27 Mayıs 2015 Çarşamba

KAFASI KARIŞIK "AVRUPA"LI BİR YAZAR


"İcazetsiz Günlük Gazete: Avrupa" başlığı ile yayımlanmakta olan bir gazetemizde "Tahrik" sütununda yazan Hürrem Tulga, kendi gazetesini, bir okuyucusunun dilinden şöyle anlatmış:
"Vallahi Avrupa güzel gazete. Üç aydır okumadan edemiyorum. Ama çok da canım sıkılıyor okudukça" diyor. En son cümlesi "ne olacak bu işlerin sonu" oluyor adamın, boynunu bükerek...Ayrılıyoruz." (9.4.1998)
Doğrudur, "Avrupa" gazetesi ülkemizdeki bozuk düzenden rahatsız olanlar için iyi bir "deşarj" aracı olmuştur, ama ne yazık ki okuyucularını belli bir hedef doğrultusunda "şarj" edememektedir. O nedenle okundukça okuyucunun canını sıkmakta, bunalımını derinleştirmektedir. Çünkü yazarın da ifade ettiği gibi, sorun gazetenin fikriyatında. Bakın örneğin, gazetenin aynı yazarı ne diyor:
"Kıbrıs Cumhuriyeti gibi kuruluşunda dirhemlik sorumluluk ve payımızın olmadığı hazır çözümlerle oyalanmaya başladık, adına alternatif diyerek...Hazır ya, yukarıda söylediğim gibi, belli ki fazlasıyla cezbedici geliyor...Bilmiyorum. Kafam fazlasıyla karışık...Birşey değilsek, felç olmuşsak, bakıma muhtaç isek, olağanüstü hal gibi, derhal intiharlık hal ilan edilmelidir. Öneriyorum. Çünkü arada bir fark yok." (5.3.1998)    
Kafa karışıklığına ve intihar etmeye hiç de gerek yok. Çünkü bunalımdan tek yasal çıkış yolu, 1960'da kurucu ortağı olduğumuz devletteki hak ve sorumluluklarımıza en sonunda sahip çıkarak, yeni koşullar altında, "federal" devlet ilkelerine göre yeniden şekillenecek olan "Federal Kıbrıs Cumhuriyeti"ndeki yerimizi almaktır.
Zaten Türkiye dahil, diğer garantör ülkeler olan İngiltere ve Yunanistan, Zürih ve Londra Andlaşmaları ile 1960'da kurulan ve 1974'de ikiye bölünmüş olan Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlık,egemenlik ve toprak bütünlüğünü garanti etmemişler miydi? 1963 Aralık ayındaki çarpışmalar sonrasında, 1968'de başlatılan toplumlararası görüşmeler, Kıbrıslı Türklerin geri devlet mekanizmasına dönmesinin esaslarını araştırmıyor muydu? Rauf Raif Denktaş, 1973'te aynı Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Başkan Yardımcısı ve Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi'nin de Başkanlığını Dr.Fazıl Küçük'ten devralmamış mıydı? 1974'den sonra da aynı Kıbrıs Cumhuriyeti devleti anayasasının, federal ilkeler üzerine yeniden düzenlenmesi için çabalar sürdürülmüyor mu?  
Ne sizin kafanız karışsın, ne de başkasının kafasını karıştırın! Ama şimdi amaç "ayrılıkçı taksimciler"in ekmeğine yağ sürmekse o başka!
Bir zamanlar Temas Grubu'nda birlikte kavga verdiğimiz arkadaşım Tulga, anımsayacaktır; bir süre önce aynı sütunda kaleme aldığı bir "İç hesaplaşma" yazısında, şu önemli saptamayı yapmıştı:
"Bağımsız ve Federal Kıbrıs için Temas Grubu'nun etkinliklerini sürdürdüğü yıllardı. Zaman zaman iki toplumlu etkinlikleri hem yoğun, hem de özgürce yaşayabiliyorduk. Bütün çabamız temasları toplumlara yaymak, toplumları ortak etmekti. Vatandaşın iradesi olsun istiyorduk. bu nedenle de toplumlara açık etkinlikler düzenlemeye çalışır, tartışmaları kaleme alır, gazetelerde yayınlatmaya çalışırdık. Kararları alma biçimimiz de olabildiğince demokratikti. Komite olduğu halde kararları kitle toplantılarında ve tüm katılımcıların onayı ile almaya çalışırdık. Birçok çevrenin hoşuna gitmemişti doğal olarak bu biçim. Kimisi denetimine alamadığı için rahatsız, kimizi de iktidarlarına tehlikeli saydığından dolayı tedirgin oluyordu. Olan oldu daha sonra. Bir taraftan denetimine almak için iç kavgalar, bir taraftan iki toplumlu özgür ilişkilerden dolayı getirilen yasaklar en son da patlayan bombalar ve tehditlerden dolayı, bu ülkede tamamlanamayan her iş gibi o da yarıda kaldı ve ardından da noktalanmıştı. Geriye birçok dersler, deneyimler bırakarak tabii ki." (10.11.1997)
Anlaşılan bu deneyimlerden ders çıkarılmamış, ya da yılgınlık içinde çevreye de ümitsizlik aşılanmakta! Uluslararası hukuku ayaklar altına alarak gerçekleştirilen bazı oldu-bittiler ve eylemler, geri dönülmez gerçeklikler olarak kabul ettirilmek isteniyor. 8 yıl önce, "Bağımsız ve Federal Kıbrıs için Temas Grubu"nun en aktif üyesi olarak Ledra Palas Kapılarında eylem yapan Hürrem Tulga, 8 yıl sonra, "Federasyon Takıntısı" başlığı altında şunları yazabiliyor:
"Her nedense, barış dendi mi, anlaşma dendi mi ve hatta demokrasi dendiği zaman akla hep federasyon geliyor. Federasyon olmadan bu ülkede barış, bu ülkede anlaşma, bu ülkede demokrasi olamazmış gibi bir yaklaşım sergileniyor. Nedendir bilinmez? Ancak, bu ülkede de en son olabilecek olan şeydir federasyon. Bu ülkede federasyonu beklemeye devam edersek, daha çok bekleyeceğiz demektir." (7.4.1998)
Tulga, aynı makalesinde devamla soruyor: "Kuzey'de federasyonu omuzlayacak, federasyonun sorumluluğunu taşıyabilecek güç var mı?...Federal bir devlette ortak bir sorumluluk alacak veya omuzlayabilecek güç ve güçler oluşmadıkça, 74'den bu yana haybeye çekilen yıllardan söz edilecek sadece. ne Holbrook, ne AB, ne de başka bir güç de yaratmaz federasyonu. Zemin yok çünkü. Tuz, un maya olmayan yerden ekmek çıkmayacağı bilinmeli, "oyalanmayı" da bir kalem geçmeliyiz artık. Geriye sivil örgütler, barışçı güçler kalıyor sadece. Bu ülkede mevcut güçler içinde federasyonu yaratabilecek güçler sivil örgütlerden başkaları değildir. Yeter ki "umut tellallığını" bir kenara koyarak, seçim hesapları dışında kalmayı gösterme "basiretini" gösterelim. Sivil kuruluşlara getirilen yasakların nedeni(ni) de başka yerde  aramaya kalkmasın kimse. Umudun yeniden üretileceği, umudun yeniden dikileceği yeri çok iyi biliyor adamlar." (7.4.1998)
Yukarıda da görüleceği gibi, Tulga'nın kafası gerçekten çok karışık. Hem "zemin yok", "tuz, un maya yok" diyor, hem de "sivil, barışçı örgütler"in federasyonu yaratabileceğinden söz ediyor. Oysa hem 1990'da yasaklara takılan Temas Grubu'nun çalışmalarına, hem de ondan sonra ABD Büyükelçiliği himayesinde yürütülen sivil kuruluşların iki toplumlu temaslarına, "ayrılıkçılar"ın hangi noktadan sonra yasak koyduklarını, yine aynı Tulga vurgulamıyor mu?
Hürrem Tulga, bir başka makalesinde de "Yurt bölünmez mi?" diye sorabilmekte ve "Evet yurt. Ancak demokrasisiz değil" diye bitirdiği yazısında, şöyle demekteydi:
"Bir tesadüf eseri, 74 harekatına katılmış bir generalin anılarını okumuştum. Dediği şuydu generalin:
"Kıbrıs'ı bölmek, Kıbrıs'a yazık etmektir. Bölünmesi halinde kendisine yetmez. İhtiyaçlarını karşılayamaz. Gerek kaynaklar, gerekse ekonomi açısından, Kuzey'in Güney'e, Güney'in de Kuzey'e ihtiyacı vardır." Generalin söz konusu makalesi, yıllar önce yayınlanmıştı. O günden bu güne köprünün altından çok sular geçti...Böylece de birbirlerinden farklı iki ayrı ülke haline geldiler. Hem de tartışma kabul etmez bir biçimde.(Generalin bile görebildiğini, nasıl oluyor da Tulga görmek istemiyor ve "yarım demokrasi" olabileceğini zannediyor, hayret! )
...Birçoklarımız, hatta ezici çoğunluğumuz, varolan bu gerçekliğe rağmen Güney'le birarada olmayı tek çare olarak görüyor. Nitekim, halkın bu özlemini bildiği için de birçok politikacı, "Yurdun birleştirilmesini" birinci görev olarak ilan ediyorlar. Ne yapıp, yapıp "yurdu birleştirmek" diyorlar, politikacılar. Bu politikadan dolayıdır ki içinde yüzmedikleri kirli su, kafa sallamadıkları politika da kalmadı...Körebe oyunundaki gibi bağladığımız gözlerimizle, önümüze çıkanı yakalamaya çalışıyoruz, kurtulmak için...Sonuç mu? Gün geçtikçe, bütün çırpınışlara rağmen sadece biraz daha kirleniyoruz." (23.3.1998)
Hani politikacılarda iş yok, umudumuz sivil-barışçı örgütlerde değil miydi? "Yarım yurt" peşinde koşan politikacıların, "yarım demokrasi"ye ulaşamayacakları daha başlangıçta gün gibi ortada iken, neden politik hedefin yanlış olduğu ima ediliyor da, "yurdun birliği" yanlısı politikacıların  siyasal yanlışlarının altı çizilmiyor?
Hürrem Tulga, günümüz koşullarında gerçekçi tek çıkış yolu olan "Bağımsız ve Federal Kıbrıs" hedefinden uzaklaştığı için, kafası karışmış ve "Üçüncü Yol" arayışına çıkmıştır:
"Biz hiç, ama hiç yalnız değildik aslında. Bilumum dışlanmış ve kaçakların çoktan üssü haline gelmiştik. Böylece azınlık olmaktan kaçarken, tükeniş yoluna girmiştik. "Doludan kaçmaya çalışırken, fırtınaya yakalanmıştık". Arkadaşa bunu ifade ettiğimde, kara-kara düşünmeye başlamıştı. Nerde hata yapmıştık, ne yapmalıydık? Evet bütün sorun bu. Bir tarafta "azınlık" olmak, diğer tarafta "yok olmak". Üçüncü bir yol aranıyor, açıkçası. Bize ait bir yol." (16.3.1998)
"Bağımsız ve Federal Kıbrıs"ı, "azınlık" veya "yok olma" olarak sunan resmi görüşün fazlaca etkisi altında kalmışa benzeyen Tulga, "yarım yurt" yolunda  bakın daha neler diyor:
"Bir de kültürümüzü asimile ettikleri söyleniyor ya, galiba bu biraz fazla. Cehalet demesem de art niyet. Köylünün, şeherliyi asimile ettiği nerde görüldü. (Acaba İstanbul'u ve oradaki kültürü büyük bir köye ve "arabesk"e dönüştürenler kim?) Seçimlerde bu insanların kullanıldığını ve yönetme hakkımızı kullanamadığımızı söyleyenler de var. Kusura bakmasınlar, bu değerlendirme tam bir parodi gibi geliyor bana." (1.2.1998)
"Türkiyeli göçmenin bu ülkedeki artışı, Kıbrıslıyı asimile etmiyor. tersine Kıbrıs ırkçılığını büyütmeye yarıyor sadece...Göçmenlere karşı duyduğumuz tepkiyle de "kimlik ve varlığımızı" koruma altına almaya çalışıyoruz. Bu gerilim daha ne kadar sürecek? Doğrusu benim de kafam karıştığı için "yardıma ihtiyacım" var..." (20.3.1998)
Bu yazıyı da eski dostum için zaten tam da bu nedenle kaleme aldım. Çünkü egemenler, kafasını gerçekten karıştırmışlar. Kendisi gibi olanlar için  klinik tanıyı, bakın yine kendisi, ne güzel koymuş:
"Sömürgecilere, buyurganlara, sürü başında koçların olmasına, işgalcilere hiç ihtiyacımız yok bizim. Yeterince uysal, yeterince kolu, kanadı, ayağı kırık bir ruh hali içindeyiz zaten. Sömürgeci çoktan beyinleri iğfal etti. İşgal çoktan gerçekleştirilmiş, işgale, talimata bugünden sonra kimse bakmasın. Sorunun büyüğü içimizde ey dostlar. İçimizde." (9.4.1998)


(Kıbrıslı Türkün Sesi dergisi, Sayı:33, Mayıs 1998)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder