19 Ağustos 2015 Çarşamba

SAĞ VE SOL SOSYAL DEMOKRATLARIMIZIN ALTERNATİFSİZLİĞİ

          Kıbrıs sorununa demokratik bir çözüm bulunabilmesi için gerekli olan önkoşul hakkında Kıbrıs Türk muhalefet partilerinin açık ve kesin bir politikasının bulunmadığı bilinmektedir. Kıbrıs Türk liderliğinin izleyegeldiği iç ve dış politikada tayin edici güç, daima Denktaş ve onun hükümetleri olmuş, muhalefet partileri ne yazık ki ciddi alternatif politikalar üretememişlerdir. Nitekim Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin olarak resmen benimsenen federal Kıbrıs tezinden tarafların anladıkları, farklı şeyler olmakla beraber, muhalefet son çözümlemede Denktaş’ın belirttiği politikayı onaylamaktadır. Arada bir Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP)’nin emperyalizme karşı çıkılmadı, İngiliz üslerinin varlığına değinilmedi gibisinden tepkileri ise, sol muhalefet yapmanın gereği olmalı. Aslında CTP Genel Sekreteri bir açık oturumda, Kıbrıs’taki İngiliz üslerinin kaldırılması için güçler dengesinin uygun olmadığını ve bunun bulunacak çözümden sonraya ertelenmesinden yana olduğunu açıklamış bulunuyor.
İlk önkoşul olarak belirlenen Ada’daki Türk askeri varlığına son verilmesi ve TC göçmenlerinin tamamen geriye dönmeleri konusunda sağ sosyal demokrat Toplumcu Kurtuluş Partisi (TKP)’nin politikası, liderliğin politikasıyla çakışmaktadır. Sol sosyal demokrat CTP ise, her konuda olduğu gibi, burada da çelişkili tavırlar ortaya koymuştur. Kaçak işçilere karşı çıkarken, adadaki nüfus yapısını değiştirmek için getirilenlere karşı çıkmamakta, sadece onların oy gücü olarak kullanıldığından yakınmaktadır. Dahası, bu partinin genel Başkanı, KKTC’nin başkanlığına aday olduğu günlerde yaptığı bir basın toplantısında, TC göçmenlerinin Cumhuriyet’in yurttaşları haline geldiğini ve Kıbrıs Türk toplumu tarafından geçen süre içinde hızla özümsendiklerini öne sürerek, Kıbrıs sorununun çözümü yolunda bir engel olmaması gerektiğine inandığını belirtmişti. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’taki varlığı konusunda sorulan bir soruya da şu yanıtı vermişti: “Bu ülkede Türkiye ve Yunanistan’ın birer küçük askeri birliği bulunmasının bir çözüme uygun düşeceği kanısındayım ve bu tür garantörlüğün Cumhuriyet’in bağlantısızlık statüsüne ters düşmeyeceğine inanıyorum!”
CTP’nin şanındandır, gayrı resmi olarak savunur göründüğü bazı politikalar, liderliğin tepkisine yol açarsa, hemen ardından gerilemekte ve resmi çizgiye bağlılığını yinelemek ihtiyacını hissetmektedir. Münih’te yapılan bir seminerde söyledikleri konusunda yerel basında çıkan bir tartışmayla ilgili olarak Meclis’te söz alan parti Başkanı Özgür şöyle konuşmuştur: “Gelen göçmenler ve Kıbrıs Türkleri kaynaşmalıdır. (Hani aradan geçen süre içinde özümsenmişlerdi? M.S.) Kaynaşmalıdırlar, kendilerini bizden ayrı görmemelidirler, ayrı bir partide toplanmaları olumsuzdur.” (CTP’de toplanırlarsa herhalde olumlu olur! M.S.)
İkinci önkoşul olan üç temel özgürlüğün (mülkiyet, dolaşım ve yerleşme) kullanılması konusunda TKP ile CTP, resmi politikanın paralelindedir. Hatta CTP Genel Sekreteri, KKTC ilanı öncesinde yapılan bir açık oturumda “Kıbrıs Rum burjuvazisinin tüm Kıbrıs üzerinde egemenlik kurma iddiasında olduğunu” belirtmiş ve bunun Türk ve Rumların anti-emperyalist ortak cephesinin kurulmasını olanaksızlaştırdığını söylemişti. Oysa ki kuzeydeki bağımlı Kıbrıs Türk burjuvazisinin sözde egemenliğine soldan destek veren parlamentarist CTP’nin bizzat bu politikası, sözü edilen cephenin oluşmasını engellemektedir. Kendilerine yöneltilen bazı suçlamaları “AKEL çamuru atma” diye nitelendirenlerin ideolojik düzeyi belli olmuyor mu?
Üçüncü önkoşul olan “tek yanlı dış müdahale hakkını dışlayacak, sonuç alıcı uluslararası garantilerin sağlanması”nda da durum yukarıdaki gibidir, yani liderlikle çakışmaktadır. CTP de “Türkiye’nin etkin garantisinden yana”dır. Bir başka deyişle, Türkiye istediği anda bağımsız Kıbrıs devletinin içişlerine karışabilmeli, hem de adada üslendireceği askerleri aracılığıyla. CTP Genel Sekreteri, bu bağlamdaki Sovyet çözüm ilkelerini Kıbrıs Türklerinin güvenliği açısından yetersiz bulduğunu açıklamıştır.
Özetle, Kıbrıs sorununa bakışta TKP (bu partinin bir milletvekili olan Durduran’ın kişisel bazı çıkışları dışında) resmi çizgiyi savunmakta, CTP ise kendisinin en samimi federasyon savunucusu olduğunu belirtmesine rağmen, bu konuda liderlikle olan ayrımlarını kesin çizgilerle ortaya koymakta yetersiz kalmaktadır. Zaten CTP’nin ideolojik zafiyeti kendisini iç politikada da göstermektedir. Mecliste sandalyesi olmayan Atılımcı Halk Partisi’nin eski bakanlardan olan Başkanı Kotak, tek başına politika üretip öne geçerken, ana muhalefet partisi olduğunu öne süren CTP, “öğretmenler grevinde KTÖS kazanırsa, demokrasi kazanacaktır. KTÖS kaybederse halk kaybedecektir” diyerek, aczini dile getirmiştir. Kıbrıs’ın işgal altındaki kuzeyinde yer alan sosyal demokrat muhalefet, gerek iç, gerekse dış politikada açık ve alternatif politikalar üretmelidir. Son 1985 genel seçimlerinde halkın yüzde 54.47’sinin, oylarını sosyal demokratlara verdiği de unutulmamalıdır.

(Önce “Mehmet Sonuç” imzası ve “Sağ ve sol sosyal demokratların alternatifsizliği” başlığı ile, Söz gazetesi, Sayı:1463, 1 Nisan 1988’de yayımlanan metin, daha sonra açıklayıcı küçük bazı eklerle yine “Mehmet Sonuç” imzası ve "Kıbrıs'ın kuzeyinde sosyal demokratların açmazı" başlığı ile Ekonomi ve Politikada Görüş, aylık dergi, İstanbul, Sayı:29, Nisan 1989’da yayımlandı.) 



FEDERAL BİRLİĞİN ÖN KOŞULLARI


Şubat ayı sonunda yapılan Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Yorgo Vasiliyu’nun kazanmasından sonra bir demeç veren Rauf Denktaş, Vasiliyu’nun yüzde yüz Rumlardan oluşan seçmenler tarafından seçildiğini (güya yürürlükteki 1960 Anayasası ortak seçim olanağı tanıyormuş gibi) söyleyerek, onun tüm Kıbrıs’ın Cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin mümkün olmadığını (onay verdiği 29 Mart belgesinde de ayrı seçimler öngörülmüyor mu?) öne sürdü.

1974 yazına kadar, bugün varlığını görmezlikten geldiği Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Başkan Yardımcısı unvanını kullanan Denktaş, gerçek niyetinin bağlantısız bir dış politika güden bu devletin ortadan kaldırılması olduğunu gizleyebilmiş midir? 1963 Aralık’ında enosisçilerle taksimciler elele vererek, devleti yıkmaya yöneldiklerinde, Dr. Küçük, Türklerin adanın taksimini istediklerini ve hükümetteki görevlerine dönmeyeceklerini açıklarken, daha sonra Temsilciler Meclisi çalışmalarına katılmak istediklerinde, Rumların engellemeleriyle karşılaşılmamış mıydı? Denktaş ise “adanın Doğu Akdeniz’in Kübası olma tehlikesi”ne karşı dış müdahalelere gerekçe hazırlamakla meşgul değil miydi? 1974 yazında olanlar da, gerek Yunanistan, gerekse Türkiye eliyle adanın bölünmesine yönelik emperyalist planların uygulanmasından başka neydi ki?

Gelelim günümüzdeki itirazlara: K. Atakol, Vasiliyu’nun “Kipriyanu yönetiminin mesnetsiz esasları savunmaya başladığını” söylerken, iktidar organı Birlik gazetesi de yeni Başkanın TC Başbakanı ile görüşme isteğini “küstahlık” olarak nitelendirmektedir! Toprak bütünlüğünü garanti ettiği Kıbrıs devletinin toprakları üzerinde, 14 yıldır 30 bin asker ve 50 binden fazla göçmen bulunduran Türkiye’nin başbakanı muhatap kabul edilmemeliyse, barış nasıl sağlanacaktır, anlaşmaya nasıl varılacaktır? Uluslararası hukuka göre “mesnetli” olan esaslara bakacak olursak:

“1. Geçici hükümet kurulmadan önce, Türk askerlerinin ve askeri malzemesinin, istisnasız bütün göçmenlerin adadan çekilmesi.”
Görüşme süreci boyunca taraflar üzerindeki askeri, politik ve manevi baskının kalkması için bu esasa uyulmalıdır.  Yeni federal devletin toprakları üzerinde Türk, Yunan vd yabancı askerlerin üslenmesi durumunda egemenlik ve bağımsızlık zedelenecektir. 1963 çatışmalarında ıslak kurşunları bile değiştirmeyen Türk Alayı unutulmamıştır. Hem iki doruk görüşmesinde de adanın askersizleştirilmesi kabul edilmemiş midir? TC göçmenleri ise varılacak anlaşmanın onaylanmasında Kıbrıslı Türklerin özgür iradesinin yansımasında olumsuz rol oynayacaklarından, Kıbrıslılar arasında yeniden düzenlenecek ortak yaşamın unsurları olmamalıdırlar.

“2. Bütün vatandaşların dolaşma, yerleşme ve mülk edinme temel özgürlüklerinin ve özellikle bütün göçmenlerin evlerine dönme hakkının güvence altına alınması.”
İki bölge arasında, öteki eyaletin yasalarına uymak koşuluyla, üç temel özgürlüğün kullanılması, federal devletin vaz geçilmez bir özelliğidir. Geri dönecek olanların sayısının her iki tarafta da sınırlı olacağı bilindiğine göre, bu haklar niçin tanınmasın? Aksi takdirde federal devlet bütünlüğünden söz edilemeyecektir.

“3. Tek yanlı müdahale hakkını dışlayacak, sonuç alıcı uluslararası garantilerin sağlanması.”
Bu husus, mutlaka uluslararası bir konferansta görüşülmelidir. “Türk askeri giderse, yine katliamlar olur” korkutmacası ile taraflar arasında güven ortamını oluşmasına hizmet edilmez. Güçlü merkezi federal yönetim, demokrat Kıbrıslıların elinde bulunduğu sürece ve bunca yıldır çekilen acılar göz önünde bulundurulursa, yeni saldırılar söz konusu olamaz. Hem 1968’de barikatlar kaldırıldığı zaman Rum kesimine ilk geçenler, Türklerle Rumların bir arada artık yaşayamayacağı propagandasını yapanlar değil miydi? Tek yanlı müdahale hakkı var olduğu sürece, fesat güçleri, istedikleri an toplumlararası işbirliğini bozmaya yeltenmeyecekler mi? Şoven ve faşist unsurların her iki eyalette de etkisiz hale getirilmeleri, yeni federal devletin yaşama güvencelerinden biri, hem de en önemlisi olacaktır. Yeter ki iyi niyet ve karşılıklı anlayış egemen olabilsin.

Federal birliğin önkoşullarını bu esaslar çerçevesinde olgunlaştırmak ise, her iki taraftaki demokrat ve ilerici güçlerin boyun borcu olmaktadır.


(“Mehmet Sonuç” imzasıyla, Söz gazetesi. Sayı: 1462, 11 Mart 1988)

MÜMTAZ PROFESÖR GÖLGE ETMESİN


12 Şubat (1988) akşamı, Türkiyeli profesör ve sütun yazarı Mümtaz Soysal’ın bir konferansını izledik. Artık gelenek haline getirildi. Kıbrıs sorununda herhangi bir gelişme mi bekleniyor; derhal TC’den bir “akıl hocası” Kıbrıs’a çağrılarak, burada kamuoyu oluşturulmak isteniyor. KKTC’nin ilanı öncesinde hatırlarsınız, 18 Temmuz 1983’de, yine aynı profesör getirtilip, bize telkinler yapılmıştı. “KKTC’nin ilanı Kıbrıs Türkleri’nin moralini yükseltmek için gereklidir” fetvasını veren Mümtaz profesör, 15 Kasım’a giden yolu aydınlatmamış  mıydı? Şimdi de Davos zirvesi ardından, Kıbrıs Rum Başkanlık seçimi öncesinde, aynı akıl hocası buraya getirildi. Halkımıza konferans verdirildi, radyodan naklen, TV’den de Rum tarafına yönelik İngilizce konuşmalar yapması sağlandı.

Neydi bir taşla vurulmak istenen iki kuş? Türk-Yunan yumuşamasından endişelenen Kıbrıs Türk liderliği, olası bir Kıbrıs Türk-Kıbrıs Rum yumuşaması karşısında arabayı yokuşa sürmek gerektiğine inanıyordu. O nedenle “KKTC olgusunun Kıbrıs sorununun çözümüne etkisi” konusunu bu işin uzmanına anlattıracaktı. Bu işi en iyi yapabilecek kişi kim olabilirdi? Türk tarafının Nisan 1978’de sunduğu öneri paketini hazırlayan ve federal yerine konfederal bir yapı öneren anayasa profesörü Mümtaz Soysal, biçilmiş kaftandı. Toplumlararası görüşmelerin 13 ay durmasına yol açan ve ardından da çözüm ilkesinde değişiklik getiren konfederal devlet isteminin teorik fikir babası o değil miydi?

Ayrıca Kıbrıs Rum kesiminde Başkanlık seçimlerinin yapılmasından iki gün önce BRT TV’sinden Rum tarafına mesaj da uçurulacaktı. Kiprianu, zaten inatçıydı. 1974’de yaratılan “oldu-bitti”mizi kabul etmeyip, bizim konfederasyon önerilerimize yıllardır yanaşmıyordu. Diğer güçlü adaylardan Vasiliyu, profesörün İngiliz diplomatlarından edindiği bilgilere göre, Rumların karşı olduğu konfederasyon çözümüne razıydı ve İngiliz üslerinin kalkmasından yana değildi. Kleridis ise bilindiği gibi EOKA-B’cilerle içli-dışlıydı. Mümtaz profesöre göre, Rum tarafının tek seçeneği vardı. O da, KKTC’nin Rum tarafınca tanınması. “Bizimle ticaret yapan 75 ülke bizi gayrı-resmi olarak tanıyor” demek bir anlam ifade etmiyordu. Önemli olan Kıbrıslı Rumların KKTC’yi tanımaları gerektiğiydi. KKTC artık bir olay değil, bir olguydu. Dört buçuk yıl bağımsız (!) yaşamış bir devlet, tarihe şaka olsun diye ilan edilmemişti. Gerçi KKTC’nin ilan edilmiş olması, Profesör’e göre, bir çözümdü, ama bu “bizim için” bir çözümdü. Başka bir çözüm şekli isteniyorsa, KKTC’nin varlığının, ya da bir başka deyişle “Kıbrıs’ta iki devletliliğin” kabulü zorunluydu. İşin ilginç yanı, bu KKTC’nin varlığına karşı bizde de bir inançsızlık vardı! KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak var olduğunu, dışa karşı inandırıcı bir şekilde gösterebilmenin en başta gelen koşulu, önce bizim bu KKTC’ye inanmamızdan geçiyordu. Mümtaz profesörün önerdikleri arasında şunlar da vardı: KKTC ile TC, komplekse kapılmadan savunma anlaşması da içinde bir dizi anlaşma yapabilirdi. Böylece Kuzey Kıbrıs’ta 14 yıldır üslenmiş bulunan 30 bin TC askerinin, Batı Avrupa ve Rum tarafının gözüne batan durumu giderilmiş ve soruna bir kılıf bulunmuş olurdu. (Bu asker-turistler ile bavulcuların alış-verişleri yetmiyormuş gibi), KKTC’nin turizm ve ticaretini daha da canlandırmak için TC’den geliş-gidişlerde pasaport yerine, seyahat belgesi verilmesi de içinde birçok kolaylıklar yapılmalıydı.

Dahası Kıbrıs Türk toplumu, “çözümsüzlük psikozu”ndan kurtarılmalıydı. Örneğin eşdeğer mal konusunda, muhalif partilerin de katılacağı bir partilerüstü komisyonun, kesin tapu belgeleri vermesi sağlanmalıydı. 50 bin’den fazla TC’li göçmene yapıldığı gibi, Kıbrıslı Türklere de bir “Kuzey Kıbrıs’ı vatanlaştırma” işlemi başlatılmalı, topluma “yeni bir vatan” kavramı benimsetilmeliydi. Yok mu ya, 1964’den beri askıda duran Türkiye’deki Rum malları sorunu Davos’la çözüme kavuşma yoluna girerken, Kıbrıslı Türkler Güney’de kalmış mal ve mülkleri konusunda niçin ümitlensinlerdi? “Tarihsel zorunluluk” nedeniyle Rumlar Kuzey’i, Türkler de Güney’i terk etmek zorunda kalmışlar ve toplandıkları bölgeleri kendilerine vatan yapmışlardı. Kıbrıslı Rumlar veya Türkiye, Avrupa Topluluğu’na girebilirdi, hatta Rumlar üç temel özgürlüğü TC’de bile kullanabilirlerdi. Ama KKTC’mizi tanımadıkları sürece, bu özgürlükleri bu tarafta kullanamayacaklardı.

Bu ne hız Mümtaz Bey? Barutunuzu kimden alıyorsunuz? Güney’de mal-mülk bırakanların önemli bir bölümü 14 yıldır hakkını kabul ettirememişse, Güney’de üç kuruşluk malı ya var, ya yok olanlar, Kuzey’de villalar, apartmanlar edinebilmişse, nerede bunun adaleti? Üç-beş kişi hediyelik eşyası ticaretinden milyarder olsun diye ülkemizin sorma-gir hanı yapıldığı yeter. 1974 sonrasının başı bozuk ortamında, genç nesiller ekonomik ve sosyal bunalım içinde harcanıyor, bir kısmı ülkemizi terk ediyor; etraf kaçak işçi, göçmen doldu, toplumsal yapımız bozuldu. Devlet kurmak diye diye daha kaç insanımızı üretici hayattan kopartıp, maaşlı köleler durumuna sokacaksınız? Avuç içi kadar bölgemize niçin bu kadar çok hava ve deniz limanı yapılıp, yedeğe alınıyor? Bütünleşme edebiyatına son verilsin. Bırakınız toplumumuz kendi iç dinamiklerini çalıştırsın Kıbrıslılar kendi sorunlarını dış karışma olmadan çözebilirler. Yeter ki siz gölge etmeyesiniz. Kıbrıs Türk halkının akıl hocalarına ihtiyacı yoktur.


(“Mehmet Sonuç” imzasıyla, Söz gazetesi, Sayı: 1461, 26 Şubat 1988)

15-20 TEMMUZ’UN 13. YILINDA KIBRIS SORUNU VE ULUSLARARASI KONFERANS ÖNERİSİ

Sovyetler Birliği bilindiği gibi, daha 1960’lı yıllardan başlayarak, Kıbrıs sorununda ilkeli bir politika izlemiş ve bulunacak çözümün, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü koruyacak ve adada yaşayan iki ulusal toplumun meşru haklarına halel getirmeyecek esaslara dayanılmasını istemiştir.

Kıbrıs sorununu görüşmek üzere 19 Şubat 1964’de toplanan BM Güvenlik Konseyi’nde konuşan Sovyet delegesi Fedorenko, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran Zürih ve Londra Andlaşmalarının Kıbrıs’ın bilgisi olmadan, zorla kabul ettirilerek meydana getirildiğini, bundan amacın da ileride NATO devletlerine sürekli olarak Kıbrıs’ın içişlerine karışmak olduğunu söyleyerek, şu görüşleri dile getirmiştir: “Kıbrıs’a yabancı asker gönderilmesi hususundaki bütün bu çeşitli planların yalnız bir amacı olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Bu da, askeri bloklara bağlanmama siyasetini güden Kıbrıs Cumhuriyeti’nin NATO kuvvetleri tarafından de-facto askeri kontrolü altına sokulmasıdır.”

O günlerde bu hedef doğrultusunda gerek Türk, gerekse Rum toplumu arasında gizli faaliyetlerini sürdüren faşist unsurlar, toplumlararası kanlı saldırıları düzenlerken, Kıbrıs Türk liderliği de karma köylerde yaşayan Türkleri başka yerlere naklederek, de-facto bir taksim planı uygulamaktaydı.

Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı düzenlenen 1974 yılındaki 15 Temmuz darbesi ile bunu izleyen Türkiye’nin askeri müdahalesi sırasında olanlar da, 1964 yılındaki mizansenin bir başka benzeriydi. Bu kez hem nüfus aktarması ile taksim gerçekleşiyor, hem de bu de-facto durumu sürdürmek için, adanın yüzde 36’lık kuzey bölümünde on binlerce Türk askeri ile Türkiyeli göçmen iskân ediliyordu.

1981 yılına kadar Kıbrıs hükümetinin sözcülüğünü yapmış ve Makarios’un en yakın çalışma arkadaşlarından olan Miltiadis Hristodulu, Kıbrıs’ın Rum kesiminde yayımlanan Agon gazetesinde 18 Nisan 1987 günü çıkan bir röportajında şu açıklamayı yapıyordu:

“Cuntanın darbesinin arifesinde genişletilmiş toplumlararası görüşmelerde bir anlaşmaya hemen hemen varılmıştı. O zamana kadar çözümsüz kalan tek konu, temel alanını belediyelerin oluşturduğu otonomi konusu idi. 13 Temmuz 1974 Cumartesi günü, darbe planını uygulamak için Atina’da toplantı yapıldığı sırada Yunanlı Dekleris ile Türk Aldıkaçtı, Maraş’ta iki görüşmeci tarafından kendilerine havale edilen askıda kalan konuları görüşmek üzere bir araya gelmişlerdir. Gerçekten de belediyelerin otonom durumu hakkında anlaşmaya varılmış ve anlaşmanın kesin metni hazırlanmıştı. Bu suretle görüşmeler kapsamlı bir anlaşma ve Kıbrıs’a yeni bir anayasal hayat verme aşamasına gelmişti. Bu sevindirici haber Yunan ve Türk hükümetlerine bildirilmiş ve her iki görüşmeci de dahil, toplumlararası görüşmeler ekibinin tümünün toplanması için 16 Temmuz tarihi saptanmıştı. 15 Temmuz’da darbe yapıldı. Yani anlaşmaya hemen hemen varmıştık.  Bu kesin bir anlaşma değilseydi bile, çözümü kesinleştirmek için bir zemin idi. Eğer 15 Temmuz’da darbe olmamış olsaydı, iki görüşmeci ile uzmanlar 16’sında toplanıp anlaşmaya varıldığını açıklayacaklardı.”

Hatırlanacaktır, “darbe sonucunda yıkılmış olan anayasal düzeni yeniden kurma” gerekçesiyle yapılan Türkiye’nin Birinci Askeri Harekâtı, silah tehdidi altında yapılan Cenevre Konferansında Kıbrıs Rum tarafının iki bölgeye dayalı çözüm önerisini kabul etmemesi üzerine İkinci Askeri Harekâtla tamamlanmış ve ada halkı 16 Ağustos 1974’de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 14. kuruluş yıldönümünü, taksim koşulları altında kutlamak durumuyla karşı karşıya bırakılmıştı.

Sovyetler Birliği 22 Ağustos 1974 günü yaptığı açıklamada şöyle demekteydi:
“Kıbrıs sorununun, Güvenlik Konseyi ve kararları geçiştirilmek suretiyle NATO üyesi devletlerin dar çerçevesi içinde çözümlenmesi girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmış ve Kıbrıs’ta askeri harekâtın yeniden başlamasına yol açmıştır. Zürih-Londra Anlaşmalarıyla Kıbrıs’a kabul ettirilen sözde garantilerin Kıbrıs halkına barış ve sükûn sağlamadığı gibi, gerçekte Kıbrıs halkına yabancı olan çıkarlara hizmet etmek için kullanılmaktadır. Kıbrıs sorunu, ne askeri harekât yardımıyla ve ne de siyasi bir çözümün bu bağımsız devlete zorla kabul ettirilmesi suretiyle çözümlenebilir. Bu sorunla ilgili görüşmelerin, Kıbrıs’ı kendi askeri çıkarlarına tabi kılmak isteyen bir askeri-siyasi gruba mensup devletlerin kapalı çevresi içinde yürütülmesi, Kıbrıs halkına yeni tehlikelerden başka bir şey getirmez. Kıbrıs içinde ve etrafında gelişmekte olan olayların milletlerarası gerginliğin yumuşatılması çabasına ters düştüğü ve bu nedenle bütün halkların hayati çıkarlarıyla ilgili olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekir. Sorunun bütün bu yönlerini göz önünde tutan Sovyet hükümeti, Kıbrıs sorununun görüşülmesi işinin bugünkü dünyanın siyasi görüntüsünü yansıtacak y-temsili bir forum tarafından üstlenmesi zamanının gelmiş olduğuna inanmaktadır. Ancak bu tür temsili bir milletlerarası konferansta Kıbrıs Cumhuriyeti temsilcileriyle birlikte ve bunların doğrudan doğruya katılmalarıyla bağımsız, egemen ve ülke bütünlüğünü haiz bir devlet olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığını etkin bir biçimde sağlayacak ve Rum ve Türk Kıbrıslıların çıkarlarıyla uyumlu olacak kararlara varılması mümkün olacaktır.”

İşte 21 Ocak 1986 günü Sovyet resmi TASS ajansı tarafından tüm dünyaya duyurulan, “Kıbrıs’ta çözüm ilkeleri ve çözüme varma yolları hakkında SSCB’nin önerileri” başlıklı belgede de Sovyetler Birliği’nin Kıbrıs sorunuyla ilgili bu ilkesel tutumu sürdürülüyordu. Ne var ki bu öneriler, başta Türk tarafı olmak üzere İngiltere ve ABD tarafından olumsuz karşılanmıştı. İddia edildiği gibi Sovyetler Birliği, bulunacak çözüm konusunda söz hakkı istememekte olup, her iki toplumun arasına girme gibi bir niyete de sahip değildi. Çünkü SSCB, anlaşmazlığın iç yönünün sadece Kıbrıslılar arasında yapılacak görüşmelerle çözümleneceğini söylüyordu. Sovyetler Birliği’nin tek istediği, adanın bağımsız ve bağlantısız bir cumhuriyet olarak kalması ve başka ülkelerin Kıbrıs’ın içişlerine karışmamasıydı. Bu ise, bölgesel sorunların barışçı yollardan çözümlenmesine ilişkin Sovyet dış politikasının doğal bir sonucuydu. Bazı çevreler ise, Kıbrıs sorununun Batı’nın etki alanı içinde olduğu bir zamanda, uluslararası bir konferans yapılırsa, Sovyetler Birliği’ne Kıbrıs sorununda söz hakkı verilmiş olacağını öne sürmektedirler. Oysa ne Sovyetler Birliği, ne de böyle bir konferansın toplanmasını isteyenler, etki alanları diye bir şeyin varlığına inanmamaktadırlar.

Sovyetler Birliği, Kıbrıs sorununun uluslararası yönü üzerinde söz hakkı olduğunu söylemiş ve söylemektedir. Çünkü bu konu, onun kendi güvenliği ile yakından ilgilidir. Eğer ABD veya diğer NATO ülkeleri Kıbrıs’tan binlerce kilometre uzaklıkta iken ada üzerinde askeri üs ve dinleme tesisleri bulunduruyorlarsa ve bu durum SSCB’nin güvenliği için bir tehlike oluşturuyorsa, Kıbrıs’ta herhangi bir üs edinme iddiası olmayan Sovyetler Birliği, kendi güneybatı sınırlarının sadece yarım saatlik süpersonik bir uçuş uzaklığında bulunan Kıbrıs adasıyla kendi güvenliği açısından niye ilgilenmesin? Unutulmaması gereken bir diğer nokta da Kıbrıs’taki İngiliz ve Amerikan üsleriyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin varlığının birbiriyle bağlantılı olduğudur. Batılı haber kaynakları sormaktadır: “Rob Prince, Peace Courier 5-87)   

Kuzey’deki Beşparmak dağları ve Karpaz yarıadasında bulunan Amerikan füze rampaları (Cruise füzeleri için olduğu söylenmektedir) buralara ne amaçla yerleştirilmiştir? Türkiye ile ABD’nin bir askeri üs olmadığını öne sürdürkleri Geçitkale Havaalanı, niçin Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’nun en büyük askeri tesisi olarak yapılmıştır? Güney’deki Trodos dağları üzerinde, Mia Milya ve Ayia Napa’daki Amerikan dinleme istasyonları ne işe yaramaktadır? Kıbrıs gibi küçük bir adadaki ABD Büyükelçiliğinin personeli sayısı niçin 1200’dür?

Türkiye, son zamanlarda BM raporlarına da yansıdığı gibi, bir yandan Kıbrıs’ın kuzeyindeki asker sayısını artırırken, öte yandan da hem taksim çizgisi boyunca tanklarını modernleştirmiş, hem de sayıca fazlalaştırmıştır. ABD’nin işgal altındaki bölgede Türkiye ve güneydeki Ağrotur ve Dikelya İngiliz üslerinde İngiltere ile yaptığı anlaşmalar, şimdilik Washington’’un ihtiyaçlarını karşılamakta ve bölgesel müdahale ve ilk nükleer Amerikan darbesiyle ilgili planlara denk düşmektedir.

Oysa Sovyet önerilerinin 3. Maddesi şöyle demektedir: “Bir çözüm için, Ada topraklarının bağlantısızlık statüsüne uygun olarak tamamen askerden arındırılması kaçınılmazdır. Ada’nın başka devletler tarafından askeri maksatlar için kullanılması kabul edilemez. Yabancı devletlerin bütün askerleri adadan çekilmeli ve yabancı askeri üslerin ve tesislerin faaliyetine son verilmelidir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliği ve bağımsızlığını kısıtlayan dengesiz anlaşma ve sözleşmeler iptal edilmelidir.” 

İşte Sovyet önerilerinde belirtilmiş olan Uluslararası Hukuk’un bu tartışılmaz ilkelerini hayata geçirmek ve Kıbrıs sorununun bu çerçevedeki dış yanlarını görüşmek üzere, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün gözetimi altında toplanacak olan uluslararası bir konferans ilgili bütün tarafların temsilcilerinden oluşturulacak çalışma gruplarında, birbirleriyle yakından bağlantılı olan, bütün yabancı askerler ile adaya yerleştirilmiş bulunan nüfusun Kıbrıs topraklarından geri çekilmesi, ada üzerinde kurulmuş bulunan bütün yabancı askeri üs ve tesislerin varlığına son verilmesi ve toplumlararasında bu konferansa paralel olarak yürütülecek görüşmelerde üzerinde anlaşmaya varılacak iç çözüm şeklinin ve adanın statüsünün hangi garantilerle güvene altına alınacağı konularını görüşüp, karşılıklı olarak kabul edilebilir bir karara bağlayacaktır. Uluslararası konferansta bağlanan bütün bu anlaşmalar, tek bir bütün oluşturacak ve katılan bütün tarafların onayı (consensus) ile kabul edileceğinden, tarafları bağlayıcı olacak ve eksiksiz uygulanması gerekecektir.

Yok eğer Kıbrıs sorununun iç yanları bir tarafa, uluslararası dış yanlarına bir çözüm getirmek istemeyenler varsa ve kanayan bu yaranın sürüp gitmesinde ısrarlı iseler, onlar zaten bir gerekçe uydurup, bu uluslararası konferansa katılmamakta direneceklerdir. Nitekim karşılıklı güvenliği gözetmeyen ve taraflardan birine tek yanlı yarar veya ayrıcalık sağlanması isteniyor ve konferansa iyi niyetle yaklaşılmıyorsa, ne konferans toplanabilecek, ne de toplansa bile başarıyla sonuçlanabilecektir. Bu nedenle, ilgili bütün taraflarda iyi niyet karşılıklı olarak birbirinin çıkarlarını gözetme, sorumluluk duygusu ve sağduyu egemen olursa, kısa sürede bütün tarafların kabul edebileceği adil bir çözüme varılabileceği kanısındayız.

(“Ertan Yüksel” imzasıyla, Söz gazetesi, Sayı:1441, 17 Temmuz 1987)


REDDAWAY’İN KONFERANSI HALKTAN GİZLENDİ


Kıbrıs’ta İngiliz sömürge yönetimi sırasında kaza komiserliği ve valilik sekreterliğinde 20 yıldan fazla bir süre görev yapmış ve halen Girne’de ikamet eden BM Cemiyeti Başkan Yardımcısı John Reddaway, 25 Haziran (1987) akşamı Lefkoşa’daki Atatürk Kültür Merkezi’nde Kıbrıs sorunu hakkında bir konferans verdi.

Geçen yıl “Burdened With Cyprus – The British Connection” adlı bir kitap yayımlayarak, Kıbrısla ilgili İngiliz politikasını aklamaya çalışan yazarın, Kıbrıs Türk Birleşmiş Milletler Derneği tarafından düzenlenen toplantıda sunduğu Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin önerilerini resmi makamlar tarafından onay görmediği için kamuoyuna duyurulmadığı öğrenildi.

İngiliz BM Cemiyeti’nin selamlarını aktardıktan sonra, BM Güvenlik Konseyi’nin bir acil oturum yaparak, Kıbrıs sorununu dünya barışı için potansiyel bir tehlike olarak gördüğünü ve soruna bir çözüm bulunması gerektiğini dünyaya duyurmasını isteyerek, konuşmasına başlayan Reddaway, “kendini BM Genel Sekreterinin yerine koyarak, arzu edilen değil, gerçekleşmesi mümkün olan bir çare şeklini önereceğim” demiş ve şunları önermiştir:
1.      Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’’nin federal başkanlık veya şansölyeliğine Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türklerin ortaklaşa seçecekleri ve politika dışından gelecek birleştirici bir kişi getirilmelidir. Federal Başkanının Yardımcısı da aynı özelliklere sahip bir kimse olmalı ve o da ortak seçimle seçilmelidir. Yalnız başkan yardımcısının seçiminde Kıbrıslı Türklerin oylarının belli bir ağırlığı olmalıdır.
2.      Her iki federal eyaleti ayrı ayrı yönetecek olan iki tane toplumsal başkan olmalı ve bu başkanlar kendi toplumlarınca ayrı ayrı seçilmelidir.
3.      Önemli bir toprak tavizi verilmesi yanında, 60 bin kadar Kıbrıslı Rum Maraş’a, 10 bin de geri kuzey’e, 2 bin 5 yüz Türk de güney’e dönmeli; evini, malını terk eden herkese mali tazminat ödenmelidir. Bu amaç için 200 milyon dolar öngörülmüştür. Kıbrıs Türk tarafının ekonomik yönden kalkınmasını sağlamak için BM Kalkınma Fonu’nun denetiminde 100 milyon dolarlık bir fon kurulmalıdır. Kıbrıslı Türkler ile Rumlar arasındaki ilişkileri geliştirmek için ortak girişimler ve kuruluşlar oluşturulmalıdır.
4.      Kuzey Kıbrıs’taki Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir yıl içinde tamamen geri çekilmesi sağlanacak ve Kuzey Kıbrıs’a yerleştirilmiş olan Türkiyeli göçmenlerin hepsi de geri gönderilecek. Aile bağları ile buraya bağlananlar kalabilecektir. Eğer Kıbrıslı Türkler isterse, Kuzey Kıbrıs’ta 3 bin TC askeri kalabilecektir.
5.    Varılacak anlaşma, ikili bir garanti sistemine bağlanacaktır. Birinci aşamada, Kanada, Yugoslavya ve Avusturya (İsveç de olabilir)’dan oluşacak 3 tarafsız ülke, Kıbrıs’ta toplumlararası bir anlaşmazlık olursa, sorunu çözmek üzere hep birlikte müdahale edecekler. Eğer bu 3 ülke çözmezse, ikinci aşamadaki garanti sistemi devreye girecek. Bu 2 ülke ise Türkiye ile Yunanistan olacak ve bunlar Kıbrıslı Türklerin veya Rumların haklarını korumak için ayrı ayrı müdahale etme haklarına sahip olacaklar.

Yukarıda önerilen plan için BM denetiminde, hem kuzeyde, hem de güney Kıbrıs’taki yönetimler birer plebisit yapacaktır. Plan reddedilirse BM Güvenlik Konseyi, Genel Sekreterin Kıbrıs’la ilgili görevini iptal edecek ve BM Barış Gücü askerleri Kıbrıs’tan tamamen geri çekilecektir.  O zaman her iki toplum da birbiriyle başbaşa kalacaklardır.

Eğer Türk tarafı plana karşı olumlu, Rum tarafı olumsuz bir sonuç alırsa, BM Güvenlik Konseyi Türk tarafındaki devleti resmen tanıyacak ve diğer ülkeler tarafından da tanınması için çağrıda bulunacak ve BM Barış Gücü geri çekilecek.

Eğer yapılacak plebisitte Türk tarafı plana karşı olumsuz, Rum tarafı ise olumlu bir tavır ortaya koyarsa, halen olduğu gibi Rum tarafının Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temsilcisi olarak tanınması sürdürülecek ve BM Barış Gücü kalacak, Türk tarafının da tanınmaması istenecek.”

“BM çerçevesinde her istenileni elde etmek mümkün değildir” diyen John Reddaway, konferansını Türkçe olarak söylediği “Eski dost, düşman olmaz” sözleriyle bitirdi.

KKTC Başkanı Rauf Denktaş, TC Büyükelçisi Kumcuoğlu, görüşmeci Münir Ertegün ve diğer Cumhurbaşkanlığı Müsteşarları, Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, yüksek kademedeki devlet memurları ve bazı yabancı ülke diplomatlarının da ilgiyle izlediği konferansta sunulan öneriler, bizim yöneticileri memnun etmemiş olacak ki John Reddaway’in konferans metni gerek Radyo’dan, gerekse basından ayrıntılarıyla kamuoyuna sunulmadı. TAK ise konferans haberini 3-5 satırlık resimli bir haberle vererek, haber niteliği olan önerileri gizlemeye çalıştı.

Konferanstan sonra izleyicilerin sorularına yanıt veren Reddaway, Kıbrıs Rum kesimindeki halkın çoğunluğunun enosis’e karşı olduğunu, ancak bu politikayı öne çıkaracak bir lidere ihtiyaç duyulduğunu söyledi. Kıbrıs’taki İngiliz askeri üslerinin geleceği ile ilgili bir soruya da “Üsleri işe karıştırmayalım. Onlar İngiltere’ye ait egemen topraklardır. Çok önemli değildirler. Onlar da görüşülecek olursa, Kıbrıs sorununun çözümlenmesi daha da zorlaşır. Üslerin kapsamlı bir çözümde rolü olmamalıdır” şeklinde bir yanıt vermesi ilgiyle izlendi.

Adanın askersizleştirilmesi yerine asker sayısının azaltılması gerektiğine değinene John Reddaway, eyalet askerlerinin bulunacağını söyledi. Bir soru üzerine Cumhurbaşkanı Denktaş da söz alarak, doruk anlaşmalarında adanın askersizleştirilmesi üzerinde anlaşılmadığını, ancak kapsamlı bir çözümde anlaşıldığı takdirde, o zaman adanın askersizleştirilmesinin Türk tarafınca görüşülebileceğinin belirtildiğini ve bunun doruk anlaşmalarına bu şekilde kaydedildiğini açıklamak ihtiyacını hissetti.

John Reddaway’in “dış baskılar olmazsa Kıbrıs sorunu çözümlenemez” görüşü üzerine söz alan Cumhurbaşkanı Danışmanı ve Toplumlararası görüşmelerde Türk tarafını temsil eden Münir Ertegün, dış baskılara karşı çıkarak, Türkler ile Rumların yalnız bırakılmaları halinde, Pile örneğinde olduğu gibi, ticaret yoluyla ve ileride gelişecek turizmdeki işbirliği yardımıyla anlaşabileceklerine inandığını belirtti. O sırada Cumhurbaşkanı Denktaş’ın koltuğunda huzursuz olduğu gözlerden kaçmadı.


(“Söz (Özel)” imzasıyla, Söz gazetesi, 3 Temmuz 1987)   

1 MAYIS’TA BİR DURUM DEĞERLENDİRMESİ


Bugün 1 Mayıs: İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü. Geçen yıl 100. Yıldönümünü kutladığımız bu günde, acaba Kıbrıslı Türk emekçilerin durumu nasıl görünmektedir? Kıbrıs’ın Kuzeyinde egemen olanlar, toplumu hangi noktaya getirmişlerdir?

Bilindiği gibi 1974 Temmuz’uyla başlayan süreç, Kıbrıslı Türkleri adanın genel ekonomik bütünlüğünden koparmış ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin denetimi altındaki bölgede Türk lirasına bağımlı ekonomik bir yapı oluşturmuştur. İktisatçı Özalp Sarıca, 23 Şubat 1987 akşamı Kıbrıs Türk İktisatçılar Birliği tarafından düzenlenen bir toplantıda, 1985 yılı verilerine dayanarak, adanın Kuzey ve Güney’indeki ekonomik durumu şu şekilde değerlendirmiştir:

“… Tarım sektörünün GSMH’ya katkı oranı, Kuzeyde yüzde 20.9, Güneyde yüzde 7.5; Sanayi sektörünün kuzeyde yüzde 9.3, Güneyde yüzde 18.9 olduğu görülür; kuzeyde GSMH’nın yüzde 90.1’i, Güneyde yüzde 77.7’si tüketime harcanmakta; fert başına GSMH’nın Kuzeyde 791.544 TL; Güneyde 2.462 KL (tahminen 2.5 milyon TL), yani Kuzeyin üç misli olduğu görülmektedir. Bilgilerden çıkan sonuç, Kuzeyin iptidai ekonomik faaliyet olan Tarım sektörüne ağırlık verdiği, sanayisini geliştiremediği, bu nedenle fert başına GSMH’nın düşük olduğu, Güneyde ise sanayi sektörünün (Güneyde sanayi sektörü genelde emek yoğundur) geliştiği, bu nedenle de Güneyde fert başına GSMH’nın yüksek, dolayısıyla tasarrufun da yüksek bir oranda olduğu, binaenaleyh Güney Kıbrıs’ın, daha yüksek kalkınma aşamasına eriştiği anlaşılmaktadır. Diğer bir deyişle, Güney sınai faaliyetlere ağırlık vermekte, Kuzey ise emek-yoğun (tarım) iptidai ekonomik faaliyetlerle yetinmektedir… Güneyin bu başarısına karşın KKTC’nin ciddi ve başarılı bir ekonomik mücadele verdiği veya vatandaşlarının hayat standardlarını, dolayısıyle refah düzeylerini yükselttiği söylenemez.” (Ö. Sarıca tarafından sunulan bildiri, s.14 ve 15)

Yine K.T. İktisatçılar Birliği’nin 30 Mart 1987 akşamı düzenlediği bir başka toplantıda ise iktisatçı Mehmet Birinci, şu saptamayı yapmıştır:

“1963 yılından 1986’ya kadar “Kıbrıs Cumhuriyeti” sıfatıyla Güney’deki hükümetin aldığı (dış) yardımlar, bir buçuk milyar dolara yaklaşmaktadır… Kuzeydeki hükümetlerin 1963’ten 1986’ya kadar aldıkları dış yardım miktarı da 700 milyon doları bulmaktadır. Dikkatinizi çekmek isterim ki, bu rakam nüfus (ya da kişi başına) göre hesaplandığında, Rumların aldığı yardımdan fazladır (yaklaşık yarısı kadar). (M. Birinci tarafından sunulan bildiri, s.9)

Görüldüğü gibi, 1974’den 1987’ye geçen 13 yıllık süre içinde Kıbrıs Türk emekçilerin durumunda üretimden kopuk, dış yardımla yaşama şeklinde bir gerileme olurken, Kıbrıs Türk ticaret burjuvazisi de, kendisi için çizilmiş olan bölge içinde birikmiş sermaye ve kaynakları önemli ölçüde ve cömertçe israf etmiştir. İktisatçı Caner Barın’ın KKTC ekonomisiyle ilgili gözlemleri şöyledir:

“Yurtiçi GSMH’nın reel artışları istikrarsızdır. (1984:10.7, 1985:28.6; 1986: -2.8) Özel kesimde sağlıklı bir tüketim, tasarruf, yatırım ilişkisi bulunmamaktadır. Kaynak israfı kamuda milli gelir kaybına neden olmaktadır. Yüzde 40 ile 50 arasında seyreden enflasyona karşı etkili tedbir alındığını söylemek mümkün değildir. Cari giderlerini dahi karşılayamayan kamu talebi, enflasyonun en önemli nedenidir. Cari giderlerini dahi karşılayamayan kamu kesiminin kaynak açığı, TC’den temin edilen yardım ve borçlarla kapatılmaktadır. Ödemeler dengesindeki cari işlemler, yolcu beraberi ihracatın görünmemesi nedeniyle büyük miktarda açık vermekte, bu nedenle de aslında var olmayan bir sermaye ihracı ile dengelenmektedir. Yolcu beraberi ihracat dikkate alındığı takdirde, TC ile ticari ilişkilerde, özel kesimin ticaret fazlası, kamunun da TC yardımlarıyla kapatılan bir ticaret açığı bulunmaktadır. Dövizli ihracatta ise devletin döviz fazlası, özel sektörün ticaretine tahsis edilmekte, bir kısım dövizli ithalat ise TC ile yapılan ticaretten elde edilen ticaret fazlalığı dövize çevrilmek suretiyle dövizli ithalata kaydırılmaktadır. Ülkede geçerli para birimi olan TL’nin değerinde sürekli kayıplar gözlenmektedir. Faiz oranları enflasyonun gerisinde seyrederek, uzun yıllar yırt içinde tasarruf kaynaklarının bir kesimden diğer bir kesime transferine neden olmuş, tasarruf eğilimlerini de menfi yönde etkilemiştir. Yurt dışına kaçan mevduatların ekonomimizin büyümesine menfi etkileri olduğunu da unutmamak gerekir. İş gücünün yüzde 30’u milli gelirin yüzde 15’ini üretmektedir. (C. Barın’ın 30 Mart 1987 toplantısında sunduğu bildiriden – Ek 3)

Rakamlar, Kıbrıs Türk burjuvazisinin içine düştüğü çıkmazı, yorum gerektirmeyecek bir şekilde açıkça ortaya koymaktadır. Kıbrıs Türk emekçilerinin üretim sürecinden bilinçlice uzaklaştırılması ve “devlet kapısı”na bağımlı kılınması gerçekleştirilmiştir. Nitekim 1977’de hizmet sektöründe 18.854 kişi istihdam edilmişken, bu sayı 1986’da 31.854’e çıkmıştır. Çalışanların yüzde 19.1’i “devlet kapısı”nda maaşlı ve ücretlidir. Devletten maaş çekenler 1977’de 7.088 kişi iken, bu sayı Mayıs 1986’da 12.104’e yükselmiştir. Bunun dışında 5.429 kişilik bir “genç emekliler ordusu” yaratılmıştır ki onlar bu rakama dahil değildir.

İşçi statüsüyle sanayi, inşaat ve otel-lokanta sektörlerinde 1986 yılında çalışan 12.159 kişiye karşılık, memur statüsüyle kamu sektörü, KİT ve Belediyelerde 14.881 ve Bankalarda 1.564 kişi olmak üzere, toplam 16.445 kişi çalışmaktadır.

Tarım sektöründe çalıştığı gösterilen 20.320 kişinin büyük bir bölümü, hem köyde tarımla uğraşmakta, hem de kentte memuriyet yapmaktadır. Bu nedenle klasik anlamda proletaryanın şekillenme süreci engellenmekte, var olan emekçi sınıflarda sınıf bilincinin oluşması gecikmektedir. Bir başka deyişle, “kendiliğinden sınıf” yerine, “kendisi için sınıf” olma yoluna girememektedir. Sendikal örgütlenmeler, daha çok ekonomik mücadele alanında yoğunlaşmış olup, ideolojik alanda pek yol kat edilememiştir. Solcu politik mücadele içinde sivrilip öne geçmiş olan gerek sendika liderleri, gerekse politik parti yöneticileri, emekçi halkın oylarıyla Meclis’te elde ettikleri sandalyeye oturduktan sonra, düzenle bütünleşip, uyum içine girmektedirler. Bu nedenle emekçi halk muhalefeti bir noktada Meclis içine hapsedilerek, örgütlerin meclis dışı ideolojik-politik-ekonomik bilinçlendirme görevi ihmal edilmektedir. Sadece Meclis’teki “muhalif” milletvekili sayısını artırmaya yönelik politik mücadele, işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanların politik-ekonomik beklentilerine yanıt vermemekte ve resmi ideolojiye bir alternatif yaratamamaktadır.

İçine düşülen ekonomik yıkım ve politik çıkmazdan, ticaret burjuvazisi ile bürokrasi yarar sağlarken, işçi sınıfı ve emekçilerin büyük bir bölümü (hele eve bir tek maaş giriyorsa) zarar görmektedir. 1981 genel seçimlerinde iktidarın eşiğine gelen muhalefet partileri, emekçi halkın istemlerine uygun politik tavırlar içine giremediklerinden, 1985’deki genel seçimlerde toplam olarak oy kaybına uğramışlarsa da geçen yılki yerel seçimlerde yeniden yüzde 48’lık bir oranı elde edebilmişlerdir. Ancak sol partiler, Meclis’i araç olarak değil de, amaç olarak gördüklerinden, genel emekçi halk muhalefetinin tercümanı olamamaktadırlar. Solcu partiler, yıllardır karşı çıktıkları siyasi tercihlere bir gecede onay verebilirken, ideolojik bilinç kazandırılamamış işçiler de bir günde sendika değiştirebilmektedir. Kıbrıs Türklerinin egemenlik haklarına yöneltilen iç ve dış kaynaklı saldırılara karşı siyasi partilerden ve diğer örgütlerden güçlü bir ses yükseltilememektedir. Bu konuda kararlı muhalefeti 1968 yılından beri tek başına yürüten, Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası ve çevresi olmaktadır.

İki yüzlü burjuva politikaları solda geçerli kılınmak istenirken, geniş halk yığınları politikadan soğutulmakta, “kendi kendini kurtarma” yoluna itilmektedir. Meclis’teki sandalyeyi korumak ve kurulu düzenin devamı için egemenlerle her türlü işbirliğine girenlerden artık halk ümidini kesmiştir. Londra’da Türk Kıbrıs’ın Dostları Derneği’nin kuruluşuna katılıp, bardak tokuşturacaksın, Strazburg-Paris-Ankara seyahatlerinin müdavimi olacaksın, ondan sonra da önüne konan bildiriye imza atmayacaksın. Burjuvazi oyunu kuralına göre oynamaktadır. Elini verenin, önce kolunun ve ardından vücudunun gittiğini görmesi çok doğaldır.

Hatırlanacaktır: 1948’lere çıkan ilk solcu gazetemiz “Emekçi”, toplum ileri gelenlerinden Dr.Küçük’e atfedilen “Bir küçük köpek aranıyor” başlıklı bir duyuru yayımladığı için hakaret davasıyla karşı karşıya kalmış ve kesilen para cezasını ödeyemediğinden yayımını durdurmak zorunda kalmıştı. Günümüzde ise, muhalefet partilerinden CTP’nin Genel Başkanı Özker Özgür, “Yeni Düzen” gazetesinde yazdığı bir makalede, Devlet Başkanı Denktaş’a “Mafya Babası” olarak ima yoluyla hakaret ettiği gerekçesiyle dava edilmek istenmekte, bu amaçla milletvekilliği dokunulmazlığının kaldırılması istemi Meclis’te tartışılmaktadır. Olay başlangıçta söz konusu gazetede “iyi olur, mahkemede her şey ortaya konur, dokunulmazlığın kaldırılmasından yanayız” şeklinde değerlendirilmişse de, bugün bir “devlet ve rejim sorunu” haline getirilmiştir. İnsan kendi kendine sormadan edemiyor: Acaba 40 yıla yakın bir süre içinde Kıbrıs Türk sol muhalefeti ne kadar yol kat etmiştir? Burjuvazi, halkımızın azınlık olarak nitelendirildiği KATAK’tan, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu ortaklığına,  “ya taksim, ya ölüm”den KKTC’ye uzanırken, acaba Kıbrıs Türk solu “mecliste milletvekili sayısını artırmak”tan başka ne elde etmiştir?

İngiliz-Amerikan emperyalizminin böl-yönet politikası, geçen 30-40 yılda Kıbrıs işçi sınıfı ve emekçilerini bölmede başarılı olurken, bu başarının gerçekleşmesinde acaba Kıbrıs işçi sınıfı hareketinin ne gibi hataları ve eksiklikleri olmuştur? İşçi sınıfının bağımsız politikasından ödün verme ve milliyetçi burjuvazilerin peşinden gitme, Kıbrıs emekçilerine nelere mal olmuştur? İşte 1 Mayıs 1987 günü, taksim çizgisinin kuzey ve güneyinde, barış, demokrasi ve sosyal ilerlemeden yana olan güçlerin üzerinde düşünmesi gereken sorular bunlardır.        

(“Salâhi Kemal” imzasıyla, “Okuyucu Mektubu” köşesinde, Söz gazetesinde, 1 Mayıs 1987’de yayımlanmıştır.)

RUMLARI GÖRMEK İSTEMİYORLARMIŞ!


Geçen hafta içinde Kıbrıslı basın-yayın mensuplarının kuzeyi ziyaret edip, izlenimlerini Kıbrıs Rum tarafına yansıtmaları ardından, bizdeki şoven çevreler, her zaman olduğu gibi ellerindeki kitle iletişim araçlarını kullanarak yine psikolojik savaş yöntemlerine başvurdular. TAK’a atfen duyurulan haberde, “çok sayıda kuruluş ve yurttaşın Cumhurbaşkanlığına mesaj ve telgraflar göndererek, bu gidişe dur denilmesini istedikleri” belirtildi.

İşin traji-komik yanı, adları verilmeyen “kuruluş ve yurttaşlar”ın kendi kendilerini değerlendirirken kullandıkları benzetme. Şöyle diyorlar: Burası  hayvanat bahçesi mi? Yoksa teşhir salonu mu?” “Türklüğe hakareti ve küfrü görev bilen Rumları” aralarında istemediklerini ve “Rumların gelişlerinden rahatsızlık duyduklarını” belirten bu malûm çevreler, üzerinde yaşadıkları toprakları “hayvanat bahçesi veya teşhir salonu”na benzeterek, kendilerini de seyredilen hayvanlara benzetmekle, acaba “Türklüğe hakaret” etmiş olmuyorlar mı? Bu adada şu veya bu şekilde 400 yıldır yanyana yaşadığımız bir halka, Kıbrıs Rum toplumuna, o toplumdan gelen basın-yayın mensuplarına, çağdışı bir dille hitap etmek; sonra da bu hitapları içeren haberleri kamuoyumuz ve dünyaya duyurmakla ne amaçlanmaktadır? Karşı propaganda yapıldığı sanılıyorsa, bu en hafifinden ilkel bir tutumdur, bayağılıktır. Yok eğer, 1974 savaşı sonrasında ele geçirdikleri ganimetlerin elden gideceği korkusundan kaynaklanan bir saldırganlık söz konusuysa, unutulmasın ki korkunun ecele faydası yoktur.

Güneyde kerpiçten ev bırakıp, kuzeyde villa ve fabrika sahibi olanlar, 1974’den bu yana kurulan yağma-vurgun-haksızlık-yasadışılık düzeninden yararlanarak, yüz milyonlarca servet biriktirenler, elbette ki kendilerine bahşedilen bu düzenin yok olmasını istememektedirler. Son zamanlarda köşeye sıkıştırılan suçluları telaşı bundandır. Ama uluslararası hukukun ve insan haklarının ayaklar altına alınması sonsuza dek süremez. Hak ve adalet yerini bir gün bulur ve temeli olmayan binalar iskambil kağıdından şatolar gibi yıkılır.

Kıbrıs’ta Türk-Rum düşmanlığını körükleyerek, adamızı 1958’den beridir bir gerginlik ocağına çevirenler, “teşhir salonu”nun dünyanın gözü önünde olduğunu unutmasınlar. Demir perdelerin kaldırıldığı günümüzde, insanların küçük bir adada, gazetecilik için bile olsa, serbestçe dolaşmasından tedirgin olanlar, ilkelliklerinden utanmalıdırlar. Halklar arasında düşmanlık ve güvensizlik duygularını körüklemek yerine, dostluk ve yakınlaşma için çaba lara hız verilmelidir. Toplumlararası görüşmelerin yeniden başlatılması çalışmalarının sürdürülmekte olduğu bu günlerde, ille de “ayrılma hakkı isteriz” , “aramızda Rum görmek istemiyoruz” diyenlere sormak gerek: “Gelin hanımla zifaf gecesini yaşadıktan sonra, evliliği sürdürmekten ziyade, ayrılmak istediğini önceden ona duyurursan, gelin hanım sana nasıl güven duyacak?” Hele bir de geline sorunuz. Evlilik isteğinde samimi olduğuna güvenemediği güveyi ile zifaf gecesini niye yaşasın?

Ortalığı toz-dumana katan sözüm ona “çok sayıda kuruluş ve yurttaş”, önce ikili oynamaktan vaz geçsin. Bu evliliği istemiyorlarsa, açıkça söylesinler. Kimse bakireliğini yitirip de terkedilmek istemez. İnsan ilişkilerinde olduğu gibi, toplum ilişkilerinde de geçerli bazı kurallar vardır. Hele evlilik gibi kutsal bir kurum için bir araya gelinmek isteniyorsa, karşılıklı saygı ve güven kaçınılmazdır. Bu bağlamda Kıbrıs Türk toplumu ile ilgili değerlendirmelerinde düşmanca ve şovenist bir yaklaşım içinde olan bazı Kıbrıslı Rumların da bu tavırlarını terk ederek, bir an önce yapıcı ve güven verici bir politikayı benimsemeleri gerektiğini tekrarlamak isteriz.


(Haftalık Demokrat gazetesi, Sayı: 187, 29 Kasım 1989)

TUZAK DEĞİL, TEK ÇIKIŞ YOLU


2 Nisan 1986 akşamı Güney Kıbrıs’a gelen SSCB Dışişleri Bakanlığı Avrupa İşleri Müdürü Nikolai Afanasievsky başkanlığındaki Sovyet heyeti’nin 4 Nisan günü Lefkoşa’nın Türk kesimine geçerek, Rauf Denktaş’’la görüşmesi beklenirken, ziyaretin iptal edilmesi, bizdeki basın-yayın organlarında yeni bir Sovyet aleyhtarlığı kampanyasının açılmasına yol açtı. Türk makamları daha da ileri giderek, 7 Nisan günü Kuzey’e geçip, DEV-İŞ yetkilileriyle temaslarda bulunmak isteyen Sovyet sendikacılarına izin verilmeyeceğini açıkladılar.

Sovyet heyetinin Başkanı Afanasievsky, 6 Nisan günü Sovyet Kültür Merkezi’nde düzenlenen basın toplantısında şu açıklamayı yapıyordu: “Ziyaretimizle ilgili olarak meydana gelen bir olayı açıklığa kavuşturmak istiyorum. Kıbrıslı meslektaşlarımız, Kıbrıs Türk lideri Denktaş ile görüşmek niyetinde olduğumuzu biliyorlardı. Bunun gizli bir yanı yoktu. Bazı gazetelerin yazdığı gibi görüşme, haber dışarıya sızdığı için gerçekleşmemiş değildir. Görüşme hakkında Kıbrıs Türk toplumuna verilen haberde, açıkça Sovyetler Birliği’nin ilkelere dayalı tavrının değiştiği gibi takdim edilme çabası bulunduğu için gerçekleşmemiştir. Bu tavır, Kıbrıs Türk toplumun da değil, herkesçe bilinmektedir ve Birleşmiş Milletler’in uluslararası topluluğun tavrına ve Güvenlik Konseyi’nin 541 sayılı kararına tamamen uymaktadır.”

Sovyet heyetinin Kuzey’e geçmemesini Anadolu Ajansı’nın Lefkoşa muhabiri “Rum-Rus diplomatik skandalı” olarak niteleyip yayarken, Denktaş da KKTC’deki vitrin demokrasisinin “meziyetlerini” övmek için kullandı ve şöyle dedi: “Bizde basın serbesttir. Duyduğu bir haberi yayar ve yorumlar. Bunun ötesinde bir şey yoktur. Gerisi Sovyet heyetinin bileceği bir iştir. Kapılarımız kendilerine açıktır.” Oysa kapılar yukarıda da belirtildiği gibi Sovyet Sendikacılarına kapatılıyordu. Türk tarafının konuya iyi niyetle yaklaşmadığı açıktı. Sen, yapılacak görüşmeyi önceden kendine göre yontup, “Sovyetlerin politikasında bir değişme var, ilk defa bir Sovyet heyeti Kuzey’e geçiyor” diye propagandanı yap, sonra da gerçekleşmemesi için torpillediğin ziyaretin iptali ile bunu “tabiatıyle hoş olmayan ve büyük bir devlete yakışmayan bir gelişme” olarak değerlendir. Olmaz öyle şey.   

Sovyetler Birliği, bilindiği gibi daha 1960’lı yıllardan başlayarak, Kıbrıs sorununda ilkeli bir politika izlemiş ve bulunacak çözümün, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü koruyacak ve ada’da yaşayan iki ulusal toplumun meşru haklarına halel getirmeyecek esaslara dayandırılmasını istemiştir. AKEL bile o yıllarda Kıbrıs’ta iki toplumun varlığını kabul etmezken, Sovyetler Birliği Kıbrıs Türklerinin ada’da azınlık statüsüne indirgenemeyeceğini teslim ediyordu. Bu konudaki belgeler, geçen yıl SÖZ dergisinin 25-28 ve 25-41. Sayılarında yayımlanmıştı.

21 Ocak 1986 günü Sovyet resmi TASS ajansı tarafından tüm dünyaya duyurulan, “Kıbrıs’ta çözüm ilkeleri ve çözüme varma yolları hakkında SSCB’nin önerileri” başlıklı belgede, Sovyetler Birliği bu tutumunu sürdürmüştür. Ama Aralık 1963’den beridir çözüm bekleyen Kıbrıs sorununda, çözüme varma yolları göz ardı edilmiş, kalıcı bir çözüm için gözetilmesi gereken ilkeler, başta Türk tarafı olmak üzere İngiltere ve ABD tarafından olumsuz karşılanmıştır. Sovyet önerileri dünya demokratik kamuoyunda geniş bir onay görürken, TC Başbakanı Özal, “eski aşı pişirip önümüze yeniden koyuyorlar” diyor, ada üzerinde askeri üsler bulunduran İngiltere ise, “üsleri kapatmasının söz konusu olmadığını” telaşla açıklıyordu. Oysa Ankara’daki Sovyet Büyükelçisi Lavrov’un da dediği gibi, “yemek lezzetli ise bunun yenmemesi için bir neden yoktur.” Çünkü gerek Rum ve gerekse Türk tarafınca, öte yandan da dış ülkelerce gözetilmesi gereken uluslararası hukuk ilkeleri, 1963’de ne ise, 1974 ve 1986’da da aynıydı. Bunlara saygı gösterilmediği için, bunca yıldır sorun çözümlenemiyordu. İddia edildiği gibi Sovyetler Birliği, bulunacak çözüm konusunda söz hakkı istememekte ve her iki toplumun arasına girme gibi bir niyete sahip değildi. Çünkü SSCB, anlaşmazlığın iç yönünün sadece Kıbrıslılar arasında yapılacak görüşmelerle çözümleneceğini söylüyordu. Sovyetler Birliği’nin tek istediği, ada’nın bağımsız ve bağlantısız bir Cumhuriyet olarak kalması ve başka ülkelerin Kıbrıs’ın içişlerine karışmamasıydı. Bu ise, bölgesel sorunların barışçı yollardan çözümlenmesine ilişkin Sovyet dış politikasının doğal bir sonucudur.   

KKTC Başkanı Denktaş, bir süre önce, güncelliğini korumakta olan 21 Ocak 1986 tarihli Sovyet önerilerine yeniden saldırarak, onları “tuzak” olarak nitelendirmiştir. Bu nedenle önerileri yeniden gözden geçirmekte yarar görüyoruz:

Önerilerin ilk maddesi şöyleydi: “Kıbrıs Cumhuriyeti, egemenliği istisnasız Ada’nın bütün toprağını kapsayan, bağımsız, toprağı bütün ve birleşik bir devlet olarak kalmalıdır. Kıbrıs’ın hangi şekilde olursa olsun taksimi veya bir bölümünün veya tümünün başka herhangi bir ülke veya ülkeler tarafından ilhakı kabul edilemez.” İşte uluslararası topluluk yanında, Kıbrıs’ta yaşayan iki toplumun da istemini yansıtan, BM kararlarına uygun bir görüş, hem taksimi, hem de enosisi dışlıyor. Türk tarafı enosis’ekarşı olduğuna göre, tuzak bunun neresinde? Yok eğer, halen var olan de facto taksim durumunun devamı isteniyorsa, ya da gelecekte TC ile bütünleşme tasarlanıyorsa, bu görüşe karşı çıkılması anlaşılabilir.

İkinci madde ne diyor? “Kıbrıs devletinin bir federasyon oluşturulması olasılığı da dahil olmak üzere iç meseleleri, bizzat Kıbrıslılar –Rumlar ve Türkler- tarafından, herhangi bir dış müdahale veya bir çözüm empoze etme teşebbüsü olmadan, barışçı, yapıcı görüşmeler yoluyla ve iki toplumun meşru hakları dikkate alınarak, halledilmelidir. Kıbrıs’ın gelecekteki devlet şekli, toplumların r-tam güvenlik içinde yaşamalarını öngörmelidir.” Şimdiye kadar sürdürülen toplumlararası görüşmelerde bu prosedür uygulanmadı mı? Gelecekteki devlet şeklinin Kıbrıs Türklerinin güvenliğini sağlaması düşünülürken, bunun Kıbrıs Rumları için de geçerli olduğunu kim inkâr edebilir? Demek ki bu maddede, her iki toplumun da güvenlik içinde yaşaması gözetiliyor.

Madde 3: “Bir çözüm için, Ada topraklarının bağlantısızlık statüsüne uygun olarak tamamen askerden arındırılması kaçınılmazdır. Ada’nın başka devletler tarafından askeri maksatlar için kullanılması kabul edilemez. Yabancı devletlerin bütün askerleri Ada’dan çekilmeli ve yabancı askeri üslerin ve tesislerin faaliyetine son verilmelidir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliği ve bağımsızlığını kısıtlayan dengesiz anlaşma ve sözleşmeler iptal edilmelidir.”  Ada’nın askerden arındırılması istemi bir tuzak ise, niçin Doruk anlaşmalarında da yer almaktadır? Buna karşı çıkan eski sömürgeci ülke İngiltere’nin, Sovyet barış önerilerini olumsuz karşılaması ve ada’daki askeri üslerini kapatmayacağını açıklaması, bu maddeye karşı çıkan diğer NATO ülkelerinin durumuna da ışık tutmaz mı? Oysa barışsever Kıbrıs halkının istemi, ada üzerinde üslenmiş bütün asker ve üslerin Kıbrıs’tan uzaklaştırılması ve gerek ada halkı, gerekse bölge halklarına karşı yöneltilmiş tehdide son verilmesidir. Hele bu istem, Kıbrıs Türk ve Rum liderlerinin Doruk Anlaşmalarında, üzerinde anlaşmaya vardıkları ilkeler arasında da yer alıyorsa, niçin bir tuzak olsun?

Madde 4’de çözüme varma yolu gösteriliyor: “Kıbrıs sorunu, Birleşmiş Milletler çerçevesinde ve bu örgütün kararlarına, tamamen Güvenlik Konseyi’nin kendisine tevdi ettiği görev çerçevesinde arabuluculuk yapmaya çalışn BM Genel Sekreteri ile işbirliği yapmalıdır. Kıbrıs’taki durumun uzamasına yol açacak, Ada’nın taksimine katkıda bulunacak ve toplumlararası diyaloğu baltalayacak her türlü eyleme son verilmesi gerekir.” Şimdiye kadar her iki taraf da BM Genel Sekreteri ile işbirliğini sürdürmüştür. Gerçi ada’da bir NATO ve AET kaynaklı çözüm girişimleri olmaktadır, ama aslolan BM çevçevesinde yürütülmekte olan toplumlararası görüşmelerdir. Var olan tıkanıklıkların giderilmesi için yine BM Genel Sekreteri’nin çalışmaları sürmekte ve her iki tarafla görüşmeler yapılmaktadır. Toplumlararası diyaloğu baltalayacak türden eylemlerden sakınmak, gerçekten çözüm isteyen tarafların gözetmesi gerekli bir husustur. Sınır kapısı kapatmak, toplumlararası yakınlaşmadan yana olan örgütleri “hain” ilan etmek, karşılıklı ziyaretlere engeller çıkarmak, çözüme giden yolu açmaz, aksine tıkar.

Sovyetler Birliği’nin Kıbrıs sorununun dış yönüyle ilgili olarak, sorunun yeniden alevlendiği sırada 22 Ağustos 1974 günü ilk defa önerdiği ve 21 Ocak 1986’da tekrarlanan önerisi şöyledir:

“Kıbrıs sorununun uluslararası yönüne köklü bir çözüm bulmanın gerçekçi yollarından biri de, Birleşmiş Milletler çerçevesinde Kıbrıs konusunda temsiliyet esasına dayalı uluslararası bir konferans çağırmaktır. Böyle bir konferansın çalışmaları, bulunacak çözümün aşağıdaki organik bakımdan birbirine bağlı unsurlarını güvence altına alacak bir sözleşme veya başka bir belgenin imzalanmasına yol açabilir.

Bütün yabancı askerlerin Ada’dan çekilmesi ve bütün yabancı askeri üslerin ve tesislerin kaldırılması da dahil, Ada’nın askerden arındırılması, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, egemenliğini, bütünlüğünü ve toprak bütünlüğünü sonuç alacak biçimde güvence altına alacak bir uluslararası garanti sistemi, bütün tarafların bağlantısızlık statüsüne saygı göstermesi, Kıbrıs’ın bağımsızlığını teminat altına alacak uluslararası garantiler, ileride cumhuriyetin işlerine yabancıların müdahale etmesi olasılığını tamamen bertaraf etmelidir. Garantörler olarak, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri veya Güvenli Konseyi’nin tümü, garantör ülkeler, Yunanistan ve Türkiye ve bağlantısız ülkeler girebilir. Garantilerin uygulanması için gerekli tedbirleri teminatçı bütün devletlerin rızası ile olabilir. Kıbrıs, şiddet kullanmaya veya şiddet kullanma tehdidine hedef olmamalıdır. Uluslararası Konferansa Kıbrıs (her iki kesimin temsil edilmesi suretiyle) Yunanistan ve Türkiye le Güvenlik Konseyi’ne üye bütün devletler katılabilir. Başka devletler ve özellikle bağlantısız ülkeler konferansa davet edilebilir.

Kalıcı ve adil bir çözümün bulunması ve Doğu Akdeniz’de bu gerginlik kaynağının ortadan kaldırılması arzusu ile hareket eden Sovyetler Birliği, bütün ülkeleri bu ilkeler çerçevesinde bir çözüm bulunması arayışına bütün olanakları ile katkıda bulunmaya davet eder.”

İşte Türk tarafının en çok itiraz ettiği bölüm bu. Bunun ardında yatan neden, emperyalizme göbekten bağlı bazı çevrelerin, gerek Türk, gerekse Rum Kıbrıslıların genel istemi olan tam bağımsızlık ve bağlantısızlık statüsünü, NATO yanlısı politikalar uğruna savunmada isteksizlik göstermesi midir? 1960-63 döneminde yeni Cumhuriyetin bağlantısızlık politikasına çomak sokan, İsrail’le sıkı ilişkiler kurulmasını savunan ve halen bunu uygulayan yine aynı isteksiz kesim değil mi?

Kıbrıs’ın her iki kesiminin de temsil edileceği ve her iki kesimin de görüşlerini uluslararası topluluk önünde ortay koyma olanağını bulacağı bir konferans, niçin Kıbrıs Türk tarafı için bir tuzak olsun? Yoksa uluslararası toplantılara katılarak, bizim de görüşlerimizi duyurmamız gerektiğini savunanlar, bu toplantılarda alınan kararları her iki tarafın da görüşleri dinlenmediği gerekçesiyle kabul etmeyenler, sadece NATO ülkelerinin katılacağı bir konferansın yapılmasını mı istiyorlar? Türk tarafının üzerinde duruğu garanti sisteminin uygulanması için gerekli tedbirler, teminatçı bütün devletlerin rızası alınmadan nasıl kalıcı ve etkin olabilir? Ada’nın toprak bütünlüğü ve birliğinin yeniden sağlanmasını istemeyenlerin, Kıbrıs’ın sürekli olarak bir barut fıçısı halinde kalmasından çıkar umanların uluslararası bir toplantıdan tedirgin olmaları çok doğaldır. Kıbrıs’ta barış ve dostluk politikası yerine, gerginlik ve halklararası düşmanlığı kendilerine siyasi malzeme olarak kullananlar için, uluslararası toplantıya gerek yoktur. Türk ve Rum toplumları arasındaki sınıfsal temele dayalı kardeşliğin sembolleri olan Kavazoğlu ile Mişauli’yi, bundan 22 yıl önce 11 Nisan 1965’de tuzak kurup katledenler de, Kıbrıs sorununun çözümsüz ve ada’nın bölünmüş kalmasından çıkarı olan emperyalizm yanlısı aynı çevreler değil midir?

1963’den beri çözüm bekleyen Kıbrıs sorunu’nun çözüm ilkeleri ve çözüme varma yolları hakkında SSCB’nin taraflara sunduğu 21 Ocak 1986 tarihli öneriler, Kıbrıslılar için tuzak değil, tek çıkış yoludur. Yıllardır süren Orta Doğu sorununun çözümünde de uluslararası bir toplantının zorunluluğu geç de olsa anlaşılmıştır. Dileriz ki bizde de sağduyu galip gelir. Çünkü kaybedecek zamanımız artık kalmamıştır.
 

(“Ertan Yüksel” imzasıyla, Söz gazetesi, 17 Nisan 1987)    

KIBRIS’TA DEMOGRAFİK YAPININ BOZULMASI VE TC GÖÇMENLERİ


Bütün ada sakinlerini kapsayacak şekilde Kıbrıs’ta en son resmi nüfus sayımı 11 Aralık 1960 tarihinde yapılmıştı. “Census of Population and Agriculture 1960” adlı ve 1962 yılında Lefkoşa’da Hükümet Matbaasında basılan kitaba göre, Kıbrıslı Türklerin sayısı 104,320 olarak saptanmıştı. Aynı sayımda adada yaşayan toplam Müslüman nüfus için 104,942 rakamı verilmekteydi. Bu durumda genellikle Kıbrıs Türk toplumu ile birlikte yaşayan ve Müslüman olan 475 çingene ile diğer Müslüman kişilerin bu rakama dahil edildiği anlaşılmaktadır. (Toplam hıristiyan nüfus 473,265.)

1970’li yıllara kadar Kıbrıslı Türklerin nüfus sayımı yapılmamıştı. Kıbrıs’taki BM Barış Gücü’nde görev yapmış olan Kanadalı araştırmacı Richard A. Patrick’in 1976’da yayımladığı “Political Geography and the Cyprus Conflict 1963-1971” adlı çalışmaya göre, 1971 yılı başlarında Ada sathında yayılmış bulunan Kıbrıs Türk yerleşim bölgelerinde toplam 119,147 Kıbrıslı Türk yaşamaktaydı. Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından yapılan 1973 yılına ait nüfus tahminlerinde ise Kıbrıslı Türklerin sayısı 114,960 olarak gösterilmekteydi.

1974 yazında yaşanan olaylar ardından ilk defa olarak nüfus sayımıyla ilgili olarak “Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi”nin İçişleri ve Adalet Bakanlığı Genel Sekreteri Ahmet Sami tarafından hazırlanmış 20 Ekim 1974 tarihli raporda, şu bilgiler verilmektedir: Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi bölgesinde toplam 83,719 Kıbrıslı Türk yaşamaktadır. Güney’de ise toplam 32,039 Kıbrıslı Türk kalmıştı. Bunlardan 10 bin kadarı İngiliz Egemen Üs bölgesinde 4,200’ü Leymosun ve köylerinde, 12 bin’i Baf kazasında, 2,630’u Larnaka kazasında, 3,209’u Lefkoşa kazasının köylerinde bulunuyordu. Aynı raporun bir başka yerinde 19 Ekim 1974’e kadar 12 bin kadar Kıbrıslı Türkün kendi imkânlarıyla Kuzeye göç ettiği belirtilmekteydi.

Verilen bu bilgilere göre, 1974 Temmuz’undan önce, savaş sonrasında çizilen taksim hattının kuzeyinde 71,719, güneyinde de 44,039 kişi olmak üzere Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin nüfusu 115,758 kişi idi.

9 Ağustos 1977 tarihli Zaman gazetesinde verilen habere göre, KTFD İskân ve Rehabilitasyon Bakanı Hakkı Atun, 1974 ile 1977 arasındaki üç yıllık süre içinde 20,934 ailenin, yani 83,650 kişinin Kuzey’de iskân edildiğini açıklamıştır. Ekim 1974’de güneyli Kıbrıs Türk göçmenlerin sayısı 44,039 olarak saptandığına göre, geriye kalan 39,611 kişinin Türkiye’den getirtilen göçmenler olduğu ortaya çıkmaktadır. 10 Haziran 1976 tarihli aynı gazete, Rauf Denktaş’ın seçim konuşmasında şunları söylediğini yazmaktadır: “Karşımıza geçenler, halkın acısını istismar ediyorlardı. 80 bine yakın insanın sökülüp, ekilmesi vardı. Bu dev görevi yapanlar da insandı. Hatalar olabilirdi.” Denktaş, resmen açıklanan 44,039 rakamına Türkiye’den getirtilen göçmenleri de katarak 80 bin rakamıyla politika yapıyordu.

Eylül 1983’te yayımlanan DPÖ-İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Tasarısı’nda, 1974 ile 1982 yılları arasında KTFD bölgesinde yapılan iskân çalışmaları sonunda 91,225 kişinin yerleştirildiği belirtilmektedir. Bunlar Lefkoşa: 11,259, Girne: 18,850, Mağusa: 34,580, Güzelyurt: 18,634 ve Maltepe: 7,902 olarak gösterilmiştir. (Büyük miktarda Rum’un terk ettiği Mağusa kazasına yerleştirilenlerin sayısındaki fazlalık, bu bölgedeki TC göçmenlerinin yoğunlaşmasını yansıtmaktadır.) Güney göçmeni olan Kıbrıslı Türklerin sayısı 44,039 olduğuna göre, 1983 yılı sonu itibarıyle 47,186 TC yurttaşının Kuzey Kıbrıs topraklarında yerleştirilmiş olduğu söylenebilir. Bu konuda herhangi bir resmi açıklama yapılmaması ilginçtir. Önceleri “mevsimlik işçi” denerek gizlenmek istenen göçmenler, bugün ayrı siyasi partileri ile iç ve dış politikada bir varlık haline gelmişlerdir.

1960’da 104,942 ve 1974’de 115,758 olan Kıbrıslı Türklerin nüfusu 1974 Temmuz’undan başlayarak, TC kökenli göçmenlerle birlikte gösterilerek, 1986’da 162,676’ya ulaşmıştır. 14 yılda (1960-1974) 10,816 artan nüfus 12 yılda aynı 1974-1986 yılları arasında 46,918 artış gösterebilir mi? Bu arada Kıbrıslı Türklerin İngiltere, Avustralya ve benzeri ülkelere göç etmekte olduklarını da hesaba katmalıyız. Kendi ülkelerinde bir gün azınlık durumuna düşerek, TC göçmenlerinin egemenliğine girebileceklerini gören Kıbrıslı Türklerin sayısı giderek artmakta olup, bundan tedirginlik duymaktadırlar. Örneğin Aralık 1987’de yayımlanan “1986 İstatistik Yıllığı”na göre, 1986 yılında kaydedilen 2,558 doğumdan 1,333’ü, yani yarıdan fazlası, ilkokul veya altında eğitimi olan KKTC yurttaşları tarafından gerçekleştirilmiştir. Aynı yıl yapılan evliliklerde üçte birinde, her iki eşin de ilkokul veya altında eğitim gördükleri belirtilmektedir. Cezavine girişlerde 340 toplam vakadan 195”i yine aynı düşük eğitim grubundandır. En çok suç işlenen bölge Mağusa’dır. 1974 yılında Mağusa Emniyet Müdürlüğünce 322 suç vakası kaydedilmişken, bu sayı 1984’de 3.5 kat artarak 1,166’ya yükselmiştir. Yukarıdaki veriler okuma-yazma ve eğitim düzeyinin yüksek olması ile övünen Kıbrıs Türk toplumunda endişeleri artırmaktadır.

İlk olarak Ekim 1974’de Rumlardan kalan otellerde çalıştırmak üzere Kıbrıs’a getirtilen TC göçmenleri, daha sonra 1974 savaşında şehit olanların ailelerinin yerleştirilmesiyle Ocak 1975’te yaygınlaştırılmış, askerden terhis olan ve Kıbrıs’a yerleşmek isteyenlere ev ve arazi verilmesiyle sürdürülmüştür. 1980 seçimlerinde emekli TC subaylarının kurduğu Islahatçı Refah Partisi (%2.3 oy) ve Türk Birliği Partisi (%6.9 oy) ile katılan TC göçmenleri, 1985’de TC Büyükelçisi’nin girişimiyle tek parti çatısında toplanmışlar ve Yeni Doğuş Partisi (%8.7 oy oranı), Kıbrıs Türk ticaret burjuvazisinin partisi Ulusal Birlik Partisi (%36.7) ile koalisyona girmişti. TC’de uygulanmadan KKTC’de denenen %8 oy barajlı seçim sistemiyle, 18 yerine 25 milletvekili çıkaran UBP, 4 milletvekili olan YDP ile 1988 Nisan ayı sonuna kadar iktidar çoğunluğunu koruyabilmiştir. YDP’nin Kongresinde Parti Başkanı ve Tarın-orman Bakanı olan Aytaç Beşeşler’in seçimi kaybetmesi ardından üç YDP milletvekili partilerinden istifa ettiler. Bir tanesi sonradan geri YDP’ye dönerken, diğer ikisi UBP’ye katıldılar.

YDP’nin yeni genel başkanı ise Kongreye katılmak içim adaya gelen ve seçimi kazanan, Doğru Yol Partisi’nin Parti Meclisi üyesi Orhan Üçok’tur. Yani o da hem TC, hem KKTC yurttaşlığını sürdürenlerden. 

Kıbrıs’ın kuzeyinde TC göçmenleri dışında bir de “bavul turizmi” denen ve Güney Türkiye’den başka Suriye, Irak ve İran pazarlarını kapsayan elektronik eşya, mutfak aletleri vb yolcu beraberi eşya olarak pazarlayan TC’li turistler vardır. Bunlar kısa süreli olarak Kıbrıs’ta kalmakta, bir kısmı da Türkiye’den Kıbrıs’a çeşitli eşya getirip satmaktadır.  

TC kökenli göçmenlerin ok az bir kısmı Kıbrıslı Türk kızlarıyla evlenip, yerli halk ile kaynaşırken, ezici çoğunluğu hep TC göçmeni olarak köylerde tarım ve hayvancılıkla, mevsimlik olarak narenciye kesim işçisi olarak uğraşmaktadırlar. Bunlar daha çok kendi içlerine kapanık olarak yaşamakta ve belli köy ağalarının, ya da aile reislerinin etkisi altında bulunmaktadırlar. İnşaatlarda ucuz işgücü olarak kullanılan TC’li kaçak işçiler, özellikle Lefkoşa’da sayıları 30’a yaklaşan pansiyonlarda en ilkel koşullar altında yaşamakta ve sosyal bir sorun oluşturmaktadırlar. Sadece Türkiyelilerin gittikleri lokantalar, kebap ve lahmacun salonları videolu kıraathaneler vardır.

1974 sonrasında Kıbrıs’ın nüfus yapısını değiştirmek amacıyla adaya getirilen TC göçmenleri geri çekilmeden, Kıbrıs Türklerinin kendi iç dinamikleri ve iradesi özgürce belirlenemeyecektir. Dünyada demokratik kamuoyu, Kıbrıs sorununun barışçı çözümünde TC’li asker ve göçmenlerin geri çekilmesini zorunlu bir adım olarak görmeye devam etmektedir. 


(Önce imzasız olarak "Kıbrıslılar ve 'Türkiyeli Türkler'" başlığı ile, Ekonomi ve Politikada Görüş" dergisi, İstanbul, Temmuz 1988, Sayı:20. Daha sonra -siyasi çalışmalarla ilgili paragraflar eklenerek- yukarıdaki başlıkla ve “Mehmet Sonuç” imzasıyla, Demokrat gazetesi, Sayı:144, 28 Aralık 1988)