15 Mayıs 2015 Cuma

2000'Lİ YILLARIN MESAJI: SOSYALİZM, ÜRETİCİ GÜÇLERİ DAHA DA GELİŞTİRECEKTİR


             1900'lü yıllar bitti, 2000'li yıllar başladı. Ama unutulmamalıdır ki, insanlık tarihi, sadece Hıristiyanların Gregoryan takvimi ile ölçülmemektedir. Örneğin Müslümanların Hicri yılına göre şimdi yıl 1420'dir. Yahudilerin takvimi, Eylül 1999'dan beri 5759 yılını göstermektedir. Budizme göre yıl 2544, Maya takvimine göre 5119'dur.
            Son 200 yıldır, dünyamızda Batı kapitalizmi egemen olduğundan, Hıristiyanların 417 yıldır kullandığı ve İsa Peygamberin doğumunun başlangıç yılı olarak alındığı Gregoryan takvimi, diğer takvimlere üstün gelmiştir. İlk bin yılın egemen dinsel inanışı haline gelen Hıristiyanlık, diğer takvimleri alt etmiş ve 2. binyıl'da (1900'ler) İspanyol ve Portekizliler Latin Amerika'yı kılıçlarıyla, esir tüccarları Afrika'ya getirdikleri din görevlileriyle, Asya'yı da tüccar maceracılar Hıristiyanlaştırmışlardır. Şimdi 3. binyılın başlangıcı (2000'li yıllar) kutlanmaktadır, ama bu sadece, Hıristiyanların Gregoryan takviminin dünyada geniş kabul görmesinden böyle olmaktadır. Oysa insanlığın yarattığı çeşitli uygarlıkların tarihi, bu takvimden daha eskidir.
            Son binyıldan alacağımız en büyük ders ne olmalıdır? İlk binyılda pratik olarak küresel bir üretim artışı görülmemiş, geçinebilmek için üretmek oyunun kuralı olmuştur. İkinci binyılın üçte birinde, insan emeğinin üretip ortaya koydukları, çok yavaş artmıştır. Dünyadaki gayri safi milli hasıla(gsmh), sadece son 250 yıl içinde sanayi kapitalizminin başlaması ile hızlanmıştır. İsa'nın doğum yılı kabul edilen tarih ile 1000 yılı arasında, dünyadaki gsmh, sadece %10 artmıştır! 1000 ile 1800 yılları arasında bu artış, ancak 4 kat kadar olmuş, ama o tarihten başlayarak 40 kat artmıştır! Bu artış gücü, kapitalizmin, insan emek gücünün üretici güçlerini geliştirmesi sayesinde olmuştur. Zaten Marks da bunu, daha 1848 yılında "Komünist Manifesto" adlı kısa eserinde öngörmüştü.
            Dünyadaki üretim artışına paralel olarak insan nüfusunda da bir artış görülmüştür. İlk binyılda dünya nüfusu pek artmamışken, 1800'e kadar yavaş yavaş bir artış olmuştur. 1800'den sonraki nüfus artışı 6 kat olmuş ve BM 1999 yılında dünya nüfusunun 6 milyara ulaştığını açıklamıştır.
            Nüfus artışı ile birlikte, kapitalist binyılın en büyük olgusu olan kentleşme yaşanmıştır. 1800'e kadar insanlık dünyası, daha çok bir tarım toplumu halindeydi ve nüfusunun %15 kadarı kentlerde yaşamaktaydı. Şu anda yeryüzünde sanayileşmiş dünya nüfusunun %80'i kentlerde yaşamakta olup, gelişmekte olan ülkelerde de kentleşme süreci hızla devam etmektedir. 1800 yılında nüfusu yarım milyondan fazla olan sadece 6 kent (sırasıyla Pekin, Londra, Kanton, Tokyo, İstanbul ve Paris) varken, şimdi dünyanın en çok nüfuslu 6 kentinde (Meksiko, Tokyo, New York, Londra, Hongking ve Şangkay)  yaşayan toplam nüfus, 1700'de dünyada yaşayan bütün nüfusa eşittir!
            Kapitalizm, daha önce başka herhangi bir sosyal sistemin üretici güçleri sömürmediği kadar sömürmüş ve emeğin işbölümünü üretimi artıracak şekilde öyle bir hıza getirmiştir ki teknolojinin kullanılması, üretimi artırmış ve satış için üretim yapılarak, sermaye sahiplerinin daha çok kâr sağlamaları için emekçi nüfusun çalışma süresi daha da fazla sömürülmüştür. Emek, teknoloji ve ticaret gerçekten harikulade bir bileşim haline dönüşmüştür.
            Kapitalizm, yeryüzünde daha önce görülmeyendan daha uyumlu bir gelişimi sağlamışsa da, bu gelişme çok eşitsiz olmuştur. Bu eşitsiz gelişme, sermaye sahipleri ile emek gücünden başka birşeyleri olmayanlar arasında görüldüğü gibi, yeryüzündeki mülkiyet sahipleri arasında da görülmüştür. Bunun sonucunda, insan ırkının görmediği en korkunç savaşlar, yıkımlar ve soykırımlar yaşanmıştır. Kapitalizm küresel bir sistemdir, ama beraberinde ayrıca sefalet ve zulüm getirmiştir.
            Dünyamız, ikinci binyılın sonunda, hiç görülmemiş derecede eşitsiz bir durumdadır. 7 milyon İsviçrelinin yıllık ortalama geliri, 200 milyon Endonezyalının yıllık ortalama gelirinden 113 kat daha fazladır. İsviçre'nin toplam yıllık geliri, Endonezya'nın yıllık gelirinden  4 kat daha fazladır. 1 milyara yakın nüfusu olan Hindistan, 7 milyon İsviçrelinin ürettiği kadar gelire sahiptir.
            Dünyada insan emeğinin ortalama değeri de, sanayi üretimi yapan kapitalizmin egemen olduğu yüzyılımızın başındakinden daha geriye düşmüştür. Henry Ford, T Ford model motorlu arabalarını üretmeye başladığı zaman, fabrikadaki bir işçisine istemeye istemeye yılda 750 dolar öderken, bu para üretilen iki arabanın fiyatına eşdeğerdi ve Wall Street Journal gazetesi, bu ücretin "cürüm oluşturacak kadar yüksek" olduğunu yazmaktaydı. Günümüzde ise, Brezilya veya Çin'deki araba üretimi yapan işçiler, yılda 1,000 dolardan daha az, yani ürettikleri arabaların fiyatının onbeşte biri kadar para kazanmaktadırlar.
            Ekonomik zenginlik, gittikçe daha küçük bir azınlığın elinde toplanmaktadır. ABD Borsasının değeri 11 trilyon dolar, ya da dünya borsalarının değerinin %53'ü kadardır. Böyle olmasına karşın, Amerikalılar, dünya nüfusunun sadece %5 kadarını oluşturmaktadırlar. Kaldı ki Amerikalılar arasında da zenginliğin bölüşümü çok eşitsiz olmaktadır. Dünyanın ilk 100 milyar dolarlık servet sahibi olan Bill Gates, Japonya hariç Asya'daki bütün borsalardaki zenginlikten daha fazla kişisel servete sahiptir.
            1900'lü yıllarda görülen bu muazzam sermaye birikimi yanında, ezici bir çoğunluk da fakirlik çekmektedir. Asya ve Afrika'da ömür süresi 50 yılı geçmemektedir. Bebek ölüm oranı hâlâ daha onda birdir. ABD'deki her 1 milyon insana 2,000 doktor düşerken, Endonezya'da bu oran 100 doktordan azdır. Dünyadaki en fakir ülkelerdeki çocukların sadece %10'u orta eğitim görmektedir. Dünya Bankası'nın tahminlerine göre, 1.5 milyar insan, günde 1.50 dolardan az gelir elde etmektedir.
            Hıristiyan dünya yeni bir binyıla başlarken, yeryüzündeki nüfusun bu kadar büyük bir kısmının yaşam düzeyleri arasında bu kadar fark olması durumu, daha önce asla yaşanmamıştır. Son 200 yıl içerisinde, zengin "kuzey-batı" ülkelerindeki gsmh 20 kat artmışken, fakir "güney-doğu" ülkelerinde sadece 2.5 kat artmıştır. 1800 yılında İngiltere, dünyanın en fakir ülkelerinin yıllık gelirinin iki kat fazlası bir gelirle dünyanın en zengin ülkesiyken; günümüzde en zengin ülkelerde kişi başına düşen gsmh, en fakir ülkelerinkinden 50 kat daha fazladır.
            1800 yılında, yani Marks'ın doğumundan 20 yıl kadar önce, dünyadaki herkes fakir olarak nitelendirilirken, sadece çok az sayıda aristokrat, toprak sahibi ve tüccar bir azınlık zengin sayılırdı ve bunların serveti de, uluslar arasında oldukça orantılı idi. 200 yıllık sanayi kapitalizminden sonra bugün, dünyadaki çoğu insan, bir avuç multi-milyarder kapitalist ağababası ve onların adamları dışında, "fakir" denebilecek durumdadır. Aradaki bir diğer fark da, zenginliğin uluslar arasında da çok eşitsiz bir şekilde dağılmış olmasıdır. Marks bu eşitsiz küresel gelişmeyi "Das Kapital" adlı kitabında öngörmüştü.
            Batı'da önce tarımsal üretim artmış ve kentlerin gelişmesiyle de tüccar ve girişimciler öne geçmiştir. Özellikle silah teknolojisinde daha üstün olan kapitalist tüccarlar ve onların özel askerleri kıtaların bütününü fethederek, 16. ve 17. yüzyılda halkları kendilerine bağımlı kıldılar. Daha sonra sömürgelerde egemenliğin sağlandığı 19. yüzyıl geldi. Avrupa'nın sanayileşen emperyalist ekonomileri, Asya, Afrika ve Amerika kıtalarındaki gelişme tomurcuklarını yok etmeyi başardılar. Hindistan nüfusu içindeki sanayi işçilerinin sayısı 1810 yılında %19 iken, 1900'de %8'e düşürüldü. Hindistan üretim ve inşaat işçilerinin sayısı 1881'de nüfusun %35'ine ulaşmıştı, ama 1917'de bu oran %17'ye düşürülmüş oldu.
            Bunun sonucunda "gelişmekte" olan ülkelerdeki yaşam düzeyleri felç oldu. 1780 yılında bir İngiliz kent işçisinin ortalama günlük ücreti ile 7 kilo buğday satın alınırken, bir Hindli işçi 6 kilo buğday satın alabilirdi. 1910 yılına gelindiğinde, Hindli işçinin aldığı miktar değişmezken, İngiliz işçisi bir günde 33 kiloluk buğday  satın alabilecek bir ücret alabiliyordu. Şimdi ise sanayileşmiş ülkelerdeki bir işçi günde 60 sterlin (ya da İngiltere'de ortalama 300 sterlin haftalık) kazanırken, bununla 1250 kilo buğday satın alabilmekte, ama Hindli işçi kazandığı günlük ücretle, sadece 37 kilo buğday satın alabilmektedir.
            Kapitalizm şartlarında birinci gelen, kendinden sonrakileri daima ezebilmiştir. Sanayi kapitalizminin son 200 yılı bunu kanıtlamıştır. Kapitalizm "refah"ı yeryüzüne yaymak bir yana, dünyadaki büyük bir çoğunluğun kendi doğal kaynaklarını geliştirmesine ve yaşam düzeylerini yükseltmesine engel olmuştur. Daha da kötüsü, yeryüzünün doğal kaynakları, gittikçe artan bir hızla daha çok "Batı"daki emperyalistlere ait birkaç bin çok-uluslu şirketin denetimi altına girmektedir. BM'nin yeni bir istatistiğine göre, dünyadaki 60,000 uluslararası kapitalist şirketi, dünyadaki üretimin %25'ini ve dünya sanayi üretiminin de %50'den fazlasını gerçekleştirmektedir. Marks, çağdaş kapitalizmin de küreselleşeceğini öngörmüştü. Dünya ticareti son 10 yıl içinde yılda %7 kadar artarken, sınırlar ötesi sermaye hareketleri yılda %12'den fazla artmaktadır.
            Bu genişleme, insanların kapitalist sistem altında örgütlenmesinin yok edilmesinin tohumlarını da atmaktadır. Eşitsizlikler arttıkça, sosyal dengesizlikler de artmaktadır. 18. yüzyılda sanayi kapitalizminin doğum yeri olan Avrupa'da savaşlar (sömürgeci 7 yıl savaşı gibi) ve devrimler (Fransız devrimi gibi) olmuştur. 19. yüzyılda dengesizlik daha da artmış ve yine savaşlar (Napolyon ve Prusya savaşları), devrimler (1830, 1848, 1870) ve karşı-devrimler Avrupa'da ve Amerika'da (Amerikan İç Savaşı, 1861) izler bırakmıştır.
            20. yüzyılın savaşlarında görülmemiş olaylar yaşandı ve emperyalist güçler, 19. yüzyılda sömürerek elde ettikleri zenginlikler yüzünden dünyayı iki defa savaşa sürüklediler. Yüzyılın her günü, dünyanın bir yerinde savaş vardı. İnsanları ve onlarla birlikte doğal çevreyi yok etmede kullanılan teknik gücün büyüklüğü korkunç boyutlara ulaşmıştır. Tıpkı zenginlik ve iktidar gücünün yöneten küçük bir azınlık ile yönetilen ezici çoğunluk arasındaki fark gibi. Ya bu fark yok edilecek, ya da üzerinde yaşadığımız dünya, gelecek yüzyılın sonuna kadar dinozorların yok olduğu gibi yok olacaktır.
            20. yüzyılın daha önce hiç görülmemiş bir özelliği de, emek gücünden başka hiçbir şeye sahip olmayan ve değişimin gücü olan işçi sınıfının mücadeleleridir. İşçi sınıfı, köylülüğü aşarak yeryüzünde en geniş sınıf haline gelmiştir. Önce 1917'deki Rus devriminde, daha sonra da Avrupa, Asya ve Latin Amerika'daki mücadelelerde, işçi sınıfının egemen olması için kavga verilmiştir. Gerçi insan toplumunda işçi sınıfının egemen olması, günümüze kadar başarılamamıştır, ama kapitalist sınıf da ekonomik ve siyasal açıdan egemenliğini kurmak için 1500'den başlayarak 300 yıllık bir mücadele vermek zorunda kalmıştı. İşçi sınıfı ise egemenlik mücadelesinde kapitalist sınıfa kıyasla daha yolun başında sayılır. İkinci binyılın son iki yüzyılının da gösterdiği gibi, dünyamız, bütün ekonomik, sosyal ve siyasal unsurlarıyla geometrik bir hızla gelişmektedir. O nedenle işçi sınıfının ve onun dünya görüşü olan sosyalizmin dünyada egemen olması, kapitalist sınıfın egemen olması için gereken süreden daha kısa bir zamanda gerçekleşecektir.
            Bu yeni sınıf, insan tarihinde ezici bir çoğunluğun sınıfı haline gelmiştir. İşçi sınıfı, herkesten varlığına göre ve herkese ihtiyacına göre ilkesini savunmaktadır. Çünkü işçi sınıfının üzerinde çalıştığı üretim şekli, kapitalizm gibi özel değil, sosyal bir temele sahiptir. Eğer işçi sınıfı, kendi üretim şeklinin kaçınılmaz sonucu olan sosyalizmi dünya çapında kurmayı başarabilirse, bu yeni sistem, insanın üretici gücünün geliştirilmesini, ikinci binyılda kapitalizmin artırdığından daha fazla artıracaktır. Ama bu defa üretilen ve dağıtılan zenginlik eşitsiz olarak değil de, eşit olarak bölüştürülecektir. Böylece insan ırkının büyük bir çoğunluğu, yeni bir refah düzlüğüne ulaşacak ve sosyal çatışmalar, savaşlar ve soykırımlara bir son verilecektir. Yeni binyılın bizlere verdiği gerçek mesaj budur.        

Ölüm yüzyılı bitti-Savaşlara ve silahlanmaya son!
* 1. Dünya Savaşı'nda 20 milyon, 2. Dünya Savaşı'nda 50 milyon insan öldü.
* 1945'den bu yana, insanlığa musallat olan çeşitli savaşlarda 23 milyondan fazla insan öldü.
* Bu süre içinde her yıl savaşlarda ölen insanların ortalama sayısı, bütün 19. yüzyıldaki savaşlarda ölenlerden 2 kat daha fazla, 18. yüzyıldaki savaşlarda ölenlerden de 7 kat daha fazladır.
* ABD, 1990'lı yıllarda, dünya silah ticaretindeki payını ikiye katladı ve pazarın %44'ünü eline geçirdi. ABD'nin silah satışları, Türkiye ile Yunanistan arasında, ya da iki nükleer güç olan Hindistan ile Pakistan arasındaki bölgesel silahlanma yarışlarını da körüklemektedir. ABD'nin kendi Savunma Bakanlığı, Lockheed firmasının başka ülkelere sattığı F-15 ve F-16 uçakların değerinden daha fazla miktar bir parayı, yani milyarlarca doları, aynı firmaya sipariş ettiği yeni F-22 savaş uçakları için harcayarak, silahlanma yarışını kendisi sürdürmektedir.

(“Yusuf Aydın” imzası ile, Kıbrıs'ta Sosyalist Gerçek dergisi, Sayı:47, Ocak 2000)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder