vietnam Emekçilerinin Partisi, aynı zamanda Vietnam’daki milliyetlerin hak ve sorumluluklarındaki eşitliğini, onların silahlı direnişte ve devletin kuruluşundaki birliğini ve karşılıklı dayanışmalarını vurgulamıştı. Programda, Vietnam’daki milliyetleri birbirinden ayırmak için yapılacak bütün çabalar ile dar görüşlü milliyetçilik mahkum edilmekteydi. Azınlıkların hükümete katılacağı ve yaşam koşullarının iyileştirileceği, her alanda kendilerine yardım edileceği garantisi veriliyordu. Eğitimde kendi dillerini kullanma hakkı tanınıyordu. Bu milliyetler politikasının en önemli unsurları 1951’de Viet Minh ile birleşen Ulusal Birlik Cephesi (Lien Viet) programına alınmış ve 1953’deki Milliyetler Politikası üzerine Deklerasyon’da toparlanmıştı.

DEMOKRATİK MİLLİYETLER POLİTİKASININ ANA ÖZELLİKLERİ
 Bir ülkede birden fazla etnik toplumun bulunması halinde, o ülkenin ulusal çıkarları (ülke çıkarları anlamında) yanında, her etnik grubun kendi çıkarlarının da bulunduğu göz ardı edilmemelidir. Ekonomik ve sosyal kalkınma programlarının hazırlanması ve uygulanması sırasında, etnik nihilizme kapılma ve ayrı halkların ihtiyaçlarını görmezlikten gelme, milliyetçilik ve şovenizmin gerici şekilleri gibi, sadece etnik gruplar arasındaki ilişkilerin gelişmesine muazzam zararlar yapmakla kalmayıp, ayrıca ulusal ve sosyal kurtuluş hareketini de geciktirebilir.

Lenin, London Observer ile Manchester Guardian gazetelerinin muhabiri Michael Farbman ile 1922 yılında yaptığı bir söyleşide şöyle demişti: “Karşılıklı güvensizlik ile anlaşmazlık temelini ortadan kaldırmak, ancak çeşitli ulusların çıkarlarına çok titiz bir şekilde dikkat göstermekle sağlanır.”
Demokratik milliyetler politikasının ana özellikleri belirlenirken, bölgenin olduğu gibi, tek tek ülkelerin de somut tarihsel ve ulusal koşullarına özen gösterilmesi gerekmektedir. Ülke içindeki ulusal hareketteki farklı sosyal ve siyasal gelişmişlik düzeyi ve en önemlisi öncü güç olan parti, milliyetler politikasıyla ilgili programın hem çapını ve hedeflerini, hem de tek tek taleplerin içeriğini belirlemektedir. Bu politikanın ana taleplerinin başında şunlar gelmektedir:

1.      Ulusal baskının, eşitsizliğin ve ayrıcalıkların her çeşidinin ortadan kaldırılması. Bu ve bununla ilgili olan aşağıdaki talep, demokratik milliyetler politikasının temelidir. “Başka halkı baskı altında tutan halk, kendi kendisini özgürleştiremez” belgisinin derin anlamından bu sonuç çıkmaktadır. Başkasını baskı altında tutmaya yarayan güç, sonunda daima kendi kendisine karşı da yönelir. (Engels, Göçmen Literatürü, s.527)
2.      Bütün etnik toplulukların hukuki ve gerçek eşitliğinin sınırsız olarak sağlanması, gerçekten eşit tutulmaları. Bir başka deyişle bunların sosyal-ekonomik ilerlemeye tam olarak katılmalarının sağlanması.
3.      Bir devletteki bütün milliyetlerden devrimci güçlerin yakınlaşıp, ortak örgütlerde birleşmesi, birlik ve dayanışma göstermeleri. (Programlarda bu gerçeklik, özel bir talep olarak görünmemeli, milliyet politikasının uygulanmasında güçlendirilmelidir.)
4.      Milliyet ve ulusal azınlıkların, her düzeydeki hükümet gücüne katılması, devletin birliğini tehlikeye atmayacak şekilde özerk bölgelerin oluşturulması
5.      Ulusal özellik ve duygulara saygı, milliyetçilik ve şovenizme karşı mücadele
6.      Olumlu ulusal geleneklerin korunup geliştirilmesi
7.      İleri-gelişmiş milliyetlerin, geri kalmış milliyet ve ulusal azınlıklara yardım etmesi
8.      Az gelişmiş milliyet ve ulusal azınlıklar arasında kadroların yetiştirilmesi ve eğitilmesi
En sonda yazılmış olmasına bakılmaksızın, bu görev tabii ki en sona bırakılmamalıdır. Burada diğer milliyetlerden kişilerin, kendi kadroları eğitilene kadar ötekilere yardımcı olmalarının zorunlu olduğuna da dikkat çekilmelidir. Eğitilecekler arasında yöneticiler, diğer uzmanlar ve aydınlar anlaşılmalıdır.

Ancak bu temel talepleri içeren bir demokratik milliyetler politikası ile milliyet ve ulusal azınlıkların kendi kaderlerini tayin etme hakları gerçekleşebilir. İkinci Dünya Savaşından sonra bağımsız devlet olma ve buna bağlı olarak sömürgeci “anavatan”lardan ayrılma gerçekleştiği için, bu talepler, ulusların kendi kaderini tayin hakkına içerik olarak uygun düşmektedir. Bu arada özel tarihsel ve yerel koşulları gözeten özerkliğin farklı şekilleri ortaya çıkabilir, ya da uygun koşullarda devletin federatif bir yapıda kurulmasına yol açabilir. Devlet yapısında uygulanan demokratik merkeziyetçilik ile yerel özerklik veya yerel özyönetim birbirini dışlamaz, aksine birbirini bütünleştirir. Ancak gerici Asya ve Afrika ülkelerindeki rejimler, demokrasi için gerekli olan politik ve sosyal temellerin çok az gelişmiş olması yüzünden, bu taleplerin gerçekleştirilmesi yolunda büyük bir engel oluşturmaktadırlar. Bu ülkelerdeki devrimci demokrasi için talepler, milliyetler sorununun çözümünde rol oynamaktadır.

LENİN’İN KONUYA BAKIŞI
Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan V.Lenin, ulusal azınlıkların haklarının korunmasına büyük önem vermekteydi. 1913 yılında hazırlanan Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi Merkez Komitesi’nin bir kararında şöyle denmekteydi:

“Sömürü, zenginleşme ve herkesin herkese karşı mücadelesi üzerine kurulmuş olan kapitalist toplumda ulusal barış ne kadar olanaklı ise, buna ancak tutarlı ve güçlü, demokratik ve cumhuriyetçi bir devlet düzeninde erişilebilir. Bu devlette, bütün ulusların ve dillerin tam eşitliği güvence altına alınır ve hiçbir zorunlu devlet dili saptanmaz. İlgili yöre halkına, kullanılan bütün dillerde ders veren okullar açma garantisi verilir ve Anayasa’ya temel bir kural konarak bununla, bir veya diğer ulusa tanınmış ayrıcalıkların ve bir ulusal azınlığın haklarına karşı her türlü davranışın herkes için ve her zaman yasadışı olduğu belirtilir. Burada özellikle gerekli olan, geniş bir bölgesel özerklik ve tamamen demokratik yerel özyönetimdir. Bu da, nüfusun ulusal bileşimi, ekonomik ve yaşam ilişkileri vb temelinde, sınırlarını yerel halkın kendisinin belirleyeceği, kendi kendini yöneten özerk bölgelerle gerçekleşecektir.” (Lenin, Ulusal Sorun Üzerine Karar, Bütün Eserleri, Cilt:19, s.420, Berlin 1962)

Lenin yine 1913 yılında yayımladığı “Ulusal Sorun Üzerine Tezler”inde bütün ulusal azınlıkların haklarının korunmasına ilişkin olarak, bütün ülkelerde geçerli olacak bir yasanın çıkarılmasını istemişti. Bu yasa, bir ulusal azınlığın kendine ulusal ayrıcalık yaratma veya başka bir ulusal azınlığın haklarını daraltmaya yönelik her önleme karşı kapıyı kapatacaktı. (Bütün Eserleri, Cilt:19, s.236)

Lenin’in bu önerisi üzerine sonunda, demokratik bir devlet yapısının oluşturulması başta olmak üzere, önemli talepleri içeren, “Ulusların eşit hakka sahip olması ve ulusal azınlıkların haklarını savunmaya ilişkin yasa taslağı hazırlanmıştı. (Lenin, S. G. Schaumian’a Mektup, Bütün Eserleri, Cilt:35, s.117 vd)

Bu talepler arasında şunlar da vardı:
1.      İlgili halk tarafından, nüfusun ekonomik talepleri ve ulusal bileşimine uygun olarak yönetimsel-bölgesel bölümlerin yaratılması
2.      Genel, doğrudan, eşit ve gizli oyla, nisbi temsil esasına dayanan yerel özyönetimler
3.      Nüfusun özel ulusal bileşimine göre, özerkliğin sağlanması (özerkliğin yetkileri, merkezi parlamento tarafından saptanmalıdır)
4.      Ulus ve dillere ilişkin bütün imtiyaz veya ayrımcılığın ortadan kaldırılması. Azınlıkların kendi dillerini konuşma ve kendi dillerinde öğrenim görme hakkı
5.      Azınlıkların kendi güçleri oranında, kültürel amaçlı mali fonlara katılmaları  
6.      Ulusal bileşimi tam olarak saptamak için düzenli nüfus sayımlarının yapılması (Lenin, Bütün Eserleri, Cilt:20, s.280 vd)

Yararlanılan Kaynaklar:
1.      K. Hutschenreuter, Sahra Afrikasında etnik-ulusal süreçler ve devletleşme: Uluslaşma ve devlet kuruluşu arasındaki ilişkilerin teorik yönleri. Doçentlik Tezi, Leipzig 1975
2.      R. İsmagilova, Günümüz Tropik Afrikasında etnik sorunlar çözümlenebilir mi? Moskova 1978
3.      H-D. Kubitscheck-K. Timm, “Asya ve Afrika’da ulusların oluşması, çok uluslu devletler ve milliyetler politikası” başlıklı çalışma, Kapitalist olmayan kalkınma yolu-“Teori ve pratikte güncel sorunlar” adlı ortak kitap içinde (s.363-376), Berlin 1972


(Ertan Yüksel imzasıyla, Özgürlük dergisi, Mayıs 1989, Sayı:33)

LENİN’İN MİLLİYETLER POLİTİKASI



         “Leninist milliyetler politikası nedir?” diye bir soru sorulacak olursa, buna verilecek en basit yanıt, bunun bir sınıf politikası olduğu şeklindedir. Tarihsel ve sosyal gelişim süreci içinde, bütün sömürgeci sınıfların ulusal sorunu çözmede yetersiz oldukları kanıtlanmıştır be günümüzde de kanıtlanmaktadır. Burjuvazi için milliyetçilik ve şovenizm, her zaman saldırı ve savaşın bir ön aşaması olarak kullanılagelmiştir.
            Halkların gerçek eşitliğine giden yolu açan, bütün ulusların ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmasına, gerçek dostluk ve kardeşçe işbirliğine giden yolu teori ve pratikte açan, sosyalizm olmuştur. Çünkü Marks ve Engels’in daha 1848’de ünlü Bildirge’de yaptıkları gibi, bir insanın başka bir insan tarafından sömürülmesinin ortadan kaldırılmasında olduğu şekilde, bir ulusun başka bir ulus tarafından sömürülmesine son verilmesi de ancak sosyalizm koşullarında olasıdır.
            Buradan hareketle ulusal sorunun çözümlenmesi için kendi programını geliştiren Lenin, bu programın doğruluğunu 1917 Ekim Devrimi ile kanıtlamıştır. Sosyalist devrim, sadece Leninist milliyetler politikasının temel taşı olan yasal eşitliğin değil, ayrıca bir zamanların Çarlık Rusyasının “halklar hapishanesi”ndeki bütün ulusların gerçek eşitliğini de sağlamıştır. Onların hızlandırılmış ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmesi, yasal eşitliklerin ilanını sadece kağıt üzerinde bırakılmamasını getirmiştir. Sovyet devletinin kurucusu olan Lenin, daima her milliyetin kendi özgül koşullarına kesinlikle uyulmasını istemiş ve bu konuda elde edilen deneyimlerin, kör bir şekilde kopya edilmemesi uyarısnı yapmıştır.
         Her ne kadar günümüzde sosyalizm, ulusal sorunu bir sosyal sınıf zorunu olarak büyük ölçüde çözmüşse de, ulusal sorun gündemde kalmayı sürdürmektedir. Kabul edilmelidir ki, milliyetler sorununun çözümünde, sosyalizmin getirdiği olanaklar, otomatik olarak gerçekleşmemektedir. Örneğin SSCB ve Yugoslavya’daki son milliyetlerarası çatışmalar bunu göstermektedir. “Gelişmiş sosyalizm koşullarında uluslar ve halk toplulukları arasındaki karşılıklı ilişkilerde çatışma durumu meydana gelemez. Çünkü bundan çıkar umacak sınıflar yoktur” gibi dogmatik yaklaşımların haksızlığı ortaya çıkmıştır. Çoğu uzun zaman hasıraltı edilmiş anlaşmazlıklar, geçmişte milliyetler politikasının yara almış olmasından kaynaklanmıştır. Bir başka önemli nokta, enternasyonalist eğitimin ihmal edildiği yerde, ulusal önyargıların yeniden yaşamaya başladığı ve ulusal bilincin milliyetçiliğe dönüştüğüdür. Örneğin “Günümüzde Sovyetler Birliği” dergisinin Ocak 1988 sayısında yayımlanan ve Komsomol Gençlik Örgütü Merkez Komitesi’ne bağlı Yüksek Okul’un sosyologları tarafından yapılan temsili bir anketin sonuşlarının endişe verici olduğu açıklanmıştır. Ankete katılanlara yöneltilen “Başka bir milliyete mensup bir kişi karşısında yanlış tavır alınması gibi milliyetçilik belirtileriyle hiç karşılaştınız mı?” sorusuna yanıt verenlerden yüzde 58.4’ü “Evet”, yüzde 29.9’u “Hayır” ve yüzde 11.7’si “Hiç dikkat etmedim” demişlerdir. “Bu durumda kendi tavrınız ne olurdu?” sorusuna ise yüzde 36.7’si “Ne olursa olsun kınar, milliyetçiliğe karşı mücadele etmeye çalışırdım” derken, yüzde 52.6’sı “belli önkoşullar altında, diğer yurttaşın ulusal onuruna karşı saygısız davranılmasının gerekçelerini açıklamaya çalışırdım” demiştir! Katılanların yüzde 16.7’si ise “Böylesi tavırlara karşı hiçbir şey yapmazdım” yanıtını vermişlerdir.
            Bir diğer husus da, bazı Birlik Cumhuriyetlerinin sosyo-ekonomik gelişim düzeyleri arasında önemli ölçüde farklılıkların hala daha sürmekte olmasıdır. Çeşitli milliyetlerin kültürel potansiyelleri, sınıfsal ve sosyal yapıları arasında farklılıklar vardır. Örneğin Sovyetler Birliği’nde son 25 yıl içinde, işçi sınıfının toplam sayısı 1.8 kat büyümüştür. Bu artış Kafkasya Cumhuriyetlerinde 2.7 kat, Orta Asya Cumhuriyetlerinde 3 kat ve Moldavya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde 3.7 kat olmuştur. Ama burada sayısal artış gösteren işçi sınıfının, öncelikle Kolhozların Soyhozlara dönüşmesi ile, yani kırsal kesimdeki işçi sınıfıyla oluştuğu ve en yüksek sınıf bilincine sahip olan sanayi işçileriyle olmadığı dikkate alınmalıdır. Ayrıca sanayi proletaryası, kural olarak kırsal nüfus akışıyla büyümektedir. Böylece, kültürel ve teknik düzeyi düşük kalan işçi sınıfının bazı kesimleri, bilimsel ve teknik devrimi belirleyen üretim dallarına da düşük oranda katkıda bulunmaktadır.
      Lenin, milliyetlerin gelişme perspektifini onların kalkınmasında ve aynı zamanda birbirlerine yaklaşmalaında görmüştür. Ama SSCB’de ulusların kalkınma dönemi uzun bir zamandır tamamlanmış olup, ağırlık noktası ulusların yakınlaşmasına, hatta kısmen asimilasyonuna (yapay olarak zorla erimeye) yönelmiştir.
            Milliyetler politikasını diyalektik ve Leninist anlayışta yeniden oluşturmak, günümüzde ulusal sorunların üstesinden gelmenin temel koşuludur. Bunu çözebilecek güç ise, sadece sosyalizmde vardır.

(Ertan Yüksel imzasıyla, Özgürlük dergisi, Sayı:32, Şubat 1989)





4 Şubat 2015 Çarşamba

AKEL KIBRISLI TÜRKLERE NASIL YAKLAŞIYOR?


          16-19 Kasım 1995 tarihlerinde Lefkoşa’nın Rum kesiminde yapılan AKEL’in 18. Genel Kurulu, kurula sunulan “AKEL' in 18. Kongre Tezleri” "başlıklı bir raporu da incelemiş ve 17. Genel Kuruldan bu yana geçen 5 yıllık süre içinde Parti’nin çeşitli konularla ilgili görüşlerini değerlendirmiştir. Sözü edilen raporun "Kıbrıs Türk toplumu ve AKEL’in Kıbrıslı Türklerle ilişkileri” başlıklı 6. bölümü aynen şöyledir:
"Kıbrıs Türk toplumu, Kıbrıs sorununun federal çözümü için anlaşmaya varacak iki temel toplumdan biridir. Bu olgu, Kıbrıs’ın geleceğinin belirlenmesinde Kıbrıs Türk toplumunun önemli bir rol oynayacağı sonucunu getiriyor. Bu tespit, tabii ki yasadışı devletin dolaysız veya dolaylı tanınmasını getirmemelidir.”
            Kıbrıs Türk toplumu zor koşullarda yaşıyor ve bir arayış içinde bulunuyor. Yasadışı devletin denenen çeşitli “hükümet” oluşumları, Kıbrıs Türk toplumunun karşı karşıya olduğu ekonomik-sosyal sorunlara çözüm getirmedi. Son beş yıl içerisinde de Kıbrıslı Türklerin adadan göçü devam etti. Buna karşı adanın demografik yapısını değiştiren Türkiye’den yerleşiklerin adaya gelişi de devam etti. Ekonomik alandaki zorluklar yaşam koşullarını kötüleştirdi. Bu gelişmeler, Kıbrıs Türk toplumunu dolaysız olarak çözümsüzlük yerine çözüme yöneltmese bile sadece Kıbrıs sorununun doğru çözümünün kendi sorunlarının çözümüne yardımcı olacağını anladılar.
            AKEL, Kıbrıs’ın barışçıl birleşmesini arzulayan Kıbrıslı Türk vatandaşlarımıza karşı sıcak saygı ve dostluk duyguları ile doludur. Bu Kıbrıslı Türk vatandaşlarımızı ortak mücadele arkadaşı olarak görüyoruz ve onların mücadelelerini hiç kimsenin küçümseyemeyeceği ve Kıbrıs sorununun çözümünde önemli bir faktör olarak değerlendiriyoruz.
            AKEL, iki toplumun yeniden yakınlaşma politikasına olan bağlılığını bir kez daha ifade eder ve 17. Kongre ile 1991 yılında Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk siyasi partileri toplantısında yaptığı pratik önlem önerilerini bir kez daha gündeme getirir. AKEL’in desteklediği yeniden yakınlaşma politikası, AKEL’in Mart 1994 tarihine dek belirlenen, somut güven artırıcı önlemler paketine karşı mesafeli yaklaşımda bulunmak zorunda bırakılması ile en küçük bir çelişki göstermez. Çünkü parti bu paketi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığı için tehlike olarak değerlendirdi. Kıbrıs sorununun özüne yönelik ilerleme sağlamaksızın o paketin olası kabulü, Güven Artırıcı Önlemler paketinin çözümün kendisine, taksime dönüşme sonucunu getirebilirdi. Partimizin yeniden yakınlaşma politikasına bağlılığı, 789 sayılı kararın içerdiği dengeli ve siyasi sorun yaratmayan güven artırıcı önlemler paketini desteklemeye devam etmesinde de kendini gösterir. AKEL en yüksek yurtseverlik görevi olarak gördüğü, şovenizme ve milliyetçiliğe karşı mücadelesini uzlaşmaz bir şekilde devam ettirecektir. İki toplum arasında dostluk ve karşılıklı sevgi duygularının yerleşmesi ve aralarında işbirliğinin var olması için mücadeleye devam edeceğiz. Bizi birleştiren ve bizi etnik kökenlerimizle çatışmayan –Kıbrıslı olarak belirleyen olgular üretmeye devam edeceğiz.
            Bu çerçevede AKEL, Kıbrıslı Türk siyasi partilerle temasları, gereksinimden de öte bir olgu olarak değerlendirir ve sendikal hareket, gençlik, kültür ve diğer örgütler arasında, sıradan insanlar arasında temasları selamlar.”
            Görüldüğü gibi, kendisini Kıbrıs’ın en çağdaş partisi ve hem Kıbrıslı Rumların, hem de Kıbrıslı Türklerin partisi kabul eden AKEL, sadece sözde kalan ve somutlaşmayan bir dostluk söylemini sürekli olarak yinelemektedir. Oysa ki “bilimsel sosyalizm” temelinde çalıştığını öne süren AKEL’in pati programı bile, 1962 yılı Mart’ında yapılan 10. Genel Kurul’da onaylanmış olup, hâlâ daha güncelleştirilmemiştir. Bu programdaki 9. Bölüm “Azınlıklar için” başlığını taşımaktadır ve şöyle denmektedir:
            AKEL kuruluşundan beri, Türk yurttaşlarımızla olduğu gibi diğer bütün azınlıklarla da dostluk ve kardeşçe işbirliğinin ateşli destekleyicisi olmuştur. Kıbrıs’taki Rumlarla Türkler arasındaki gerginlik, Kıbrıs halkının ekonomik kalkınma, barış, demokrasi ve bağımsızlığımızın tamamlanması için verdiği mücadele önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Emperyalizmin, bu durumun süreceğini ümit etmesine izin vermemeliyiz… AKEL’in programı, Türk yurttaşlarımızı olduğu gibi, Kıbrıs’ta yaşayan Ermeni, Maronit ve diğerlerini de kapsamaktadır. Bu programda hiçbir ayrım veya farklılık yapılmamıştır.” (Programme of AKEL (Cyprus), Nicosia 1962, s.26-27)
            1989 yılı Nisan ayında Kıbrıslı Türk gazetecilerle bir söyleşi yapan AKEL Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas, konuyla ilgili olarak sorulan bir soruya şu yanıtı vermişti:
            “Programımızda değişiklik yapılması gerekir. O program bugün için geçerli değildir. Geçerli olan 1974’den sonra alınan parti kararlarıdır. Şimdi gündemde olan federasyondur ve enosis ve taksim ebedi olarak gömülmelidir.” (S. İsmail, Halkın Sesi, 19 Nisan 1989)
            Kıbrıs’ın Rum kesiminde %30’luk bir oy potansiyeli olan AKEL, ne yazık ki hâlâ daha parti programını yenileyememiştir. 1952 yılı Kasım ayında kurulan AKEL’e yakın PEO sendikasının Türk Dairesi’ni, 1954 yılı içinde çalışmalarını yoğunlaştıran AKEL’in Türk Kolu Dairesi izlemiş, ama ne yazık ki 1958 yılının Mayıs-Haziran aylarındaki ilk terör dalgası ardından sessizlik dönemi başlamıştı. AKEL MK’nin Kıbrıslı Türk üyelerinden Derviş Ali Kavazoğlu’nun 1965 Nisan’ında Rum sendikacı arkadaşı ile birlikte öldürülmesi ardından oluşturulan Kıbrıs Türk Vatanperverler Birliği’nin 1969 yılı sonuna kadar çalışmalarda bulunduğu bilinmektedir.
            KTVB’nin yöneticilerinden İbrahim Aziz konuyla ilgili olarak şöyle konuşmuştu:
            “AKEL merkez binasında, parti kadrosu arasında oturup, Rumların milliyetçiliğini ve şovenizmini hiç eleştirmeden, Rum milliyetçiliğinin toplumumuza karşı izlediği sakat tutuma, enosis politikasına hiç değinmeden, sadece Türk liderliğinin şovenizmini ve taksim politikasını eleştirerek, Türk toplumuna hitap etmenin Türkleri liderliğin peşinden koparmak yerine, bizleri toplumdan koparıp soyutlaştıracağını kavramak için insanın politikada kurt olması gerekmezdi… Toplumdan soyutlanmış ismi var, cismi yok KTVB adıyla faaliyet yerine, partinin kendi adıyla, Türk toplumun, kendi dilinde hitap etmesinin daha doğru bir taktik olacağını parti liderliği kabule yaklaşmadı.” (Ortam, 25 Ekim 1990)
            Sonunda KTVB’nin önderliğini yapan İbrahim Aziz, AKEL Genel Sekreteri Papayuannu ile anlaşmazlığa düştüğü gerekçesiyle partiden ihraç edildi. Bazı arkadaşlarının da İbrahim Aziz’i destekledikleri için parti ile ilişkilerinin kesildiği açıklandı. (Simerini’den aktaran Birlik, 12 Kasım 1981)
“Kıbrıs Türk kesiminde en fazla yakın olduğumuz parti CTP’dir” diyen (Cumhuriyet, 18 Eylül 1995) ve 7 Ekim 1995 günü bu partiyle görüşüp ortak bir bildiri yayımlayan (Yeni Düzen, 9 Ekim 1995) AKEL yöneticilerinin, günümüz koşullarında Kıbrıslı Türklere yeterli ciddiyetle yaklaşmadıkları ortaya çıkmaktadır.


(Yeni Çağ gazetesi, 10 Aralık 1995, Sayı:257)

AKEL VE “KIBRIS RUM HALKININ KURTULUŞ MÜCADELESİ”


          Emekçi Halkın İlerici Partisi (AKEL)'in 18. Genel Kurulu, 16-19 Kasım 1995 tarihlerinde Lefkoşa'nın Rum kesiminde yapıldı. 33 ülkeden 42 Komünist ve Sosyalist Parti’nin heyetlerle temsil edildiği bu Genel Kurul’un açılış konuşmasını yapan AKEL Genel Sekreteri, Partisinin 70 yaşında olmasına rağmen Kıbrıs'ın en yeni ve en çağdaş partisi olduğunu söyledi. (Cyprus Weekly, 17.11.1975) “Milli Mesele” ile ilgili olarak da “adanın taksimi tehlikesinin daha yakınlaştığı” görüşünü dile getiren Hristofyas, “bunun engellenmesi hâlâ daha olasıdır” şeklinde konuştu. Bugünkü çıkmazdan en başta Türkiye’nin sorumlu olduğuna dikkati çeken Genel Sekreter, başta Amerikalılar ve İngilizler olmak üzere Güvenlik Konseyi’nin dimi üyelerinin de sorumluluk taşıdıklarını vurguladı. Hristofyas, Kleridis hükümetinin “milli mesele”deki yanlışlarından da örnekler vermesine rağmen, nedense kendi partisi üzerine hiçbir sorumluluk yüklemedi. Oysa Kıbrıs halkının kurtuluş mücadelesinde Rum-Türk ortak cephesinin kurulamamış olmasının yaşamsal önemi, 70 yıldır AKEL’in önünde duran ana sorunlardan biridir.
Kıbrıs Emekçi Halkının bir bölümünü oluşturan Kıbrıs Türk toplumuna gereken önemi parti genel stratejisi içerisinde 70 yıldır verememiş olan AKEL, işte tam da bu nedenle taksim eşiğine nasıl gelindiğini açıklayamamakta ve sadece bu konuda demeç vermekten öteye gidememektedir. İşte son aylar içinde ortak mücadele konusunda söylenenlerden bazıları:
Trajik 74’den 21 yıl sonra tel örgüler üzerinden Kıbrıslı Türk vatandaşlarımızın elini dostlukla sıkıyoruz. Bölücü duvarlara ve şovenizme karşı olan mücadelemizin durumdan devam edeceğine dair onlara güvence veriyoruz. Bizim gibi barışı ve kardeşliği arzulayan Kıbrıslı Türk vatandaşlarımızı düşman gibi değil, ortak vatanımızın kurtulma mücadelesinde, ortak mücadele arkadaşı olarak görüyoruz.” (Haravgi’den aktaran Yeni Demokrat, 16.7.1995)
“AKEL’in Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 35. Yılında yayımlanan mesajında Kıbrıs Türklerine de hitap ediliyor be “bağımsız, toprağı bütün, federal bir Kıbrıs çerçevesinde Rumlarla işbirliği yapmaları için Türklere çağrıda bulunuluyor.” (Haravgi’den aktaran Ortam, 2.9.1995)
“Haravgi gazetesinin bildirdiğine göre, Londra’da bulunan AKEL Genel Sekreteri Hristofyas, Kıbrıs Türklerine yönelik bir propaganda kampanyasının başlatılması gereğinden de söz etti ve “Gerçekten bağımsız bir federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nde, Kıbrıs Türklerinin ekonomik kalkınmasına yardım edileceğinin Türklere anlatılması gerektiğini” vurguladı. Hristofyas, “İki toplumun siyasal eşitliğinin ve aynı zamanda ulusal kökeni ne olursa olsun, bütün vatandaşların istisnasız olarak insan haklarının teminat altına alınacağını Kıbrıs Türklerine anlatmamız gerekir” dedi.” (aktaran Kıbrıs, 17.10.1995)
“Onlar bizim Elen, biz de onların Türk olduklarını kabul ediyoruz. Biz Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Rumların partisi olarak kalacağız. Soyut Kıbrıslıların partisi değiliz.” (Hristofyas’ın Genel Kurulu kapatma konuşmasından aktaran KRYK Rum Basını Özetleri, 20.11.1995)
***
AKEL’in gerçekleştiremediği “ortak mücadele”den söz ettiği bu günlerde
eski gazete koleksiyonlarını karıştırırken gördüğüm bir makaleyi buraya almayı uygun gördüm. Çünkü güncelliğinden hiçbir şey yitirmemiştir. Bakalım AKEL yetkilileri 70 yıllık başarısızlıklarını nasıl açıklayacaklardır? Yazı, AKEL’in yayın organı Neos Demokratis’ten alınmış ve 19 Mart 1952 tarihli Halkın Sesi gazetesinde “K.Muhtaroğlu’nun çevirisiyle yayımlanmıştır. Yazarları: G.Ioannidi, K.Koliyannis, P.Rusu olup, başlığı şöyledir: “Kıbrıs Halkının Kurtuluş Mücadelesi – Türk Azınlığı”.
"Kıbrısta Milli azınlığı teşkil eden 70-80.000 Türk vardır. Aşikardır ki Emperyalist İdare, Kıbrıs halkının antiemperyalistlik mücadelesini parçalamak için bu mevcudiyeti istismar etmektedir. Bunda, Türkiye'nin mukavemetinden ve adanın coğrafi mevkii ile eski Türk Osmanlı hükümetinin haklarını istismar eden adalı bey ve ağaların müzaheretinden yardım görmektedir. Gerek Yunanistan, gerekse Türkiye'nin mukavemetini kendi hesaplarına uyduran İngiliz ve Amerikan Emperyalistleri kendi mukavemetlerinde muvaffak olmak, Rum ve Türk işçisini baskı altında bulundurarak emperyalist menfaatlarına hizmette bulunmaları için Kıbrıslı Rumları olduğu gibi, Türk ağalarını da kullanmaktadır. Bunlar hem Rum, hem de Türk işçisi ile çiftçisinin, demokratik kuruluşuna aykırıdır.
            Fakat Emperyalistlerin istismar ettikleri halkın milli hisleri, Türk azınlığının siyasi sahadaki geriliği ve adadaki milli muhalefeti, AKEL ve Emperyalist mücadele için ciddi meseleler doğurmaktadır. Türk azınlığı meselesi Antiemperyalist mücadele için esas meseledir. Ve AKEL bu gibi meselelere ciddiyet ve katiyetle karşı koymalıdır. Partinin çalışmaları, Türk azınlığını fesatçılıktan, Emperyalist idarenin milis kuvveti ve Türk bendesi olmaktan ayırarak, Rum işçi sınıfının dostu yapmaya yönetilmelidir. Mesele, Türk çiftçisi ile işçisinin, Türk mukavemetinin de aynen Emperyalist İdarenin esaret yolu olduğuna inandırmaktır. Mahut Yunanistan'a ilhak propagandası parolası ise, Türk işçisinin buna güç inanacağı aşikârdır. AKEL Türk azınlığına, Yunanistan'la ilhakta temin edilecek müstakil idarenin Kıbrıs Türklerine bol otonomi, Milli, Dil, Siyasi, Dini vs.'de gelişme sağlayacağını veciz ve hassas kelimelerle açıklamalıdır. AKEL eğer Türk azınlığı işçisini de, siyasi sahada ve teşkilat olarak nüfuz edip kazanmaya muvaffak olmadıkçe, Kıbrıs halkının mücadele partisi lideri olmıyacaktır. Türkler Rumlara ve AKEL'cilere itimat etmiyorlar. Zira büyük Yunanistan şovenizmine emniyetleri yoktur.
            Yalnız Rum ve Türk işçisine günlük halk meseleleri için yapılan halk mücadelesi dahilinde Türklerin de kendilerine ait meselelerde gösterecekleri faaliyetle yıkılmaz birlik perçinleşecek ve Türkler doğru yolun ve kurtuluşlarının Türkiyeli ağalar ve beyler ile olmıyacağına, fakat Rumların demokratik faaliyetlerle yaptıkları halk mücadelesinde olduğuna inanacaklardır.
            Türklerin ve Rumların halk sendikaları, tek cemiyetleri ve diğer zirai teşkilatları olmalıdır. İşçi sınıfının bir tek partisi olmalı. Bu tek partinin (AKEL) Milli Türk Kolu olabilir. Fakat Rumlar ve Türkler nerede beraber çalışırlarsa çalışsınlar, siyasi cemiyetlerin faaliyetleri halk için olmalıdır. Türklerin çoğunlukta oldukları yerlerde AKEL'in Milli Türk Kolu haritada da tesbit olunabilir ve AKEL'in faaliyet sahası içinde müstakil idareye sahip olabilir. Gençlik için de bir cemiyete ihtiyaç vardır. Kadınlara gelince, Türk ve Rum kadınının bir arada teşkilatlı olması daha doğru olduğu halde, Türk kadınlarının daha geri olmaları, çarşaf geymeleri ve Türklerdeki malûm manialar, ihtimal ayrı cemiyetlere lüzum gösteriyor.
            Kıbrıs'taki Türk meselesi, bütün Milli mesele içerisinde, hususi Milli bir meseledir. Eğer AKEL'in Türk azınlığına karşı tam Milli bir siyaseti olmazsa, Yunan Milli Davasını, ilhak davasını da gerektiği gibi karşılayamayacaktır.
            AKEL, Türk azınlığının ve Halk Antiemperyalist Kurtuluş Mücadelesi Cemiyetinin tenvir edilmesinde büyük dikkat göstermelidir."
            Bu makalenin bazı saptamaları geçen 43 yılda geçersizleşmiştir, ancak özü önemini korumaktadır. AKEL, 1974 sonrasında “Azınlıklar Bürosu”nu kapamayı uygun görmüş ve “Kıbrıs Türk kesiminde kendine en yakın bulduğu CTP” ile işbirliğine girmiştir. Ama kılavuzu karga olanın burnunun nereye battığı bir kez daha ortaya çıkmıştır!


(Yeni Çağ, 3 Aralık 1995, Sayı:256)

KIBRIS SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNDE NEREDEYİZ?


Türkiye ve Kuzey Kıbrıs'taki hükümet değişiklikleri öncesinde, özellikle Kıbrıs Rum basınında çıkan haberlerde, ABD'nin Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak yeni bir girişimi başlatmak üzere olduğu duyuruluyordu. Fileleftheros’a göre, Amerikalıların al-ver esasına göre hazırlamakta oldukları üç pakette egemenlik, garantiler ve AB üyeliği konuları yer almaktaydı.(16.10.1995)

EGEMENLİK: Bu konunun, bu yılın başında Londra'da yapılan, gizli görüşmelerde de garantilerle birlikte ana odak noktalarından birini oluşturduğunu biliyoruz. Dahası Türk tarafı, Türklere egemenlik hakkının tanınmasına ek olarak, bunun güvenliklerini teminat altına almaya yetmeyeceği gerekçesiyle, Türkiye’nin tek taraflı müdahale hakkının sürmesi gerektiğini öne sürüyor. (Vima’dan aktaran Halkın Sesi, 27.5.1995) Buna karşılık Rum tarafının ikili egemenliğin kabulü için öne sürdüğü şart, federal devletten ayrılacak olan tarafın egemenliği merkezi hükümete otomatikman geri vermesi şartıdır. (Vima’dan aktaran Kıbrıs, 1.6.1995) Bu şartın Denktaş’ın temsilcileri tarafından Londra’da tereddütsüz reddedilmesi üzerine, Vima şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Bu da şunu gösteriyor ki Kıbrıs Türklerinin egemenlik talep etmelerinin ardında, ileride federal devletten ayrılma niyeti gizlidir. Türkler, egemenliklerinin tanınmasını sağladıktan sonra, şeriki bir aşamada, federal devletten ayrılmak ve yönetimleri altındaki topraklarda bağımsız ve egemen devlet ilan etmek düşüncesindedirler. (Vima’dan aktaran Birlik, 30.5.1995)

DİKO’nun ileri gelen liderlerinden Tasos Papadopulos, konuyla ilgili olarak şunları yazmıştır: “Eğer merkezi hükümet, gerek teoride, gerek pratikte “bölgelere” egemenlik verilecek olursa, daha sonra bunu geri alamayacaktır. Bir "bölgeye'' egemenlik verilecek olursa, o bölge güç kazanır.  İstediği gibi hareket eder ve egemenliğini daha da genişletmeye çalışır. Böyle şeyler olduğu zaman biz ne yapacağız? Yoksa yasalara uyulmasını sağlamak için federal ordu mu göndereceğiz? Egemenlik, bizim istila ve işgalin yarattığı oldu-bittilerin yasalaşmasına karşı vermekte olduğumuz mücadelenin son siperidir.” (Simerini'den aktaran Halkın Sesi, 13.6.1995)

Cumhurbaşkanı Kleridis ise, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin egemenliğini pazarlık konusu yaptığı ve AB üyeliğinin bir bedeli olarak verileceği yolundaki suçlamalarla ilgili olarak şöyle konuşmuştur: “Bizim tarafın üzerinde durduğu husus, Kıbrıs Rumluğunun geleceğini teminat altına alacak bütünlüklü bir çözümdür. Bir konuyu soyutlamak ve bütünlüklü bir çözüme ilerlemek için o konunun çözümlenmesi üzerinde ısrar etmek yanlıştır... Diyelim ki Rauf Denktaş tek egemenliği kabul etti. Fakat eski garantilerin ve güçlü bir Türk askeri varlığının sürdürülmesi üzerinde ısrar ediyor. Bu durumda Kıbrıs Rumluğunun geleceği teminat altına alınabilir mi?  Geçmişte de tek egemenliğe sahiptik, ama bu bizi teminat altına almaya yetmemişti.” (Alithia'dan aktaran Yeni Demokrat, 25.5.1995)

GARANTİLER: ABD’nin garantilerle ilgili ikinci paketinin, sistemin genişletilmesi, fakat aynı zamanda tarafların güvenlik gereksinmelerinin tatmini esasına dayandırıldığı öne sürülüyor.(agy) Fileleftheros'a göre, ABD’nin paketinde müdahale hakkının devam etmesi, fakat ilgili toplumların korunması ile kısıtlanası düşünülüyor. Üzerinde çalışılan bir formül, adanın askersizleştirilmesi konusuyla garanti sistemini bağlantılı olarak ele almakta ve Türk tarafının endişelerini yatıştırmayı amaçlamaktadır. Düşünülen olasılıklardan biri de, Türk askerlerinin çekilmesinden sonra, onların yerinin uluslararası bir askeri güç tarafından alınmasıdır. Uluslararası askeri güç, NATO'nun "Barış için İşbirliği" programının şemsiyesi altına alınacak. Bu Türkiye ve Yunanistan'ın da katıldıkları bir programdır. Kıbrıs Hükümeti 1960
Garanti Anlaşması’nın feshinden yanadır ve anlaşmanın feshinden sonra garanti sisteminin bir uluslararası askeri kuruluşa bağlanabileceğine inanmaktadır.” (aktaran Yeni Demokrat, 9.8.1995)

Lefkoşa’daki Amerikan Büyükelçisinin Cumhurbaşkanı Kleridis ile yaptığı (bir) görüşmede söylediklerinden anlaşıldığına göre, Amerikalılar, oluşturulacak gücün çözümden sonra 8-10 yıl Kıbrıs’ta kalmasını düşünüyorlr. Uluslararası güce Türk ve Yunan askerleri de katılacaklar. Ancak yabancı bir komutanın emrinde olacaklar.” (Mahi’den aktaran Kıbrıs, 9.10.1995)

AVRUPA BİRLİĞİ ÜYELİĞİ: Üçüncü paket, nihai bir çözüm şeklinin bir parçası olarak, AB üyeliği konusunun çözümünü öngörüyor. AB mevzuatının, Kıbrıs’ta kısıtlanacağı bir formül düşünülüyor. Örneğin, Kıbrıs Türk bölgesinde serbest yerleşim ve mülk edinme hakkının kısıtlanması öngörülüyor. (agy) Bu konuyla ilgili olarak "Taksimi kalıcılaştırmayı amaçlayan yeni planlar" başlıklı yazımıza bakılabilir. (Yeni Çağ, 8.10.1995)

Temsilciler Meclisi'nde sandalyesi bulunan Rum partilerinin, Kıbrıs'ın AB üyeliği konusunun, ikili egemenlik konusuyla irtibatlandırılmasını kabul etmedikleri bilinmektedir. DİSİ ikinci lideri Nikos Anastasiadis bu konuda Simerini gazetesine verdiği bir demeçte şöyle demiştir “Biz AB üyeliğinin bedeli olarak, ikili egemenliği kabul etmiyoruz. Bizim Kıbrıs sorunu için düşündüğümüz çözüm, BM kararlarına ve Avrupa ilkelerine dayalı, işleyebilir,
demokratik bir çözümdür.”

AKEL Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas'ın görüşü ise şöyledir: "Al-ver yöntemi çerçevesinde, ikili egemenlik, AB üyeliği ile değiştirilebilir. Şunu bilmeliyiz ki ikili egemenlik ve hatta taksim içeren gevşek bir konfederasyona varırsak, Avrupa buna karsı çıkacak değildir. AB, nasıl olursa olsun herhangi bir çözümü kabul edecektir. AB yi ilgilendiren tek şey kendi çıkarlarıdır. İsviçre modeli bir konfederasyon gidildiği takdirde, dönüşümlü başkanlık konusu da gündeme gelecektir. Genel oylamayla başkan seçilmesi başkadır, bir sen, bir ben şeklinde başkan seçilmesi ise başkadır.

“EDEK lideri Vasos Lissaridis, "Sonradan biz AB'ye tam üye olarak giremezsek, ya da girmemiz gecikirse, o zaman ikili egemenliği kabul etmiş olmakla kalacağız. Zararımız çifte olacak" derken, DİKO lideri Spiros Kipriyanu da AB üyeliği ile egemenlik arasında bağlantı kurmaya çalışanların Anglo-Amerikanlar olduğuna dik kati çekerek, partisinin buna kesinlikle karşı olduğunu belirtti.(aktaran Yeni Demokrat, 24.5.1995)

Fileleftheros gazetesi, bunlara ek olarak bir de dördüncü paketten söz etmekte ve bu “Güven Artırıcı Önlemler Paketi”nin ortada durduğunu ve son zamanlarda Türkler tarafından ısrarla istendiğini ileri sürüyor.(agy) Çünkü
Buna göre, bu sayede ayrı egemenlik konusunda ileri bir adım atılmış olacaktır. Nitekim bir başka basın haberine göre, "ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, Kıbrıs'ta bir konfederasyon kurulması yönünde çapa göstermektedirler. Amerikalılar, Kıbrıs’ta kurulacak bir konfederasyonun, Türkiye’nin “Kıbrıs Türk eyaleti” aracılığıyla Avrupa yolunda ilerlemesini de kolaylaştıracağı inancındadırlar. 1995 yılı zarfında Kıbrıs sorununun çözümü yönündeki çabaların hızla gelişeceği konusunda da iyimserdirler,"(aktaran Ortam,
8.5.1995)

Amerikalıların “iyimser” planlarını 1996 yılına erteledikleri anlaşılıyor…

(Yeni Çağ gazetesi, 26 Kasım 1995, Sayı:255)