31 Mayıs 2015 Pazar

UZMAN HEKİM AÇIĞIMIZ

1960’lı yılların başında, tıbbın 5-6 uzmanlık dalında halkımıza hizmet veren Kıbrıslı Türk hekim sayısı 15’i geçmezken, bugün yetişmiş uzman hekimlerimizin sayısı, 20’ye yakın uzmanlık dalında 200’e yaklaşmış bulunmaktadır. Bu konudaki ayrıntılı istatistiki bilgiler, ne yazık ki ne Kıbrıs Türk Tabibler Birliği’nde, ne de Sağlık Bakanlığı’nın yıllık çalışma raporlarında vardır. Kendi olanaklarımızla derlediğimiz ve hekimlerimizin uzmanlık dallarına göre dağılımını gösteren şu tablo, bize son durumu yansıtmaktadır:

Uzmanlık dalı       Sadece özel kesimde çalışan  Hem devlette, hem özel kesimde     Toplam
                           uzman hekim sayısı                 çalışan uzman hekim sayısı
Kadın-doğum             29                                            8                                            37
Çocuk                        23                                          10                                            33
Dahiliye                      22                                          12                                            34
Cerrahi                         8                                          11                                            19       
KBB                            6                                             5                                            11
Göz                              5                                           4                                               9
Deri                              3                                           3                                               6
Anestezi-Reanim.          3                                           8                                              11
Üroloji                          1                                           5                                               6
Sinir-Ruh                      -                                            4                                               4
Ortopedi                       -                                            4                                               4
Radyoloji                      -                                            2                                               2
Diğer dallar                  -                                              6                                              6
                                  100                                         82                                          182
Pratisyen hekimler           3                                         28                               
                                  103                                        110                                           
Diş Hekimleri               72                                          17
TOPLAM:                 175                                        127

Yukarıda da görüleceği gibi, sadece özel kesimde çalışan 100 uzman hekim, 3 pratisyen hekim ve 72 diş hekimi varken; hem devletten maaş çeken, hem de dışarıda özel klinik çalıştıran 82 uzman hekim, 28 pratisyen hekim ve 17 diş hekimi vardır. (İstisnai olarak özel klinik açmamış olan az sayıdaki kamu görevlisi meslektaşımızı burada tenzih etmek isteriz.)

Oysa ki Kamu Görevlileri Yasası’nın 41. Maddesi aynen şöyle demektedir: “Kamu görevlileri, tüm zamanlarını kamu hizmetlerinin yürütülmesine ve görevlerinin yerine getirilmesine ayırmakla yükümlü olup, çalışma saatleri içinde veya dışında ücretli veya ücretsiz bir iş tutamazlar ve serbest meslek yapamazlar.”

Dahası “tam-gün çalışma” tüzüğü uyarınca yüzde 40 zamlı maaş alan kamu görevlisi hekimler, ne tam-gün çalışma ilkesine uymakta, ne de yasaların amir hükmüne rağmen muayenehane ve kliniklerini kapatmaktadırlar. Bir zamanlar gazetelere ilan vererek, “özel klinik çalştırmıyorum”, ya da “özel kliniğimi kapattım” duyurusunu yapan bütün kamu görevlisi hekimler, yöneticilerin gözlerinin içine baka baka ve onlardan, bu yasadışı uygulamalarına destek alırcasına, bildiklerini okumayı sürdürmektedirler. Devletin telefon rehberinde bile sayfalarca bu yasadışı kliniklerin adres ve telefon numaraları verilmektedir. O halde bu yasaları niçin yaptınız? Uygulanmadıktan sonra, uygulanması denetlenmedikten sonra, yasalar ne işe yarar? Serbest çalışan hekimlerin iş sahasına, devlet hekimlerinin yasaları çiğneyerek müdahale etmesi niçin durdurulmuyor? Toplumumuzun içinde bulunduğu ekonomik bunalım, hastaları özel klinikler yerine, devlet hastanesinin kapılarına yığmaktadır. Saat 9 ile 12 arasında kısıtlı sayıda devlet hekiminin verdiği hizmet, ihtiyacı karşılayamadığından, kuyruktaki hastalar, öğleden sonra aynı devlet hekimlerinin özel kliniklerinde para karşılığında tedavi edilmektedir! Hastanelerdeki başıbozukluk ve düzensizliği istismar eden kamu görevlisi hekimler, bu durumdan yararlanarak vergi dışı milyonlarca lira kazanç sağlamaktadırlar. Milyonlarca lira borç ve kredi sağlayarak kurulan özel klinik ve muayenehanelerde hasta azlığı nedeniyle rasyonel bir gelir kazanamayan serbest çalışan hekimlere, devlet sağlık hizmetlerinin kapıları kapanmıştır. Yetersiz ve kısıtlı uzman hekim kadrosuyla, çağdaş düzeyde tıp hizmeti veremeyen devlet, çalışanların ezici çoğunluğunun üye olduğu Sosyal Sigortalar Kurumu’nun sağlık primlerini de layıkiyle değerlendirememektedir. 1 milyar lirayı aşkın yıllık sağlık primi, başka amaçlar için kullanılmaktadır. Ne yazık ki bu duruma çalışanların örgütleri de seyirci kalmaktadır...

Bir süre önce Serbest Çalışan Hekimler Birliği Yönetim Kurulu olarak, Sağlık Bakanı ile yaptığımız görüşmede Dr.Erbilen, gerek devlet sağlık hizmetlerindeki uzman kadrolarının genişletilmesi, gerekse Sosyal Sigortalar Kurumu’nun sağlık primlerinin amaca uygun olarak değerlendirilmesi konularında nasıl bir acz içinde olduğunu bize göstermiştir. Dahası Dr. Erbilen, ülkemizde hekim fazlalığı olduğunu öne sürerek, yeterli sayıda hastası olmayan genç uzman hekimlerle yeni mezun olmuş meslektaşlarımıza “Türkiye’ye dönünüz, burada iş yok!” tavsiyesinde bulunabilmiştir. Oysa biz Serbest Çalışan Hekimler Birliği olarak, ülkemizde uzman hekim fazlalığı yerine, uzman hekim açığının bulunduğunu öne sürmekteyiz. Eğer ortada bir fazlalık varmış gibi görünüyorsa bu, Sağlık Bakanlığı’nın kendi çalışma alanına giren Sağlık işlerini düzenlemekte ne kadar yetersiz kaldığının bir göstergesidir.

Dr.Erbilen, devlet sağlık hizmetlerinde çalışan hekimlerin büyük bir çoğunluğunun deontoloji kurallarına uymadığını, bilimsel düzeylerinin bütün iddialarına rağmen düşük olduğunu iki-üç yıl sonra olsa bile kabul etmek zorunda kalmıştır. Sağlık Bakanlığı’nın yeni baştan bir örgütlenmeye gitmesi gerektiğini kendisi bize söylediği zaman, bu kadar zamandır bunu niçin gerçekleştirmediğini sorduk. Bu konuda herhangi bir projenin bile hazırlanmamış olduğunu, günübirlik işlerle 160 bin kişinin sağlık sorunlarının çözümlenmeye çalışıldığını öğrendik. Oysa ki, insanımızı 21. yüzyıla hazırlamak için planların, projelerin bugünden yapılması gerekirdi. Bunu, oturdukları sandalyenin parasını ödenen devlet görevlileri değil de, biz mi düşünmeliydik!

İşte uluslararası sağlık standardlarına göre öngörülen hedef: Her 10 bin kişiye 28 uzman hekim düşecek şekilde planlama yapılmalıdır. Yani her 357 kişiye 1 uzman hekim düşmelidir. Bu ölçü halen, gelişmiş ülkeler için ortalama her 500 kişiye 1 uzman hekim olarak hesaplanmaktadır. Yine de bunun altına inmeyi başaran ülkeler vardır. Örneğin Demokratik Almanya’da 460, Federal Almanya’da 432, İtalya’da 275, Sovyetler Birliği’nde 250 kişiye 1 uzman hekim düşmektedir.

Uluslararası sağlık standardında hedeflenen her 10 bin kişiye 28 uzman hekimden, 6’sı iç hastalıkları, 4’ü çocuk hastalıkları, 3’ü cerrahi hastalıklar, 2’si doğum ve kadın hastalıkları ve diğer dallardan göz, KBB gibi birer olmak üzere hesaplanmıştır. Her 1500 kişi için de 1 diş hekimi hizmet vermelidir.

TKP’den koltuğu uğruna ayrılıp, UBP’lileşen Sağlık Bakanı Dr.Erbilen, bundan önceki hükümet programının mecliste görüşülmesi sırasında Bakanlığına yönelik eleştirileri yanıtlarken, “Vasıta sorununa da çözüm bulunması ile bütçe olanakları çerçevesinde sağlık servislerinin ideale yakın çevirilebilecek duruma geleceğini” söylemişti!.. Yılların bozuk devlet sağlık hizmetlerini ideale yakınlaştıracağını öne süren Dr.Erbilen’in ideal ölçüleri ile uluslararası sağlık standardları arasındaki farkı saptamak zor olmasa gerek. Yukarıda aktardığımız rakamların kendisi konuşmaktadır. 160 bin kişi olarak kabul edilen Kuzey Kıbrıs nüfusuna ideal sağlık hizmeti verebilmek için, 96 dahiliye uzmanı, 64 çocuk doktoru, 48 cerrah, 32 kadın-doğumcu ve diğer dallardan 16’şar uzman hekime ihtiyacımız vardır. Yani bugünkü verilere göre, daha 62 dahiliye uzmanı, 31 çocuk doktoru, 29 cerrah, 7 göz doktoru, 5’er tane Anestezi ve KBB uzmanı açığımız vardır. Kadın-doğum uzmanı sayısında ise halen 5 adet fazla uzman yetiştirmiş bulunuyoruz. Diş hekimi açığımız ise 18’dir.

Öte yandan günümüzde hızla ilerleyen Bilimsel-Teknik Devrim koşullarında tıbbın sadece bir uzmanlık dalında eğitim görmüş olmak bile yeterli olmamakta, alt uzmanlık dallarında uzmanlaşılmaktadır. Yetişmiş uzman hekimlerimize devlet kapılarını kapamakla, “geri, geldiğiniz ülkeye dönünüz” demekle ortaya konan çağdışı görüşler, halkımızın tepkisiyle karşılandığı kadar, devlet görevlilerinin gerek yasal, gerekse ahlaki yönden bu kadar sorumsuzca davranabildiklerini açıklamak durumuzda kaldığımız için bizim yüzümüz kızarmaktadır. Oysa ki onlar, devlet ve sosyal sigorta olanaklarını planlı ve bilimsel bir şekilde halkın sağlığı için sunacakları yerde, yetişmiş elemanlarımızı ille de özel klinik açmaya zorlamakta, devlet sağlık hizmetlerini genişletip, yeniden örgütleme çabalarını geciktirmektedirler. Kamu görevlisi oldukları halde, dışarıda da çalışarak, tüm zamanlarını kamu hizmetine vermekten uzak duran meslektaşlarımız, devletin sağladığı her türlü olanağı tepe tepe kullanmaktan geri durmamaktadırlar. Gerek uzman hekim, gerekse diğer tıbbi personel ve gereç eksikliğine gözlerini kapayan yetkililer, istedikleri kadar kendi ideallerine yaklaştıklarını öne sürsünler, verilen hizmetin düzeyi ortadadır. Halep ordaysa, arşın da burdadır...

(“Dr.Ahmet Cavit” imzasıyla, Kıbrıs Postası gazetesi, 28 Haziran 1988)  
   





EKİM DEVRİMİNİN KIBRIS İŞÇİ SINIFININ POLİTİK ÖRGÜTLENMESİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ


Eski takvime göre 25 Ekim, yeni takvime göre 7 Kasım 1917, Çarlık Rusyası’nda gerçekleştirilen sosyalist devrim ile ülkedeki iktidarın işçi, asker ve köylü temsilcilerinden oluşan Sovyetlerin eline geçtiği gündür. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin zaferle sonuçlanmasında en önemli rol, Lenin’in devrimci teorisini pratiğe uygulayan Komünist Partisi’ne aittir. Devrimle birlikte Rusya’daki sermayedarlar ile toprak sahiplerinin iktidarı yıkılmış ve yerine emekçi halkın iktidarı kurulmuştur. Üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmiş, fabrikalar, bankalar, demiryolları, madenler devletleştirilmiştir. Rusya’daki proleter devrimi, sadece Rus halkının değil, eski Rus İmparatorluğu’nun toprakları üzerinde yaşayan diğer halklar üzerindeki sosyal ve ulusal baskıya son vererek, onların da kurtuluşunu sağlamıştır. Devrimin işçi ve köylülere sağladığı kazanımları korumak ve sosyalizm kuruculuğunda hızla ilerlemek amacıyla, 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulmuştur.

Sovyetler Birliği’nde dünyada ilk kez olarak işçi-köylü iktidarının kurulması ve devrimin başarıları, yeryüzündeki milyonlarca halka örnek oldu ve bilimsel sosyalizmin fikirleri, bu ülkelere yayıldı. Özellikle ulusal kurtuluşları için mücadele veren ve dünya nüfusunun yüzde 70’inden fazlasının yaşadığı eski sömürge ülkelerdeki savaş, baskı ve ırk ayrımı politikasına karşı, halkların barış, eşitlik, özgürlük ve kardeşçe işbirliği içinde yaşamalarını öngören alternatif bir düzen ortaya çıktı.

Yarın 70. yıldönümünü bütün ilerici insanlık ile birlikte kutlayacağımız Ekim devrimi, 20 yüzyılın en önemli olayı olup, insan soyunun gelişmesinde tarihsel ve uluslararası bir öneme sahiptir. Lenin, bu uluslararası önemi ikiye ayırmaktadır: Birincisi, bu devrimin diğer ülkelerdeki devrimci hareketler üzerindeki etkisi, ikincisi de, bu devrimin ana özelliklerinin uluslararası planda tekrarlanmasının kaçınılmazlığıdır.

Ekim Devrimi ile dünyamız, kapitalizmden sosyalizme geçiş çağına girerken, bütün ülkelerdeki emekçi ve ilerici insanlar, bu ilk sosyalist devrimden etkilenmeye başladı. Bağımlı ve sömürge ülkelerde baskı altında tutulan halklar, sosyalizmin başarısından direniş gücü kazandılar. Bilimsel sosyalizmin teorisiyle donanarak, kendi ülkelerinde politik örgütlenmelere gittiler ve kendi komünist partilerini oluşturdular.

Doğu Akdeniz’de küçücük bir ada olan ülkemiz Kıbrıs ise, o sıralarda İngiliz sömürge yönetimi altındaydı. İngilizlerin adayı ele geçirmelerinden sonra, başta ticaret burjuvazisi olmak üzere Kıbrıs, kendi burjuvazisini geliştirmiş ve işçi sınıfı da oluşmaya başlamıştı. Yabancı ve yerli sermayedarların gittikçe artan sömürüsü, emekçi halkın kendi örgütlerini kurma zorunluluğunu bilince çıkarmıştı.

İşte muzaffer sosyalist Ekim Devrimi’nin doğrudan etkileri altında, ilk komünist gruplar, 1921’de oluştu. Aslında sosyalist fikirler, daha 1914’lerde Kıbrıs’a ulaşmış ve Yunanistan’daki sosyalist hareketin gelişmesini izleyen ve Leymosun’da bir grup aydının oluşturduğu “Nazoraios” edebiyat çevresinde benimsenmişti. 1915-17 yıllarında yine Leymosun’da inşaat ve liman işçilerini örgütleyen ilk sendikalar kurulmuştu. Ekim Devrimi’ni izleyen yıllarda, Yunanistan’dan gelen sol yayınları okuyan Leymosunlu bir grup memur ve işçi, ilk komünist grubu oluşturdu. 1921’de üç Leymosunlu Rum tarafından başlatılan hareket, bir yıl sonra 30 kişiyi örgütleyebilmiş ve Aralık 1922’de iki ayda bir çıkan “Pirsos” (Meşale) gazetesini yayımlamaya başlamıştı.

Leymosun’daki şarap fabrikası, liman ve diğer yerel sanayilerde çalışan işçiler, diğer kasabalardakilere kıyasla daha bilinçliydiler. Önderliğini birkaç aydının yürüttüğü komünist hareket, 1924 yılı başında İngiliz sömürge yönetiminden kırsal bölgelerdeki borç ödemelerinin durdurulmasını istedi ve fakir köylülerin mali sorunlarına ilgi gösterdi. Bir Ziraat Bankası kurulmasını istedi. İşçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesini, ilerici bir çalışma yasasının çıkarılmasını, ücretlerin artırılmasını, çalışma saatlerinin 14-12 saatten 8 saate indirilmesini talep etti. “Pirsos” gazetesi, Ocak 1924’de kendi kendini kuruluş hazırlıklarını yürütmekte olan Kıbrıs Komünist Partisi (KKK)’nin resmi yayın organı olarak ilan etti. O yıllarda İngiliz sömürge yönetimi altındaki adada, yaşam düzeyi çok düşük olup, yaygın fakirlik ve cehalet kol geziyordu. Kıbrıs’ın yeraltı zenginliği olan madenler, İngiliz ve Kanada sermayesi tarafından çalıştırılıyor, en iyi maden işçisine 12 saatlik işgünü için iki buçuk şilin ücret veriliyordu (o zamanın bir şilini ile sadece iki buçuk okka ekmek alınabilirdi).

Yunanistan’da tıp eğitimi gördüğü sırada Yunanistan Komünist Parisi (KKE) üyesi olan Kıbrıslı Dr. Nikolas Yiavopulos’un 1924’de geri Leymosun’a dönmesi ardından kurulan “Emekçiler Kulübü”, kasabadaki işçilerin çalışma koşullarını iyileştirmeyi kendine amaç edinmişti. Aralık 1924’de sayıları 35’e çıkan Leymosunlu komünistler, 1 Ocak 1925’den itibaren 15 günde bir, “Neos Anthropos” (Yeni İnsan) adlı bir gazeteyi yayın hayatına soktular. Gazete, gerek milliyetçi Rum liderliği, gerekse İngiliz sömürge yönetimi ile birçok polemiğe girdi. Bu arada kırsal bölgede de etkinliğini göstermeye başlayan Emekçiler Kulübü, Leymosun kazasındaki Yermasoya, Gilani ve Piskobu köylerinde, topraklarını faizcilere kaptıran köylüleri örgütledi.

22 Nisan 1925’de Leymosun’da yapılan Panhelenik Oyunlar nedeniyle milliyetçilere karşı bir bildiri yayımlayan komünistler, Kıbrıs’ın bağımsızlığını istediler. İngiliz yönetimi, Dr. Yiavopulos’u, adadaki barış ortamını tehlikeye soktuğu gerekçesiyle, 5 Temmuz 1925’de Atina’ya sürgüne gönderdi. Kasım 1925’de Leymosun’daki Emekçiler Kulübü’nün ileri gelen üyelerinin evlerine ve kulüp binasına baskın yapılarak, kitap ve diğer yayınlar toplandı. (Daha sonraki yıllarda Troçkist görüşleri savunduğu için partiden ihraç edilecek olan) Dr. Yiavopulos’un yerine, Kostas Skeleas geçti.

Sömürge yönetimin Tarım Dairesi’ndeki görevinden istifa edip, Moskova’da eğitim gören ve daha sonra Yunanistan’da yaşamaya başlayan Haralambos Vadilyotis’in Kıbrıs’a yaptığı bir ziyaret sırasında, 14 Ağustos 1926’da gizli olarak yapılan bir toplantıda, Kıbrıs Komünist Partisi (KKK) resmen kuruldu. Partinin ilk Genel Sekreterliğine Kostas Skeleas getirildi. Partinin kurulmasından önce komünistler, Marksist-Leninist fikirlere karşı burjuvazi tarafından halk arasında yayılan güvensizlik duygularını gidermek ve yeni devrimci fikirleri benimsetmek için büyük çaba sarfetmişti. Daha önceden örgütlenmiş bulunan işçi, gençlik ve kadın kuruluşlarından 22 temsilcinin katıldığı KKK’nın bu 1. Kuruluş Kongresi’nde kabul edilen programda, şu amaçlara ulaşmak hedeflenmişti:

“1. Günümüz kapitalistlerince zincire vurulmuş olan Kıbrıs’taki sınıfların örgütlenmesi ve içinde yaşadıkları ekonomik koşulların iyileştirilmesi için mücadele etmek.
2. Kıbrıs’ın Birleşik Krallığın emperyalist boyunduruğundan kurtulması ve siyasal bağımsızlığına kavuşmak için mücadele etmek.
3. İşçi hareketinin uluslararası dayanışmasının Kıbrıs’ta gelişmesi ve Kıbrıs’taki işçi ve köylülerin mücadelesiyle, diğer ülkelerdeki meslektaşlarının mücadelesini birleştirmek.” (Neos Anthropos, 24 Aralık 1926)

Görüldüğü gibi KKK’nın kurulması, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Kıbrıs’ta egemen olan sosyal koşulların bir ürünü olmuş ve parti, Avrupa’daki işçi hareketinin yükseldiği bir sırada ve Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin doğrudan etkileri altında yeşermişti. KKK’nın yayımladığı “Politik ve Ekonomik Durum Üzerine Tezler”de ilk defa anti-emperyalist birlik cephesi fikri ortaya atılmış ve Lenin’in önemle üzerinde durduğu işçilerle köylülerin ittifakı, “bugün var olan durum açısından tarihsel bir zorunluluk ve emperyalizm ile kapitalizmin devrilmesi için vazgeçilemeyecek bir koşul” olarak tanımlanmıştı. 1. Kongre’de alınan kararlarda, başta madenlerde çalışanlar olmak üzere, bütün işçilerin, bilinçli profesyonel örgütlerde biraraya gelmeleri gerektiğine parmak basılıyordu. Bu örgütler, bütün Kıbrıslı işçileri kapsayan bir üst örgütte birleşmeliydi. Kadınlarla ilgili olarak, her iki cinsin evlilikte ve ücretlerde eşit tutulması gerektiği ve anneler için doğum kliniklerinin açılması savunuluyordu. Gençlerle ilgili olarak, 14 yaşın altındaki çocukların çalıştırılmaması, muhtaç öğrencilere parasız öğrenim olanağının sağlanması talepleri yükseltilirken, komünist gençlerin adada çok sevilmeye başlanan atletizm çalışmalarında şampiyon olmaları gerektiği vurgulanıyordu.

KKK’nın ilk kongresinde öne çıkarılan ve milliyetçi Rumlar ile enosisçilerin ağır eleştirilerine yol açan bir başka hedef de şu şekilde ifade edilmişti: “Britanya’nın Kıbrıs’taki işgaline karşı alternatif, şu anda enosis değil (ki bu hedef, sadece bujuvazi ve büyük toprak sahiplerinin çıkarlarına uymakta olup, daha çok şovenist bir eğilim olarak mahkum edilmiştir), Üçüncü Enternasyonal’in kurulması için çaba gösterdiği Sosyalist Balkan Federasyonu’na bağımsız Kıbrıs’ın da katılmasıdır.”     

Tartışmaların artması üzerine 1927 yılında sırf bu konuyu görüşmek üzere olağanüstü bir kongre yapan KKK, Yunanistan’la birleşme (enosis) konusunda bir açık tavır belirlemeden, “sömürgecilere karşı mücadelede birleşik cephe” görüşünü destekleyeceğini duyurdu. Bu görüş zaten partinin kuruluş tezlerinde yer almış ve daha sonra özellikle “Neos Anthropos” gazetesinde işlenmişti. Örneğin gazetenin 8 Ocak 1927 tarihli sayısında, Kıbrıs halkının birleşik cephesi konusunda şöyle deniyordu:

“Özgürlüğümüzü elde etmemize ve İngiliz emperyalizminin köleleri olmamıza son verilmesine kadar ekonomik olarak soluk alamayacağız. Ekonomik ve ulusal restorasyon için ilk koşul olan Kıbrıs’ın yabancı boyunduruktan kurtarılması gerektiğine inanan bütün partiler, çabalarını bu doğrultuya yöneltmelidir. Ama bu çabaların ürün verebilmesi için, bu güçler birlik olmalıdır. Bütün İngiliz aleyhtarı unsurlar, ki bunlar burjuva veya proleter, Rum veya Türk, Yunanistan’ı veya adanın özerkliğini isteyenler olabilir, yabancı yönetime karşı işbirliği yapmalıdır. Bütün görüşler bu nokta üzerinde buluşmaktadır. Birleşik Cephe fikrini ilk defa öne atan Komünist Parti, İngiltere’nin Kıbrıs’ın ufkunu kara bir bulut gibi gölgeleme tehdidinde bulunduğu bu kritik anda, herkesi, İngiliz emperyalizmine karşı mücadele etmeye çağırmaktadır. Ancak sadece böylesi bir birleşik ve azimli bir mücadele aracılığıyla İngiliz tahriğinin darbelerine karşı kararlı bir şekilde duracak ve kurtuluşumuzu sağlayacağız. Birleşik, İngiliz aleyhtarı cephe, İngiliz tehdidine karşı verilecek yanıtımız olmalıdır. Bu cephe, şu veya bu nedenle İngiliz yönetimini istemeyen Kıbrıslıları, bütün sınıfları ve bütün partileri kapsamalıdır.”

1927 yılının KKK açısından bir diğer önemi de, İngiliz sömürge yönetinin aynı yıl içinde, yığınları eğitmek ve sosyalizm ülküsünü yaymak için çalışan Kıbrıs soluna karşı ciddi bir kampanyayı başlatmış olmasıdır. 1921’de kabul edilen “İsyana Teşvik Edici Yayınlar Yasası”na dayanılarak, Lenin’in “Kratos ke Epanastasis” (Devlet ve Devrim) adlı eseri ile “Kokkino Proto Maia” (Kızıl 1 Mayıs) gibi kitaplar yasaklandı. 11 Aralık 1928’e kadar yasaklanan sol yayınların sayısı 15’e çıkmıştı. Komünistlerin artan etkinliğini kırmak amacıyla, 1928 yazında Ceza Yasası’nda yapılan değişiklikler üzerine KKK, 1 Ocak 1929’dan itibaren daha çok yeraltı çalışması yapma kararı aldı. Parti gazetesi “Neos Anthropos”, yeni bir yasa ile getirilen 200 liralık depozitoyu yatıramadığı için 27 Ağustos 1930’da yayımını durdurmak zorunda kaldı. Ama kısa bir süre sonra, 15 günde bir çıkacak “O Neos Ergatis” (Yeni İşçi) adlı gazetenin yayımına başlandı.

Aralık 1930’da Moskova’ya yaptığı bir geziden dönen KKK Genel Sekreteri Vadilyotis, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle mahkemeye verildi, ama suçsuz bulunarak beraat etti. KKK, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi’nin 1931 baharında yaptığı 11. Toplantı’da Komintern üyeliğine kabul edildi.

Kıbrıslı Rum milliyetçilerin İngiliz sömürge yönetimine karşı 21 Ekim 1931’de ayaklanması ardından, anayasa ortadan kaldırıldı ve siyasal faaliyet yasaklandı. Artan baskılara rağmen çalışmalarını sürdüren KKK ile aralarında Kıbrıs İşçilere Yardım Derneği’nin de bulunduğu 8 komünist örgüt, yapılan yeni yasa değişikliklerinden sonra 16 Ağustos 1933’de yasadışı ilan edildi. Aradan bir hafta geçmeden KKK liderleri Vadilyotis ile Skeleas, ülke dışına çıkarıldı. KKK bu dönemde daha çok, işçilerin ekonomik örgütlenmesine ağırlık verdi.

1941 yılında siyasal partilerin kurulmasına yeniden izin verilmesi ile, çalışmalarını illegal olarak sürdüren KKK’nın aldığı bir karar üzerine, 14 Nisan 1941’de A.K.E.L. (Emekçi Halkın İlerici Partisi kelimelerinin ilk harfleri) legal olarak kurulacaktır. AKEL’in 1949’dan beri Genel Sekreterliğini yürüten Ezekiyas Papayuannu’nun verdiği bilgilere göre, 1930’lu yıllarda Komintern ile bağlantısı kesilen KKK, 1944 yılında AKEL ile birleşmiş ve AKEL kendisini KKK’nin tek ve gerçek devamcısı olarak ilan etmiştir. Yine Papayuannu, AKEL ile SBKP’nin ilk defa temas kurmasının, kendisinin tedavi için Moskova’ya gittiği 1957 yılında gerçekleştiğini açıklamıştır. AKEL, o sıralarda Moskova’da yapılmakta olan Dünya Komünist ve İşçi Partileri Danışma Toplantısı’na, Papayuannu’nun rahatsızlığı nedeniyle katılamamıştı. (Barış ve Sosyalizm Sorunları Dergisi, Prag, Aralık 1972, s.1613)

Kıbrıs’ta yaşayan Türk toplumu açısından konuya yaklaşıldığı zaman, durum şöyle özetlenebilir: Programında Türklerden de söz eden KKK, Kıbrıslı Rum, Türk, Ermeni, bütün  ada halkının ortak düşmanı olarak nitelendirdiği emperyalizme karşı, eylem ve işbirliğini güçlendirme ve etnik şovenizmi geriletme talebini yükseltmekteydi. Bilinen bilgilere göre, KKK’nın Kıbrıslı Türklerle olan ilişkileri çok sınırlı kalmıştı. Önce bağımsızlık, sonra da özerklik isteyen KKK ile enosisi savunan Rum milliyetçileri arasındaki görüş ayrılıkları, partinin savunduğu “anti-emperyalist birlik cephesi”nin oluşmasını engellerken, Kıbrıslı Türk emekçilerle olan ilişkiler de çeşitli nedenler yüzünden geliştirilememişti. Bu nedenlerden belki de en önde geleni, bilimsel sosyalist fikirlerin Türkler tarafından Türkçe olarak öğrenilmesini sağlayacak yayınların yok denecek kadar az olmasıydı. Dil ve kültür ilişkileri nedeniyle Türkiye’den olan etkilenme, Türkiye Komünist Partisi’nin yasaklanmış olması ve Kemalizmin tek geçerli görüş kabul edilmesi yüzünden sınırlıydı. Kıbrıslı Türk emekçilerin politik ve daha çok ekonomik olarak bilinçlenmesi, daha sonraki yıllarda, Kıbrıs Türk işçi Birlikleri ile PEO’nun Türk Şubesi’nin çalışmaları sonunda gerçekleşecekti.

Adada kuraklık ve fakirliğin, kapitalist dünyada ise ekonomik bunalımın doruğa çıktığı bir sırada, halk yığınları sosyalizm fikirlerine yönelmekte iken, Kıbrıs Türk basını acaba Kıbrıs’taki komünist hareketi nasıl değerlendirmekteydi? Konuyla ilgili bir yazıyı aktararak, yazımızı bitiriyoruz. Atatürk’ün emriyle Ankara’daki CHP’nin gazetesi Hakimiyet-i Milliye’nin kasasından Kıbrıs’a gönderilen ayda 500 lira (olayı aktaran Hikmet Bil’e göre bu, o zaman için oldukça önemli bir paraydı – Bak.: Kıbrıs Olayı ve İçyüzü, İstanbul 1976, s.98) mali destekle yayımlanan M.Remzi Okan’ın Söz gazetesinin 13 Ağustos 1931 tarihli sayısında çıkan ve Kemalizmin anti-komünist özelliğini yansıtan “Sürüden ayrılanı kurt yer!” başlıklı makale şöyle:

“Son birkaç haftadır Lefkoşada olduğu gibi diğer kaza merkezlerinde de Komonistler beyannameler çıkarıyorlar ve esnafı Bolşevikliğe davet ediyorlar.
Biz, Komonistlerin neşrettikleri beyannameleri tahlil ve teriç edecek değiliz; yalnız bunları imza edenler arasında birkaç ta Türk ismi gördüğümüz için en ziyade bunlarla meşgul olacak ve buna dair fikir ve kanaatımızı izaha çalışacağız.
Komonist hareketlerini bu memlekette körükleyenler Rumdur. Bunların hatipleri, rehberleri ve muhabirleri hep Rumdur. Binaenaleyh buradaki Komonist cereyanı Rum esnafının Rum sermayedarları aleyhine çevrilmiş bir hareketidir.
Rumların kendi aralarında tertip edecekleri teşekküllerde ve birbiri aleyhinde yapacakları hareketlerde az da olsa Türklerden birkaçının bulunması ve bu hareketlere iştirak eylemesi pek tehlükelidir.
Çünkü sevkı asabiyetle bu iki hizbin yani Bolşeviklerle sermayedarların çarpışmaları ihtimali çok kuvvetlidir. Öyle bir zamanda birkaç Türkün bulunuşu meseleyi büsbütün başka bir hale ifrağ edebilir ve bir Rum-Türk kavgası şekline sokabilir.
Binaenaleyh her hangi bir suretle iğfal ve Bolşevik listasına isimlerini yazdıran Türkler, bilerek veya bilmeyerek kendi cemaatlarına pek büyük bir fenalık yapmış olurlar.
Biliriz ki Bolşevikte din ve milliyet yoktur; fakat bunu icat edenler bu fikri sırf ahmakları elde etmek ve bunlardan faidelenmek için ortaya atmışlardır. Yoksa hakikat-ı halde Moskova, Ankara ve Atinadan daha ziyade milliyetperverdir.
Bolşeviklere yanaşan ve karışan Türklerin kimler olduklarını bilmiyoruz. Fakat kimler olursa olsun bu hareketleri ile bizi gücendirdiler ve pek tehlükeli bir vaziyete soktular.
Eğer bunlar aklı başında ve yaptığını bilir kimseler olsaydı, iptida bu listada Türklerden kimler bulunduğunu sorar, anlar ve ondan sonra kendi isimlerinin de yazılmasına müsaade ederlerdi.
Memleketimize göre bizim de büyüklerimiz, müderris ve muallimlerimiz vardır, bunlardan hiç birisi Bolşevik listasına ismini yazdırmassa bunlar ne cesaretle kendi başlarına iş yapıyor ve hepimizin başına iş açıyorlar.
Mahalli Hükûmet, Leninin bilmem hangi kitabı okunmasın diye kanun yaparken o kitabın birer sayfesi makamında olan Bolşevik beyannamelerini görüyor da sükût ediyor.
Hükûmetin bu sükûtu çok manalıdır; ve ihtimal ki halkın karışması ve birbirine geçmesinden fayda ümit ediyor. Fakat düşünmeliyiz ki biz burada akalliyette kalmış bir cemaatız ve Hükümeti olduğu kadar Rum cemaatını da rencide etmek her zaman bizim ziyanımızadır.
Rumca gazetelerin şikâyetlerinden öyle anlıyoruz ki Bolşeviklerle teşriki mesai eden 60 kadar Rum muallim da vardır. Halbuki bir tek muallim yoktur. Bu bizim için çok iyi bir nişanedir ve Kıbrıs Türk cemaatının Bolşevik hareketleriyle hiç bir münasebeti olmadığına açık bir delildir.
Kendini bilmeyen cahil bir iki Türk komonistlerin propagandasına kapılmış ve bizden ayrılmışlarsa bunda cemaatımızın bir kusuru ve hatası yoktur.
Hata varsa bizden ayrılan ve karanlık yollara sapanlardadır ki bunları da “sürüden ayrıldıkları için hiç şüphe etmeyiz ki kurtlar yiyecektir.”


(“Kemal Cankat” imzasıyla, Söz gazetesi, 6 ve 13 Kasım 1987)

27 Mayıs 2015 Çarşamba

KIBRIS'TA İŞGAL VAR MI, YOK MU?


Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü 1960 Garanti ve İttifak Abdlaşmaları ile güvence altına almış olan üç ülkeden biri olan Türkiye Cumhuriyeti, 1974 yazından beri bu devletin %37’lik kuzey topraklarını askeri işgali altında tutmaktadır.
Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğü’ne göre işgal, Arapça bir sözcük olup, Türkçede “bir yeri ele geçirme” anlamına gelmektedir. Uluslararası hukukta ise işgal’in tanımı şöyle yapılmaktadır:
“Bir veya birkaç devletin topraklarının bir kısmının veya hepsinin, başka bir devlete ait veya başka ülkelerin askeri ittifakına bağlı silahlı kuvvetler tarafından geçici olarak ele geçirilmesine işgal denir. Uluslararası ilişkilerde zor kullanımının yasaklanmasına dair temel ilkeyi çiğneyen bir saldırı sonucu uluslararası hukuka ters bir şekilde işgal etme ile haklı bir savaş yapan bir tarafın silahlı güçlerince, saldırgan ülke topraklarının hukuka uygun bir şekilde işgal edilmesi birbirinden ayrılmalıdır. Bu ikincisine örnek olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Anti-Hitler Koalisyon’a bağlı devletlerin Almanya topraklarını bir süre işgali verilebilir.” (Wörterbuch der Aussenpolitik und Völkerrechts, Berlin 1980, s.81)
Bu arada, işgal gücünün, işgal ettiği topraklar üzerindeki hukuki durumu ve hak ve sorumluluklarının uluslararası sözleşmelerle düzenlendiğini de hatırlatalım. Bunlar, 18 Ekim 1907 tarihli Kara Savaşlarına İlişkin Lahey Kuralları’nda ve 12 Ağustos 1949 tarihli Savaş Zamanlarında Sivil Kişilerin Korunmasına İlişkin 4. Cenevre Konvansiyonu’nda tek tek belirtilmektedir. Bu sözleşmeler, hukuka uygun olarak yapılmış toprak işgallerinde, işgalci gücün uluslararası hukuka göre nasıl davranması gerektiğini düzenlemektedir. (agy, s.81)
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 25 yıldan beridir Kıbrıs’ta bulunmasının haklı veya haksız bir işgal olduğu tartışması bir yana, bakınız “Yeni Düşünce” gazetesinin İstanbul’da düzenlediği “Türkiye’nin Meseleleri” konulu bir toplantıda, Prof.Mustafa Kuran, bu konuda neler demiş?
“Misak-ı Milli’nin dışındaki topraklarda gözümüz yoktur, diyorlar. Bu yanlıştır. Bütün milletlerin büyük ideolojileri vardır. O halde Türk ordusu Kıbrıs’ta ne arıyor? Misak-ı Milli’nin sınırları içinde değildir Kıbrıs.” (Cumhuriyet, 3 Şubat 1986)
Her ne kadar Türkiye’nin resmi ağızları ve Kıbrıs Türk liderliği “işgal” sözcüğünün kullanılmasından bilinçli olarak kaçınmakta ve bunun bir işgal olmadığını sürekli vurgulamaktaysalar da, bazen dil sürçmeleri görülmektedir. Örneğin 12 Eylül faşist darbesinin şefi Kenan Evren, 2 Kasım 1982 günkü bir değerlendirmesinde “DİSK, bizim Kıbrıs işgalimizi kabul etmiyor” diye yazmaktadır. (Baskın Oran, Kenan Evren’in Yazılmamış Anıları, Ankara 1989, s.123)
Emekli Büyükelçi İsmail Soysal da “Türkiye’nin 72 Yıllık Dış Politikası (1921-1992)” başlıklı anılarında, konuyla ilgili olarak şu ifadeyi kullanmaktadır:
“Türk hükümeti Kıbrıs Garanti Anlaşması’nın verdiği yetkiye dayanarak 20 Temmuz’da, -İngiltere yanaşmadığı için- tek başına bir askeri müdahaleye girişmiş ve Türk ordusu adanın kuzeyini işgal etmişti.” (Cumhuriyet, 4.yazı, 24 Mart 1993)
            Kıbrıs Türk lideri Rauf Denktaş’ın görüşü ise şöyledir:
            “Bağlantısızlar zirvesinde, Vasiliu’nun bizden yine “işgal altında yaşayan vatandaşlarımız” diye söz ederek, bize hakaret etmekten kaçınacağını umut ediyoruz. Biz işgal altında değiliz. Rum-Yunan işgalinden ve zulmünden kurtarılmış insanlarız.” (Cumhuriyet, 2 Eylül 1989)
            Denktaş, bir başka demecinde, İngiltere’nin  Lefkoşa Yüksek Komiseri David Dain’in “Maraş, 1974’den sonra yapılan anlaşmalara göre, KKTC’nin değil, Türkiye’nin kontrolündedir” görüşünü sert bir şekilde eleştirmiş ve sorumluluk Türkiye’nindir     denileceğine dikkat çekmişti. Anadolu Ajansının haberinin devamında, Denktaş’ın şöyle dediği belirtilmişti:
“Bu durumda Rum tarafının iddia ettiği gibi bütün KKTC’yi Türkiye’nin işgali altında bir yer olarak görecekler ve kendi deyimleriyle, işgalin kaldırılması, yani Türk askerinin çekilmesi ile Kıbrıs meselesinin halledileceği noktasına varacaklar... Türkiye sorumludur diyorlar. Böyle dediler diye Türkiye sorumluluğu alamaz.” (Kıbrıs, 21 Temmuz 1993)
            Yıllardır resmi olarak değilse bile gayrı resmi olarak Türkiye’nin Kıbrıs’taki işgalinden hoşnut olmayan CTP Genel Başkanı Özker Özgür, KKTC’nin Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olunca, Eskişehir’de yaptığı bir konuşmada şu savunmayı yapmaya çalışmıştır:
“Türk askeri bugün Kıbrıs’ta ise toprağın ve bağımsızlığın garantörü olarak ordadır... Türkiye işgalci bir ülke değildir. Türkiye’yi işgalcilikle suçlayanlara biz, garantörlük anlaşmasını hatırlatıyoruz. Türkiye kesinlikle işgalcilikle ve yayılmacılıkla suçlanamaz.” (Halkın Sesi, 15 Ekim 1994)
Oysa aynı Özker Özgür, birkaç yıl önce Cumhuriyet gazetesi muhabirine şöyle konuşmaktaydı:
“Halkları karşı karşıya getiren şoven politikacılardır. Kıbrıs’ta da iki halk, sağ politikacılar, Türkiye ve Yunanistan’ın gerici çevreleri ve emperyalistlerce bölünmüştür... Vasiliu, Türklere barış vaadi ile seçim kazandı. Ancak bizde, demokratik mekanizmalar işletilmediği için aynı şey yapılamıyor. 1990 seçimlerinde ANAP ve askeri ileri gelenler müdahale etmiştir. Güvenlik Kuvvetleri Komutanı General Ali Yalçın, Türkiyeli göçmenleri çağırarak “UBP’ye oy vereceksiniz” demiştir... Her şeye karşın, her gün 500 Türk genci Rum tarafına gidip çalışmaktadır. Yakınlaşmaya Atina ve Ankara karar verecektir. Çünkü bizim Rum tarafına geçmemizi engelleyen Kuzye’e egemen Türk ordusudur... AT’ye gittiğinde, BM’ye gittiğinde “Sen Güneydoğu’da milyonlarca Kürde haklarını vermiyorsun, ama Kıbrıs’ta 160 bin Türke devlet kurduttun” denen Türkiye’dir... Önemli olan niyettir. Ancak biz, KKTC iktidarında iyi niyet görmüyoruz. Hitler bile Fransa’yı işgal ettiğinde Fransız mallarını Almanlara dağıtmadı. Bizde ise Güney’e göç eden Rumların malları yağmalanmıştır. Uluslararası hukuka aykırıdır bu durum. Bir anlaşma olması durumunda, bu hukuk dışı görüntü ortaya çıkacaktır. Korkuları budur.” (6 Eylül 1992)
Söz konusu demecinde “Biz Kıbrıs Türklerinin çıkarlarının korunmasında Denktaş’ı destekliyoruz” da diyen Özker Özgür ve partisi, bugün fetihçi Türk politikasının savunucusu kesilmiştir.
Kolej 5. Sınıfında okutulan “Modern Avrupa Tarihi” kitabında “Güvenli ve kalıcı bir barış, Türkiye’nin Kıbrıs’ı istilasından sonra oluşturulamamıştır” değerlendirmesi yer aldığı için “birkaç ay önce Cumhurbaşkanlığından gelen yazı ile” kitap tedrisattan kaldırılmıştır. (Kıbrıs, 8 Ekim 1994)
Oysa güneşin balçıkla sıvanamayacağı herkes tarafından bilinmektedir...

(Yeni Çağ gazetesi, 19 Aralık 1994)

TÜRKİYE'NİN KIBRIS'LA OLAN HUKUKİ İLİŞKİLERİ VE TAKSİM PROJESİ


1571 yılında Osmanlılar tarafından fethedilen Doğu Akdeniz'deki Kıbrıs adasının yönetimi, 1878 yılında imzalanan bir anlaşma ile İngiltere'ye devredilmişti.
İngiltere, 1. Dünya Savaşı ardından 5 Kasım 1914'de, Osmanlılardan kira karşılığı geçici olarak aldığı Kıbrıs adasını kendi topraklarına kattığını ilan etti.

İNGİLTERE KIBRIS'I İLHAK EDİNCE
Sir Harry Luke "Cyprus: A Portrait and an Appreciation" (London 1965) adlı kitabında olayla ilgili şu anısını aktarmaktadır:
"(5 Kasım 1914) akşamı Afrodit'in adasını Osmanlı amirine bağlayan bağın koparıldığı haberini iletme görevi bu satırların yazarına düşmüştü. Müftü'nün Lefkoşa'daki evinde yapılan Mehmet Münir Bey'in kızının nişan töreni için toplanmış olan Kıbrıslı Türk ileri gelenler, beklenilmeyen bir haber olmayan bu duyuruyu ağırbaşlı bir tevekkülle karşılamışlardı." (s.87-88)
Kıbrıslı Türk liderler, ertesi gün İngiliz Yüksek Komiserini ziyaret ederek, Ada'nın statüsünde meydana gelen değişikliği kabul ettiklerini ve bu karara uyarak İngiliz yönetimine sadakat göstereceklerini bildirdiler. Büyük Britanya'nın Osmanlı İmparatorluğu'na ve Müslüman halka verdiği yardım ve sempatiye karşı Osmanlı hükümetinin çok az bir şükran belirttiği ve müttefiklerin yanında savaşa katılması kararından utanç duyduklarını belirttiler. (The Times, 11 November 1914'ten aktaran Sir George Hill, A History of Cyprus, Cambridge 1972, Cilt:4, s.413)

LOZAN'DA İLHAK KABUL EDİLİYOR
Türkiye Cumhuriyeti, 24 Temmuz 1923'de müttefik ülkeler ile imzaladığı Lozan Barış Andlaşmasının 20. maddesinde, Kıbrıs'ın İngiltere'ye katılması kararını tanıdığını bildirmişti. Böylelikle Türkiye, Kıbrıs'ın hukuksal durumunu ilgilendiren 16. madde ile "andlaşmada belirtilen sınırlar dışında bulunan topraklar üzerindeki, ya da bu topraklara ilişkin olarak, her türlü haklarıyla sıfatlarından ve egemenliği işbu andlaşmada tanınmış adalardan başka bütün öteki adalar üzerindeki her türlü haklarından ve sıfatlarından vazgeçmiş" oluyordu.
Andlaşmanın 21. maddesine göre de, o tarihte Kıbrıs adasında yerleşmiş olan Türkiye uyruklular, İngiliz uyruğuna geçmiş sayılacaklar, Türkiye uyruğunda kalma tercihini seçenler ise, seçme hakkını kullandıkları tarihi izleyecek 12 ay içinde Kıbrıs adasından ayrılmak zorunda olacaklardı.
Önemli miktarda Kıbrıslı Türkün Türkiye'ye göç etmesinden yana olan zamanın TC hükümeti, bu göçe yardımcı olmak amacıyla, Haziran 1925'de Kıbrıs'ın Larnaka sahil kasabasında bir konsolosluk açtı. Kıbrıs'taki İngiliz yönetiminin adadan göç etmek isteyen Türkleri cesaretsizlendirmek amacıyla bazı zorluklar çıkardığından şikayet eden Türkiye, İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na çeşitli başvurularda bulundu. Sonunda Ankara'nın bütün ümitlerine rağmen, sadece 9,310 Kıbrıslı Türk, TC uyruğuna geçmek ve seyahat belgesi almak için Konsolosluğa başvurdu.
1924 ile 1927 yılları arasında 5 bin kadar Kıbrıslı Türkün adayı terkederek, Türkiye'ye yerleştiği kaydedilmiştir. (Cyprus, Report for 1927, London 1928, s.40) 1928 yılına ait Rapor'da ise göç edenlerden çoğunun geri döndüğü belirtilmektedir. (s.36) 1921'de Kıbrıslı Türklerin nüfusu 61,399 iken, 1931'deki sayımda 64,238 olarak saptanması, bu 5 bin kişilik göç rakamının doğru bir tahmini yansıttığını göstermektedir. (aktaran Ahmet An, Kıbrıs Türk Liderliğinin Oluşması (1900-1942), Lefkoşa 1997, s.76)
***
Türkiye'de Celal Bayar'dan sonra Ekonomi Bakanlığı ve İzmit milletvekilliği (1. ve 4. devrede) yapmış olan ve 1. Büyük Millet Meclisi'nin ilk oturumunda oluşacak milli hükümetin programının çizilmesinde katkısı olan Kıbrıslı Sırrı Bellioğlu, şunları anlatmaktadır:
"Benim siyasi hayatım hep mücadele ile geçmiştir. Daima hürriyet için ve haksızlıklara karşı çarpıştım. 1915'te İngilizlerin Kıbrıs'ı fiilen ilhak etmesi büyük bir haksızlıktı. Elbette buna ben ve arkadaşlarım bigane kalamazdık. 1. Cihan Harbi sonunda sulh muahedesinin imzası için Osmanlı hükümeti tarafından Versay'a gönderilen Sadrazam Tevfik Paşa'ya Avukat Kıbrıslı Remzi, Kıbrıslı Nihad Sırrı ve ben, Kıbrıs'a dair müşterek olarak hazırladığımız bir muhtırayı vermiştik...Kıbrıs'ın bu muhtırada okunan kayıtlara göre mukadderatının tesbitini Birinci Büyük Millet Meclisi'nde milletvekili bulunduğum sırada Lozan'a gitmekte olan o vakitki Dışişleri Bakanı İsmet İnönü'ne bir izahname vermiştim. Maalesef orada hiçbir takipte bulunulmamıştır. Büyük Millet Meclisi tarafından Londra'ya gönderilen Bekir Sami Bey heyeti arasında ben de bulunuyordum. Brindizi'ye varır varmaz, o vakit hayatta olan Hakim İzzet Bey'e bir telgraf çekmiş ve Kıbrıs Türklerinin ne zeminde talepleri olduğunun Londra'da bulunacak Türk heyetine acele bildirilmesini istemiştim. Maalesef Kıbrıs'tan hiçbir talepte bulunulmamıştı. Kafkas hududundaki Kars, Ardahan vilayetleri iade olunduğu zaman, Kıbrıs'ın Türkiye'ye geri verilmesi muahede iktizasından idi. Bu vilayetlerin Milli Hükümet zamanında Türkiye'ye iadesine o vakit komünistlerin reisi Lenin tarafından muvaffakat edildiği halde İngilizler bilakis buna muallal olan muahede hükmünü yıkarak, Kıbrıs adasını ilhak etmişlerdi." (A.An, agy, s.71-72)

TC YENİDEN TARAF YAPILDI
Türkiye'nin Kıbrıs sorununa yeniden resmen taraf yapılması, 29 Ağustos 1955'de toplanan Londra Konferansı'na katılması ile oldu. Türkiye kamuoyu, o vakte kadar Kıbrıs'ta statükonun korunmasını savunmuş, statükonun değişmesi halinde ise adanın Türkiye'ye iadesi gerektiğini öne sürmüştü. 1950'lerden sonra Kıbrıslı Rumlar tarafından yoğunlaştırılan adanın Yunanistan'a bağlanması (Enosis) talepleri ardından,1954'de Yunanistan Kıbrıs sorununu BM'ye götürmüş, 1 Nisan 1955'de de Kıbrıslı Rumların EOKA örgütü, İngiliz sömürge yönetimine karşı tedhiş hareketlerine başlamıştı. Bu sömürge aleyhtarı hareketi amacından saptırma için "böl-yönet" politikasını ustaca uygulayan İngilizler, Rumların isteklerine karşı denge unsuru olarak Kıbrıslı Türkleri kışkırtmaya başlamıştı. Çeşitli provokasyon olayları ile başlatılan Türk-Rum çarpışmaları üzerine, İngiltere Dışişleri Bakanı Antony Eden, 1923 yılında Kıbrıs üzerindeki tüm haklarından vazgeçen Türkiye'yi "Kıbrıs da dahil olmak üzere Doğu Akdeniz'i ilgilendiren siyasi ve savunma sorunlarını görüşmek üzere" Londra'ya çağırdı. Hiç bir sonuç alınamadan dağılacak olan bu konferansın amacı, Türkiye'yi Kıbrıs sorununa taraf yapmaktı. (Mehmet Yüksel, Kıbrıs'ta faşist baskılar ve faşist örgütlenmeler, İlke dergisi, İstanbul, Sayı:11, Kasım 1974)
***
Türkiye Milli İstihbarat Teşkilatı'na olan yakınlığı bilinen ve zamanın Kıbrıs Türk Cemaat Meclisi'ne Rauf Denktaş tarafından Sosyal İşler Dairesi Müdürü olarak atanan Türkiyeli gazeteci Ömer Sami Coşar, 22 Mart 1964 tarihinden itibaren Milliyet gazetesinde yayımlamaya başladığı "İfşa Ediyorum" başlıklı yazı dizisinin 7. sinde şunları yazmıştı:
"CHP'nin son Dışişleri Bakanı Necmeddin Sadak'ın 23 Ocak 1950 tarihinde, gençlerin Kıbrıs için miting yapmaları üzerine verdiği demeçte "Kıbrıs Meselesi diye bir mesele yoktur. İngiltere'nin Kıbrıs'ı başka bir devlete terketmiyeceğine dair kanaatimiz tamdır. Gençlerimiz beyhude heyecana kapılıp yoruluyorlar" diyerek iktidardan çekilmiş, DP iktidarının ilk Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü de 20 Haziran 1950'de "Kıbrıs Meselesi diye bir mesele yoktur" demiştir. 1952'de, her zaman Türkiye'nin tavizleri ile beslenen bir "Türk-Yunan dostluğu" gelişiyordu...O günlerde Yunanistan adayı ilhaktan bahsederken, Kıbrıs Türkü daha ne müftüsünü tayin hakkını, ne de Evkaf mallarını kendi cemaat mesullerinin idare etmeleri salahiyetini İngiliz Sömürge İdaresinden koparabilmişti. Yunanistan'da Dışişleri Bakanlığında en kalabalık daire, "Yunanistan dışı Yunanlılar"la münasebetleri yürüten, tanzim eden daire iken, Türkiye Dışişleri Bakanlığında Kıbrıs Türkleri ile ilgili bir dosya dahi bulunmuyordu. Böyle başlamıştık Kıbrıs işine...14 yıl geçti aradan...14 yıl Dışişleri bakanlığı, gelip giden Bakanları, Kıbrıs meselesinde istediğimiz nedir; buna nasıl varılır, kaç yılda varılır, hangi tedbirlerle bu hedefe yaklaşılır? Tesbit edememişlerdi...Ne yapsın vazifeli kurmay subay? Gazeteleri, Kıbrıs konusunda makaleler bulunan dergileri araştırmaya koyulmuştu. Denizli Lisesi tarih öğretmeni İsmet Konur'un "Kıbrıs Türkleri" adlı kitabını bulduğunda ne kadar sevinmişti. 1938 baskılı bir kitaptı bu! Yunanlılarla Kıbrıs meselesini, karşı karşıya gelip, ilk defa incelemeye girişirken, elimizdeki rapor işte bu şartlar altında hazırlanmıştı. Kıbrıs'ın hazin macerası işte böyle başlıyordu..."

"KIBRIS'I İSTİRDAT (GERİ ALMA) PROJESİ"
Kıbrıslı Türk yazarlardan Fuat Veziroğlu, bugün "Özel Harp Dairesi" diye bilinen kuruluşun "1950'lerde "Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) adıyla bilindiğini yazmakta ve şöyle demektedir:
"STK'nın sağladığı olanaklarladır ki, Kıbrıs Türkü direndi ve 20 Temmuz 1974'e ulaştık. 20 Temmuz ise 21 Aralık (1963)'ın ürünüdür... Sonradan adını değiştiren STK'ye Kıbrıs Türk halkı her zaman en onurlu yeri verecektir. Keşke daha fazlasını yazabilseydim" (Kıbrıs gazetesi, 27 Kasım 1990)
Kıbrıslı Rumların İngiliz sömürge yönetimine karşı 1 Nisan 1955'de kurdukları EOKA adlı örgütün tedhiş eylemlerinden Kıbrıslı Türkleri korumak amacıyla, Kıbrıslı Türkler tarafından 15 Kasım 1957'de kurulan "Türk Mukavemet Teşkilatı" (TMT), kısa bir süre sonra Türkiyeli subayların denetimine geçmişti. Türkiye'deki "Özel Harp Dairesi"nin yetkililerinden emekli albay İsmail Tansu, bir söyleşisinde şunları anlatmaktadır:
"1957 Aralık ayının son haftasında bir gün, Dairemizin Başkanı Emekli General Daniş Karabelen, Genel Kurmay Başkanlığı'na çağrılıyor ve 2. Başkan Orgenerel Salih Coşkun tarafından kabul ediliyor ve Karabelen'e şunları söylüyor: "Hükümetten bir soru yöneltildi; Kıbrıs'ta EOKA'ya karşı silahlı bir örgütü biz de kurabilirmiyiz, diyorlar. Dairenizin fonksiyonu malum, ancak ben , sizinle görüşmeden cevaplamak istemedim."...Karabelen Paşa Genelkurmay'dan döner dönmez beni yanına çağırır...Karabelen Paşa'nın Orgeneral Salih Coşkun Paşa'ya Dairemizin bu göreve hazır olduğunu bildirmesinden sonra, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'ya gerekli bilgi veriliyor ve hazır olduğumuz bildiriliyordu...Harekete geçmek için beş ay heyecanla ve sabırsızlıkla beklemiştik...Bekleme sürecinde zamanı boşa geçirmemiştim. Konu ile ilgili plan ve projeyi ben hazırlamış, KİP adını da "KİP" olarak kodlamıştım: KIBRIS'I İSTİRDAT(Geri alma) PROJESİ.
Kim ne derse desin, bu da bizim idealimizdi. Yunanlılar ve Rumlar, açık açık "ENOSİS" naralarını atarken biz, "YA TAKSİM YA ÖLÜM" sloganları ile adanın yarısını feda mı edecektik? Adayı yetmiş bin Türk evladının kanı pahasına aldıktan sonra, dörtyüz yıl boyunca orayı bir Türk vatanı yapamamış mıydık?
Bu projeyi, TMT'yi kurma talimatının verilmesinden sonra, Orgeneral Salih Coşkun'un yerine Genel Kurmay 2. Başkanlığına getirilen Orgeneral Cevdet Sunay'a sunmuş ve onayını almıştım." (Kıbrıs Mektubu, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Merkez yayını, Ankara, Temmuz 1996) 
***
TC GENEL KURMAYI'NDA HAZIRLANAN TAKSİM PLANI
1950'li yıllarda Türk Hava Kuvvetlerinde İngilizce Başmütercimi olarak çalışan Kıbrıslı Halil Fikret Alasya da, zamanın Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü'yü Kıbrıs Türk Kültür heyeti olarak ziyaret ettikleri zaman, onun "Kıbrıs meselesi diye bir mesele yoktur" şeklinde konuştuğunu ve "Ne demek istiyorsunuz. Sedat Simavi'ye uyup palaya mı sarılalım yani?" dediğini anlatmaktadır.
Zamanın Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın basında çıkan Kıbrıs'la ilgili haberler üzerine Kıbrıs dosyasını istediğinde, ne Dışişlerinde, ne de Genel Kurmay'da böyle bir dosya bulunamadığını ve kendisinin bulabildiği yayınları alarak, Genel Kurmaya taşındığını ve orada Genel Kurmay Hareket Daiesinde görevli Kurmay Binbaşı Muzaffer Akın ile birlikte bir  dosya hazırladığını yazan Alasya, Selim Sarper'in BM'de kullandığı dosyanın bu dosya olduğunu açıklamakta ve şöyle demektedir:
"(1958'de) Irak'ta ateşemiliterlikten dönmüş olan Kur.Alb.Muzaffer Akın'a yine görev verilmiştir. Akın Alb. benimle temasa geçmiştir. Ancak bu defa Komisyon Başkanı Tuğg. Cemal Gürsel'in yönetiminde Akın Alb. ve benden başka Kara, Deniz ve Hava Kurmay Albaylar da yer almıştı. Genelkurmay!'a taşıdığım kitaplar ve yayınlar üzerinde, yoğun bir çalışma sonucu ortaya üç taksim planı çıkmıştı;
1. Doğu batı,
2. Arzdairesinin kuzey ve güneyi,
3. Hattı balalardan geçen hat.
...Bu gelişmeler ortaya çıkınca Rum-Yunan ikilisi taksimi önlemek için Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmasını ortaya atmıştır. Türkiye-Yunanistan-İngiltere Dışişleri Bakanları 11 Şubat 1959'da Zürih'te toplanmışlar ve Cumhuriyet'in kurulmasına karar vermişlerdir." (Kıbrıs Mektubu, Ankara, Ocak 1998)

("A.Can" imzasıyla, Kıbrıs'ta Sosyalist Gerçek, Sayı:43, Ağustos 1999)


Prof.Dr.Mehmet Tokat'ın ortaya çıkardığı rezalet


SAĞLIK İÇİN TOPLANAN PRİMLER İHTİYARLIK SİGORTASINA GİDERKEN, SAĞLIK GİDERLERİNİN ÜÇTE BİRİ İLAÇ VE YURTDIŞI TEDAVİLERE HARCANIYOR

KKTC Sağlık Bakanlığı adına bir rapor hazırlayan Türkiyeli öğretim üyesi Prof.Dr.Mehmet Tokat, bulgularını "KKTC'deki Sağlık Harcamaları ve Finansmanı" adı altında ilgili makamlara sundu. Raporu ele geçiren Kıbrıslı dergisi, şu ilginç hususları kamuoyuna açıklamayı bir görev bilmektedir:

SOSYAL SİGORTALAR DAİRESİ DEVLETE SAĞLIK ÖDEMESİ YAPMAZKEN, DEVLET DE SSD'NE PRİM ÖDEMİYOR
Prof.Dr.Mehmet Tokat, raporunda şöyle demektedir:
"Sosyal Sigortalar Dairesi (SSD) tarafından yapılan sağlık harcamaları, 1994 yılında 33 milyon TL iken, 5 yılda yaklaşık 14 kat artarak 1998 yılında 415.9 milyar TL'ye yükselmiştir. Ancak bu harcamalar içinde çok önemli bir yer tutan "sigortalılar için kamu sağlık kurumlarına yapılan ödemeler" bölümü gerçekte sanal bir durum arzetmektedir. Şöyle ki, bu bölüm için yapılan ve tahakkuk eden harcamalar için SSD, gerçekte herhangi bir ödeme yapmamaktadır.
KKTC mali sisteminde Maliye Bakanlığı'nın çok özellikli bir yeri mevcuttur. Şöyle ki, kamu kurumları arasında yapılan her türlü ödemeler, Maliye Bakanlığı tarafından gelir sayılmaktadır. İşte SSD'nin bu ödemeleri de kamu mali sistemi içinde erimekte ve Sağlık Bakanlığı harcamaları bu giderleri karşılamaktadır. Buna karşılık da Maliye Bakanlığı, devlet çalışanlarının sağlık primlerini SSD'ne ödememektedir. Yani kamu kurumları arasında sanki Türkiye'deki Emekli Sandığı-Maliye Bakanlığı ilişkisi gibi fiili bir durum mevcuttur. Dolayısıyla SSD sağlık harcamalarının kamu kurumlarına karşılık ödeyeceği sağlık harcaması, sanal olarak kalmaktadır."

SOSYAL SİGORTALARIN ÖZELE AÇILMASI KONUSU
Bilindiği gibi SSD, 1 Temmuz 1992 tarihinden itibaren devlet dışında, özel çalışan hekimlerden ve eczanelerden de hizmet alacağını duyurarak, sağlık primlerine %3'lük bir artış getirmiştir. Özel eczanalerden yararlanma 7 Haziran 1994'den itibaren başlatılmışken, özel çalışan hekimlerden hizmet alımı, aradan geçen bunca yıla rağmen başlatılmamıştır.
SSD'nin Sağlık Bakanlığı harcamalarının dışında gerçekleştirdiği ödemeler olarak, iki başlıkta yer alan yurtdışı tedavi giderleri ile kamu kurumlarından temin edilemeyen ilaç ve tıbbi araç-gereç için eczanelere ödenen harcamalar olarak, 1994 yılında 10 milyon TL harcamışken, bu miktar 1998 yılında 165.3 milyar TL'ye çıkmıştır.

SAĞLIK İÇİN TOPLANAN FAZLA MİKTARDAKİ PRİM, SAĞLIK İÇİN DEĞİL DE İHTİYARLIK SİGORTASI İÇİN HARCANIYOR
SSD 1994 yılında devlet hissesi hariç, sigortalı ve işveren hissesi olarak 92,5 milyar TL tutarında hastalık sigortası prim geliri toplarken, bu miktar 1998 yılında 1.8 trilyon TL'ye çıkmıştır. Devlet ise, KKTC'deki mali sistemin işleyişi nedeniyle, devlet kurumları tarafından ödenmesi gereken prim tutarlarını ilk günden beri hiçbir zaman SSD'ne ödememiştir.
Öte yandan SSD, önemli miktarlarda hastalık primi toplamasına karşın, sağlık yardımı olarak kasasından çok düşük miktarda ödeme yapmaktadır. Şöyle ki, 1994 yılında 82.5 milyar TL olan prim gelir fazlası, 1998 yılında 1.6 trilyon TL düzeyine yükselmiştir. Diğer bir deyişle, toplanan 1.6 trilyon TL tutarındaki sağlık priminden sadece %10'u, yani 165.3 milyar TL sağlık giderleri için kullanılmıştır. Geriye kalan para, sağlık harcamaları için değil de, ihtiyarlık sigortası ödemeleri için harcanmaktadır.
"KKTC Sağlık Harcamaları ve Finansmanı" adlı raporu hazırlayan Prof.Dr.Mehmet Tokat, bu durumla ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
"Bundan çıkan sonuç, mevcut sistem içinde SSD, topladığı hastalık primleriyle, kendi bünyesi içinde olan ihtiyarlık sigortası giderlerini finanse etmiştir. Yani ihtiyarlık ve sağlık sigortalarının aynı kurum içinde toplanmış olması, her sigorta dalının aktüeryal dengesinin kendi içinde kurulmasına izin vermemiştir. Hakkaniyet bozulmuş, genel denge arayışı, her bir sigorta dalının ekonomik performans arayışının önüne geçmiştir. Dolayısıyla bu iki sigorta dalının birbirlerinden ayrılması, dengeli ve sağlıklı bir performans analizine izin veren bir yapının kurulabilmesi için mutlak gerekli görülmektedir. Burada vurgulanması gereken nokta, KKTC'de sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi için gerekli kaynağın, en azından mevcut olduğu, dolayısıyla yeni kaynak tahsisinin gerekmesi durumunda bunun dikkate alınması gereğidir."  
                                                                          ***
(Kıbrıslı Türkün Sesi dergisi, Sayı:55-56, Mart-Nisan 2000)

SAĞLIKTA EN ÇOK PARA, İLAÇ VE YURTDIŞI TEDAVİLERE GİDİYOR


KKTC Sağlık Bakanlığı adına bir rapor hazırlayan Türkiyeli öğretim üyesi Prof.Dr.Mehmet Tokat, bulgularını "KKTC'deki Sağlık Harcamaları ve Finansmanı" adı altında ilgili makamlara sundu.
Raporda belirtildiğine göre, Sağlık Bakanlığı tarafından gerçekleştirilen sağlık harcaması, 1998 yılında 8,6 trilyon TL olup, bunun genel bütçeye oranı %8.2'dir. Bakanlık harcamalarının en önemli bölümü cari harcamalardır. Personel harcamaları bunun içinde %50 gibi büyük bir yer tutmaktadır. İlaç ve tıbbi malzeme olarak 1998 yılında harcanmış olan 1.4 trilyon TL, %17'lik bir pay alırken, yurtdışı tedavi giderleri de 1.3 trilyon TL ile %15'lik bir pay almaktadır. Bir başka deyişle, Sağlık Bakanlığı'nın sağlık harcamalarının yaklaşık üçte biri, ilaç ve yurtdışı tedavi kalemlerinden oluşmuştur. Buna Sosyal Sigortalar Dairesi'nin harcadığı 104 milyar TL'lik ilaç parası ve 60 milyarlık yurtdışı tedavi harcamaları da eklenirse, toplam kamu sağlık harcamaları içinde ilaç %18, yurtdışı tedaviler de %15.6'lık bir oran tutmaktadır.    

1994 ile 1998 yılları arasında Sağlık Bakanlığı tarafından yurtdışında tedavi edilenlerin sayısı şöyleydi:

1994........497
1995........863
1996........989
1997.......1208
1998.......1386

1994 yılında yurtdışına tedavi için gönderilen her kişi için ortalama 110 milyon TL harcama yapılırken, 1998 yılında bu miktar 1 milyar TL dolayına yükselmiştir.
Prof.Dr.Mehmet Tokat, bununla ilgili olarak şöyle demektedir:
"KKTC'de tedavisi mümkün olmayan sağlık hizmetleri için, Sağlık Kurulu, Bakanlar Kurulu kararı ve yurtdışında doğrudan müracaat kanallarıyla gerçekleştirilen yurtdışı sağlık harcamalarının kesin bir disiplin altına alınması son derecede önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır."

KAMU HARCAMALARI İÇİNDE İLAÇ VE YURTDIŞI TEDAVİ'NİN ORANI %33.5

KKTC kamu sağlık harcamaları içinde çok önemli bir yer tutan ilaç ve yurtdışı tedavi giderlerinin payı, 1998 yılında ilaç için %17.9(1.5 trilyon TL), yurtdışı tedavi için % 15.6 (1.3 trilyon TL) olmuştur. Her iki kalem birlikte değerlendirilirse, ilaç ve yurtdışı tedavi giderlerinin, toplam kamu sağlık harcamaları içindeki yeri, 1994'de %28.9 gibi zaten çok yüksek bir oran oluştururkenm, hızla artmaya devam ederek, 1996'da %32.5, 1997'de %36.8 ve 1998'de de %33.5 düzeyinde gerçekleşmiştir.
Prof.Dr.Mehmet Tokat'ın değerlendirmesi şöyle:
"Özellikle yurtdışı tedavi giderlerinin önlenmesinin ne denli hayati olduğu gerçeği, bir kez daha gözler önüne gelmektedir."
Burada unutulmaması gereken bir nokta da, 1998 yılında KKTC'de yapılan toplam sağlık harcamaları içinde, kamu kesimine ait sağlık harcamaları oranının %57.6 (8.6 trilyon TL), özel kesim oranının da %42.4 (6.4 trilyon TL) olarak hesaplanmış olmasıdır.

SORMAK GEREK
Bu durumda KKTC Sağlık Bakanlığı ve hükümet yetkililerine sormak gerek:
"KKTC'deki hastaneleri kapatıp, kamu görevlisi hekimleri de emekliye ayırarak, bütün tedavileri ülke dışında yapsak, en azından içte yaptığımız hiç bir yere yaramayan sağlık harcamalarından kurtulmuş olmaz mıyız?!"
İşte kamu sağlık ve sosyal sigorta hizmetlerini düzenlememekte ısrar eden hükümet yetkililerinin durumu ve kamu görevlisi olup da, özel kesimde de çalışmakta direnen hekimlerin, sağlıksız sağlık sistemini sürdürmekteki esas çıkar nedenleri. İşte yıllardır boşuna artışlı sağlık primi ödemeye zorlanan ve sosyal sigortalardan yararlandırılmayan sosyal sigortalıların ve özel çalışan hekimlerin içine düşürüldükleri bollukta yokluk durumu...
                       
(“Hazırlayan: Ahmet An” imzasıyla, Kıbrıslı Türkün Sesi dergisi, Sayı:55-56, Mart-Nisan 2000)



HÜKÜMET, KKTCELL'LE İLGİLİ OLARAK MECLİS'TE TOPA TUTULDU


KKTC Meclisi'nin 17 Aralık 1999 günü yapılan birleşiminde, Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanlığı Bütçesi görüşülürken yapılan konuşmalarda, üç milletvekili GSM şirketlerinin KKTC'deki çalışmalarına ilişkin söz aldılar ve KKTCell'in uygulamalarını eleştirildiler.

Kadri Fellahoğlu (CTP)'nun konuşmasından:

DENEME DÖNEMİ İÇİN PARA ÖDENMEDİ
"Türkcell'in ülkemize gelişi ile ilgili yaşanan birtakım sorunları dikkate getirmek istiyorum. Bir defa antenlerle ilgili bir sorun yaşadık....Benim yaptığım araştırmaya göre, (Türkcell) 1-2 ay test konuşmaları yaptı. Ancak henüz daha konuşma bandları yoktu...Bu bir iki aylık deneme süresinde doğru olmayan bir uygulama yapıldı ve Telefon Dairesi, bir iki ay kadar bu görüşmelerden bir ücret elde edemedi...

BEDAVA SİMKART DAĞITILDI
Yapılan çalışmalarda ve gelinen noktada Türkcell'e bir takım ayrıcalıklar tanındığı, Telsim firmasından istenen ancak bu firmadan istenmeyen bazı yaklaşımlar vardır. Mesela bunlardan bir tanesi kontrolsuz Simkart dağıtımı olayıdır Türkcell tarafından. Ve yapılan anlaşmalara göre de, birinci ilk Simkart ücreti almıyor. Almadan bu kartlar dağıtılıyor ve devlet zarar ediyor. Çünkü birinci Simkartın parası Telefon Dairesinin olması gerekir. Ancak alınmadığı için Türkcelll tarafından, devlet bu anlamda zarar ediyor...

TASLAK SÖZLEŞME DEĞİŞTİRİLDİ
Başsavcı, Hukuk Dairesi, Bakanlığımızın, Telefon Dairemizin Türkcell ile yaptığı anlaşmaya bağlı kalarak bazı görüşler ortaya koydu. Kıbrıs Mobil Telekomünikasyon Ltd'ye kefil olarak Türkcell İletişim Hizmetleri A.Ş.'nin de imza koyması gerektiği yönünde beyan verir. Keza taslak sözleşmede mevcut olan, ancak imzalanan sözleşmede mevcut olmayan, çıkarılan ve hiç görüşülmediği halde sözleşmeye dahil edilen bazı maddeler olduğunu tesbit ettim. Bu farklılık, devlete büyük mali külfetler ve/veya mali kayıblara neden olacaktır, şeklindedir...

GÜMRÜKSÜZ TELEFONLAR
Gümrüksüz telefon olayı sözkonusudur. Çünkü Telsim'de yapılan anlaşmalarda, yapılan uygulamalarda gümrüğü ödenmiş bir telefon alınır...Ama burda, Türkcell'de bu uygulama yoktur...Burda da bu uygulamanın olması gerekir. O bakımdan Sayın Bakan, Sayın Başkan, Sayın Milletvekilleri, bu hususlar küçük ayrıntılar gibi gözükebilir, ama önemli ayrıntılardır. Yani iki firmaya da siz eşit, adaletli bir şekilde davranmanız gerekir, eşit mesafede olmanız gerekir...Bu ülkeye siz, bu uygulamalar ile kaçak telefon gelmesini teşvik ediyorsunuz...Eğer gümrüksüz telefonlara da bu Simkartlar veriliyorsa ve uygulanıyorsa, bu olacaktır yani. Bunu önlemeniz mümkün değil ve devlet de zarar ediyor. %26'dır bir cep telefonunun gümrüğü. Siz diğer sabit telefonları gümrüksüz getirmeye ve öyle bir düzenlemeye, öyle bir yaklaşıma sıcak bakabilir misiniz? Bakmamanız gerekir. Bu da aynıdır. Aynı düzenlemeyi bu firma için de istemeniz ve koşul olarak koymanız gerekir.

PAHALI MESAJ SERVİSİ
Türkcell mesaj servisi vardır. Bu mesaj servisleri gelip buraya bir tesis kurmadı, santrallarını kurmadılar. Burdaki yapılması gerektikleri düzenlemeleri buraya yönelik bir alt yapı anlamında yapmadılar. Türkiye'den bir uzantı şeklinde bunları getirdiler ve öyle veriyorlar bu hizmeti. Ha, böyle olunca bu uygulamalar, bu aboneler daha fazla bir bedel ödemek zorunda kalırlar. Çünkü bu mesaj işleri Türkiye üzerinden olduğu için o çerçevede ve yüksek boyutta bir rakam ödeniyor. İçte, ben bir de burdaki bir aboneye bir mesaj bıraktığım zaman, iç hat görüşmesi gibi bir mesaj bırakıyorum. Ama orda öyle olmuyor. Ve herhalde insanlar bunu pek bilmiyor diye düşünüyorum. Ve bunların da giderilmesi gerekir. Eşit nokta getirilmesi gerekir.

MUHABBET KARTI
Turkcell uyguladığı güne kadar kaset diye bir olay vardır. Muhabbet kartı da derler galiba buna. Bu kartları hazır alırsınız, gelirsiniz ve Türkcell'in sistemi içerisinde bunları bizim kanalları kullanarak görüşme de yaparsınız, ama bundan devlet, Telefon Dairesi bir kuruş bile gelir elde etmez. Bu da devletin, devleti zarara sokacak bir uygulamadır...Gecikme faizinin de devlet tarafından alınması gerekir.Yani 300-400 milyar gibi bir para söz konusu...
Salih Miroğlu: (yerinden) 502 milyar, şu an Maliye'nin kasasında yatıyor.
K.Fellahoğlu (devamla): ...Faturalarda bazı hatalar vardır. Faturaları iyi dikkatli etüt etmek gerekir diye düşünüyorum. Türkcell'in kontür hesaplarında bazı yanlışlar olduğunu tesbit ettim. Mesaj görüşmelerinde demin de değindim, fazla ücret ödeniyor. Sistem burada kurulmadığı için, uzatma yapıldığı için ve buna bağlı olarak telesekreter yönlendirmelerinde de ücret ödeniyor..."

Mustafa Arabacıoğlu (DP)'nun konuşmasından:

GÜMRÜĞÜ ÖDENMEMİŞ TELEFONLAR  VE BELEŞ SİMKART
"(Yapılan sözleşmede) simkart nasıl verilecek, açık ve nettir. Simkart gümrüğü ödenmemiş hiçbir telefona simkartı vermez ve simkartı olan bir telefona da ikinci bir simkartı verilmez diye madde var yine burada...Şimdi ne yaptı bu şirket; geldi buraya, herkes getirsin bana, diyor, beleş simkartı vereceğim. Oysa simkartını veren, bu yetkiyi veren kimdi? Telefon Dairesi verirdi...Ben iddia ediyorum, bu ülkede binlerce gümrüğü ödenmemiş olan telefonlar bugün bu ülkede çatı çatır kullanılmaktadır arkadaşlar. Binlerce, ben bunu iddia ediyorum...Bunları yapandan Savcılığın veya kimse, hesap sorması gerekmektedir. Gerçekten büyük bir kaybı vardır devletin...Bir de, verdin sen o beleş simkartları, 7 milyon 700 bin liralık paraları yatırdı mı Telekomünikasyon Dairesine? Ve ne yetki ile dağıttı bu firma?

TÜRKCELL'DE ÇALIŞAN BAŞNAKAN YAKINLARI
Ve gerçekten insana 100 soru gelir, kusura bakmayın Sayın Bakanım. Yani benim Başbakanımın kızı ve damadı bu şirkette çalışır, iyi, bir yerde insanın kafasına gerçekten sorular gelir. Yani ben demiyorum bunları düşünmem, düşünmek sahi istemiyorum, ama insanımız bunları düşünüyor...   

TELEFONLARIN DÖKÜMÜ ORTAYA ÇIKSIN
Ben bugün var olan abone sayısını, kaç tane telefona ithal izni verildiğini ve kaçının pazarlandığını, kaçının bu ülkede pazarlanmadan imalatçıların elinde olduğunun dökümünü ortaya çıkarırsak, bu ülkede gümrüksüz telefon sayısını kabaca ortaya çıkaracağımız inancındayım...Az önce Kadri arkadaşımın dediği gibi, bizim buradaki görevimiz, devletimize olan bağlılıktır ve biz monopole de karşıyız. Buraya bir değil, iki tane, üç tane firma gelsin. Fakat bu firmalar arasında dengeleri kurmaktır önemli olan..."

Ferdi Sabit Soyer'in konuşmasından:

VERGİLERİN ÖDENMEDİĞİ AYLAR ÖNCE YAZANA CEZA
"Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; komisyon aşamasında cep telefonları ile ilgili konuyu ele alırken tartıştık, rakamlar çıkardık orta yere. Ve Türkcell'in bu anlamda devlete yaptığı 33 bin abone karşılığı ödemenin son derece küçüklüğü ve komikliği üstünde durduk. Bunu Genel Kurul aşamasında aldığımız bir bilgiye bağlı gündeme getirdiğimizde, vergisini de ödemediği olgusunu söylediğimiz zaman, kürsüden Sayın Maliye Bakanı Mehmet Bayram bizi doğruladı. Sayın Bayındırlık Bakanı da bizi doğruladı. Ve Türkcell bu anlamı ile devlete vermesi gereken vergiyi de ödemediği bu çerçevede orta yere çıktı. Peki; bunu niçin söyledim? Çünkü gazeteci Doğan Harman, bu konuyu aylar öncesinde gazetesinde ve dergisinde yayınladı. Bu konu ile ilgili Türkcell'in vergi borcunu ödemediği ile ilgili haber verdi. Ve Doğan Harman, bunu yazdığı için Türkcell tarafından 50 milyar Türk Lirası tazminat davası ile cezalandırıldı.
Şimdi bu Meclisteki tartışmalar içerisinde, atmosfer içerisinde ve bunu sorgulamamızın sonucunda Sayın Bakan itiraf etti ki ve belirtti ki ve kendi de şikayetçidir bu konuda, Türkcell bu parayı ödemedi. Ve bu tartışmaların sonucunda bu basına yansıdı ve sonuçta Türkcell'in bu parayı şu anda ödediği söylenmektedir. Peki; ne kadar ceza alacak? O ayrı bir dava...Çünkü siz telefon parasını geciktiren bir yurttaştan ceza alıyorsunuz değil mi? Ha, ne kadar ceza alacaksınız, onu bilmiyorum. Basın bu konuları %100 veri elde etmeden yayınladığında, bu konuların suçluları, bu konuların istismar edicileri elinde somut devletten belge alamayacağına göre, o an için basına açıkladıkları dava, basını ve haberleşmeyi susturma değil mi, korkutmak ve caydırmak değil midir? Yani bu basın özgürlüğünü, haberleşme özgürlüğünü, haber alma hakkını bu anlamı ile tehdit eden bir duruma gelmiş bulunmaktadır memleketteki vaziyet. İşte gazeteci Doğan Harman bunu aylar önce yazdı ve Türkcell tarafından 50 milyar Türk Liralık tazminat davası ile mahkemeye verildi. Sindi kaldı. Herkes bu konuda konuşmaktan büyük ölçüde ürktü.
Bu bütçe görüşmelerinde tartışıldı ve en nihayet burada biz duyduğumuz bu olguyu gündeme getirdik Meclis kürsüsünden. Çünkü bunun dokunulmazlığı var ve bu dokunulmazlığı ile ilgili, bu zırh ile ilgili konuşurken, bu noktada Sayın Bakan da bizi doğruladı ve bu konu gün ışığına çıktı. Şimdi öyleyse basın özgürlüğü ve basının susturulmasına yönelik atılan bu adımlara Meclis cesaretle karşı çıkmayı bilmelidir. Sayın Başsavcı, sayın diğer mahkeme heyeti, bununla ilgili diğer unsurlar, basının caydırıcılık ve tehditlerle susturulacak bir atmosfer içerisinde memleketin halinin ne olacağını, Türkcell davasında devlete ödenmeyen vergi olgusunun açıkça bu çerçevede yazılması ve bunu ödemeyenlerin basını ve demokratik kamuoyunu susturmak için 50 milyar Türk Liralık bir tazminatla onların üstüne heyüla gibi çökmeleri ile net bir şekilde görmek durumundadır. Bunun için basın özgürlüğünü ele almak gerekiyor..."

CEP TELEFONLARI İÇİN MECLİS'TE GENEL GÖRÜŞME İSTEMİ
KKTC Meclisi'nin 14 Ocak 2000 günü yapılan birleşiminde önerge sahibi olan DP Grubu adına söz alan DP milletvekili Mustafa Arabacıoğlu'nun konuşmasından:

SUÇ BURADAKİ UYGULAYICILARIN
"Bu genel görüşmedaki amaç, bu sermaye kuruluşlarının KKTC'deki uzantılarının uygulamalarından ve denetimsizliğinden kaynaklanan sorunları irdelemek amacvı ile genel görüşme isteminde bulunduk...(Ülkemizde kurulan ilk GSM sistemi) öyle bir sistem idi ki kesinlikle bu ülkeye kaçak telefon girme şansı, daha doğrusu gümrüğü ödenmemiş telefon girme şansına olanak tanımayan bir sistemdi. Bir diğer konu ise çalıntı telefonlar kesinlikle bu ülkede kullanılşamazdı. Bunu sen hemen yakalardın. O kadar güzel bir sistem vardı bu ülkede. Dolayısiyle o dönemlerde hiç çalıntı telefonla ilgili basında haber okumadık biz. Telefon hırsızlığı oldu diye hiç ben araştırdım bulamadım. Taa ki Türkcell devreye girip de beleş simkartı dağıtıncaya kadar. Ondan sonra her türlü olay bu ülkede başladı. Sistemin içine biz, af edersiniz, ettik.
Onlara değineceğim ben, ama burda iddia ediyorum gerçekten, Türkcell çok büyük bir şirkettir. Türkcell'in 10 bin tane simkartını beleş dağıtmaya ihtiyacı da yoktur veya 20 bin tane beleş simkartı dağıtmaya ihtiyacı yoktur. Burdaki uygulayıcıların ayak oyunlarıdır bunlar ve bunu iddia ediyorum ben. 6-7 milyon abonesi olan dev bir şirket gelecek KKTC'ye ve "ben bu pazara girmek için 20 bin tane beleş simkartı dağıtayım gitsin" diyecek mentalitede bir şirket olamaz. Böylesine büyük şirketler, böylesine kişilerin küçük ayak oyunları ile uğraşmaz. Ancak o şirketin şemsiyesi altına giren bazı kişilerin, bu yöneticilerin, bu tür ayak oyunlarına girmesi söz konusudur. Tabii devletin de buna engel olması gerekirken, devlet bunlara engel olmadı ve göz yumdu...
Bir de yazı okudum bir yerde. Ulusal Birlik partisi diyor, KKTCell'i diyor, şey aldı diyor, satın aldı veyahut da işte etkisi altına aldı diyerek, bir yazı okudum bir yerde gazetede. Esasında bana göre tam tersi oldu. Türkcell UBP'yi teslim aldı da kimsenin haberi yok. Esas olan odur...İlgili arkadaşım yok der, ama bak ben gene söylerim. 1 milyarlık sermayeyi satın alacak gücünüz yoktur ve olamaz da. Ancak sizi satın alırsa, onu ben söylüyorum. Bunun da en güzel kanıtı, orda kimlerin çalıştığını ben söylemeyim, çünkü bazı arkadaşlar alınır. Kimlerin çalıştığını, ne amaçla çalıştığını, o şirketin reklam işlerini kimlerin yürüttüğünü, o yok diyen arkadaşlar çıksın da bu kürsüden lütfen burda söylesin kamuoyuna ve kimi satın aldığını. O zaman kamuoyu karar versin. Ne sen karar veresin, ne de ben karar vereyim bu konuda...

İKİ GÜNDE SUNULAN ÖNERGENİN SIRRI NE?
(Rumeli Telekom'a ait) bu monopollük devam ederken, kurulan UBP-TKP Hükümeti döneminde ilgili bakan, Türkcell ile temas etmiş olacak ki, Ericsson'la ilgili, Türkcell'le temas ettikten sonra, Rumeli Telekom'un burdaki yetkilileriyle görüşerek, ellerinden bir feragatname aldı Sayın Bakan. Bu feragatname neydi? Bu monopollüğe son vermek için ya 50 bin aboneye ulaşacaktın, diyor kendisine, veya 14 yıl bitecekti. Bu adam da dedi ki; biz 50 bin aboneye ulaşmadan bu hakkımızdan feragat ediyoruz, diye Bakanlığa bir yazı verdi. Yazının tarihi Mart'ın 8'inde, yani 8/3/1999'da Rumeli Telekom, bu 50 bin abone hakkından feragat ettiğine dair bir belde veriyor ilgili Bakanlığa, ki biz diyor, bu 50 bin aboneden vaz geçiyoruz ve ikinci bir firmanın bu ülkeye gelmesinde bir sakınca görmüyoruz, diyor. Yalnız diğer haklarımız da diyor, saklı kalmak koşulu ile ve gelecek olan firmaya da bizden farklı bir uygulama yapmamak koşulu ile feragat ediyoruz, diyorlar.
8/3/1999'da Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanlığına gönderiliyor bu yazı. Bu yazı alındıktan iki gün sonra, tam iki gün sonra, ilgili arkadaşlarım, Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanlığı bu feragatnameyi aldıktan iki gün sonra, Bakanlar Kuruluna roket hızı ile diyeyim, bir önerge sunuyor hemen. İki gün sonra yine hiçbir işimiz hayatta bu kadar süratli olmaz ha! Bu tarihlere dikkat edeceksiniz siz. 8'inde feragatname alındı, 10'unda yıldırım hızı ile  Bakanlar Kuruluna önerge yatırdı Sayın Bakan...
Bu konu ile ilgili 2-3 sayfalık bir raporu vardır Başsavcılığın, gelişi de çok enteresan. Biz bu konuda, diyor, çalışma yaptık bir taslak hazırladık. Bu taslak diyor rafa kaldırıldı ve ilgili müsteşar, kendine göre yeni bir sözleşme hazırladı ve bunu diyor, Bakbakanlıkta bir basın toplantısında imzaladı diyor ve imzalanıyorken, diyor, içerikleri parafe edilmedi. (İlk taslakta yapılan değişiklikler bir yana, 15 sayfadan müteşekkil sözleşmeninm hiçbir sayfası taraflarca parafe edilmemiştir.) Böylesine bir devlet ciddiyeti veya böylesine bir devlet anlayışı nasıl olur, ilgili Bakanlık ve Başbakanlık bize gerçekten açıklama yapsın...
Şimdi biz bunu sormak isteriz. 25 Mart 1999'da imzalanan sözleşme taraflar tarafından ara sayfaları parafe edilmeyen sözleşme ne içermekte idi? Savcılığın hazırladığı taslak sözleşme ne içermekte idi ve daha sonra yapılan düzenlemeler neler olmuştur? Bunların parlamentoya sunulmasını istiyoruz biz...Bir müsteşar, Bakanlar Kurulunun almış olduğu kararın üzerinde nasıl hareket edebilir? Hal böyle...
Müsteşarla ilgili tıs yok ha hiçbir makamdan. Ama zamanında da "X" Bakanı da almaktan geri kalmadı bu Başbakan. Usulsüzlük yaptı dedi. Savcılığın bu kadar yazısı var. Bu Başbakan şimdi hiç tıs çıkarmıyor. Müsteşara birşey yapmadı. Ama o yandan bir Bakanı alma yetkisini kendinde buldu, ki vardı bir Başbakanın yetkisinde. Sorumludur çünkü bütün yapılan icraatlardan. Burda da sorumludur. Kendini soyutlayamaz. Burda niye sessiz kaldı?
...Esasında KKTCell'in gidişinden kaynaklanmıyor bu olaylar, onu da söyleyim ben. Bu şirketin başında olan kişilerin belli yerlere menfaat sağlaması için yapmış oldukları ayak oyunlarıdır bunlar ve devlet de buna göz yumdu ve devletimizin en büyük mercilerindeki kişilerin en yakınları da bu şirkette görevdedir şu anda. Nasıl olur böyle bir işletme? Nasıl olur?" 

(Kıbrıslı Türkün Sesi dergisi, Sayı:54, Şubat 2000)