18 Aralık 2015 Cuma

KIBRIS’TA FEDERAL ÇÖZÜM



20-21 Aralık 1984 tarihli “Ortam” gazetesinde çıkan yazılarımızda, Kıbrıs’ın bozulan birliğini yeniden sağlamanın yolunun günümüz koşullarında ancak federalizmden geçtiğini ve gerekli olan ön koşulların neler olduğunu belirtmiştik. Etnik-ulusal süreçlerin en zengin laboratuvarı olan Afrika kıtasındaki Nijerya deneyimini örnek vererek, Kıbrıs için de güncel olan federalizm ile konfederalizm arasındaki seçmeye dikkat çekmiştik.
Bu yazımızda ise, Kıbrıs’ta bu devlet şeklinin uygulanması için yapılan ön çabalar ile gelişmekte olan ülkelerde federalizmin doğuşu ve başarılı olması için dikkat edilmesi gereken bazı ilkelere daha değineceğiz.

SÖMÜRGE ÜLKELERİN FEDERASYONLAŞTIRILMASI
Günümüzde dünya nüfusunun yarıya yakın bir kısmı, anayasa ve devlet yapısı federal olan ülkelerde yaşamaktadır. İşçi sınıfının iktidarda olduğu sosyalist ülkelerde uygulanan sosyalist federalizm (ör. SSCB, Çekoslovakya, Yugoslavya) ile gelişmiş kapitalist ülkelerdeki burjuva federalizmi (ör. ABD, Federal Almanya, İsviçre vb.) konumuz dışında olduğundan incelenmeyecektir.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, başta İngiltere olmak üzere sömürgeci ülkelerin yeni bir federasyon politikası uyguladığı görülmüştür. Kapitalizmin genel bunalımının yeni bir aşamaya ulaştığı bu dönemde, sömürgelerde uygulanan bu federasyonlaştırma, sözkonusu ülke anayasalarına federatif çalışma biçimleri ve tek tek yasal düzenlemeler getirme şeklinde olmuştur. Böylece gelecekte bağımsızlığına kavuşacak olan genç devletlerin karakterini, yapısını ve şeklini daha sonra etkileyebilme olanağı yeni sömürgeciliğin bir bileşeni olarak ortaya çıkmıştır. Emperyalist güçlerin bu yeni stratejisi ile eski sömürge topraklarının, mümkün olduğu kadar uzun bir süre kendi etkinlik alanı içinde kalması ve ekonomik-stratejik çıkarlarının her bölgenin özgül koşulları altında korunması hedeflenmişti. (bkz. W.G.Grafskij-B.A.Straschun, Asya ve Afrika’da gelişmekte olan ülkelerde Federalizm, Moskova, 1968)
Sömürge ülkelerde en çok federasyon oluşturan ülke olan İngiltere, hem dominyonu olan Kanada ve Avustralya’daki, hem de ABD’deki hukuk düzenlemelerinin deneyimine dayanmaktaydı. İngiltere, Karl Marx’ın da belirttiği gibi, eski Romalıların “divide et impera” (böl ve yönet) ilkesini, Hindistan’daki egemenliğini uzatmak için kullanmış ve çeşitli halk toplulukları, kabile ve kast’lar arasında düşmanlık yaratmıştı. Aynı politika, Afrika’daki bütün İngiliz sömürgelerinde de kullanılmıştı. Ama bütün eski sömürgelerde, ulusal direniş ile sömürgeci ülkenin uyguladığı milliyetler politikası arasında sıkı bir bağlantı vardır. Sömürgeciler, anti-kolonyal mücadele ile ulusal kurtuluş hareketlerinin şekillenip, güçlenmesi ardından, kendi bölücü milliyet politikalarını yoğunlaştırdılar. Emperyalist sömürge sisteminin yıkılmaya başladığı bu dönemde belirginleşen bu uygulamaya paralel olarak, sömürgeciler birbirleriyle anlaşmış gibi, sömürgelerinde federal ve otonomiye (özerklik) ilişkin özel düzenlemeler yapmaya çalıştılar. Bunu, büyük ölçüde ulusal farklılık ve zıtlıklarla başdaştırarak, anti-emperyalist birlik cephesini zayıflatıp, kendi egemenliklerini biçim değiştirmiş düzenlemelerle korumaya çalıştılar. Hatırlanacağı gibi bu politika Kıbrıs’ta “self-government” adı altında 1948’lerde uygulanmaya çalışılmış, ama Kıbrıslı Rumların “enosis” (Yunanistan’a bağlanma) emelleri yüzünden sonuçlandırılamamıştı. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Söz gazetesi, 22 Temmuz 1984, “Kıbrıs’ta yaşayan iki ana etnik-ulusal toplumun anayasal temsiliyet mücadelesine bir bakış” adlı dizinin 18. yazısı-Sir George Hill’den A.An’ın derlemesi)
Yukarıda da belirtildiği gibi, sömürgecilerin milliyetler politikasının ana silahı, politik-yönetimsel ayrılıktı. Onların yardımı ile, bu ülkelerde yaşayan halk toplulukları veya milliyetler arasında yüzyıllarca sürdürülmüş olan politik, ekonomik, kültürel vd bağlar ya koparıldı, ya da gelişmeleri daha da bozuldu. Etnik-ulusal bütünleşmeyi sağlamak için hiçbir girişimde bulunmayan sömürgeciler, aksine ulusal hareketi bölmek için açıktan açığa yıkıcı bir politika uyguladılar. Devlet yapısının federatifleştirilmesini veya azınlıkların yönetimsel ayrılığını sağladılar. Ulusal önyargıları öne çıkararak, körüklediler. Özellikle sömürge ordularının etnik bileşiminde güçsüz olan toplumları etkin kılıp, güçlülere karşı kullandılar. Kıbrıs’taki anti-kolonyal mücadelede, Türk toplumuna mensup polislerin Rum tedhişçilere karşı kullanışlması bunun tipik bir örneğini oluşturmaktadır.

KIBRIS’TA FEDERAL ANAYASA FİKRİNİN KÖKENİ
1950’li yıllarda İngiliz emperyalizmi, stratejik bir bölge olan Ortadoğu’daki son sömürgesi Kıbrıs’ı önceleri elden çıkarmak istemezken, daha sonra sadece adadaki iki askeri egemen üs bölgesine çekilerek, Kıbrıs’ın yönetimini Türk ve Rum toplumlarına devretme kararını almıştı.
Hindistan’ı bölerek Pakistan’ı ondan ayıran İngiliz hukukçusu Lord Radcliffe, 1957’de henüz bir sömürge olan Kıbrıs için yeni anayasa önerilerini hazırlarken, Raporunun 28. paragrafında, Kıbrıs’ta federal bir devlet düzenlemesinin öngördiği etnik-bölgesel ayrılığın bulunmadığını söyleyerek, toplumlararası federasyonun, kendi görüşüne göre, çok güç anayasal bir şekil olduğunu belirtmişti. Ama öte yandan da Lord Radcliffe ada için ikili bir yönetim öneriyordu: Biri İngiliz Valinin yönetiminde ve Dışişleri, Savunma, İç güvenlik konularına bakan bir yönetim, diğeri ise yasama meclisi, yürütme ve yargıdan oluşan yerel, özerk bir yönetim.
İngiltere Başbakanı MacMillan’ın 19 Haziran 1958 tarihli planında ise daha da ileri gidilerek, Kıbrıs, 7 yıllık bir süre için 3 NATO ülkesi olan İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın “Üçlü Yönetim”ine devredilmek isteniyordu. O dönemdeki milliyetler politikasının özüne ilişkin olarak şu bilgiyi de aktaralım: İngiliz gizli servisinde muhafazakâr aristokrasiye bağlı, başarılı bir ajan olarak çalışmış C.M.Woodhouse, “Something ventured” adlı anı kitabında (London, 1982), daha önce Dışişleri Bakanlığı yapmış olan MacMillan’ın “Rum tahriklerini nötralize etmek üzere Türklerin harekete geçirilmesi için” kendilerine ısrarda bulunduğunu yazmaktadır.
           
KIBRIS CUMHURİYETİ VE ANAYASASI
16-18 Aralık 1958’de Paris’te yapılan NATO Bakanlar Konseyi’nin özel Kıbrıs toplantısından sonra, İngiltere, Türkiye ve Yunanistan Başbakanları, 11 Şubat 1959’da Zürih’te imzaladıkları anlaşma ile “bağımsız” bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasına karar verildi. Tarafların savunageldikleri taksim ve enosis fikirleri güya terkedilmişti. MacMillan planındaki ayrılıkçı unsurlar yeni anayasaya aktarılırken, 3 NATO ülkesi olan İngiltere, Türkiye ve Yunanistan da imzalanan Garanti ve İttifak Anlaşmaları ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü güvence altına alıyordu (!). Ağrotur ve Dikelya’daki İngiliz askeri üsleri ise Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarının dışında tutulmuş ve İngiliz egemenliği bu bölgelerde sürdürülerek ermperyalist çıkarlar korunmuştu. Garantör ülkeler böylece Kıbrıs Cumhuriyeti’nin çıkarlarından çok, ada üzerindeki  kendi çıkarlarını koruyup geliştiriyordu.
“1959 yazında Kıbrıs’ta anayasayı hazırlarken ben bir konuşmamda ‘Bu Kıbrıs Devleti Zürih’te ve Londra’da düşünülen Kıbrıs devleti, aslında bir federasyondur. Bu kendisine öz birtakım özellikleri olan bir federasyondur, ama federasyondur’ demiştim” diye yazan Anayasa profesörü Nihat Erim, bu federasyonun iyi işleyebilmesi için gereken tek şeyin tarafların iyi niyeti olduğunu belirtmekteydi. (bkz.Nihat Erim, Bildiğim ve gördüğüm ölçüler içinde Kıbrıs, Ankara, 1975, s.98 ve 167)
1960 Anayasası, Kıbrıs’ta yönetimi, ada nüfusunun %80’ini oluşturan Rumlarla %20’sini oluşturan Türkler arasında paylaştırıken, tüm yürütme organlarında %70-30 oranlarının korunmasını öngörüyordu. Prof. S.A. de Smith’in değerlendirmesine göre, Kenya Anayasasından sonra dünyanın en karmaşık ve en ayrıntılı anayasası Kıbrıs’ta yapılmıştı. Toplumların hakları, güvence ve sınırlamalarla denetlenip, dengede tutulmak istenirken, anayasacılıkla toplumsal egoizm atbaşı gitmişti. (Bkz.Prof. S.A. de Smith, The New Commonwealth and its Constitutions, London 1964, s.285) Getirilen uzun ve karmaşık önlemlerle, tarafların yetkilerini kötüye kullanmaları engellenmek istenmiş, ama etkin bir devlet örgütlenmesi gerçekleştirilememişti.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasası, toprak ayrımı esasına göre değil de, toplumsal ayrılığa dayanan federal bir deblet düzenini getirmeyi amaçlıyordu. 35 Rum ile 15 Türk üyeden oluşan Temsilciler Meclisi yanında, ayrı Cemaat Meclisleri de kuruluyor, ama üyeleri kendi toplumları tarafından seçildiği için bir anlamda klasik federal sistemdeki bölgesel yönetimdeki yürütmeyi temsil ediyordu. Fakat açıkça belirlenen yürütme yetkilerine sahip olmaması yüzünden, bu ikili yapı kamu hizmetlerindeki ayrılıkçı eğitimlerin güçlenmesine yardım ediyordu. (1958’de başlatılan ayrı belediyeler sorunu, bunun ilk tohumlarını atmıştı.) Bu durumda toplumlararası işbirliği için gerekli olan kuruluş güvenlikleri ihmal edilmiş ve federal ilişkiler ortadan kalkmıştı. (Bkz. Carl J.Friedrick, Trends of Federalism in Theory and Practice adlı eserde yer alan, “İkiliğin Tehlikeleri: Kıbrıs” adlı bölüm, New York 1968)
“Kıbrıs Sorunu” adlı kitabın yazarları da aynı konuda şunları vurguluyorlar: “Türk ve Rum topluluklarından oluşan ikili unsur, bütün devlet hayatının temelini oluşturuyor. Bu durum, bütün siyasal ve sosyal mekanizmayı, tek yapılı devlet biçimine rağmen, “ikilik” içinde sürdürüyor... Tek yapılılık iki ayrı topluluk gerçeği üzerine, çok hassas dengelere oturtulmaya çalışılmış anayasada. Bu nokta siyasal kurumların oluşmasında daha da belirgin durumdadır. Tek anayasalı ve tek yapılı devlet mekanizması, federal içerikteki özelliği ile, gelecekte federal bir yönetime geçişin tipik bir belgesi niteliğinde. (bkz. Murat Sarıca-Erdoğam Teziç-Özer Eskiyurt, Kıbrıs Sorunu, İstanbul, 1975, s.22)
           
1963 YILINDAKİ ANLAŞMAZLIK VE TÜRK TEZİ
1960-63 yılları arasında başgösteren anayasa anlaşmazlıkları, 21 Aralık 1963’te toplumlararası silahlı çatışmaya dönüşmüştü. Her iki taraftaki yeraltı örgütlerinin yol açtığı kanlı olaylar, Kıbrıs konusunu yeniden uluslararası planda ön sıralara çekti. Birleşmiş Milletler örgütünün soruna bir çözüm bulmak amacıyla göreve atadığı Genel Sekreterliğe bağlı Arabulucu Dr.Galo Plaza, 26 Mart 1965 tarihli raporunun 97. paragrafında şu görüşlere yer veriyordu: “Kıbrıs Türk tarafı, coğrafi temele ve federal bir sisteme dayanan toplumların ayrılmasında ısrar etmektedir.” Dr.Plaza, Türkiye Cumhuriyeti’nin de aynı görüşte olduğunu belirttikten sonra, 150. paragrafta “Kıbrıs’ta federal bir rejimin kurulabilmesi için ayrı bölgelerin bulunması gerektiğini, ama bu temelin Kıbrıs’ta bulunmadığını” kaydederek, Aralık 1963’ten sonra bu durumun değişmediğini, oluşan Türk enklavlarının ada yüzeyine dağılmış halde bulunmasına rağmen, hâlâ daha binlerce Kıbrıslı Türkün karma köylerde yaşamakta olduğunu vurguluyordu.
Türk tarafının önerilerde sözünü ettiği federal hükümet şekli, aslında adanın taksimini (veya resmi deyişle coğrafi federasyonunu) öngörüyordu. Hatta taksim çizgisinin nerelerden geçeceği bile saptanmıştı. (bkz. Plaza Raporu, 154. paragraf)  
Kıbrıs Anayasasının mimarlarından olan Prof. Nihat Erim, yıkarıda sözü edilen anı kitabında, 1959 yazında, Kıbrıs’a gelecek Türk alayının yerleştirme hazırlıklarını yapmak üzere adada bulunan General Turgut Sunalp’ın “fırsat buldukça, araba ile adayı köşe-bucak, dağ-bayır dolaşarak, kucağına açtığı haritaya gerekli işaretleri koyduğunu” yazmakta ve Acheson planı üzerinde Cenevre’de yapılan 3. tur görüşmelere askeri danışman olarak onun da katıldığını belirterek, Acheson’un kendisine “General Sunalp gibi komutanlara Pentagon’da ihtiyaç var” dediğini aktarmaktadır.
           
EMPERYALİST KOMPLO
Ada toprağının ikiye bölünmesini reddeden bir anlayışla hazırlanan 1960 Kıbrıs Anayasasının karmaşık yapısı, her iki tarafı da kendi nedenleri yüzünden tatmin edememiş ve uygulamada birçok güçlükler ortaya çıkarmıştı. Kıbrıs Cumhuriyetine yeni bir anayasa yapmaya ilişkin toplumlararası görüşmeler, 1968 ile 1974 yılları arasında “üniter devlet” temelinde yürütülmüş, ama kesin bir sonuca ulaştırılamamıştı. (Üzerinde anlaşılan ve anlaşılamayan konular ile görüşmelerin ayrıntılı bir dökümü için bkz. Polivios Poliviou, Cyprus in Search of a Constitution, Nicosia, 1976)
1974 Temmuz’unda Yunan Cuntası eliyle CIA tarafından Kıbrıs Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios’a karşı düzenlenen darbe teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanınca, bunun ardından gelen Türkiye’nin askeri müdahalesi, uzun yıllar ABD ve İngiliz emperyalizmi tarafından özlenen adanın taksimi için gereken önkoşulları yaratmış oluyordu. Federal bir çözümü uygulamak için gerekli olan iki bölgelilik hâli, Kıbrıslı Türk ve Rumların savaş sonucu gerçekleşen nüfus aktarması ile sağlanmıştı. Bir başka deyişle, iki birimli federasyon de facto olarak oluşturulmuş, iş, etkin merkezi hükümeti de jure olarak oluşturmaya kalmıştı.

ÜNİTER VE FEDERAL DEVLET
Sovyet bilimadamı G.B. Staruschenko, “Özgürlüğe Kavuşan Ülkelerde Ulus ve Devlet” adlı kitabında, devlet halkından tek bir ulus oluşması için çaba gösterilen ülkelerde (ki bu Kıbrıs için şu anki aşamada söz konusu değildir), çoğu kez daha yüksek derecede bir merkeziyetçiliği olan “üniter devlet” şeklinin seçilmesi gerektiğini ve bunun Afrika kıtasındaki liderlerin çoğunluğu tarafından uygun görüldüğünü belirtmektedir. Çünkü var olan devlet içinde ve uzun süren bir süreç sonunda, başlıca tek bir ulus oluşmuşsa, bu ülke için üniter devlet yapısı daha uygun gelmektedir. (agy, s.275)
Staruschenko, aynı eserinde, ulusal zıtlıkların keskinleştiği ve devlet bütünlüğünün korunmasının olanaksız olduğu durumlarda, uygun devlet şekli olarak federasyonu göstermektedir. (agy) 1974 öncesinde pratik bir çözüm şekli olarak uygulama güçlükleri olan federal devlet şekli, yazımızın başında da belirtildiği gibi, 1974 sonrasının uzun süren çözümsüzlük ortamında, Kıbrıs adasının ve halkının birliğini sağlayacak tek devlet şekli olarak görülmektedir.

FEDERAL VE KONFEDERAL DEVLET
Bilindiği gibi federal devletler, birden fazla devlet veya devlet parçasından (otonom cumhuriyet, kanton, eyalet) oluşur. Federasyonu oluşturan birimlerin kendi yasa koyucu ve uygulayıcı organları vardır ve kural olarak kendi yargı organlarına sahiptirler. Halbuki üniter devletlerde, devlet sadece bölgesel yönetim birimlerinden (bölge, eyalet, guverneman) oluşur.
Konfederasyonun federasyondan farkı ise, tam olarak tanımlanmış genel konularla ilgilenen, belirli organları olan, sürekli bir devletler birliği olmasıdır. Konfederasyon organlarının aldığı bir karar, konfederasyona üye devletlerin hepsi veya yeterli çoğunluğu olan üyelerin imzalaması ile yürürlüğe girer. (bkz. Marxist-Leninist allgemeine Theorie des Staates und Rechtes, 1. Cilt, Berlin, 1974)
Bu ortak kitabın yazarları, devletin görevini, ulusu oluşturma olarak gösterdiklerinden, haklı olarak “milliyetler sorunu”, büyük ölçüde ulusal ve etnik anlaşmazlıkları körükleyip, istismar ederek ulusal devletleri ve ilerici rejimleri zayıflatmak isteyen iç gericilik ve uluslararası emperyalizme karşı verilen mücadeleden ayrı düşünülemeyeceğini ve devlet yapısının oluşturulması süreciyle ilişkili olduğunu vurgulamaktadırlar.

GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERDE BURJUVA FEDERALİZMİ VE BAZI ÖNEMLİ İLKELER
Gelişmekte olan ülkelerde uygulanan burjuva federalizmi, üniter devlete kıyasla daha karmaşık olup, yürütülmesi için özel bir çaba ister. Yetenekli devlet ve yönetim kadrolarına ihtiyaç vardır. Federalizmin, ülkedeki sadece politik ve sosyal alandaki gerçekliklerle bağdaşması zorunlu olmayıp, ayrıca ekonomik alanda da çok dikkatli davranılmasını gerektirir. Ekonomik yönden az gelişmişlik ve bu ülkelerin emperyalist ülkelere olan aşırı bağımlılığı, günümüz koşullarında devletin ekonomide etkin bir rol oynamasını gerektirir.
Burjuva yazarlarından Karl Löwenstein, 20 yüzyılda federalizmin modasının geçtiği ve ekonomik planlamanın federalizmin DDT’si (böcekkıran, kimyasal madde) olduğu görüşünde ise de, aslında ekonomik planlama federalizmdeki ikilik (dualism) hastalığını yok etmektedir. (Bkz. Ramesh Dikshit, The Political Geography of Federalism, New York 1975, s.6)
Federal devletlerde, ekonominin en önemli sektörlerinde devlet mülkiyeti, önemli ekonomik süreçlerin devletçe planlanıp yönetilmesi, iç ve dış mali ekonominin devletçe yönlendirilip denetlenmesi, yabancı sermaye ile yerli özel sermayenin sınırlandırılması, özel sektör ekonomisinin etkin devlet denetimi altında olması, tarımsal üretimin devletçe teşvik edilmesi ve özellikle kırsal alanda yeni mülkiyet ilişkilerinin kurulmasını gerektirir. Gelişmekte olan ülkelerde, özellikle Afrika’daki devletlerin çoğunda farklı sosyal ve politik yönelimler ve gelişme farklılıkları olduğu da unutulmamalıdır. Bu nedenle burjuva federalizmi modellerinde çok yetersiz veya çok zor oluşturulan devlet ile siyasal iktidarın, aşırı derecede merkezileştirilmesi gereklidir. (bkz. Grafskij-Straschun, agy.)
Unutulmaması gereken bir diğer nokta, burjuva federalizminin ulusal veya etnik gelişme sorunlarının çözümünde bir araç olmadığıdır. Federalizm, daha çok siyasal iktidarın bölgesel yönetim düzeyinde uygulanmasının özgül bir şeklidir. Nisbi bir ademi merkeziyetçilik (desantralizasyon) ile federal ve bölgesel düzeyler arasındaki şekilsel ve yasal bir bağımsızlık esasına göre çalışır. Nisbeten geliştirilmiş bir burjuva anayasası ile iki veya daha çok partiye dayalı parlamentarizme dayanmaktadır. (agy)
Devletin kurulması esnasında birçok sorunlar arasındaki ilişkiler ve değişim halinde olan etnik-ulusal yapılar, henüz tohum şeklinde olduğundan tanınmaları zordur. Bu yüzden, gelişmekte olan ülkelerin federal devletlerinde ulusal-bölgesel özerkliğin şekilleri ilerici bir yapıda oluşturulursa, etnik-ulusal gelişme sorunlarının veya anlaşmazlıkların, tüm ülke halkı ve onun sosyal ilerlemesinin yararına çözümlenmesinde yardımcı olabilir.
Öte yandan ulusal-etnik sorunların ve anlaşmazlıkların çözümünde devletin ve genel olarak subjektif faktörün rolü artacaktır. Böylece gerçekçi ve ülke koşullarına uygun, bilimsel temele dayalı, politik ve devlet hukuku kavramlarına olan ihtiyaç, özellikle sosyalizm yolunu seçmiş olan devletlerde artar. Yüksek bilinç ve bütün toplumun katıldığı bir yönetim ve planlama olmadan sorunlar çözümlenemez. Bu nedenle Lenin de, özgürlüğünü yeni kazanmış, etnik-ulusal yapısı karmaşık ve sosyal ilerleme yolunu benimsemiş olan eski sömürgeler için federal devlet şeklini, “gönüllü olarak kaynaşmaya geçiş” için bir olasılık olarak görmektedir. (bkz. Bütün Eserleri, Cilt:27, s.145)

SONUÇ
O halde gelişmekte olan ülkelerde belirginleşmekte olan çok uluslu konsolidasyon süreçlerinde veya etnik-ulusal zıtlıkların aşırı derecede keskinleştiği durumlarda, ya da devletlerin veya bölünmüş ülke topraklarının biraraya getirilmesinde federatif devlet yapısı, ulusal gelişim sorunlarının çözümünde, ulusal çatışmaların azaltılmasında ve milliyetler arasında eşit haklara dayanan uyumlu ilişkilerin kurulmasında önemli bir katkı getirebilir. (bkz. Klaus Hutschenreuter, “Afrika Trans-Sahrasında Uluslaşma ve Devlet Gelişiminin Sorunları” adlı makalesi, Berlin, 1970)
Gözden uzak tutulmaması gereken bir diğer nokta, Kıbrıs somutunda sorunun çözümlenmesinin, bir yandan adanın emperyalizmin ve yeni sömürgeciliğin etkilerinden askeri üslerden arındırılmasına bağlı iken, öte yandan da ana sorun olan içteki milliyetler sorununun nasıl çözümleneceğine bağlı olduğudur. Ama yine de tayin edici faktörün her iki toplum arasındaki ulusal farklılıklar olmayıp, ülke içindeki ve uluslararası plandaki sınıf mücadelesi olduğunu vurgulamak gerekir.
Sorun burjuva çevrelerinin öne sürdüğü gibi, Kıbrıs’ta hangi toplumun hangisini yöneteceği sorunu değil, tüm ada yüzeyinde hangi sınıfın iktidarı elinde bulunduracağı sorunu olarak ortaya çıkmaktadır.

(Ortam gazetesi, 22, 23 ve 24 Ocak 1985, İlke dergisi, Şubat 1985, Sayı: 82, s.34-41 ve daha sonra kitap içinde, Ahmet An, Küçük Adada Büyük Oyunlar: Kıbrıs’ta ayrılıkçılık, federal çözüm ve AB üyeliği, NK Yayınları, İstanbul 2004, s.45-53)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder