17 Mayıs 2015 Pazar

EVET DEDE, “ONLARI KESTİRENLER VAR!” (Derviş A.Kavazoğlu)


            Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin Türkçe olarak haftada üç defa yayımladığı “Yeni Işık” gazetesinin 20 Ekim 1964 tarihli 127. sayısında ilk bölümü yayımlanan ve üç sayı süren Derviş A.Kavazoğlu (Kıbrıslı) imzalı ve EVET DEDE, “ONLARI KESTİRENLER VAR!” başlıklı yazıyı aşağıda okuyabilirsiniz. Metni arşivinde saklayıp, bize kazandıran İbrahim Aziz’e teşekkür ederiz-A.An):

            GÜLİSTANDA
            Burası Sofya... Otel “Rila”.
            Mimarlık sanatının ince zevk ile sadeliği birleştiren modern bir yapı otel “Rila”. Yapının dışında, ön kısmın iki yanına, çeşitli renklerde çiçekler dikilmiş. Dekor o kadar güzel ki, önümüze dünyaca meşhur “Acem halıları” gübü çiçekten halılar serilmiş sanki.
            “Rila”nın kalın kristal dış kapısı önünde bekliyen arabamıza giriyoruz. Sofyanın 25 kilometre dışında bir dağ oteline gideceğiz. Orada geçireceğiz geceyi.
            Arabamız Sofya sokaklarında ilerliyor. Sofyanın yolları, meydanları o kadar temiz, “sarı parke” öylesine düzgün döşenmiş ki, arabamız saray salonlarında ilerliyormuş gibimize geliyor!
            Şehirden “Vitoşa” dağına uzanan yol boyu nar içi gibi kırmızı. Altın renginde sarı, on beşindeki sarışın kız yanağı kadar pembe, batan güneş ışıklarının ufukta bıraktığı izler gibi mor, renk cümbüşü içinde çiçekler, güller, güller, güller...
            Burası Sofyadır deyiniz siz. İki bin şu kadar yıllık Sofya. Ama ben “gül bahçesidir, gülistandır” diyeceğim.
            “Vitoşa” dağı: Dağ eteklerinde kurulmuş konuk evleri. Biz “Kopito”ya iniyoruz. Restoranın camekânından dışarıyı seyrediyoruz: Melânkolik bir son bahar akşamı, gökte pırıl pırıl titreşen yıldızlarla. Sofyanın, yani Gülistan’ın ışıl ışıl yanan ışıkları, sanki sarmaş dolaş olmuş: Gökteki yıldızlar alçalmış, elektrik ışıkları yükselmiş, dudak-dudağa öpüşüyorlar.
            Restoranın sol yan kısmında sarışın bir kızın manikürlü uzunca narin parmakları piyano tuşları üzerinde dolaşıyor. Kolalı yakasına “kelebek tipi” bir boyun bağı takmış esmer, kömür gözlü bir genç, kemanına sarılmış, içaçıcı bir müzik sesi restorandakiler arasında canlılık yaratıyor. Bir İspanyol tangosunun tatlı nağmeleri içimizi okşuyor: “Adios muchachos Companero”...
            Ne? ... “Companero” mu dediniz?
            Evet Companero...
            Bu tek İspanyol sözü beni “Vitoşa”dan alıp uzaklara, çok uzaklara götürüyor...
            Her tarafı camdan bir saray...
            Sarışın gençler, altın saçlı kızlar, kara kıvırcık saçlı, tığ gibi Afrikalılar, Necro’lar, sivri uçlu hasır şapkalı Latin Amerikalılar, uçları yukarıya doğru çekik gözleriyle Asyalılar, binlerce genç neşeli şarkılarla otomatik basamaklardan çıkıyor ve büyük bir konferans salonuna giriyor.
            Kremlin konferans salonu... Binlerce genç yerlerini almış, Komsomolcu kızlar “FoRum” delegelerine renk renk çiçekler dağıtıyorlar. Yakışıklı bir İspanyol genci, sırası gereğince kürsüye çıkmış, mikrofon başında ateşli ve heyecanlı konuşuyor, haykırıyor:
            -Companeros, el imparialismo no pasara!’ (emperyalizm, dur... geçemezsin!) Konferans salonu gürlüyor. Bu dört kelimelik cümle binlerce genç tarafından bir koro halinde tekrarlanıyor.
            Çeşitli milletlerden binlerce gencin bu gür sesi, konferans salonu duvarlarını aşıyor, muazzam bir orkestradan çıkan senfoni ahengi içinde, Moskovadan dalga dalga yükselerek Yeryüzünün dört bucağına yayılıyor.
***
            “Vitoşa” eteklerindeki Kopitonun yemek salonunda müzik İspanyol tangosu devam ediyor: “Adios muchachos Companero.”
            Görülüyor. Boş vakitlerini rahat ve şen geçirebilmek için Bulgaristanlı emekçilere uygun şartlar yaratılmış ve yaratılmaktadır.
            Bizden hemen ötede bir masanın etrafına oturmuş, kadınlı erkekli bir grup; kendi aralarında hafif tertip şakalaşıyor, gülüşüyorlar. Uçları lüle lüle, kıvrılmış uzunca siyah saçları omuz başlarına yayılmış serpilmiş, siyah parlak gözleri etrafa ışık saçan bir kız oturuyor bu gençlerin arasında.
            UzanıyoRum gençlerin masasına doğru. Orada burada öğrendiğim kırık dökük bir Rusça ile soruyoRum uzun siyah saçlı kıza.
            -Krasivaya dyevuşka, vi gavarite paruski? (Rusça konuşuyor musun güzel kız?)
            Kızın dudaklarında tatlı bir tebessüm beliriyor, sonra, bir inci dizisi gibi düzgün dişlerini meydana döken bir gülümsemeyle cevap veriyor:
            -Ya mala gavaryu pa ruski (Rusçayı az konuşuyoRum ben) Fırsatı bulmuşken hemen soruyoRum:
            -Söyler misiniz lütfen, isminiz ne sizin?
            -Sonya, diyor. Ben tekrar soruyoRum:
            -Ne iş yapıyorsunuz Sonya?
            -Dokumacıyım, sonra da gece enstitüsüne devam ediyor, müzik öğreniyoRum, müzik dersleri alıyoRum.
            -Peki, ama Sonya, diyoRum, gece enstitüsüne devam ettiğinize göre nasıl oluyor da şimdi, yani bu akşam burada bulunuyorsunuz, eğleniyorsunuz. Kız şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor ve cevap veriyor:
            -Ama azizim, bu akşam Cumartesi akşamı; dersim yok, eğlenmeğe hakkım yok mu? Hem ben dağ gezilerini, müziği, dansı çok seviyoRum. Halk hükümetimiz de bize bu şartları yaratıyor. Niçin faydalanmıyalım? Çalışmak, öğrenmek, yaşamak eğlenmek, diyor  Sonya, güzel şeyler değil mi?
            Sonyanın bu basit felsefesi karşısında şaşırdım.
            İşçi bir Bulgar kızı, çalışıyor, müzik dersi alıyor, “Çalışmak, öğrenmek, yaşamak, eğlenmek insanın tabii hakları” diyor.
            -Evet Sonya, gereken uygun şartlar, devlet ve diğer toplumsal kuRumlar tarafından yaratıldıktan sonra çalışmak, öğrenmek, yaşamak, eğlenmek insanın elde ettiği tabii haklardan olur. Fakat... Sizde olan bu uygun şartlar, her memlekette yoktur. Ben birçok Avrupa memleketlerini gezdim. İnan bana ki, bu şartları oralarda bulamazsın. İşçi kızlar senin gibi çalışamaz, öğrenemez, yaşayamaz, eğlenemez. Aristokratlar yaşar, eğlenir, ama çalışmaz, ama öğrenmez. Haydi Sonya  siz eğlencenize devam ediniz, bana müsaade.
            Selâmlıyarak ayrılıyoRum gençlerin masasından.
***
            Müzik devam ediyor. Ama ben artık müzikten bir şey anlamıyoRum. Kafamda Sonyanın sözleri, Sonyanın felsefesi. Kız bugününden, yarınından amin, haklı olarak öğünüyor. Nasıl öğünmesin ki... Çalışma hürriyeti, öğrenme hürriyeti, eğlenme hürriyeti var Sonya’nın. İstidadı varsa eğer, bu işçi Bulgar kızının, bir Bethoven olma fırsatına mâliktir.
            “Bana bütün bu şartları, bu hürriyetleri Bulgaristan halk hükümeti yarattı” diyor Sonya.
            Bizde, benim yurdumda, Kıbrısımda da lüleli siyah saçlı, kara gözlü Ayşeler, Mariyalar vardır. Bizimkiler de çalışmak, öğrenmek, yaşamak, eğlenmek istiyorlar tabii...
            Emperyalizm, melun emperyalistler bırakmıyorlar ki... Bizimkiler şimdi dağ başlarında “kestirilen” sevgililerini, kardeşlerini kara toprağa vermenin kederi içinde gözyaşı döküyorlar.
            Oysa benim yurdum, Kıbrısım da yaşanası bir ülkedir. Sofya nasıl akşamları Vitoşa dağlarının altında renk cümbüşü içinde pırıl pırıl, ışıl ışıl ışıldarsa, bizim Lefkoşa da öyle. Girne dağlarının “boğazından” görmelisiniz siz yaz akşamları Lefkoşayı. Ama şimdi göremezsiniz. Çünkü oralarda “Onları kestirtenler var.”
            Vitoşa dağlarında olduğu gibi “turistik” Kıbrıs dağlarının da mağrur çınar ağaçları altında, daha dün denecek kısa bir zaman öncesine kadar, barış şarkıları, hayat şarkıları sevda şarkıları söylüyor, kaval üflüyordu bizim gençler de. Fakat koca çınar ve çam ağaçlarımız, gençlerimizin şarkıları, tatlı kaval sesleri yerine top ve tüfek sesleri işitiliyor şimdi. Evet Kadir Hüseyin dede, doğru düşünmüşsün, oralarda “onları kestirenler var!”
            (2)DUR, GAZETECİ BEY!
             Bizimkiler hakkında ne kadar da doğru söylemiş, Bulgaryalı Türklerden 67’lik Kadir Hüseyin dede.
            İşittiğime göre, geçenlerde, Türkiyeden beş kişilik bir gazeteci grupu gelmiş Bulgaristana.
            İşte bu söz konusu gazeteciler grupundan bir bey, yapışmış Bulgaristan Türklerinden 67’lik Kadir Hüseyin dedenin yakasına, ille de kabul ettirecek ihtiyara:
            -”Sen biliyor musun baba, diyormuş gazeteci bey, Kıbrıstaki Türk kardeşlerimizi sebepsiz yere kesiyor Rum gâvurları. Kadir Hüseyin dede, 67 yıllık hayatında böylelerini çok görmüş, çok işitmiş olacak ki, hemen basıvermiş cevabı:
            -”Aman, beyim, herhalde onları kestirenler var” demiş. Dededen böyle bir cevap beklemiyen gazeteci bey sinirlerine hâkim olamamış ve dedeye:
            -”Sen Türklüğünü kaybetmişsin ihtiyar” diye çıkışmış.
            Dur, gazeteci bey, acele etme! Kadir Hüseyin dede Türklüğünü falan kaybetmemiş, sadece şarlatanlıklara, demagojilere kulak asmıyor. Size göre, dedenin bütün kabahatı da böyle olmasında zaten.
            Ama rahat bırakınız Bulgaristanlı Kadir dedeyi de geliniz, Kıbrıslı bir Türk olan benimle konuşunuz, beni dinleyiniz gazeteci bey. Bulgaristan Türkleri, siz de dinleyiniz. Sen de dinle Kadir dede.
            Önce şunu belirteyim ki, yüz on bine yakın olan Kıbrıs Türklerinin otuz bini on aydır, evinden ocağından ayrı, alın teri ile yoğurduğu toprağından uzak, doğup büyüdüğü yerine hasret, sinemahanelerde, çadır altında, açık ovalarda göçebe halinde, medeniyete ve insaniyete aykırı bir yaşayış içinde sürükleniyor! Ama neden?
            On aydır Kıbrıs Türk toplumunun büyük çoğunluğu işsiz güçsüz, yarı aç, billâç perişan bir yaşayış içinde çalkalanıyor! Ama niçin?
            Baskıyla, silâhla, faşist metotlarla, emperyalistlerin ve vaktiyle gerici Menderes çevrelerinin desteğiyle Kıbrıs Türk toplumunun başına geçtikten sonra, halkın kalkınmasını, refahını hiç düşünmeden, bütün çabalarını Kıbrıslı Rum vatandaşlarımızla çekişmeye hasreden, çağdaş dünya görüşünden yoksun Rauf Denktaş grupuna göre, Kıbrıs Türk toplumunun bu günkü felâketinden sorumlu olanlar, yalnız ve yalnız Kıbrıs Rumlarıdır. Fakat bu iddianın asılsız demagojiden başka bir şey olmadığını, Kıbrıs Türklerinin bu günkü feci durumundan esas sorumlu ve suçlu emperyalistlerin ve onlara âlet olan faşist Denktaş grupunun olduğunu burada delillerle göstermeye çalışacağım.
            İlk delil olarak Emin Dirvana’nın makalesini ele alacağım. Türkiyede 27 Mayıs hareketinden sonra idareyi ele alan Milli Birlik Komitesi hükümeti tarafından Kıbrısa büyükelçi tayin edilen ve iki yıllık elçiliği devresinde -Denktaşın faşist grupu müstesna- Kıbrıs Türk toplumunun sevgi ve saygısını kazanan sayın Emin Dirvana, 1964 yılının Mayıs ayında “Milliyet” gazetesinde yayınlanan uzun bir makalesinde şöyle yazıyordu:
            “...Büyükelçi sıfatıyle Kıbrısta bulunduğum müddetçe hiçbir Kıbrıs Türkünün evi yıkılıp yakılmadı. Rumlar tarafından hiçbir Türke ateş edilmedi; hiçbir kimse Kıbrıstaki Türk haklarını reddetmedi...”
            Sayın Emin Dirvana bu gerçekleri ortaya koyduktan sonra, faşist grupun başkanı Rauf Denktaşın içyüzünü açığa vurarak şöyle yazıyor:
            “Denktaş, Kıbrıs Türk Cemaat Meclisinin başkanı olarak, Kıbrıs Türklerine ve Türkiye hükümetine karşı taşıdığı sorumluluğu idrak etmeliydi.” “Denktaş’ı, faaliyetlerini Türk toplumunun kalkınmasıyle ilgili meseleler üzerine toplaması için aylarca boşuna ikaz etmiye çalıştık. Fakat Denktaş, Kıbrıs Türk toplumunun kalkınmasını düşünmekten fazla, birçok defa da sebepsiz olarak, Kıbrıs Rumlarıyle çekişmeyi tercih ediyordu.”
            İşittiniz mi gazeteci bey. Rumlarla Türklerin çekişmesine ve çarpışmasına kimlerin sebebolduğunu? Yoksa size göre sayın Emin Dirvana da Türklüğünü mü kaybetti?! Yok, canım. Bu kadarına diliniz varmaz sanırım!
            Şimdi, geliniz 30 bin Kıbrıslı Türkün kimler tarafından evinden yurdundan edildiğini, göçebe haline getirildiğini, Denktaşın kendisinden dinleyelim: 22 Mart 1964 akşamı, Ankara radyosunun “Dünyaya açılan pencere” programında yayınlanan mülâkatında Denktaş aynen şöyle demiştir:
            “Kıbrısta federal bir idare kurmak istiyoruz. Bunu temin etmek için de, bir kısım Türkü bir yerden diğer bir yere naklederek adanın muayyen yerlerinde halkımızın toplanması gerektir.”
            “Gâvurlar Kıbrıstaki Türk kardeşlerimizi sebepsiz kesiyor” demagojisiyle Bulgaristan Türkleri arasında misyonerlik yaparak, fesat çıkarmak sevdasına kapılan “gazeteci bey” işitiyorsunuz ya? Denktaş bu mülâkatıyle 30 bin Türkün Rum katliamından kurtulmak için değil de, kendisinin ve kafadarlarının zoruyle yerlerinden yurtlarından edildiklerini bizzat itiraf ediyor.
            Denktaş ve kafadarları, kendi siyasi, ırkçı ihtiraslarını tatmin etmek ve ustaları olan sömürgecilere faydalı hizmetlerde bulunmak için Kıbrıs Türküne yalan söylediler ve “toptan katliam” gibi demagojilerle Türk halkının temiz, milli hislerini sömürerek 30 bin kardeşimizi yerinden, yurdundan, köyünden kaldırarak Kıbrıs Türk toplumunu bu günkü feci duruma sürüklediler!
            Denktaş ve kafadarları “milli mücadele” diye halkımızın bir kısmını kandırarak ayağa kaldırdılar; yüzlerce Türkün ve bir o kadar da Rumun ölmesine, birbirlerini öldürmelerine sebeboldular.
            On yıllık Kıbrıs tarihine kısaca bir göz gezdirdiğimizde Denktaşın adına “milli mücadele” dediği şeyin, İngiliz ve Amerikan sömürgecilerine hizmet etmekten başka bir şey olmadığını kolayca anlıyabiliriz.
            Burada bu tarihten bazı örnekler vermiye çalışacağım.
            Yıl 1954. İngiltere parlamentosunda bay Henry Hopkinson “Kıbrısta statükonun asla değişmiyeceğini”, yani İngiliz emperyalizminin Kıbrısa asla hürriyet, bağımsızlık tanımıyacağını beyan ediyor. İngiltere aynı yıl, Birleşmiş Milletler teşkilatı Genel Kurul toplantısında, “Kıbrıs meselesinin kendi iç meselesi” olduğunu savunuyor.
            Aynı yıl, Kıbrıstaki basiretsiz Türk liderlerinin ve Menderes idaresinin “Türk tezi” namı altında savundukları “tez” İngiliz tezinin tıpa tıp aynısıdır. Nasıl ki, Birleşmiş Milletler teşkilatının Genel Kurul toplantısında Demokrat Parti hükümetinin temsilcisi de aynen İngiliz temsilcisi gibi “Kıbrıs meselesinin, Büyük Britanyanın iç işi olduğunu, binaenaleyh Birleşmiş Milletlerin, üye devletlerin iç işlerine karışmağa hakkı olmadığı” tezini savunmuştur.
            Yıl 1955. Eylül ayı. İngiltere siyaset değiştirerek, Üçlü Londra konferansında, Kıbrısa bağımlı bir muhtariyet verme teklifinde bulunuyor. Aynı konferansa katılan, o zamanın Demokrat Parti hükümeti temsilcisi, Türkiye Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, İngilterenin sunduğu muhtariyetin Türkler tarafından kabul edileceğini bildiriyor ve söz olsun diye “eşit temsili haklardan” bahsediyor.
            Yıl 1956. Aralık ayı. Kıbrıs Rum toplumu, İngilterenin sunduğu bağımlı muhtariyeti kabul etmeyince, İngiliz emperyalistleri bu defa Ratklif anayasasını sunuyor. 20 Aralık 1956 tarihinde, zamanın Türkiye Başbakanı Adnan Menderes “Ratklif anayasasının makul bir müzakere mevzuu olduğunu” beyan ediyor. Kıbrıstaki basiretsiz Türk liderleri de “Ratklif anayasasını kabul edeceklerini” bildiriyorlar. Ama bilindiği gibi, Ratklif anayasası, Zorlunun 1955’te bahsettiği “eşit temsil haklarına” dayanmıyordu. Böylece sözde “Türk tezi” İngiliz siyasetini adım adım izliyerek emperyalistlerin arzusuna göre şekil değiştiriyordu.
            Bundan sonra Kıbrıs Rum toplumu Kıbrısa tam bağımsızlık tanımıyan Ratklif anayasasını kabul etmeyince, sırf korkutma ve kendi sömürgeci menfaatlerine hizmet etmek için İngiltere parlamentosunda “Kıbrısı taksim” fikrini ortaya atıyor.
            (3) Orta Doğuda kendi sömürge menfaatlarını korumak, bu mıntakada petrol hırsızlığına devam etmek, Arap halklarının milli kurtuluş savaşlarını boğmak için Kıbrısı bir atlama tahtası, bir harb gemisi, bir uçak gemisi gibi elinde bulundurmak isteyen İngilterenin, bu maksatla ilk olarak ortaya attığı “Kıbrısı taksim” fikrini, Menderes idaresi ve Kıbrısta zorla Türk toplumunun başına lider olanlar kabul ediyor ve İngiliz emperyalistlerinin bu parçalayıcı siyaseti “Türk siyaseti” olarak ortaya konuyor.
            Artık “ya taksim, ya ölüm” parolalarıyle Kıbrıs Türkleri ve Türkiye halkı tahrik ediliyor, Kıbrısta ilk toplumlararası çarpışmalara şartlar yaratılıyor.
            Bundan sonra İngiliz sömürgecileri “Makmillan planı”diye, Kıbrıs için yeni bir emperyalist planı ileri götürüyor. “Ya taksim, ya ölüm” parolalarıyle Kıbrıs Türk toplumunu ölüme sürüklüyenler, bu defa Makmillan planını hemen kabul ediyorlar. Ama, bu plan “Taksime” filân dayanmıyordu.
            Kıbrıs Rum toplumu “Makmillan planı” denilen bu emperyalizm icadını da kabul etmeyince, sözde Kıbrıs Türk liderleri ve Menderes idarecileri, İngilizlerin arkasına takılarak başka emperyalist icatları arama peşine düşüyorlar ve Zürih-Londra anlaşmalarını ortaya çıkarıyorlar.
            Kıbrısta dört yüz yıldan fazla bir süre boyunca, yardımlaşarak barışçı bir hayat süren Rum ve Türk toplumları arasına nifak sokmak, düşmanlık tohumları saçmak, milli hisleri körüklemek ve ayrılık yaratmaktan başka bir şeye yaramıyan Zürih-Londra anlaşmaları iki topluma da empoze edilmiş, bu anlaşmalar halk oyuna (reyine) sunulmamıştır.
            Üç yıllık tecrübeyle, bu anlaşmaların, bu anlaşmalara dayanan anayasanın ve devletin normal çalışamıyacağı açıkça anlaşılmıştır.
            Bundan dolayıdır ki, Cumhurbaşkanı Makarios, devletin normal çalışmasını sağlamak için anayasayı düzeltmek talebinde bulunmuş ve müzakere edilmesi için 13 maddelik bir tasarı sunmuştur. Bu 13 maddelik tasarı, esasında, Kıbrıs Türk toplumunun gerçek ve demokratik haklarını ihlâl etmiyordu. Fakat ne Kıbrıstaki sözde Türk liderleri, ne de Türkiye, tasarıyı müzakere etmeye yanaştılar. Bunun sonucu olarak Kıbrısta siyasi hava elektrikleşti. Emperyalizm de bu elektrikli havayı sömürmesini bildi ve organları vasıtasıyle 23 Aralık 1963 çarpışmalarını başlattı.
            Bugüne kadar devam eden bu çarpışmalar, yüzlerce Kıbrıslı Türk ve Rumun ölmesine, aile ocaklarının sönmesine, kadınların dul, masum yavruların öksüz kalmasına sebeboldu. Emperyalizmin ve organlarının menfaatı için topyekün Kibrıs Türkü felakete sürüklendi.
            Cumhurbaşkanı Makariosun, anayasayı işler hale sokmak maksadıyle sunduğu 13 maddelik tasarıyı müzakere etmek için taraflar yuvarlak masa etrafına oturmuş olsalardı, Kıbrıs halkının ve özellikle Kıbrıs Türklerinin başına bugünkü felâket gelmiyecekti.
            Ne kadar acı ve ibret vericidir ki, Makariosun 13 maddelik tasarısını müzakere etmeyi reddedenler bu gün, ilk maddesi “Enosis”le başlıyan Açesının emperyalist yapılı 5 maddelik Kibrıs planına kur yapıyorlar. Yapıyorlar, çünkü Açesın planı Kıbrısta Amerikalısına, İngilizine ve Türkiyeye; yani NATO’ya askeri üs kurma hakkı tanıyor. İlk maddesi “Enosis” yani Kıbrısın Yunanistana katılmasıyle başlıyan Açesın planı -içerisinde NATO üsleri de bulunduğu için yukarıda belirttiğimiz diğer emperyalist planları gibi- üzerine suni olarak bir Ay-yıldız takılarak “Türk tezi”, “Türk planı” diye önümüze sürülürse hiç, ama hiç şaşmıyacağız.
            “Kıbrısta gâvurlar sebepsiz, Türk kardeşlerimizi kesiyorlar” diye Bulgaristanlı 67’lik Kadir dedenin yakasına yapışan “gazeteci bey”, siz bütün bu gerçekleri bilmiyor muydunuz? Kıbrıs meselesinde emperyalizme yedek olma yüzünden Türkiyenin Franko İspanyası gibi, dostsuz kalmaya doğru sürüklendiğini görmüyor musunuz? Atatürk devrindeki Türkiyeyle bu günkü Türkiyenin milletlerarası durumunu, bir gazeteci olarak hiç mukayese ettiniz mi? Atatürkün önderliği altında Orta Doğuda emperyalizme karşı ilk milli kurtuluş sancağı açan Türkiyenin bugün milli kurtuluş savaşı yapan halklara karşı tutumunu ve bunun zararlı neticelerini hiç tetkik ettiniz mi?
            Gazeteci bey, eğer siz gerçekten yurdunuzu ve milletinizi seviyorsanız, Bulgaristanlı Türk dedenin yakasını bırakınız da Atatürk devrinde olduğu gibi, Türkiyenin tekrar antiemperyalist cephede şerefli yerini alması, Türk halkına mutlu bir gelecek yolu açılması için savaşan Türkiyeli yurtseverlerin, ilericilerin, gerçek Atatürkçülerin savaşına katılınız. Ancak böyle yapmakla Türkiye halkının ve çok ilgilendiğinizi göstermek istediğiniz Kıbrıs Türklerinin menfaatına hizmet etmiş olursunuz.
            Türkiye halkının ve Kıbrıs Türklerinin menfaatı genel antiemperyalist cephenin dışında olamaz. Uzun boylu tecrübeler göstermiştir ki, Kıbrıs meselesinin en iyi, en uygun hal çaresi, Kıbrıs Türklerinin gerçek demokratik hak ve menfaatları, Birleşmiş Milletler teşkilatı İnsan Hakları Beryannamesi esasınca garanti altına alınarak, tam bağımsız, birleşik, tarafsız, demokratik ve barışçı bir Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulmasıdır. Emperyalizme uyarak bunun dışında bir hâl çaresini zorla tatbik etmeye kalkışmak, Kıbrıs Türklerini ve Türkiyeyi felâkete sürüklüyecek ve dünya barışını tehlikeye sokacaktır.
            Yabancı askeri üslerden kurtulmuş tam bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti, iddia edildiği gibi, Türkiye için tehlike teşkil etmez. Bütün Orta Doğu ve Türkiye halkına yabancı entrikalarından kurtularak mutlu ve barışçı bir yol açılmasına yardım eder. “Gazeteci bey”, eğer bütün bunları bildiğinz halde, şuurlu olarak emperyalizme hizmet ediyorsanız, emperyalizm hesabına Bulgaristanlı Kadir dedenin yakasına yapışmayınız, bırakınız o namuslu nur dedenin yakasını, çünkü “El imperialismo no pasara” Bulgaristanda emperyalizm geçmiyecektir! Ama pek yakında Kıbrısta da, Türkiyede de geçmiyecektir emperyalizm!
***
            Evet, Kadir dede, gerçekten de onları kestirenler var. Dede, işittin mi şimdi onları kimlerin ve niçin kestirttiğini? Gene de sen merak etme, dede. Senin, sizinkilerin çorbacılardan, emperyalistlerden ve faşistlerden kurtularak Bulgar kardeşlerimizle beraber kardeşçe, mutlu bir hayat yoluna girdiğiniz gibi bir gün, ama mutlaka onlar da kurtulacaklardır. Çünkü yakında orada da, Kıbrısta da emperyalizm ve faşizm geçmiyecektir. Kıbrısın turistik dağlarının mağrur çam ve çınar ağaçları top tüfek sesleri yerine Türk ve Rum gençlerinin gruplar halinde söyliyecekleri barış şarkılarını, hayat şarkılarını, sevda şarkılarını tekrar dinleyeceklerdir.
            Dede, işte o zaman senin torunların bize konukluğa gelecek ve dağlarımızın çınar ağaçları altında, bizim çocuklarla kucaklaşarak, hep beraber barış şarkıları, yeni hayatın şarkılarını söyliyeceklerdir. Bizimkiler de size gelecek tabii. “Vitoşa” dağlarında sizinkilerle beraber el ele verip, aynı şarkıları söyliyeceklerdir.
            Yolculuk var, dede. Haydi hoşça kal. Sen, Kadir Hüseyin dede, siz Bulgaristanlı Türkler, seçtiğiniz yolda Bulgar kardeşlerinizle hep böyle beraber el ele vererek sonuna kadar yürüyünüz. Yolcu yoluna gerek... Ben de yoluma gidiyorum. Emperyalizme karşı savaş yoluna. Ta ki, benim yurdumda da El imperialismo no pasara” oluncaya kadar. Ama olacaktır. Kıbrısta da “Emperyalizm geçmiyecektir”.
            Sen de Sonya, Sonyalar hoşça kal, hoşça kalınız! Evet çalışmak, öğrenmek, yaşamak, eğlenmek hürriyeti güzel şeydir, Sonya. Bizim kara gözlü, lüle saçlı Zeyneplerimiz, Mariyalarımız da bu hakları mutlaka elde edeceklerdir. Tıpkı senin gibi, sizin gibi... 
            Yolculuk var kardeşler.
            Benim yolum emperyalizme karşı giden yol.
            Vitoşadan Sofyaya, yani gülistana giden geniş yoldan tekrar geçiyor arabalarımız. Yol boyu, gene nar içi gibi kırmızı, on beşindeki sarışın kız yanağı kadar pembe, batan güneşin ışıklarının ufukta bıraktığı izler gibi mor, renk cümbüşü içinde çiçekler, güller, güller, güller...
            “Burası Sofyadır” deyiniz siz, iki bin şu kadar yıllık Sofya. Ama ben “Gül bahçesidir”, “Gülistandır” diyeceğim. Hoşça kal Gülistan, yani Sofya!

Vitoşa, 11.10.1964 y.

(Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek dergisi, Sayı:78, Eylül 2002) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder