4 Aralık 2015 Cuma

LEFKOŞA SAHNELERİNDE İKİ GÜLDÜRÜ


Lefkoşa’da çalışmalarını sürdürüen iki tiyatro topluluğumuz, 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü’nde perdelerini iki yeni oyunla halka açtılar. Her hafta Cuma ve Cumartesi günleri izlenebilen bu oyunlardan biri, Devlet Tiyatrosu’nun sahnelediği “Kim bu adam?” adlı güldürü. Yerli yazarlarımızdan Özden Selenge tarafından kaleme alınmış. Diğer oyun ise Türkiye’nin ünlü mizah ustası Aziz Nesin’in 4 öyküsünden yine kendisi tarafından oyunlaştırılan “Sen adamı deli edersin” adlı kabare oyunu. Her iki oyuna ilişkin değerlendirmelerimizi şöyle özetleyebiliriz:

1.KİM BU ADAM?

1983 Haziran’ında izlediğimiz “Annem niçin miyavladı?” gibi yine Kıbrıs’ın kırsal bölgesinde geçen Özden Selenge’nin bu yeni oyunu, genel bir değerlendirme olarak belli bir başarı çizgisine ulaşmış görünüyor. “Yerel yazarlarımızı teşvik etme” amacıyla Devlet Tiyatrosu yönetmeni Hilmi Özen ve yardımcıları tarafından sahnelenen oyunda, toplumsal yaşamımızdan artık silinmekte olan “bohçacı kadın” tipi ele alınmakta. Zaliha Susuzlu, bohçacı kadın Sultan rolü ile iyi bir oyuncu olma yolunda ileri adımlar atıyor. 50’lik Hacı, Yusuf’u canlandıran Çetin Özen ise her zamanki artistik yeteneğinin rahatlığıyla oynuyor. Ayhatun Ateşin, Yusuf’un karısı Emete’de Kıbrıs ağzının belirgin ses özelliklerinden olan geniz ünsüzü n’leri özgün şekliyle aktaramamakla dikkati çekiyor. Oysa kendisi sahneye alışmış bir oyuncu olarak göz dolduruyor. Dünür’ü canlandırdığı erkek rolünde de başarılı. Ancak teknik açıdan erkek sesinin band’dan verilmesi, ülkemizde bir ilk uygulama olsa gerek. Yadırganan bir durum. Geri zekalı oğlan rolünde Nevzat Şehitcan, Seydali ile çok başarılı bir tip çiziyor. Zaten esas güldürü ögesi onun karakteriyle aktarılmak istenmiş. Diğer oyuncular ise gerek diksiyon, gerekse oyunculuk açısından küçük rolleriyle pek başarılı olamıyorlar.

“Kim bu adam?” oyununda konu ve diyaloglar açısından bazı abartmalar söz konusu. Örneğin 50’lik bir adamın liseyi yeni bitirmiş, kızı yaşındaki bir kişiye aşık olması, onu üçüncü eş olarak seçmesi ve genç kızın gözüne girmek, beğenisini kazanmak için 15-16 yaşın kıyafetine bürünmesi, sırf güldürü unsuru adına yapılsa bile, bizim toplum gerçeğimize ne kadar uymaktadır? 1974 sonrasında Kuzey’den getirilen göçmenler, bölünmüş Kıbrıs’ın bir gerçeği haline gelmişse de, Adana’lı toprak ağası tipi oyuna konmayabilirdi. (Nitekim o oyuncunun ülkeden sınırdışı edilmesi nedeniyle, bu karakterin oyundan çıkarıldığını öğrenmiş bulunuyoruz.) Özden Selenge’nin bundan önceki oyununda da yine bir “Türkiyeli” tipi vardı. Yoksa bu durum, Devlet Tiyatrosu’nun TC’li oyuncuların da rol alarak, bütünleşmemizin kanıtı olacak, “olmazsa olmaz” bir zorunluluk mu acaba? Seçilen bazı güldürü motiflerinde, örneğin Adidas-Aids benzeşmesi gibi zorlama hissediliyor, hatta gelin adayına söylenecek “tatlı şeyler” sıralamasında uzun bir liste veriliyor.

Oyuncuların makyajı da “Kıbrıslı” çehreyi yansıtmaktan uzak. Birkaç oyuncuda her iki kaş siyah boyayla kalın olarak boyanarak, ortası çatılmış. Yerli yersiz yanaklara ben’ler oturtulmuş veya boyayla yüz kırışıklıkları yapılmak istenmiş. “Annem niçin miyavladı?” oyununda da Emine’nin çatık kaşları ve koyu boyası dikkat çekiyordu. Gerçi Kıbrıs’ın bazı yörelerinde çatış kaş görülüyor, ama bu tipik bir Kıbrıslı özelliği değildir.

Oyunun en çok beğenilen yanı herhalde, Kıbrıs’ın havasını seyirciye en iyi şekilde yansıtan müziği olmuştur. Bölümleri birbirine bağlayan müziği besteleyen Bülent Berkay ile Erhan Özbeşer’i kutlamak gerek. Onlar gitarla ritim ve tempo tutarken, Aytaç Çağın’ın kemanesi seyircileri coşturuyor. Müzik eşliğinde okunan Kıbrıs manileri ise bu coşkuyu tamamlamakta. Keşke bu müzik parçasını ayrı olarak radyodan dinleyip, bandına sahip olabilmeli diye düşünmeden edemiyor insan.

Aslında bu tür yerel oyunların daha sık olarak, ama konu tekrarına veya sözcük/deyim abartmalarına başvurmadan radyo ve televizyondan sunulması gerek. 1960’lı yıllarda Bayrak Radyosu’ndan sunulan “Alekko ile Caher”in skeçleri büyük bir beğeni ile izleniyordu. Ne yazık ki sonradan, bazı kişilerin engellemesi sonucu yayından çıkarıldılar. Oysa Rum toplumu, yerel oyunları hem radyodan, hem de televizyondan başarı ile yayımlamayı sürdürüyor. Yerel sanatçı ve yazarları teşvik edip, yüreklendiriyor. Bizde de bu tür oyunların yazılabilmesi için sadece yerel yazarların oyunlarını oynamakla yetinilmemeli, daha da ileri gidilerek, onlara telif hakları ödenmeli, mali yönden de tatmin edilmelidirler. Bir de şu önemli konu var. Kıbrıslılığımıza sahip çıkmayı devlet politikası haline getirebilmiş miyiz? Sanat ve kültürde de yerel ürünlerin gelişip olgunlaşması için var olan her çaba desteklenmeli, teşvik edilmelidir. Tiyatro özelinde, yerel oyunlarımızın ille de kırsal bölgede geçmesi gerekmiyor, kentteki yaşam ve sorunlar yumağı da yansıtabilir. Hep yerel ağız yerine, yazı Türkçesiyle de oyunlar yazılmalı ve sahnelenmelidir.

2. SEN ADAMI DELİ EDERSİN

Lefkoşa Belediye Tiyatrosu, “Umut insanda” adlı şiir-tiyatro denemesinden sonra, şimdi de kabare tarzında Aziz Nesin’in bir oyununu sahneliyor. Dört gösteriden sonra basında “iki haftadır kapalı gişe oynanıyor” diye tanıtılan oyun, ne yazık ki Aziz Nesin’in mizah öykülerindeki başarı ve olgunluğa erişememiş. Sıradan bir müsamere düzeyinde kalmış. Belediye Tiyatrosu’nun başarılı çifti Işın ve Erol Refikoğlu’nun oyunculukları bile oyunun tekdüzeliğini gidermeye yetmemiş. Eserin “orta oyunu” anlayışı ile sahnelendiği belirtiliyor. Ama bu, özellikle “Damdaki Deli” bölümünün ille de seyircinin ortasında, koltuk sıkışıklığı içerisinde oynanmasını gerektirmezdi herhalde. Dahası, “demir merdivendeki deli”nin soğuk “espri”lere gülmeyen seyircilerin üzerine atlayacağını söylemesi de yersizdi.

“Kabare” türüne yerel katkı olsun diye, ANAP temsilcisinin UBP kurultayında söylediği  Kıbrıslıların fazla çocuk yapmaları gerektiği şeklindeki söz de oyun metnine eklenmiş! Akıl hastahanesinden kaçan delilerin her biri için 100 TL ödül verileceği söylenirken, kerevizin bağının 250 TL olduğunun söylenmesi de herhalde yaşadığımız hızlı enflasyonun bir ifadesi olsa gerek.

Osman Alkaş, polis komiseri rolünde iyiydi. Gülgün Sakallı’nın ses tonu, son bölümdeki çığlık çığlığa kahkahalarıyla kulak tırmalayıcılığının doruk noktasına ulaşıyordu. Birçok seyircinin başağrısı ile salondan ayrıldığına tanık olundu. Orta oyunu veya kabare türü böyle mi olmalıydı?

Nerede “Özgürlüğün Bedeli” ve “Sevgili Doktor” gibi eserlerle başarılı oyunlar sergileyen Lefkoşa Belediye Tiyatrosu? Yoksa deneme tiyatrosu diye diye seyircimiz denek taşına mı dönüştürülmek isteniyor? Eli-yüzü düzgün eserlerin sahnelenmesi zamanı acaba ne zaman gelecek? Brecht’çilerden bir de Brecht oyunu seyretmeyecek miyiz?

Lefkoşa Belediye Tiyatrosu yönetmeni Yaşar Ersoy’un “Bu süreci yaşayacağız” başlıklı bir yazısında da belirttiği “kültür ve sanatsal gelişmemizin toplumun diğer yapılarına koşut kısırlaştığı” yargısı acaba gerçekleşti mi? “Çok dar ve dağınık bir çevre, çok küçük bir azınlık, bir elin parmaklarını geçemeyecek kadar sanatçı, güçlükler ve olanaksızlıklar içinde ancak özverili çabalarla etkin gerçek sanat yapıtlarının yaratılmasına çalışmaktadır” diyen Ersoy’un kendisi de bu sürecin içinde yaşamaktadır. Zaten bunu kendisi de saptamakta ve şöyle yazmaktadır: “Yanlış yöntemlerle yanlış yerlerde arıyoruz toplumsal kişiliğimizi. Her şeyden önce kendimizin “insanın” değişmesi gerekli. Herhalde insan değişmeden hiç bir şey değişmez. İnsanın değişmesi de ekonomik ve kültürel koşulların değişmesine bağlıdır.” (Özgürlük dergisi, Şubat-Mart 1986, s.16)

Aynı sayfada yazan Muzaffer Ulaş’ın Brecht’ten aktardığı şu alıntı, sözkonusu ettiğimiz her iki güldürü oyunu için de geçerlidir: “(Gerek oyun seçiminde, gerek oyun değerlendirmesinde) seyircilerin alışkanlıklarına ne olçüde doyum sağladığına değil, bunları ne ölçüde değiştirdiğine bakılarak, çağdaş tiyatro konusunda bir değer yargısına varılır.” Değindiğimiz her iki güldürü gösterisinin de bu değer yargısıyla uyuşmadığı ortaya çıkmaktadır.


(“Hasan M. Gündüz” takma adıyla, Söz dergisi, 25 Nisan 1986, Sayı:28) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder