17 Mayıs 2015 Pazar

AB GENİŞLERKEN


Dünya ekonomik bunalımı, Avrupa Birliği (AB)’nin genişlemesi ve AB’nin yönetim yapısı üzerine yapılan tartışmalar, Avrupalı güçleri, siyasal konumlarında önemli değişiklikler yapmaya zorlamaktadır. Bunun sonucunda AB içinde derin ekonomik ve siyasal görüş ayrılıkları oluşmaktadır. ABD ise, soğuk savaş döneminde yaptığı gibi Avrupa’nın bütünleşmesini savunma yerine, militarizme ve tek kutupluluğa dayanarak, Avrupa’daki hükümetler arasındaki gerginlikleri körüklemektedir. Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ile İngiliz Başbakanı Tony Blair arasında cereyan eden tarımsal sübvansiyonlara ilişkin tartışmalar da göstermektedir ki, AB içi tartışmalar ile AB-ABD  arasındaki ilişkiler birbirinden ayrılamaz.
AB’nin Doğu Avrupa’ya doğru genişlemesinin önünde duran en önemli engellerden biri, AB bütçesinin %40 kadarı olan 40 milyar euro tutarındaki AB’nin Ortak Tarım Politikası (OTP) harcamaları idi.  Tarımın desteklenmesine dayanan bu politika gereği, AB’ye girecek Doğu Avrupa ülkelerinin çok sayıdaki küçük çiftliklerine bu destek yardımlarının yapılması, AB’ye çok pahalıya mal olacaktır. OTP ile ilgili olarak yapılan görüşmelerde, daima bu politikadan yararlanmış olanlar (Fransa, İspanya ve İtalya) ile bu politikanın maliyet faturasını ödeyenler (Almanya, Birleşik Krallık ve Danimarka) arasında anlaşmazlık çıkmıştır. Bilindiği gibi, Chirac ile Almanya Başbakanı Gerhard Schröder arasında, AB genişleme görüşmeleri arifesinde varılan anlaşma, Fransa’nın yararına sonuçlanmıştı. Buna göre OTP’de, %25 ile başlayacak olan AB sübvansiyonları, 2006 yılına kadar uygulanacak ve o tarihten sonra tarım alanında eşitlik sağlanınca bu yardımlar, büyük ölçüde azaltılacaktı. Daha sonra AB üyesi 15 ülke tarafından değiştirilmeden kabul edilen bu Fransız-Alman anlaşması, AB’nin genişleme dosyasında bir rahatlama sağlamıştı.
Birleşik Krallık Başbakanı Blair, Fransa hükümetini kamuoyu önünde ikiyüzlü olmakla suçlamış ve bir taraftan Afrika’ya yardım ettiğini söylerken, öte taraftan da Afrikalı çiftçilere Avrupa pazarlarını kapattığını söyledi. Bunun üzerine Chirac da, 3 Aralık’ta yapılması planlanan Fransız-İngiliz diplomatik zirvesini iptal etti.
            OTP ile ilgili Fransız-Alman kararı, Blair hükümetinin dış politikasını da önemli ölçüde etkiledi. Londra’nın  İtalya ve İspanya’daki tutucu hükümetlerle ittifak kurma girişimi, iyi sonlanmadı. Seville zirvesinde, göçle ilgili aşırı derecede baskıcı önlemler alma önerisine, Fransa ve İsveç karşı çıktı. İngiliz basını ise, Fransa Başkanı Mitterrand ile Almanya Başbakanı Helmut Kohl’ün euro ortak para birimini Birleşik Krallık’a bir oldu-bitti olarak kabul ettirilmesi üzerine, Avrupa’da Fransız-Alman döneminin başlamış olabileceği endişesini ortaya atmıştı.
Bir dizi ekonomik ve jeopolitik etken, Fransız ve Alman politikalarının önemli ölçüde buluşmasına yol açmaktadır. Her iki ülke hükümeti de, bütçe açıklarını Avrupa Bütçe Dengesi Sözleşmesi uyarınca sınır olan %3’lük oranı aşacak gibi görünmektedirler ve ekonomik bunalım dönemlerinde bu kısıtlamanın gevşetilmesini destekleyeceklerine ilişkin işaret vermişlerdir. Fransız hükümeti, daha önce de, euro kullanan ülkelerin bütçe açığı harcamaları yoluyla askeri güçlerini artırmaları için Sözleşmenin değiştirilmesinden yana görüş ortaya koymuştu.
İngiliz yorumculara göre, Fransa ile Almanya, halen AB bütünleşmesinin önde gelen ülkeleri olup, İrak’ta bir savaş için ABD planlarına en çok çekince koyan Avrupa ülkeleridirler. Schröder’in seçimleri yeniden kazanması, İrak saldırısına karşı savaş karşıtı bir tutum sergilemesiyle gerçekleşmiştir. Fransa da Washington’a boyun eğmezden önce, BM Güvenlik Konseyi’nin konuyu uzun uzun görüşmesinde ısrar etmektedir. İngiliz Guardian gazetesi, Blair’i ABD’nin savaş planlarını destekleyerek, Avrupa’da tecrit edilmesine yol açacak bir “kabus senaryosu” konusunda uyarmıştır.
Öte yandan Fransa-Almanya arasındaki bu yakınlaşmanın devam edeceğine ilişkin herhangi bir güvence de yoktur. İtalya’nın Silvio Berlusconi hükümeti gibi, bazı AB üyeleri, bazı konularda Fransa-Almanya eksenini desteklerken, bazı konularda da Britanya’nın Amerikan yanlısı görüşlerini desteklemişlerdir. 
Blair hükümeti, Washington’a daha az bağımlı bir siyasal gündemin gelişmesi halinde, AB ile ABD arasında geleneksel uzlaşma sağlayıcı konumunun zarar göreceğinden korkmaktadır. O nedenle, Fransa-Almanya arasındaki OTP ile ilgili anlaşmaya karşı çıkarak, bunun, eski Fransa Başkanı Valerie Giscard d’Estaing tarafından hazırlanan AB Anayasa taslağını berhava edeceğini savundu. Oysa ki bu taslağın bütün AB üyeleri tarafından kabul edilmesi uzak bir olasılıktır. Yine de Alman Dışişleri Bakanı Fischer, anayasada önerilen kurumların hepsini desteklemediğini söylemekle beraber, eğer bir AB Anayasası olacaksa, bunun “herhangi ayrıntılı bir tartışma yapılmadan” kabul edilecek olan Giscard’ın tasarısı olacağını vurguladı.
Fransa ile Almanya, AB Anayasası konusunda ortak görüşlerini oluşturmak için bir doruk toplantısı yapacaklarını duyurdular. Fransız basını, Chirac’ın “karşılıklı yardımlaşmayı güvence altına alan” bir maddenin tasarıya eklenmesi yanında, Avrupa’nın ABD ve NATO’dan bağımsız bir Avrupa askeri gücü oluşturmasında gerekli olan A-400M adlı askeri ulaştırma uçağının yapım projesini Almanya’nın finanse etme sözünde durması için ısrarlı olacağını yazdı.   
AB’nin gelişmesindeki Amerikan baskıları, sadece İngiliz hükümetinin AB-ABD çelişkilerinin dile getirilmesini önlemek için yaptığı umutsuz çabalarla sınırlı değildir. Washington’un, Türkiye’nin AB’ye alınması için yaptığı ısrarlı destek, AB’nin iç çalışmasındaki etkisini artırmaya yönelik olan herkesin bildiği bir çabadır. 60 milyon nüfusa sahip olan Türkiye, ABD’nin Ortadoğu’daki ana müttefiklerinden biri olup, AB’ye üye olması halinde AB kurumlarının birçoğunda fazla sayıda sandalye elde edecektir. 
Geleneksel olarak ABD’ye yakın olan İngiltere ile İtalya, Ankara’nın AB üyeliği için desteklerini beyan etmişlerdir Giscard, 9 Kasım’da Türkiye’nin kültür açısından farklı bir ülke olduğunu ve nüfusunun hızla arttığını söyleyerek, AB’ye üye olması halinde “AB’nin sonunun geleceğini” öne sürmüştür. Dinsel ve kültürel sorunların kendi görüş ve konumu ile ilgili olarak pek bir rol oynamadığını belirten Giscard d’Estaing, daha sonra Avrupa ve yakınındaki Ortadoğu bölgeleri için ortak bir pazar oluşturulmasını önermiş ve AB ile Türkiye arasında bir “ortaklık sözleşmesi” olasılığından söz etmiştir. Giscard’ın gerçekten tek endişesi, Türkiye’nin AB üyeliğinin AB içindeki siyasal güç dengesi üzerindeki etkileridir.
Fransa Parlamentosu’ndaki çoğunluk grubunun başkanı Jacques Barrot gibi Lüksemburg Başbakanı da Türkiye’nin AB üyeliği için görüşmelere başlama tarihi verilmesinden duyduğu endişeleri dile getirmiştir. Schröder, 13 Kasım’da üyelikten söz etmeden, Türkiye ile AB arasında bir yakınlaşma olmasını görmek istediğini söylemiştir. Alman Hıristiyan Demokrat Birliği’nin Avrupa temsilcisi Elmar Brok, AB’nin sınır bölgeleri için “orta dereceli üyelik” konusunu ciddi olarak düşünmekte olduğunu söylemiştir. Türkiye’nin üyeliğinin Aralık ayında takvimlenmesi planlanmıştır ve bu konudaki görüşmeler çok yoğun ve gergin geçmektedir.
AB’yi sarsan tartışmaların hepsinin de ortak bir dayanak noktası vardır: Avrupa’nın egemen sınıfları, ABD-AB ilişkileri ve Washington’un dış politikasının evrimi konusunda muazzam endişeler duymaktadırlar. Farklı AB üyesi devletler arasındaki değişen ittifaklar, büyük ölçüde onların ABD karşısındaki tutumlarıyla tanımlanmaktadır. Washington’dan gelen ve  gittikçe artan dengesiz, tek yanlı ve militarist politikalar, AB içinde önemli siyasal bunalımları kışkırtmaya gebedir.

(“Hüseyin Erdoğan” imzasıyla, Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek dergisi, Sayı:85, Aralık 2002)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder