15 Mayıs 2015 Cuma

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE’NİN KIBRIS SORUNU


 Sunuş: Takdir edilecektir ki, 50 yıla yakın bir süredir Türk dış politikasının ana konularından biri olan Kıbrıs sorununu bir dergi makalesi içerisinde özetlemek, konunun çok yönlü ve karmaşık olması nedeniyle pek de kolay değildir. Biz, olaya daha çok Türkiye’nin soruna dahil edilmesinden başlayarak, Kıbrıs Türk liderliğinin ayrılıkçı politikası açısından yaklaşmak istiyoruz. Başından beri, Kıbrıs Cumhuriyeti devletindeki Türk haklarına sahip çıkmak yerine, devlet mekanizmasını Kıbrıs Rum liderliğine terkederek, gün gele taksim edilecek Kıbrıs’ta ayrı bir devlet kurma politikasını savunan Kıbrıs Türk liderliği, 1963 ve 1974 olaylarından sonra Kıbrıslı Türkleri,  askeri ve ekonomik yönden Türkiye’ye daha da bağımlı bir duruma sokmuştur. Bu durum, Türkiye’deki resmi görüş dışındaki liberal çevrelerde de zaman zaman tartışılmakta ve eleştirilmektedir. Aşağıdaki yazı, bu eleştirilere bir katkı amacını taşımaktadır.   

“Ruma karşı yıllarca tek başımıza direndik. Türkiye’yi bu işe angaje edinceye kadar ne çektiğimizi biz biliriz.” (Rauf  Denktaş, Yeni Düzen, 4 Ağustos 1991)
***                 
“Kıbrıs işinin de bir şekilde artık çözümlenmesi gerekmektedir. Çünkü tam on yedi yıldır, ne on yedisi, tam otuzaltı yıldır kabak tadı vermiştir Kıbrıs konusu. Kıbrıs uğruna çektiğimiz ve çekeceğimiz acılar da artık yormuş, bezdirmiştir bizleri. Konuyu “toplumlararası görüşmelerde” sürüncemede bıraktığımız sürece daha kırkaltı yıl da böyle sürüp gidecektir...Kıbrıs meselesi bir şekilde çözülmeden Türkiye hiçbir yere, hiçbir düzeye yönelemez. Bir şekilde çözmek, ille de satmak anlamına gelmez.” (Engin Ardıç, Sabah, 8 Temmuz 1991)
***
“KKTC’deki “tek adam iktidarı” ile bu iktidardan avanta alanların çıkarları sürebilsin diye Kıbrıs sorununu çözümsüz bırakmak ve Türk halkını siyasi bir çıkmazın içine itmek de “vatanseverlik” sayılamaz.” (Mehmet Altan, Sabah, 10 Temmuz 1991)
***
“Rauf Denktaş, olağanüstü diplomatik mahareti sayesinde, hem çeşitli müzakereleri sürüncemede bırakmış, hem de Türkiye kamuoyunun Kıbrıs konusundaki hassasiyetini çok usta biçimde kullanmıştır...Ankara KKTC’de Türkiye ile kıyaslanamayacak bir refah devleti kurmuştur. Halbuki kuzey, oligarşinin elinde arpalığa dönüşmüştür. Bunlar fütuhat edebiyatının saklayamadığı gerçekleri oluşturmuştur.” (Hadi Uluengin, Hürriyet, 5 Ağustos 1992)

SORUNUN GEÇMİŞİ
Emekli Korgeneral Faruk Güventürk, 31 Ekim 1969 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan “Kıbrıs Meselesinde Yunan Politikası” başlıklı makalesinde, şöyle demekteydi:
“Biz işin başından itibaren, yani 1878’de geçici kaydıyla İngiltere’ye verdiğimiz Kıbrıs’ın kaderi ile 5 Kasım 1914’de İngilizler adayı tek taraflı olarak ilhak ettikleri günden bu yana hiç meşgul olmamışız. İngilizler adadaki Türkleri tedricen yok etmek için her çareye başvurmuşlar ve Elalemeyin muharebesinde Kıbrıslı gençleri en ileri hatlarda kullanmaktan çekinmemişlerdir. Yunanlılar ise Kıbrıs’ın İngiltere’ye terk edildiğinden beri Kıbrıs’ı almak için akla hayale gelebilen her çeşit faaliyette bulunmuş ve Yunan zenginleri bu konuda hiç bir fedakarlıktan çekinmemiştir. Londra’daki bir Yunan zengininin yalnız Kıbrıs broşürünü bastırmak için 30,000 sterlin verdiğini kaydetmekle yetineceğiz. Buna mukabil Türk hariciyesi maalesef daima atıl durmuş, hatta 1954’te Prof.Fuat Köprülü “Türkiye’nin bir Kıbrıs davası yoktur” diye bir beyanat vermek gafletine düşmüş, senelerce Hariciye Vekilliği yapmış Selim Sarper de Kıbrıs için yapılan bir açık oturumda “Türkiye’nin 1947’ye kadar bir Kıbrıs meselesi yoktu” diyebilmiştir.”
Şevket Süreyya Aydemir ise, aynı gazetede şöyle yazmaktaydı:
“Kıbrıs işinin bizde, kamu efkarını işgal eden bir mesele haline gelişi, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bahçesinde bir bombanın patlayışı vesile edilerek, 6/7 Eylül 1955’te İstanbul, İzmir ve Ankara’da meydan alan hadiselerle başlar. Bu hadiseler karşısında hükümet, 6 Eylül 1955 tarihli ve Başvekaletin bir tebliği ile, Anayasa’nın 86. maddesine dayanarak, İstanbul, İzmir ve Ankara’da örfi idare ilanına gitmişti. Ondan önce de gerçi Kıbrıs üstünde, Basın sahasında ve daha ziyade Hürriyet gazetesinin yürüttüğü bir propaganda kampanyası devam ediyordu. Fakat Kıbrıs işinin bir hükümet meselesi haline gelişi, denebilir ki, bu 6/7 Eylül hadiseleri ile başlamıştır. Daha sonraki gelişmeler ise malûmdur...” (Rakamlarla Kıbrıs, Cumhuriyet, 4 Aralık 1967)
Kıbrıs Türk liderliği de benzeri bir kışkırtma olayını Lefkoşa’da tertiplemiş ve Rauf Denktaş’ın yıllar sonra bir İngiliz TV kanalına açıkladığı gibi “adını açıklayamayacağı yakın bir arkadaşı”, TC Konsolosluğuna bağlı Türk Haberler Merkezi’ni 6/7 Haziran 1958 akşamı bombalamıştı. Olay derhal Rumlara yüklenilmiş ve Rum kesimine yapılan Türk saldırılar sonucu gelişen toplumlararası çatışmalarda 13 kişi yaşamını kaybetmiş ve başkent Lefkoşa’nın Türk ve Rum kesimleri ilk kez tellerle ikiye bölünmüştü. (Ayrıntılar için bkz. A.An, Kıbrıs’ta Fırtınalı Yıllar, 1942-1962, Lefkoşa 1996, s.83-89)
Adaya geçici bir süre özerklik verilmesini öngören Foot Planı’na tepki gösteren ayrılıkçı Kıbrıs Türk liderliği, aynı yılın 27-28 Ocak günlerinde de “Ya Taksim, Ya Ölüm” gösterileri düzenlemiş ve İngiliz askerlerinin müdahalesi sonucu, 7 Kıbrıslı Türk yaşamını yitirmişti. Rauf Denktaş, o günlerde bir şehidin ablasına şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Bu ölüler bize lazımdır. Dünyaya sesimizi bu ölülerle duyuracağız!” (agy, s.77-78)  1 Mayıs 1958’i son kez birlikte kutlayan Türk ve Rum işçilerinin bu dayanışmasından tedirgin olan Kıbrıs Türk yeraltı örgütü TMT, o aylarda başlattığı öldürme, tedhiş ve tehditler sonucu, Türk işçilerinin ortak sendikalardan istifasını sağlamış ve ilerici-demokrat Kıbrıs Türklerini siyaset yapmaktan safdışı bırakmıştı. (A.An, 1963 Olaylarının 35. Yıldönümünde: Kıbrıs’taki Ayrılıkçı Politikalara Bir Bakış: Türk Mukavemet Teşkilatı’nın Kıbrıs Sorunundaki Yeri, Tarih ve Toplum, Aralık 1998, Sayı:180) Zamanın Kıbrıs’taki TC Büyükelçisi Emin Dirvana, Kıbrıs Türk liderliğinin, 7 Haziran’ı  “Milli Mücadele Günü” olarak kutlanmasına neden karşı çıktığını, 15 Mayıs 1964 tarihli Milliyet gazetesinde çıkan “Denktaş Hakikati Tahrif Ediyor” başlıklı makalesinde çok veciz bir şekilde anlatmıştı.
             
ANLAŞMA İÇİN İKİ ŞART: TÜRK ASKERİNİN KIBRIS’A GELİŞİ VE EKONOMİK YARDIM
Rauf Denktaş, 27 Ağustos 1960 tarihli Nacak gazetesinde çıkan “Kıbrıs’a Türk askerinin gelişi nasıl sağlandı? Kıbrıs Anlaşmasının bu safhası nasıl kapandı?” başlıklı makalesinde, yukarıda anılan kışkırtma olayları için şu itirafta bulunmaktadır:
“...Türkün sesini, Kıbrıs’ta Türk davasının varlığını ve davasını Ocak, Haziran-Temmuz aylarındaki şehitlerimizin kanı pahasına ancak da duyurabilmiştik. Fakat bu üç aylık mücadelenin bıraktığı intiba derindi. Yıkılmıyacak bir Türklüğün mevcudiyetine ve Kıbrıs’ta Türkiye’nin hak talebinde haklı olduğuna hürmet edilmesi gerektiği aşikar olmuştu. İşte bu sayededir ki, Birleşmiş Milletlerde Yunan tezi bertaraf edilmiş, Türkiye, Yunanistan, İngiltere arasında uzlaşma yoluna gidilmesi bir kere daha tavsiye olunmuştu...(1958 sonu, BM sonrası Londra’da iken Paris’e gitmeleri için telgraf gelir.A.An) Nato binasında Fatin Rüştü Zorlu ile konuştuk. Nevyork’taki asabi durumu geçmiş, yüzü gülüyordu. Bize,Yunanlılarla bir anlaşma imkanı olduğunu söyledi. “Kıbrıs’ta bir Türk-Rum Federasyonu şeklinde bir hükümete ne dersiniz? Bütün cemaat işleriniz ayrı meclislerde idare edilecek, umumi devlet işlerimizde de ortaklaşa bir idare kurulacak...Fiili garanti isteriz dedik. Fiili garantiden maksadımızı sordu. “Türk askerinin Kıbrıs’a gelmesi” dedik...Kurulacak hükümetin adı Kıbrıs Türk-Rum Federasyonu idi. Bizi tekrar Hariciyeye çağırdıklarında karşılaştığımız  sual şu oldu: “Kıbrıs’a Türk askerinin gelmesini sağlarsam, siz bu verdiğiniz tekliflerden hangisinden vaz geçersiniz? Federasyon isminden vazgeçermisiniz? Yunanlılar bu  Federasyon ismine takıldılar” dedi. “Vazgeçeriz” dedik. “Size bütün Türk ordusunu göndereceğim zannetmeyiniz. Yunanlılar sadece temsili, gayet küçük bir birlik göndermemize belki razı olurlar” dedi. O zaman aklımda birkaç yüz asker vardı. “Türk ordusunun parçası olduktan sonra bir kuvvet olabilecek temsili bir birliğe razıyız” dedik. Ve bu defa biraz daha ümitli olarak Hariciyeden ayrıldık. Biz Kıbrıs’a, Zorlu Zürih’e gitti... İkinci şartımız Cemaat meclisinin bütçe açığının devamlı surette kapatılması ve senede bir buçuk milyon ile iki milyon sterlin kadar bir inkişaf yardımı yapılması idi. Hükümet bunu da kabul ediyordu.”

1960’DA KURULAN YENİ DEVLET
Zürih ve Londra Anlaşmaları gereği, 16 Ağustos 1960 günü adadaki İngiliz sömürge yönetimi sona ermiş ve Kıbrıs Cumhuriyeti devleti ilan edilmişti. Sonrasını Le Monde gazetesinden okuyalım:
“Kıbrıslı Rumlar adadaki Türk azınlığına imtiyazlı bir durum sağlıyan bu anlaşmanın kendilerine zarar verdiği kanaatindeydiler. Zira ada halkının %81’ini teşkil eden Rumlar sadece Enosis’ten vazgeçmekle kalmamışlar, aynı zamanda halkın %18’ini teşkil eden Türk kardeşlerine dış siyaset, milli savunma ve mali işleri içine alan hayati meselerde veto hakkı tanımaya mecbur olmuşlardı. Ayrıca anayasa Türkler için idare mekanizmasında %30’a, orduda ise %40’a varan kotalar derpiş etmişlerdi ki bu nisbetler halkın iki unsurunun gerçek nisbetlerini ve Türk cemaatindeki kadro yokluğunu nazara alan Rum cemaatine aşırı görünüyordu... Makarios, bu ayın başında, hem azınlığın haklarını teminat altına almaya, hem de müesseselerin işleyişini ıslaha matuf teferruatlı bir tasarı ile doğrudan doğruya Kıbrıs’taki Türk cemaatinin idarecilerine başvurdu. Türk cemaati cevap vermeyi fuzuli bularak, talepleri reddetme işini Ankara hükümetine bıraktı.” (Le Monde, 24 Aralık 1963’den aktaran Forum, 15 Ocak 1964, Sayı:236)

“ANAYASA TATBİKATTA İŞLEMİYOR”
Emekli diplomat Cemal Hüsnü Taray, bu dönemin değerlendirmesini şöyle yapmaktaydı:
“Zürih ve Londra anlaşmalarını, Türk hükümetinin harbe kadar gidecekleri kanaatine vardıkları için Yunanlıların imza etmiş olduklarını bana, 1961 senesi başlarında memlekete dönerken uğradığım Atina’da eski Hariciye Nazırları “Averof” bizzat anlatmıştır... İki başlı bir devlet yaratılmıştı... Memleketimizi tek başına ziyaret eden Makarios’u biz Ankara’da Devlet başkanı olarak kabul ettik. Makarios, Kıbrıs anayasasının tatbikatta işlemediğini bize sarahatle anlattı. Görüşmeyi bile kabul etmedik. Makarios kaba kuvvetle emrivaki yaptı. Kıbrıs anayasasını kaldırdı... Anlaşmayı teminat altına alan üç devletten İngiltere, Londra konferansında, Kıbrıs’ta meşru bir hükümet bulunmamasına rağmen; meselenin BM’e havalesini teklif etti. Bu teklifi kabul etmekle 3’lü teminatı ve kefaletlerin mesuliyetini eritmiş olduk. BM’de Makarios’un mümessili ile münakaşalara girdik. Makarios’un devler reisliğini bu suretle tanımış oluyorduk. Zaten daha evvelce de Kıbrıs’ta Türklere karşı yapılmış vahşi hücumlar münasebetiyle şikayetlerimizi bir nota ile devlet reisi olmaktan çıkmış bu zata göndermiştik.” (Cumhuriyet, 29 Mart 1970)

“PARA YARDIMI GELMEZSE YAŞAYAMAYIZ”
1960 Haziran ayının ilk günlerinde Ankara’yı ziyaret eden Dr.Fazıl Küçük ile Rauf R.Denktaş, TC Dışişleri Bakanlığına sundukları bir raporda, diğer şeyler yanında şunları vurgulamaktaydılar:
“Bugünkü günde Rumların bizi hiçe sayması, bizi iktisaden çürütüp eritebileceklerine inanmalarındandır. Nüfus nisbetimiz dörtlü birli olmasına rağmen, iktisaden yirmide bir durumunda bulunuyoruz. Herşey için Rumlara el açmak zarureti ile karşı karşıyayız... İktisaden yardım görmezsek gülünç ve acınacak duruma düşeceğiz. Zürih’te aldığımız siyasi hakları karın tokluğuna satmak zorunda kalacağız...Bunun için Kıbrıs Türklerine acilen maddi yardım yapılması hem Kıbrıs’ta Türklüğün idamesi, hem de anlaşmaların acilen tatbiki bakımından acı bir zarurettir. Anlaşmalar tatbik edilmeğe başlar başlamaz Kıbrıs Maarif bütçesinde ve diğer cemaat işlerimizde görülecek bütçe açığının Türkiye Hükümeti tarafından karşılanması da ayrı bir zarurettir. Esasen, Zürih anlaşması altında ayrı bir cemaat olarak yaşayabilmemizin ancak bu maddi yardımların yapılması ile mümkün olacağını bidayetten hükümetimize bildirmiştik. Bu şekilde bir yardımın yapılmayacağını bilmiş olsaydık maddi yardım olmadan Kıbrıs Türklerini ancak Kıbrıstan yok edecek bir formül olan Zürih anlaşmasına asla boyun eğmez, 1958’in kanlı mücadelesini birkaç ay daha devam ettirir ve Taksimi tahakkuk ettirmeğe çalışırdık. Para yardımı yapılmazsa netice Kıbrıs Türklüğünün adadan sökülmesi olacaktır. Bu hususu bütün samimiyetimizle tekrarlamamıza müsaade buyurulmasını rica ederiz. Parasız, işsiz, kredisiz bir Türk cemaatı az bir zamanda ya Rumlarla tamamen kaynaşarak kaybolacak veyahut da adadan hicret edecektir. Türk askerinin adada mevcudiyeti aç bir cemaatı (ne kadar da vatanperver olsa) adaya bağlayamayacaktır.” (aktaran A.Akkurt, “Yorgacis’in Casusları”, İstanbul 1998, s.73-74)

TÜRK LİDERLİĞİ BİR GÖÇ PLANI HAZIRLAMIŞTI
Türkiye Milli İstihbarat Teşkilatı’na olan yakınlığı bilinen ve zamanın Kıbrıs Türk Cemaat Meclisi’ne Rauf Denktaş tarafından Sosyal İşler Dairesi Müdürü olarak atanan Türkiyeli gazeteci Ömer Sami Coşar, 22 Mart 1964 tarihinden itibaren Milliyet gazetesinde yayımlamaya başladığı “İfşa Ediyorum” başlıklı yazı dizisinin ilkinde şunları açıklamıştı:
“1957’de Türklerin göç edebilecekleri yerlerin tesbiti için çalışmalar yapılmış, bu göç planı Türkiye Devletine verilmiş. O günlerin idarecileri, Makarios tarafından ilk defa ortaya atılan Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti fikrini reddetmişler, Büyük Millet Meclisi ittifakla “Taksim tek çözüm yoludur-kararımız budur” diye duyurmuştu. Menderes, İnönü ile muhalefetin “Taksim yolunu tıkadı, Enosis’e açık” diye reddettiği Londra anlaşmasından sonra, Makarios’un maksadını sezen, Türk cemaatinin temsilcilerine, sert bir cevap verdi: “Siz, Türk alayının adaya gitmesine mi mani olmaya kalkışıyorsunuz? Türkiye’nin Kıbrıs siyaseti 650 kişilik bir alayın sırtına yükleniyordu. Sonra 1964 olayları oluyor, ama Dışişleri Bakanlığının tozlu dosyalarında 6 yıldır duran göç planı uygulanamadı. Bütün dava, 5-6 bin ailenin emniyetli yerlere kaydırılması, boş Evkaf arazisinden de faydalanarak yerleştirilmesi idi. Neden bir türlü yapmadılar? Davaya samimiyetle inanmadılar da ondan.” (Ayrıca adanın taksimine ilişkin öneriler için bkz.Dr.Alexander Melamid, Kıbrıs’taki Toplumların Coğrafi Dağılımı, Geographical Review, Vol.46, No.3, Mew York 1956 ve Uygulamalı Siyasal Coğrafya’da Bir Sınıf Egzersizi: Kıbrıs’ı Taksim Etmek, Journal of Geography, March 1960, Vol.59, Chicago)
Aslında “derin devlet” ile görünürdeki iktidarın Kıbrıs politikalarında farklılıklar vardı, ama bu olabildiğince gizlenmeye çalışılıyordu. Örneğin Türkiye Başbakanı İsmet İnönü, 1964 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada “Muahede hükmü dahilinde bulunmak için resmi ağızdan taksim sözü ile değil, federasyon şekli ile münakaşaya başladık” derken (Dışişleri Belleteni, Ekim 1964, Sayı:2, s.63); 4 Ocak 1964 günü güvenoyu alan TC hükümetinin Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Kemal Satır ise şöyle konuşmaktaydı: “Kıbrıs biri Türkiye ile birleşecek olan iki parçaya bölünecektir.” (aktaran Special Newsbulletin, 5 January 1964)

AMAÇ AYRILIP TAKSİM’İ GERÇEKLEŞTİRMEKTİ
1963-64 olaylarını yakından yaşayan İngiliz Tümgenerali Mike Carver (sonradan Mareşal Lord Carver) şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
(Kıbrıslı Türk liderler 1964’de) kendi nüfuslarını kuzeyde yoğunlaştırmak ve Kıbrıslı Türklerin çoğunluğunun ne isteyip, ne istemediğine bakılmaksızın taksim’i gerçekleştirmek istediler... Kıbrıslı Türklerin kendi gerçek duygularının ne olduğunu belirlemek güçtü. Politika açıkça Ankara’dan dikte ettiriliyordu ve bundan herhangi bir sapma, Türk savaşçılarının örgütü TMT tarafından uygun görüldüğü bir şekilde cezalandırmaya tabi tutulurdu.” (Cyprus in Transition, s.30-31)

TÜRKLERİN UYGULADIKLARI BİR PLAN VARDI
Glafkos Kliridis’in 1989 yılında Lefkoşa’da İngilizce olarak yayımladığı “Kıbrıs: İfadem” adlı anılar kitabının ilk cildinde ise şu bilgiler var:
“Mareşal Lord Carver, her iki tarafın da silahlı gruplarının eyleme geçmeye hazır olduklarını ve Türklerin ilk harekete geçme kararı aldıklarını vurguladıktan sonra, Türk planı ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Türklerin uyguladıkları bir plan vardı. Buna göre bütün hükümet dairelerini terkettiler, kendilerine ait paralel bir yönetim kurmaya çalıştılar ve kurdular. Aynı zamanda bazı karma ve uzakta kalmış köyleri terkederek, nüfuslarını daha az saldırıya maruz kalabilecekleri bölgelere topladılar.” (s.226. Ayrıca bkz. R.R.Denktaş’ın yayımlamadığı “Hatıralar”ından:Taksimci Kıbrıs Türk Liderliğinin “Geçici Merhale Planı”ve 14 Eylül 1963 tarihli Türk Planı, Tarih ve Toplum, Aralık 1998, Sayı:180))
O günleri bir de İngiliz yazar H.D.Purcell’den dinleyelim:
“Dr.Küçük, 10 Ocak 1964’de ‘Le Monde’ muhabiri ile yaptığı söyleşide, Türkler açısından artık Makarios hükümeti diye birşey bulunmadığını söyleyecekti. Ama Başkan yardımcılığı’ndan istifa ettiğini söylememiş olduğundan, Makarios, onun tavrındaki anormalliğe dikkat çekebilirdi. Var olmayan bir hükümetin Başkan Yardımcısı olması nasıl mümkün olurdu? Dr.Küçük aynı söyleşide, Birleşmiş Milletler’e güveni bulunmadığını söyleyecek kadar akılsızca davrandı ve böylece Makarios’un bu örgütteki desteğini daha da güçlendirdi.
5 Ocak’a gelindiğinde, Dr.Küçük, (anayasaya aykırı olan) taksim’i desteklediğini ve Kıbrıslı Türk memurların Makarios hükümetindeki işlerine dönmeyeceklerini açıkladı. Bu son karar da belki bir hataydı. Çünkü Türk kamu görevlilerinin o hükümet tarafından ödenmesi gerektiği iddiaları gibi önyargılıydı. Ama her halükarda Rumlar onlara işlerine başlamaları için izin vermedi.
10 Ocak’ta Küçük, 35. enlemin toplumlar arasında ideal bölücü hat olarak kabul edilmesini önerdi. Bu da, nüfusun beşte birden azı olan Türklerin, Lefkoşa da içinde, adanın yarısını ele geçirmeleri anlamına gelecekti! Bu, boşlukta manevra yapmaktı. Kıbrıslı Rumlar, taksimi önlemek için çok iyi bir durumdaydılar ve Türklerin blöfüne aldırmama durumunda, yine yapmakta tereddüt etmeyeceklerdi. Türkler için daha akıllı bir yol, teknik olarak anayasaya her ayrıntısı ile tutunmak ve enklavları, kendi kendini savunma için gerekli olarak göstermekti. O zaman, Makarios, nitekim yaptığı gibi, Küçük’ün resmi görevine dönmesinden önce (Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı) tavrını belirlemesi gerektiğinde ısrar edemeyecekti. Haziran 1964’de Makarios, Küçük’ü tanımama çabasına girişti, ama BM Barış Gücü buna karşı çıktı. Aksi takdirde Rumlar, Dr.İhsan Ali’yi Cumhurbaşkanı Yardımcılığı’na kendi adayları olarak koyabileceklerdi.” (Cyprus, London 1969, s.334-335)

İNÖNÜ: “GERİ DEVLET TEŞKİLATINA DÖNÜN”
TC Başbakanı İnönü, Dr.Küçük’e gönderdiği bir mesajda şu önerilerde bulunmaktaydı:
“Adada emniyetin tesisi için gerekli tedbirler alınması ve bunlar alındıkça mümkün olan en kısa zamanda, Cumhurbaşkan Muavini ile Türk Bakanlardan başlamak üzere bütün Türklerin peyderpey devlet teşkilatındaki vazifeleri başına dönerek, Kıbrıs Rumlarının menfi faaliyetlerine karşı, devlet mekanizması dahilinde, anayasa ve kanun yollarıyla, sebatla ve metanetle mücadele etmeleri milli davamızın başarısına büyük ölçüde yardımcı olacaktır...Kıbrıslı kardeşlerimizin, Adada emniyet teessüs edince, normal işleri başına dönmeleri, Kıbrıs meselesinin nihai hal şekli hakkındaki malum tezimizin terki manasına katiyyen tazammum etmeyecektir...” (Rauf R.Denktaş, Hatıralar (1964), Cilt:1, s.174-175)

AYRILIKÇI TÜRK LİDERLİĞİ: “DÖNMEMEYE AZİMLİYİZ!”
Dr. Küçük ve arkadaşlarının İnönü’ye gönderdikleri 10 Mart 1964 tarihli mektupta ise şöyle denmekteydi:
“Bilindiği gibi memurlarımız, kendilerine verilen direktiflere uyarak, emeklilik hakları dahil maaş, tahsisat ve diğer ücretlerini feda etmiş ve meslekten ihraç durumuna kendilerini bilatereddüt sokmuşlardır...Geri işbirliğine dönme -geçici bir süre için bile olsa- davamızın gaip edilmesine müncer olacağına inanmaktayız. Şimdiye kadar bizi öldürenler, malımızı yakıp, yağma edenler ile bir arada yaşayamayız tezini savunduğumuz malumdur. Bu böyle iken, Rumlarla gene bir arada ve hatta bir dam altında beraberce yaşamaya ve işbirliği yapmaya başladığımız an, tezimizi temelinden yıkmış olacağımız kanaatindeyiz. Bir araya gelindikten sonra, bilhassa Güvenlik Konseyi’nin kararı muvacehesinde tekrar federasyon şekline bile gidilmesi ihtimal haricinde olacağı bedihidir (açıktır)...Yukarıda belirtilen maruzat dolayısıyle gerek Cumhurbaşkan Muavini ve gerekse Türk vekiller, mebuslar ve memurlar, devlet teşkilatındaki vazifeleri başına dönmemeye azimlidirler. Dönme mecburiyeti hasıl olacak olursa, Cumhurbaşkan Muavini, vekiller ve mebuslar isitfa etmeye kararlıdırlar.” (agy)

BM RAPORLARINA DA YANSIYAN AYRILIKÇI TÜRK POLİTİKASI
Kıbrıs Türk liderliğinin “taksim davası”nı ilerletmek için uyguladığı planlı politika, BM Genel Sekreteri’nin o yıllardaki raporlarına da yansımıştı:
“Kıbrıslı Türklerin, kendi bölgeleri dışına çıkmayışlarının, kendi siyasal amaçları gereği olduğuna inanılmaktadır. Yani, Kıbrıs’ta herhangi bir coğrafik ayrılık olmaksızın, iki ana toplumun adada barış içinde bir arada yaşayamayacakları iddiasını güçlendirmeye yöneliktir.” (BMGS Raporu S/5764, Paragraf 113, 15 Haziran 1964)
“Kıbrıslı Türklerin kendi kendilerini yalıtlama politikası, toplumu normal olanın tersi bir yöne yöneltti. Toplum liderliği, Kıbrıslı Türk nüfusun Kıbrıslı Rum yurttaşları ile kişisel, ticari veya herhangi bir başka nedenle temasa geçmeleri, idari konularda Hükümet dairelerine başvurmaları veya eğer göçmenseler, kendi evlerinin bulunduğu köylere yeniden yerleşmeleri konularında onların cesaretini kırmaktadır.” (BMGS Raporu, 11 Mart 1965)
“Kıbrıs Türk liderliği, iki toplum mensuplarının birlikte yaşamasını ve çalışmasını gerektirebilecek veya Kıbrıslı Türkleri, Hükümet organlarının otoritesini onaylayacak durumlara koyabilecek herhangi bir önleme karşı, katı bir tutuma yapışıp kalmıştır. Kıbrıs Türk liderliği, toplumların fiziksel ve coğrafik ayrılığını siyasal bir hedef olarak kabul ettiğinden, aslında Kıbrıslı Türklerin, alternatif bir politikanın yararlarını gösterme olarak yorumlanabilecek etkinlikleri teşvik etmesi beklenemez. Öyle görülüyor ki, sonuç da Kıbrıslı Türklerin amaçlı olarak kendi kendilerini tecrit etme politikası olarak ortaya çıkmaktadır.” (BMGS Raporu S/6426, Paragraf 106, 10 Haziran 1965)

DEVLET TEŞKİLATINA DÖNME ÇABASI
Kıbrıs Cumhuriyeti devletinden kopan Türk liderliği, her nedense 19 ay sonra, 22 Temmuz 1965 günü Temsilciler Meclisi’ne dönmeye karar vermişti. BM Barış Gücü mensuplarının koruyuculuğunda o gün Meclis’e giden Türk üyeler, Meclis Başkanı Glafkos Kliridis ile bir görüşme yaparlar. Gerisini BMGS’nin Raporu’ndan izleyelim.
“Kliridis, anayasada yapılan değişiklikler üzerinde anlaşma sağlanmazsa, Türk üyelerin Meclis’e katılmalarına izin vermeyeceğini açıkça söyledi. Bay Kliridis ayrıca, Cumhurbaşkanı ve Yardımcısı tarafından yasaların yayımlanmasına ilişkin anayasa hükümlerinin artık uygulanamaz olduğunu ifade etti. Kliridis devamla, kendi görüşüne göre Kıbrıslı Türk üyelerin, artık Meclis’te yasal bir durumlarının olmadığını belirtti.” (S/6569, 29 Temmuz 1965)
Ertesi gün Rum basınında yer alan bir demecinde ise Meclis Başkanı Kliridis şöyle diyordu:
“Ayrılmazdan önce Kıbrıslı Türk üyeler, ertesi gün Temsilciler Meclisi’ne katılmak üzere yine gelirlerse ne olur, diye sordular. Ben de kendilerine açıkça, gelirlerse toplantıya katılmalarına izin verilmeyeceği yanıtını verdim.” (Mahi, 23 Temmuz 1965)

TÜRK HAKİMLER  GÖREVLERİNİ SÜRDÜRMÜŞLERDİ
Bu arada Kıbrıs Yüksek Mahkemesi’nin Türk üyelerinin, devam eden bomba patlatmaları için Türkleri cezalandırmak amacıyla İçişleri Bakanı Yorgacis’in 3 günlük ablukaya başladığı 2 Haziran 1966 gününe kadar görevleri başında kaldıklarını anımsatalım.
“3 Haziran’da Kıbrıs Türk liderliği, bir gün önce Kıbrıs polisinin Lefkoşa’nın Türk kesimine giriş-çıkışları durdurması üzerine Kıbrıslı Türk hakimlerin işlerine gidemediklerini bildirdi. Mahkemeye gidebilmiş olan bir hakime de aşağılayıcı koşullar alrında geri Türk kesimine dönmesi emredildi.” (BMGS Raporu S/7350, 10 Haziran 1966)
Leymosun Mahkemesindeki üç Türk hakim ise Eylül 1966’da TMT’nin tehdidiyle işlerinden geri çektirildiler. (Ayrıntılar için bkz. Londra’dan bir portre: Özer Beha, Kıbrıs, 3 Temmuz 1999 ve Rauf R. Denktaş’ın Hatıraları, İstanbul 1998, Cilt:1, s.518, 563-564, Cilt:2, s.29, 172, 187) Atılma olayları böyle gelişmişti.

DENKTAŞ’IN ANILARINDAN İLGİLİ NOTLAR
Rauf R. Denktaş’ın “Hatıralar”ında yazdığı şu görüşler de, uygulanan işbirliği yapmama politikanın gerisinde yatan mantığı özlü bir şekilde  yansıtmaktadır:
“Rumlarla teşriki mesaiyi hattı asgariye indirmeliyiz. Alış veriş dahil her türlü temas sıfır derecesine indirilmelidir. Bunu yapabilecek miyiz? Bilmiyorum. Stok yiyecek ve diğer zaruri eşya mevcut mu? Bilmiyorum. “Hükümet”e müracaat ederek pasaport alma, araba ruhsatı çıkartma gibi olaylar da durmalıdır...Ankara ile tam bir işbirliği halinde bu planı yürütmeniz icap edecek. Hakimlerin vazifelerinden çekilmesi bu planın bir safhasıdır. (Cilt:2, s.277-278)
“Aleyhimize kullanılan ve kullanılacak olan diğer konular şunlardır: Mağusa’da, Limasol’da Türklerle Rumlar bir arada çalışmaktadırlar. Hakimler ve bazı memurlar (gümrük memurları ve mahkeme memurlarından bazıları) Rumlarla işbirliği halindedirler. Bunlar Rumlarla teşriki mesai ediyorlar da diğerleri niye etmiyor? Rum bölgesi denilen yerlerde yaşayan on binlerce Türk Rum idaresinden memnundur vs. (Cilt:2, s.327)

ALİ-ALEKKO KAVGASI
1960’lı yılların ortasına gelindiğinde TC Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Cemal Tural, Kıbrıs sorunu için şu ilginç değerlendirmede bulunmaktaydı:
“Bugün Kıbrıs meselesi diye bir mesele yoktur. Kıbrıs meselesi bazı çıkarcıların kendi menfaatleri için uçurdukları balonlardan ibarettir. Kıbrıs’ta bir Ali ile Alekko kavgası vardır, fakat iki kişinin kavgası için bir ordu çağrılmasına lüzum yoktur ve olanlar çıkarcılar tarafından büyütülmektedir.” (Halkın Sesi, 11 Ekim 1966)

KIBRIS TÜRKLERİ NASIL KALKINABİLİR?
Türkiye’den her yıl adaya gönderilen 10 bin sterlinlik mali yardım ile ayakta tutulmaya çalışılan 120 bin kişilik Kıbrıs Türk toplumunun yarıya yakın kısmı, 1968 yılı başına kadar TMT tarafından oluşturulan ve tüm ada sathına yayılmış, toplam %3’lük bir toprağa tekabül eden enklavlarda yaşamaya zorlanmıştı. Bu dönem içerisinde, Kıbrıs Türk toplumunun ekonomik yönden kalkınması için, zamanın ünlü planlamacısı Memduh Aytür şunları yazmaktaydı:
“Anadolu ve Trakya Türklüğünün kaderi ile Kıbrıs Türklüğünün kaderi, bugün aynı gerçeğin etki alanı içine girmiştir. Türkiye, iktisadi zaferler kazanabildiği; yani kalkınmasını batılı komşularının hızlarının üstüne çıkarabildiği takdirde bu topraklar üstünde şerefle payidar olacaktır. Kıbrıs Türklüğü de geliştirilebildiği ölçüde yaşayacak ve Adanın Türkiye için bir tehdit üssü olmasını önleyecektir...Ancak, böyle bir başarının sağlam ve sürekli olabilmesi için, ister “sıkılmış yumruk”la elde edilmiş olsun, ister Ada’ya çakılan süngü ile olsun “iktisadi zafer”le tamamlanması zorunluluğu vardır...”
“Kıbrıs Türklüğünü kalkındırma yollarında amaç, Türk nüfusunu Adaya bağlamak, oran olarak da artmasını sağlamak ve iktisadi gücünü artırmaktan ibarettir. Bunun için; 1. Türk sektörünün insan ve tabiat kaynaklarını harekete geçirmek, 2. Anavatan ekonomisi ile bağlantısını kurarak ilk dinamiği vermek yeterli olacaktır. Bu yolla, Kıbrıs Anavatana yük olmaktan çıkacak, Türk cemaati maaşla geçinir olmaktan kurtulacak, gelişen canlı ümitli bir topluluk halini alacaktır.” (Kıbrıs Türkünün İktisadi Kalkınma Hakkı, Cumhuriyet, 8-9 Ocak 1968)

1960’LI YILLARDA İÇ YAŞAM
Cumhuriyet gazetesi yazarlarından İlhan Selçuk, 10 Ocak 1968 tarihli köşesinde çıkan “Kıbrıs Türklüğünün iç yaşamı?” başlıklı makalesinde “Kıbrıs Türk cemaatini Ankara ile Ada arasında komisyonculuk yapan bir takım kişilerin elinde bırakmak durumuzda mıyız?” sorusunu sormaktaydı.
Gazeteci Yılmaz Çetiner, Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan ve “Kıbrıs’tan Geliyorum” adını verdiği röportaj dizisinde Kıbrıs Türklerinin ekonomik durumlarına ilişkin şu gözlemlerini aktarmaktaydı:
“Vergi deyince, bir acı gerçeğe daha dokunacağım. Kusura bakmasın Kıbrıslı Türk dostlar. 1966 yılında bizim Cemaat bütçesi için, 9 aylık bir devre zarfında 40 bin liralık kişisel vergi toplanacağı tahmin edilmiş, buna mukabil 3703 lira tahsilat yapılabilmiştir. Yani adam başına 50 kuruş vergi düşmüyordu bir yılda!” (16 Mart 1968) “Anavatan da, Yavruvatan da Makarios’un iktisadi kemirme oyununa düşüyoruz galiba.” (17 Mart 1968)

“KIBRIS’TA MAAŞA BAĞLADIKLARIMIZ...”
Yılmaz Çetiner, “Hey Gidi Kıbrıs...” başlıklı bir başka yazı dizisinde de, “Kıbrıs’ta maaşa bağladığımız 20 bin’i mücahit, 80 bin insan” diye nitelediği ve geçimini Türkiye’den gönderilen yardıma bağlıyan şahısların dökümünü, Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Federasyonu’nun 12 Mayıs 1967 tarihli raporuna dayanarak,  şöyle vermekteydi: “3,500 memur ve öğretmen, 8,000 işsiz, 5,000 köylü ve çiftçiler, 5,000 göçmenler, 1,000 hükümet işçileri ve muvakkat memurlar, 5000 gönüllü işçiler olmak üzere 23,000 kişi. Kıbrıs’ta 120 bin Türk vardır. Uluslararası ölçülerle ortalama aile nüfusunu 4 kabul edersek, 100 bin kişinin anavatandan gelen yardımla yaşadığı ortaya çıkıyor.” (Cumhuriyet, 27 Mart 1968)
Çetiner, “Dr.Küçük ayda 200 sterlin, Bakanlar ise 150’şerle geçinmektedirler” derken, sıradan Kıbrıs Türkleri için de şunları yazmaktaydı: “İngiliz idaresi altındayken, vergi vermeyen, askerlik yapmayan, aşağı yukarı Britanyanın hayat seviyesine yakın bir yaşama ölçüsü olan Kıbrıslı Türkler alışamadıkları bir sıkıntının, yokluğun içine düşmüşlerdi...İşte bu arızalı hayata 4,5 yıldır katlanan ve fakat, bizim dertli Anadolu’yu, Doğusu ile Batısı ile Anadolu köylüsünü pek tanımayan Yavruvatanın Türkleri acı acı yakınıyorlardı durumdan...” (agy, 4. ve 5. yazılar)
Mehmet Barlas da, 7 Şubat 1969 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde “Kıbrıs” başlığı altında şöyle demekteydi:
“Türk kesimi içindeki anlaşmazlıklara kesin teşhisi koyamayan Ankara, yılda 150 milyon lirayı bulan yardımın, aslında Rumları beslediğini bilmektedir. Dışişleri Bütçesi görüşülürken CHP Senato grubu başkan vekili H.Oğuz Bekata, bu gerçeği şöyle ifade etmişti: “Türklerin bir limanı olmadığı, serbestçe ithalat yapamadıkları ve her çeşit malı Rumlardan toptan satın alarak perakende sattıkları için Türkiye’den giden paraların büyük kısmı Rumlara intikal etmektedir. Yani gönderdiğimiz bu milyonlarla, Türkler değil, Rumlar kalkınmaktadır.” Kıbrıs, Türkiye için bütün elverişsizliği ile gelişen bir problem halindedir.”
31 Ekim 1969 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Kıbrıs Meselesinde Yunan Politikası” başlıklı bir makale yayımlayan Emekli Korgeneral Faruk Güventürk şu değerlendirmeyi yapmaktaydı:
“Kıbrıs’taki Türk idareciler de maalesef inisiyatiflerini bir türlü ele alamamakta, tamamen papazın oyunlarına göre yani ileriyi hesap etmeden günlük ve kısır bir politik tutum içinde bulunmakta, Küçük rahatlıkla viskisini yudumlamakta, biraz daha aktif görünen Denktaş da tam verimli bir çabadan çok Londra-Ankara-Lefkoşe arasında bazen şahsi, bazen sıhhi, bazen de yine verimsiz ve inisiyatifi ele almaktan uzak müzakerelerde bulunmak üzere dolaşmaktadır. Arada bir de gerçekle hiç de bağdaşmayacak, demagojiden ileri gidemiyecek olan “süngüler konuşmalıdır” şeklinde beyanatlar vermekte, işin derinliğini bilmeyen gençler tarafından da alkışlanmaktadır. Ah bu boş ve bilgisiz alkışlar...Politikacıları daima yanıltan alkışlar...Ne zararlar verdiğini bir hesaplayabilsek...Sonunda Kıbrıs’a çıksak dahi Amerikan müdahalesi ile dönmeye mecbur kalacağımız bir sefere girişmek elbette doğru olmaz...”
İlhan Selçuk, 31 Ocak 1971 tarihli Cumhuriyet’te çıkan “Kıbrıs Çıkmazı” başlıklı makalesinde şöyle demekteydi:
“Ankara’dan Kıbrıs’a giden iktisadi yardımın ne biçimde kullanıldığını denetlemek olanaksızdır...Bazı çıkar grupları, Kıbrıs Türklüğünü gerçekçi fikirler çerçevesinde toplamaya çalışan ilerici adımları yok etmek için her çareye başvurmaktadırlar. Üç kağıtçıların çıkarcılığı kalıplı fes gibi Ankara’dan Kıbrıs’a giydirilmektedir...Kıbrıs Türkleri de bir kısır yönetimde alın yazgılarının sonunu beklemektedir. Bu yazgıya karşı çıkan ilerici gençler, yalnız Kıbrıs’ta değil, Türkiye’de tutucu iktidarın baskısı altındadır...Sözün kısası, Kıbrıs’taki Türk toplumu, bizim tutucu iktidarların gerçek dışı politikasında helak edilmiştir. Ne yapsın Kıbrıs Türkü? Atina düşman, Lefkoşa hasım, Ankara yetersiz ve bağnaz...Çıkılır mı bu işin içinden? “
Kıbrıs Rum yetkilileri tarafından hazırlanan 19 Şubat 1971 tarihli “Kıbrıs Türklerine Sağlanan Kolaylıklar” başlıklı rapora göre, 45 bin Kıbrıslı Türk çalışandan 13 bini, yani yaklaşık %30’u Rumlarla işbirliği yapmaktaydı.

1974’DE ÇÖZÜME YAKLAŞINCA
Adanın Yunanistan’a bağlanması (Enosis) politikasının uygulanamaz olduğunu sonunda gören Kıbrıs’ın Rum Cumhurbaşkanı Makarios, 1968 yılından başlayarak, “mümkün olan çözüm”e yönelmiş ve Kıbrıs anayasasının yeniden düzenlenmesi için toplumlararası görüşmelere oturulmuştu. 1974 yılı baharına gelindiğinde, enklavlarda yaşayan Kıbrıslı Türklere yerel özerklik verilmesine çok yanaşılmıştı. (Bkz. Prof.O.Aldıkaçtı’nın Anıları ve M.Dekleris’in açıklamaları, Pavlos Tzermias, Geschichte der Republik Zypern, Tübingen 1991, s.404)
Ancak 15 Temmuz 1974’de, Atina’daki faşist Yunan cuntası, Kıbrıs’taki fanatik milliyetçi ve faşist işbirlikçileri eliyle Makarios’a karşı askeri bir darbe düzenledi, fakat Makarios ölümden kaçmayı başardı. 20 Temmuz 1974’de ise Türkiye, adanın bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü güvence altına alan 1960 tarihli Garanti Anlaşması gereğince adaya askeri müdahalede bulundu. Darbe ve işgal olaylarında binlerce Rum ve Türk öldü veya kayboldu. Doğup büyüdükleri yerleri, mallarını terk eden 180 bine yakın Kıbrıslı Rum, adanın güneyine, Taksim çizgisinin güneyinde kalan 44 bin kadar Kıbrıslı Türk de ada toprağının %37’sini oluşturan kuzeye göç etti. Oysa Kıbrıslı Türklerin tüm ada toprağı üzerindeki tapulu hakkı, 1974 öncesi verilerine göre %12.3 olup, devlet arazisi de nüfus oranına göre dağıtıldığında bu oran %16.8’e çıkmaktadır. (A.An, Kıbrıslı Türklerin Toprak Mülkiyeti Ne Kadar?, Yeni Çağ, 3 Ağustos 1992) Öte yandan Türkiye, adanın bütünlüğünü sağlamak bir yana, nüfusu azalan kuzeye Anadolu’dan getirdiği onbinlerce insanı yerleştirdi ve kendilerine mal-mülk dağıtılan bu nüfus, işgal rejiminin oy deposu haline getirildi. (A.An, Seçim Sonuçları Kıbrıslı Türklerin İradesini Yansıtmıyor, Yeni Çağ, 27 Aralık 1993)

25 YIL ÖNCEKİ BM KARARLARI NE DİYORDU?
BM Güvenlik Konseyi’nin 20 Temmuz 1974 günü almış olduğu 353 tarihli kararda, bütün devletler, Kıbrıs’ın egemenlik, bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygı göstermeye çağrılıyor, bu ilkelere ters düşen ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ne yapılan yabancı askeri müdahaleye derhal son verilmesi ve uluslararası anlaşmalara göre adada bulunanların dışındaki bütün yabancı askeri personelin Kıbrıs Cumhuriyeti’nden gecikme olmaksızın geri çekilmesi, bölgedeki barışın ve anayasal hükümetin gecikme olmaksızın yeniden kurulması için Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık’ın görüşmelere başlaması ve Genel Sekreteri bilgilendirmesi istenmekteydi.
BM Genel Kurulu’nda TC de dahil olmak üzere 117 üye devletin oybirliği ile aldığı 1 Kasım 1974 tarihli ve 3212 numaralı kararda da, aynı hususlar tekrarlanmakta ve bağlantısız bir ülke olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı yapılmış olan bütün eylem ve müdahalelerin geri alınması talep edilmekteydi.
Bu arada, Türk Silahlı Kuvvetlerinin, işgal ettiği topraklar üzerindeki hukuki durumu ve hak ve sorumluluklarının uluslararası sözleşmelerle düzenlenmiş olmasına karşın, (örneğin 18 Ekim 1907 tarihli Kara Savaşlarına İlişkin Lahey Kuralları’nda ve 12 Ağustos 1949 tarihli Savaş Zamanlarında Sivil Kişilerin Korunmasına İlişkin 4. Cenevre Konvansiyonu’nda tek tek belirtilmektedir) kuzeyde kalan Rumlar güneye göçe zorlandı, özgürlükleri kısıtlandı ve güneye göç etmiş olanların mal ve mülklerine geri dönmelerine izin verilmedi. (Avrupa Konseyi İnsan Hakları Mahkemesi’nin Titina Loizidu hakkında aldığı karar, TC tarafından henüz uygulamaya konmamıştır.)

İYİMSERLİĞE YER YOK
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 25 yıldan beridir Kıbrıs’ta bulunmasının haklı veya haksız bir işgal olduğu tartışması bir yana, “Yeni Düşünce” gazetesinin İstanbul’da düzenlediği “Türkiye’nin Meseleleri” konulu bir toplantıda konuşan  Prof. Mustafa Kuran’ın söyledikleri, sorunun nihai çözümü hakkında iyimser olmaya yer bırakmamaktadır:
“Misak-ı Milli’nin dışındaki topraklarda gözümüz yoktur, diyorlar. Bu yanlıştır. Bütün milletlerin büyük ideolojileri vardır. O halde Türk ordusu Kıbrıs’ta ne arıyor? Misak-ı Milli’nin sınırları içinde değildir Kıbrıs.” (Cumhuriyet, 3 Şubat 1986)
Gazeteci Güneri Cıvaoğlu’nun, Cenevre görüşmeleri sırasında Türk gazetecilerle konuşan Dışişleri Bakanı Güneş’e atfen aktardıkları ise, Türkiye’nin adaya asker çıkarmasındaki gerçek amacı konusunda önemli ipuçları vermekteydi:
“Güneş’in “Ada’nın yarısına kadar işgal edilmesi gerekir” sözleri üzerine kaygıyla şöyle sormuştuk: “Ya sonra? Bırakırlar mı orada süperler?” Merhum Turan Güneş o her zamanki bilgeliği ve doğallığıyla yanıtlamıştı bizleri:
“Hele biz oralara kadar ilerleyelim, Ada’nın yarısını alalım, oldu bittiyi yapalım...20 yılda sökemezler bizi oradan...Ondan sonrası da Allah kerim. Birbirini tanımayan, birbirinden farklı Türk ve Rum nesilleri artık birarada kimse yaşatamaz.” (Sabah gazetesi, 19 Temmuz 1994)
Dosyalar dolusu BM kararına rağmen, 25 yıldır Türk Ordusunun Kıbrıs’tan ayrılmayışı ve Kıbrıs’ta yaşlı veya genç nesillerin temasına kısıtlı veya yok denecek kadar izin verilmesi, bu politikanın yansıması olsa gerek!

AYRI DEVLET İLANI ULUSLARARASI HUKUKA TERS
TSK’nin denetimi altında tutulan topraklarda 13 Şubat 1975’de “Kıbrıs Türk Federe Devleti”, 15 Kasım 1983’de de “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” ilan edildi. Oysa Doç.Dr.Sevin Toluner, daha 1977 yılında yayımladığı “Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Milletlerarası Hukuk” adlı kitabında “Kıbrıs’ta bağımsız bir Türk devletinin kurulması” istemlerini, 1970 tarihli “Birleşmiş Milletler Şartı uyarınca Devletlerarası Dostane İlişkiler ve İşbirliğiyle İlgili Milletlerarası Hukuk Prensiplerine Dair Bildiri” ve halkların kendi kaderini tayin etme hakkı açısından şöyle değerlendirmişti:
“Ancak, Türk toplumu, bu görüşü,  bağımsız bir devletin kurulabilmesi için  gerekli olan maddi unsurları, -bir ülke parçası üzerinde devamlı ve etkin bir kontrol icra eden hükümeti-, Türk silahlı harekatları sonucunda, yani bir dış yardımla gerçekleştirebilmiştir. Bu silahlı harekata ve bu silahlı harekatlar sonucunda gerçekleştirilmiş olan fiili duruma meşruiyet kazandıran esaslar ise, daha önce de belirttiğimiz gibi tek taraflı olarak hukuki status quo’nun değiştirilmesi hakkını sağlamaz. Bu fiili durumu, Kıbrıs devleti ülkesinde ayrı bir Bağımsız devletin kurulması yolunda bir aşama olarak değerlendirme, bu esasları çerçevesi dışına çıkmak anlamına geleceği kadar, Bildiri’nin sekizinci paragrafında yer alan devletlerin milli birliği ve ülke bütünlüğüne saygı gösterilmesi yükümüne aykırı olacağı için, “self determinasyon” hakkı ile ilgili esaslar çerçevesinde de haklı gösterilemez.” (agy, İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi Yayını, 1977, s.423)

BM GÜVENLİK KONSEYİ KARARI NE DİYOR?
Nitekim KKTC ilanından hemen sonra, Kıbrıs Cumhuriyeti (Rum) hükümeti tarafından acilen toplantıya çağrılan BM Güvenlik Konseyi, konuyla ilgili olarak 18 Kasım 1983 tarihinde 541 sayılı kararı almış ve diğer şeyler yanında şu hususları vurgulamıştı:
1. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir parçasının ayrılması anlamına gelen ve Kıbrıs Türk makamlarınca yapılan ilandan üzüntü duyar.
2. Yukarıda sözü edilen ilanı, yasal olarak geçersiz addeder ve bu ilanın geri alınması çağrısını yapar.
3. Bütün devletlere, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenlik, bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve tarafsızlığına saygı göstermeleri için çağrıda bulunur.
4. Bütün devletlere, Kıbrıs Cumhuriyeti’nden başka herhangi bir Kıbrıs devletini tanımamaları için çağrıda bulunur.
5. Bütün devletlere ve Kıbrıs’taki iki topluma, durumu kötüleştirebilecek herhangi bir eylemden kaçınmaları için çağrıda bulunur.”

1974 SONRASI EKONOMİK DURUM
Kıbrıslı Rumların geride bıraktıkları mal, mülk ve ekonomik değerleri, “ganimet ekonomisi” çerçevesinde “har vurup harman savuran” Türk tarafı, aradan geçen 25 yıla karşın, kendi kendine yeter bir hale gelememiş, önemli ekonomik başarılara imza atamamıştır.
1986 yılında TC Başbakanı T.Özal’la birlikte KKTC’yi ziyarete eden  işadamı Ali Koçman’ın şu sözleri çok anlamlıdır: “Türkiye’ye döner dönmez Yeniköy’de veya Büyükada’da 150 bin kişinin yaşadığı bölgelerde Cumhuriyet ilan edeceğim ve hükümet kuracağım!”
Türkiye’nin önde gelen işadamlarından Sakıp Sabancı da, KKTC’nin güvenilir bir yatırım alanı olarak görülmemesini  şöyle açıklamaktaydı:
“Kıbrıs’a gittiğimde gördüm ki, oranın cebi kabarıkları şapkayı toplamış, ya İstanbul’a taşınmış, ya da Londra’ya. Sonra da kalkıp Sakıp Sabancı gelsin, Kıbrıs’ta yatırım yapsın diyorlar. Ekonomik yatırım hesaba kitaba dayanır, kâr esastır. Yatırım yapan, yatırımın konusunu, büyüklüğünü ve özellikle yerini seçerken en çok nasıl kâr sağlarım diye düşünür. Düşünmek zorundadır da. Aksi halde, bu yatırım sakat doğar, yaşamaz.” (aktaran Ortam, 15 Ağustos 1991)

MAAŞA BAĞIMLI KİTLELER
25 yılın sonunda 40 bine yakın kişi, üretici yaşamdan kopartılıp, KKTC devletçiğine mideden bağımlı hale getirilmiştir. Memur maaşlarını düzenli olarak vermekle övünen UBP iktidarı, son seçimlerin hemen ardından, 18 Aralık 1998 günü, 13. maaş kaleminden 5 trilyon 240 milyon TL’lik ödeme yapmıştır. Alan da memnun, veren de memnundur!
KKTC devletçiğinden maaş çeken 40 bin’e yakın kişi arasında yaklaşık 13 bin 500 memur, 10 bin 500 emekli, 4 bin şehit ailesi, malul gazi, mücahit, 4 bin dolayında Kamu İktisadi Teşekkülü (KİT) ve belediye çalışanı vardır. Ayrıca Sosyal Sigorta Dairesi’nden emekli maaşı çeken yaklaşık 16 bin kişi bulunmaktadır. Bordro mahkûmlarının büyük bir çoğunluğunun umutlarını tatmin etmeyi beceren UBP, “mal”ı alıp götürmüştür.
1997 yılı içinde, kamu görevlilerinin gayrı safi milli hasıla’ya yaptıkları katkı %18-20 oranında iken, devlet bütçesinden  %38 oranında pay almaktaydılar. (Kıbrıs, 13 Ağustos 1997)
Bir başka ilginç saptama ise, devletten her ay çıkan 35 bin çekten 7 bin’inin parasal  tutarının, 35 bin çek için ayrılan paranın %65’ine tekabül etmesidir. Geriye kalan 28 bin çek sahibi ise, ancak tüm çek ödemelerine giden paranın %35’ini almaktadır. (Avrupa, 17 Aralık 1997) Bu da üst bürokrat kesimlerin, “milli politika”ya olan “sadakat”ini göstermektedir.
KKTC devleti, maaşa bağladığı yurttaşlarına, Temmuz 1999 ayı içinde 8,8 trilyonluk maaş ödemesi yapmıştır. (Kıbrıs, 11 Temmuz 1999) 
Sıradan yurttaş ve esnaf ise, seçim ve geçimle ilgili görüşünü aylar öncesinden şöyle belirtmişti:
“Milletvekilleri bugüne kadar ceplerini doldurmaktan başka birşey yapmıyorlar. Esnaf ezilmektedir. Esnafın bu içler acısı halini gören bir milletvekili yok mudur? Milletvekillerinin çoğu oyumuzu almak için gökten ayı indirip, elimize verdiler, dağları yeniden keşfettiler. Seçimlerden sonra hiçbir icraatını görmediğimiz milletvekillerinin değişmesini, yerlerine bu kötü gidişimize dur deyebilecek milletvekillerinin seçilmesini isterdim, fakat badadezin yahnisi, gider gelir aynisi.” (Vatan, 25 Eylül 1998)

“BUNLARIN TARTIŞILMASI GEREK”
Prof.Dr.Asaf  Savaş Akat’ın Kıbrıs konusundaki değerlendirmesi ise şöyle:
“Türkiye, çareyi hep statükoyu muhafaza etmekte arıyor. Türkiye çözüm üretemiyor, çünkü ciddi sorunları tartışmaktan korkuyor. Kıbrıs sorununda biraz farklı fikir söyleyeni, hemen vatana ihanet filan gibi ağır suçlamalarla susturma yoluna gidiliyor. Oysa, ancak sorunları tartışarak, hükümetin ya da devletin bakış açısından farklı bir bakış açıları üreterek sonuca ulaşabiliriz...Kıbrıs’ın Türkiye’ye fevkalade büyük bir ekonomik maliyeti vardır. KKTC, Türkiye tarafından sürekli sübvanse ediliyor. Orayı sübvanse edecek yerde, Hakkari’yi veya Şırnak’ı sübvanse etseydi, aynı kaynaklar oraya gitseydi, belki Türkiye için çok daha iyi olurdu. Tartışılmadı bunlar, hala da tartışılmıyor...Biz Kıbrıs’a askeri müdahale yapmakla siyasi açıdan, ekonomik açıdan, askeri açıdan ne kazandık? “Soydaşlarımızı koruduk” dışında söylenebilecek pek fazla söz yok. Ama başka yerlerde de soydaşlarımız var. Oralara da mı askeri müdahale yapmak gerekiyor? Çifte standard kullanmıyorsak, bu soruya “evet” cevabını vermemiz lazım. Cesur olalım, biz Kıbrıs’a yapılan askeri müdahaleyi destekliyor muyuz? Belki de bazıları yanlış olduğunu düşünüyor bunun. “Hiç müdahale etmeseydik daha iyi olurdu” diyenler olabilir. Bunların tartışılması gerek. Kıbrıs sorununun çözümü, Türk insanının bu sorunu bütün cepheleriyle tartışmasından geçer. Niye halka sormuyoruz, niye referanduma gitmiyoruz?” (Aktüel, 18-24 Temmuz 1991)
Öte yandan iktisatçıların yaptığı bir değerlendirmeye göre, Türkiye, KKTC ile olan ekonomik ilişkilerden kârlı çıkmaktadır. Türkiye, 1987-1996 yılları arasındaki 10 yıllık dönemde KKTC bütçesine 395.4 milyon dolarlık (83 trilyon TL) yardım yaparken, bunun 5 katını KKTC’ye sattığı mallarla geri aldı. Türkiye, söz konusu dönemde KKTC ile yaptığı alışverişten net 2 milyar 7 milyon 200 bin dolar (421 trilyon 512 milyar TL) kârlı çıktı. (Kıbrıs, 26 Ocak 1998) 

SONUÇ
Yazımızı, Türkiye’de yapılan 24 Aralık 1995 Genel Seçimlerine katılan “Yeni Demokrasi Hareketi”nin lideri ve işadamı Cem Boyner’in  6 Mart 1995 tarihli Hürriyet gazetesine yaptığı dış politika açıklamasının Kıbrıs’la ilgili bölümünü burada tekrarlamakla bitirmek istiyoruz:
“Kıbrıs’ın tümünü bize verseler, Kıbrıs yüzünden dış politikada çektiklerimize, Türkiye’nin dış dünyada kaybettiklerine değmez. Türkiye’nin ne Ada’nın tümünde gözü var, ne de ilhakta gözü olması lazım. Kendi başına yaşama şansı olmayan bir birimin yaşamını sürdürmeye çalışmak Türkiye’yi harcamaktan başka bir şey değildir.
Biz, Ada’nın bir bütün halindeyken bir kıymeti olduğunu düşünüyoruz. Mutlaka Kuzey ve Güney Kıbrıs’ın iki bölgeli, iki toplumlu, federal bir yapıya bürünmesi gerektiğine inanıyoruz. Ve mutlaka Avrupa Birliği’ne Ada olarak girmelidir. Türkiye’nin çıkarı budur.
Türkiye’nin altmış milyonu oradaki 150 bin insan için sıkıntı çekmemeli demiyorum. Ama çözümsüzlük politikasının en kötü politika olduğu kanaatindeyim. Kedi mi kuyruğu sallıyor, kuyruk mu kediyi sallıyor, bunun konuşulması lazım artık.”
             
(“Ahmet An” imzasıyla, Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek dergisi, Sayı:48-49 ve 50, Şubat-Mart 2000 ve Nisan 2000 ve ayrıca kitap içinde, Ahmet An, Kıbrıs Nereye Gidiyor?, İstanbul, Haziran 2002, s.9-35)


1 yorum: