17 Mayıs 2015 Pazar

AB DOSYASI


         Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, önümüzdeki dönemde genişleme sürecine girecek olan Avrupa Birliği’ne katılması ile ilgili görüşmeler, son aşamaya gelmiş bulunmaktadır. Kıbrıslı Türkler olarak,  AB’nin ne olup, ne olmadığını tartışmaları da toplumumuz içerisinde süregelmektedir. Bazı sol sosyal demokrat çevreler, “AB’ye girişle bir anda ücretlerin katlanıp yükseleceğini, çok kısa bir vadede bir anda refah seviyesinin havaya fırlayacağını” öne sürerken, başka sol kesimler de üyeliğin getireceği bazı artı değerler yanında, AB üyeliği ile birlikte ortaya çıkacak bazı olumsuz sonuçlara da dikkat çekilmesi gerektiğini vurgulamaktadırlar.
            KSG gazetesinin önceki sayılarında, “Kıbrıs ve AB” konusunu işleyen bazı yazılara yer vermiştik. Örneğin,
1. Ayrılıkçı Kıbrıs Türk liderliği ve AB, Sayı:47, Ocak 2000
2. AKEL’in raporuna göre, AB üyeliğinin Kıbrıs ekonomisine etkisi, Sayı:48-49, Şubat-Mart 2000
3. AKEL’in, 18. Kongresi’nde onaylanan AKEL-AB ilişkilerine en son bakışı, Sayı:67, Ekim 2001
4. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyeliği neler getirecek?, Sayı:67, Ekim 2001
            Bu sayıdaki AB dosyasında verdiğimizi yazılarla konuyu  tartışmayı sürdürüyoruz:

AB’NİN GENİŞLEMESİ
            Tekelci Avrupa kapitalizmi, uyguladığı neoliberal politikanın bir gereği olarak, Doğu Avrupa yönünde genişlemeyi planlamaktadır. Bu genişleme, ABD’den sonra gelen dünyadaki emperyalist güç odaklarından biri olarak Avrupa Birliği (AB)’nin siyasal ve askeri açıdan bütün Avrupa kıtasını etkisi altına almasına yöneliktir. Emperyalist güçlerin kendi aralarındaki iç kavgada öne çıkan küreselleşmiş dünya pazarlarının, bölgesel ve dünya çapındaki egemenlik alanlarının yeniden paylaşımı ve ileri konumlar elde etme yarışmasında, AB bir açılım içine girme çabasındadır.
            Nis zirvesinde de görüldüğü gibi, AB’nin temel eksenini oluşturan Almanya ve Fransa, siyasal ve stratejik açıdan AB’yi bir devletler topluluğundan çok, federal bir devlete doğru yöneltirken, öte yandan da  tek para birimi olarak euro’nun kullanılması ile bu merkezileşme eğilimlerini öne çıkarmaktadır. Avrupa Ordusu’nun kurulması da, AB’nin ekonomik yapısı üzerinde siyasal ve askersel bir üst örgütün oluşturulmasıyla açıklanabilir. ABD, bu açıdan hâlâ daha tek egemen güç olarak yerini korumaktaysa da, AB’yi oluşturan farklı ülkelerin farklı stratejik çıkarları, Doğu ve Güneydoğu Avrupa ülkeleri ile Rusya’ya karşı farklı değerlendirmelerde bulunmalarına yol açmaktadır. Bu da AB’nin doğu yönündeki genişleme politikasında, merkez ve çevre ülkeler arasındaki ilişkileri, tarımsal ve yapısal fonların genişleme ile birlikte nasıl dağıtılacağı sorununu gündeme getirmektedir. 
            AB’nin Doğu Avrupa’ya açılımının ana itici gücü olan Alman sermayesi, AB’yi kendi emperyalist çıkarlarına uygun bir kılıf olarak görmekte ve bunda da herhangi bir direnişle karşılaşmamaktadır. Bu şekilde yeni işgücü potansiyeli, yatırım alanları ve pazar yaratma ve AB sermayesinin eylem alanını genişletmeyi hedeflemektedir. Bu durum ise, ABD ile AB arasındaki emperyalist çıkarların çatışmasına yol açmaktadır. Almanya, Fransa ile birlikte AB’nin genişlemesini zorlarken, Avrupa’nın “Merkezi” ile “Çevre”si arasında farklı iki birleşme hızı öngörülmektedir.
            1999 Helsinki Zirvesinde de vurgulandığı gibi, Doğu’ya doğru genişleme süreci, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini AB üyeliğine katarken, bu ülkelerin ekonomik, siyasal ve askeri açıdan da AB’ye katılmasını hedeflemektedir. Bu süreç, ABD ile AB’nin güçlü ülkelerinin NATO’nun doğu yönünde genişlemesi planlarından ayrı düşünülmemelidir. Nis ve Helsinki Zirvelerinden çıkan sonuçlar birlikte değerlendirilirse görülecektir ki, AB, yakın gelecekte, farklı güç ve yetkileri olan merkez, merkeze yakın ve çevre ülkeleri şeklinde örgütlenecektir.
            Öte yandan Avrupa emek güçleri, bugünkü AB, ya da genişlemiş AB’den daha büyük bir kesimin çıkarlarını savunmaktadır. Avrupa emekçilerinin birliği kavramı, bütün Avrupa halklarının dayanışma içinde ve eşit haklara sahip olarak, birbirleri üzerinde egemenlik kurma emelleri taşımayan bir işbirliği içinde olmalarını öngörmektedir. Batı Avrupa Ordusu’nun kurulmasına karşı olup, çatışmaların askeri olmayan yollardan çözümlenmesini talep etmektedir. 
AVRUPA BİRLİĞİ’NDEKİ SOSYAL DEMOKRATLARIN ROLÜ
            Avrupa Birliği, 2. Dünya Savaşı sonrasında sermayeyi yeniden oluşturmak ve 1970'lerin ortasından sonra da, güçlenen bu Avrupa sermayesini,  özellikle ABD ve Japonya'daki kapitalist rakipleriyle arasında başlayan yarışta güçlendirmek için uluslararası sermaye tarafından kurulan bir örgüttür.  Bu ekonomik yarış, ABD tarafından çizilen stratejik çerçeve içinde ve bunun ifadesi olan NATO gibi örgüt içinde yürütülmektedir.
            Avrupa sosyal demokrasisi, ABD ve Japonya'ya karşı rekabette daha başarılı olmak için, AB gibi Avrupa büyük sermayesinin uluslararası projelerini desteklemek gerektiğini savunmakta ve "kendi" ulusal burjuvazisine tabi olma anlayışını, "Avrupa" düzeyine taşımaktadır.
            Avrupa sermayesi, ABD ve Japonya'ya karşı yarışırken 4 konuda zayıf görünmektedir:
            1.Avrupa, küçük üretim ölçeklerine ve küçük pazarlara sahip bir dizi küçük ülkeye bölünmüştür.
            2. İşçi sendikaları, kitlesel sosyal demokratik ve komünist partiler şeklinde örgütlenmiş güçlü bir Avrupa işçi hareketi vardır.
            3. Öteki ülkelere kıyasla ağırlığını duyuran bir küçük burjuva kesimi vardır ve bunun sonucunda
            4. Tarım ve kamu hizmetinde düşük bir üretim düzeyi vardır.
            AB, Maastricht Sözleşmesi ile Batı Avrupa refah devletinin bu "dezavantajları"nı ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Bu gerçekleri göz önünde bulundurmayan Avrupa sosyal demokratları, ülkelerinin daha ulusal yönelimli kapitalist partilerinden bir adım daha öne geçerek, Maastricht Sözleşmesinin en ateşli savunucuları olmuşlardır.
            1. Dünya Savaşından sonra, sosyal demokrasi perspektifi için uygun bir temeli sağlayamayan ve bunalımlara sürüklenen Avrupa ulusal sermayeleri, önce ABD emperyalizmine yönelmiş ve ABD sermayesinin yardımı ile siyasal ve ekonomik istikrarı sağlamıştı. 2. Dünya Savaşından sonra da ABD Batı Avrupa ülkelerine muazzam ekonomik yardımlarda bulunarak, SSCB'nin Nazi Almanyasını ve Avrupa'daki kapitalizmi ortadan kaldırmasına engel olmuştur. Marshal Yardımı ve büyük ABD sermaye yatırımları ile Batı Avrupa'nın ekonomik olarak yeniden inşasında büyük rol oynamıştır.
            Savaş sonrasında Batı Avrupa kapitalizmi, ABD desteğine bağımlı kalırken, Doğu Avrupa’da da SSCB'nin üstünlüğü gözlemlendi. Böylece Avrupa sosyal demokrasisi, bir yandan Amerikan yanlısı ve NATO'cu akımların etkisine girerken, öte yandan da işçi hareketi içinde Sovyet yanlısı akımlar güçlendi.
            1970'lerin başında ABD, Vietnam yenilgisi ardından uluslararası rolünde değişiklik yaparak, Avrupa'ya yardım etme yerine, Batı Avrupa ekonomilerini darbelemeye başladı. Avrupa sosyal demokrasisi reformların kaynağı olarak ABD sermayesi yerine, bu kez de Avrupa sermayesine yöneldi. 1970'lerin sonunda Batı Avrupa işçi hareketinde ABD'cilik rağbetten düşerken, Avrupa sosyal demokrasisi yükselişe geçti. Bunun maddi temelini ise AB'nin para kasası olan Batı Almanya hazırladı. Güney Avrupa'ya, bir başka deyişle AB'nin yeni  üyeleri olan İspanya, Portekiz ve Yunanistan'a akan sermaye, buradan kaynaklanmaktaydı.
            Almanya'nın birleşmesi, sadece Doğu Avrupa’daki rejimlerin değil, Avrupa sosyal demokrasisinin de sonu oldu. Sermaye için 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Batı Avrupa'da refah devletinin yaratılmasının doğudan batıya ilerlemesi "tehlikesi"ne karşı, sınıf güçleri ilişkisinin zorunlu bir taviziydi. Doğu Avrupa'ya kapitalizmin yeniden girmesi ile sosyalizm tehdidi giderilmiş ve refah devletini sürdürme zorunluluğu da artık ortadan kalmıştı. Almanya'nın birleşmesi ile eşzamanlı olarak refah devletinin ortadan kaldırılmasına yönelik ilk adımlar atılmaya başlandı ve bu durum Maastricht Sözleşmesinde formüle edildi.
            Batı Avrupa işçi sınıfının son 50 yıl içinde kazandığı en önemli reform olan refah devletinin ortadan kaldırılması önerisinin ana siyasal destekçisi, bu defa Avrupa sosyal demokrasisi oluyordu. Almanya'nın birleşmesi ile Maastricht Sözleşmesi, Avrupa sosyal demokrasisinin gerilemesine ve İtalyan, Fransız ve İspanyol sosyalistlerinin iktidardan düşmesine yol açtı.  

BİRLEŞİRKEN YİTİRİLENLER
            Avrupa Birliği, ekonomik sistem olarak kapitalizmi, bir başka deyişle, özel girişimci piyasa ekonomisini savunmaktadır. Maastricht Anlaşması'nın 3a1. maddesine göre, üye ülkeler “serbest rekabete dayalı açık pazar ilkesi ile uyum halinde çalışan bir ekonomik politika" benimsemelidir. Büyük kapitalist işletmeler, kendilerini uluslarüstü görmekte ve daha büyük pazarlar, ham madde ve işgücü kaynakları aramakta ve bunun doğal sonucu olarak da, tek bir AB devleti oluşturmayı desteklemektedirler. Onlar için sermayenin serbest dolaşımı, gümrük tarife duvarlarının kaldırılması, üye ülkeler arasındaki göçlere konan engellerin kaldırılması, AB için büyük kolaylıklar sağlar.
            Tek Avrupa Yasası'nın 13. maddesi şöyle demektedir: "İç Pazar, mallar, kişiler, hizmetler ve sermayenin serbest dolaşımını güvence altına alan ve iç sınırların olmadığı bir bölgeden oluşacaktır." Bilindiği gibi, işverenler malların serbest dolaşımından söz ettiklerinde, grev kırıcılığını anlatmak istemektedirler. Eylül 2000'de, Fransız işçiler, yakıt fiyatlarını azaltmak için Kanal bölgesindeki limanları kapattıklarında, AB, blokajı kırmak için yapacakları çabaları haklı çıkarmak amacıyla, malların serbest dolaşımı hakkındaki maddeyi çalıştırma tehdidini savurdular.
            Kişilerin serbest dolaşımından söz ettikleri zaman, işsiz ve vasıfsız işçileri kastetmektedirler. AB'yi, çeşitli vasfa sahip bir işçiler ordusunun muazzam potansiyeli olarak görürken, bu ordunun ardında da 20 milyonluk bir işsizler ordusunun varlığını bilmektedirler.
            Sermayenin serbest dolaşımından söz ettiklerinde, iş yerlerinin kapanması anlaşılmalıdır. AB,  üye ülkelerdeki sanayide var olan "aşırı kapasitesi"nden kurtulmak için, kitlesel işten çıkarmalar ve iş yerlerinin kapanmasını amaçlamaktadır. Avrupa Komisyonu, 1993 yılında şu itirafta bulunmuştur: "Tek Pazar programı, iş çevreleri için, işçilere yaptığından çok daha fazla yarar sağlamıştır.”
            AB özelleştirmeden yanadır. Özel taşımacılık ise, kamu araçlarının kullanılmasına yönelecek ve demiryolu, otobüs, kamyon ve araba kullanımını dengeleyecek olan bütünleşmiş bir ulaşım sistemi önündeki ana engeldir.AB, İngiliz demiryollarının özelleştirilmesi örneğini, bütün AB ülkelerine yaymak istemektedir.
            Avrupa Parlamentosu, Temmuz 2002'de "tek Avrupa hava sahası" yaratılması planını onaylamıştır. Bu proje ile, tek pazar üzerinde, tek Avrupa hava trafik denetimini getirecek olan  tek hava sahasını yaratmayı amaçlanmaktadır. Böylece, AB üyesi ülkelerdeki hava trafiği denetleyen kuruluşların da özelleştirilmesi ve yeni AB kuruluşu olan "Eurocontrol" tarafından yönetilmesi fikri hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Örneğin İngiltere'nin hava trafik denetiminin özelleştirilmesi ile, maliyetlerde %36'lık bir azalmaya yol açacağı tahmin edilmektedir. Ama Ulusal Hava Trafik Hizmetleri Başkanları, bunun güvenlik açısından, gerek yolcular, gerekse hava trafik denetleyicileri açısından kabul edilemez tehlikelere yol açacağını bildirmiştir.
            Aynı şekilde İngiltere, euro para birimine geçerse, bu Avrupalı işçiler için çok kötü sonuçlar doğuracaktır. Çünkü AB, İngiliz emek piyasasının çok övünülen "esnekliği”ni, özelleştirmeleri ve bozulan düzenlemeleri, öteki ülkelerin işçilerinin aleyhine kullanacaktır. Avrupa Para Birliği (EMU), Avrupa ülkeleri üzerinde ağır baskılar uygulayarak, ücretleri, çalışma koşullarını, hizmetleri ve işçi yardımlarını aşağıya çekerek, emek piyasası ile refah devletinin "Amerikanlaşması"na çalışacaktır.
            Hem ABD, hem de AB, Dünya Ticaret Örgütü'nde, sağlık bakımı, sosyal hizmetler ve eğitim de içinde hizmet kesiminde, özel kesim katılımını genişletmek amacıyla "Hizmet Ticareti üzerine Genel Anlaşma"(GATS)'yı daha da sıkılaştırmak istemektedir. AB'nin ticaretteki liberalleştirme çabalarının artırılmasına ilişkin kararlılığı, herkesi kapsayan ve sağlık bakımının finansmanı, sosyal refah ve eğitimin kamu tarafından yürütülmesi ilkelerini tehdit etmektedir. AB, ulusal sağlık hizmetlerine karşıdır. Yapabildiği yerlerde, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesini zorlamaktadır. Örneğin Doğu Avrupa'da Phare programı ve Dünya Bankası ile işbirliği yoluyla bunu yapmaktadır.
            AB, savaş ve baskıdan yanadır. Fransız Başbakanı Lionel Jospin şöyle demiştir: "AB, üye ülkelerin ordularını biraraya getirmekle, iç güvenliğini sağlayabilecek ve dünyadaki çatışmaların önlenmesine yardımcı olabilecektir.” Blair ise, "Avrupa bugün artık sadece barış için değil, kollektif bir güç olarak da var olacaktır" diyerek, savaştan yana bir programın varlığı haberini de vermiştir.
            Bazıları, NATO'yu zayıflatacağını öne sürerek, Avrupa ordusuna karşı çıkmaktadır. Bazıları da, NATO'yu zayıflatacağı için AB ordusuna destek olmaktadır. Ama önemli olan bunun NATO üzerindeki etkisi değildir. Avrupa ordusuna ilkesel olarak karşı olunmalıdır. Çünkü bu ordu, AB liderleri tarafından, AB üyeliğinden ayrılmak isteyen veya yeterince Avrupalı olamayan herhangi bir halka karşı kullanılabilecektir. Jospin ise, bu uyarıyı yapmış bulunmaktadır: "Orduların bir araya getirilmesiyle, Avrupa'nın iç güvenliği de sağlanacaktır."   

AB GENİŞLERKEN
İki sınıflı, anti-demokratik Avrupa’ya hayır!
            AB'nin büyük ülkeleri, AB'nin genişlemesi ile birliğe katılacak ülkeleri eşit söz hakkı olan üyeler olarak değil, 2. sınıf üyeler olarak alacaklardır. İlk defa serbest dolaşım bir tarafa bırakılacak ve birçok AB ülkesi Doğu Avrupa'dan gelecek kişilere kısıtlamalar koyacaktır.
            Ortak Tarım Politikası uzun bir süre Doğu Avrupa ülkelerine uygulanmayacak, ya da çok kısıtlı olarak uygulanacaktır. Yeni üyeler, karar alma mekanizmasında eşit söz hakkına sahip olmayacaktır. Batı Avrupa'nın zengin ülkeleri, kendi şirketlerinin sömürüsünü artırmak için, pazar alanlarını genişleteceklerdir. Doğu Avrupa, hizmetleri liberalleştirmeye, ekonomilerini özelleştirmeye ve sınırsız olarak çok uluslu yatırımlara açılmaya zorlanmaktadır. 
            Seçimle işbaşına gelmemiş olan Avrupa Komisyonu’nun muazzam bir yürütme gücü varken, Avrupa Parlamentosu'nun gücü, hemen hemen yok gibidir. Nis Anlaşması ile bu güç daha da az elde toplanmıştır.
            Avrupa Birliği, Thatcher'ci ekonomi ilkeleri temelinde çalışmaktadır. Hükümetlerin, "rekabeti saptırabilecek olan" sanayi ve hizmetlerini sübvansiye etmesi yasaklanmıştır. Kamu harcamaları çok sıkı bir düzeyin altında tutulmuştur. Bunun aksine davranan devletler cezalandırılabilecek ve bu politikasını değiştirmeye zorlanabilecektir. Kamu hizmetleri özel rekabete açılmalıdır ve ticari kaygılarla çalıştırılmalıdır. Sermaye hareketlerinin herhangi bir şekilde sınırlandırılması yasaklanmıştır. AB'nin temel kuralları, serbest piyasayı el üstünde tutma esasına dayanmaktadır. Ekonominin halk yararına yürütülmesi için herhangi bir seçeneği dışlamaktadır. Refah devletinin tırtıklanması politikası sayesinde bugün AB'dedeki nüfusun beşte biri fakirlik sınırı altında yaşamaktadır.
            Tekellerin Avrupası, uzantılarını yeryüzüne yayma istemektedir. AB sübvansiyonları, Avrupa büyük iş çevrelerini dünya piyasalarında teşvik etmek için kullanılırken, "Üçüncü Dünya" ülkelerinin de kendi yerel ekonomik desteklerinden arındırılmak için baskı yapılmaktadır.
            AB kapitalizmi, en fakir ülkelerdeki insanların insan hakları ve yaşam koşulları için dörtnala koşarken, daha iyi bir yaşam için Avrupa'ya gelenlere de kapılarını kapamaktadır. AB insan hakları ile ilgili örnek davranışlara girerken, Avrupa polisi ekonomik ve siyasal haksızlıklardan kaçıp “Avrupa kalesi”ne sığınmak isteyenlere kapılarını kapamaktadır. Sermayenin dolaşımı kutsal iken, AB'ye sığınmak isteyen göçmen emekçilere ırkçı baskılar uygulanmaktadır.

AB militarizmine hayır!
            AB, dünya ekonomik ve siyasal sahnesinde kendisine ait bir güç bloğu oluşturmak ve bunu askeri bir yetenekle desteklemeyi hedeflemektedir. Acil Tepki Gücü, Avrupa'dan 2500 mil uzaklıktaki yerlerde, AB çıkarlarını korumak ve birçok modern savaşta yapıldığı gibi "barışı korumak" adıyla müdahale edecektir. AB ülkeleri silahlanmada işbirliği yapmakta olup, halen AB silah sanayisi yılda 13 milyar euro kâr etmektedir.

AB'ye alternatif vardır!
            Alternatif, kendimizi Avrupa'dan ayrı tutmak ve zamanı tersine çevirmek değildir. Kıbrıs işçi sınıfı açısından, adadaki düzenin Kıbrıslı kapitalistler ve onların siyasetçileri yerine, Avrupalı kapitalistler ve AB bürokratları tarafından yönlendirmesi, emek-sermaye-iktidar ilişkileri açısından önemli bir değişiklik getirmeyecektir. 
            Kıbrıs, AB’ye üye olacaksa, Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin tarafsızlığına ve adanın toprak bütünlüğüne halel gelmemeli, ada halkının hak ve çıkarları satılığa çıkarılmamalıdır. Maastricht Sözleşmesi, AB üyelerini ortak bir dış politika uygulamaya zorlamaktadır.
 Portekiz Komünist Partisi Genel Sekreteri Carlos Carvalhas, şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Maastricht Sözleşmesi, işçilerin çıkarına hizmet edecek ve topluluk kurumlarını ve politikasını geliştiren katılımcı bir anlaşma değil, Avrupa büyük sermayesinin ve mali spekülasyon çıkarlarının anlaşmasıdır. Küçük ülkelerin rolünü azaltmakta ve işçi yanlısı sosyal politikaları ikinci sıraya atmaktadır.”
 Bu durumda Kıbrıs’ın, Üçüncü Dünya ülkelerine ABD ve AB gibi bazı güçler tarafından yapılan saldırı ve sömürüyü kınama hakkı elinden alınmak istenecektir. Kıbrıs, NATO, BAB veya Avrupa Ordusu  gibi benzeri askeri kuruluşlara girmemelidir.
            Gerek Kıbrıs Rum ve gerekse Kıbrıs Türk burjuvaları, gelinen aşamada ekonomik, siyasal ve askersel olarak Avrupalı ortakları ile birlikte çalışmakta yarar görmektedirler. Oysa Kıbrıs, emperyalizm ve büyük sermaye çıkarlarına göre değil de, Kıbrıslı emekçilerin çıkarlarına göre yönetilmelidir. Bu da, sömürücü, askersel ve demokratik olmayan tekellerin oluşturduğu Avrupa Birliği’ne katılma politikasının reddedilmesini gerektirmektedir.
Maastricht Sözleşmesinin öngördüğü Tek Pazar, iktidar gücünü sıradan emekçi yurttaşlara dayama yerine, ulusötesi tekeller ve bürokratların elinde merkezileştirmektedir. Bireycilik, tekel hırsı, monetarizm, sömürü, ucuz işgücü gibi olgulara karşı mücadele, seçilmemiş kuruluşların eline ekonomik ve parasal güç veren ve demokratik haklara saldırıya geçen Maastricht’e karşı mücadele ile eşdeğer olacaktır. Demokratik bir Avrupa, sadece ve sadece işçi ve halk örgütlerinin yerel, ulusal, bölgesel ve Avrupa düzeylerinde söz sahibi olması ile kazanılabilir.
            AB’ye katılım halinde, Kıbrıslı emekçilerin en başta gelen görevi, öteki AB ülkelerindeki sınıf kardeşleriyle işbirliği yaparak, omuz omuza savaşım vermek ve alternatif bir Avrupa’yı, sosyalist Avrupa’yı  inşa etmek olacaktır.
                                  
(“Hazırlayan: Hüseyin Erdoğan” imzasıyla, Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek dergisi, Sayı:80, Ekim 2002)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder