27 Şubat 2016 Cumartesi

YENİ DÜNYA DÜZENİ VE KIBRIS


         “Sosyalist Ülkeler Topluluğu” diye nitelendirilen ve bürokratik sosyalizmle yönetilen ülkelerdeki sistemin çökmesi ardından, dünyamızdaki güçler dengesi önemli bir değişime uğramıştır. Bundan önce ABD emperyalizmi ile bürokratik sosyalizmin en güçlü ülkesi Rusya arasında kurulmuş olan nükleer tedhiş dengesi, önemli dünya güçleri arasındaki ilişkilerde nisbi bir istikrar sağlamış görünmekteydi. Bunun bir sonucu olarak, eski sömürge ülkeler de Doğu-Batı dengesinden yararlanarak bazı tavizler elde edebilmişlerdi. Ama şimdi durum öyle değil. Sadece bir tek süper güç, yani ABD var.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra, ‘Yeni Dünya Düzeni “nin kurulduğunu ilan eden ABD Başkanı Bush’un, “Şimdi artık dikkatlerimizi dünyanın geriye kalan bölgelerine çevirebiliriz” diye övündüğü anımsanmalıdır. Bu sözlerin ne anlama geldiği, bir süre sonra Körfez Savaşı sırasında anlaşılmıştır. Irak’ı teslim almak için başta sivil hedeflere karşı olmak üzere, en korkunç yıkım silahları kullanılmış, sadece Arap dünyasına değil, genelde bütün eski sömürge ülkelere, emperyalizminin gücü gösterilmek istenmiştir. Ama Kuveyt’in “egemenliği”ni savunma ikiyüzlülüğü, İngiliz ve Amerikan emperyalizminin Libya’nın egemenliğim ayaklar altına almasına engel olamamıştır.

BM KALKAN OLARAK KULLANILIYOR
ABD emperyalizminin eylemlerinde belirleyici olanın, Irak, eski Yugoslavya ve Somali’deki bunalım dönemlerinde görüldüğü gibi, kendi amaçlan uğruna Birleş(me)miş Milletler’i saydam bir kalkan olarak kullanarak, “adalet”, “özgürlük”, ya da ‘‘banş’ı değil, öteki emperyalist güçler gibi, kendi sınıf çıkarlarını savunma olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır. Fransa, İngiltere, Almanya ve diğer büyük güçlerin politikasında da belirleyici olan, barış ve BM’nin otoritesi için mücadele değil, bu güçlerin kendi çıkarlarıdır. BM Güvenlik Konseyi üyeleri arasında ABD’ye karşı duracak biri yoktur. Dursa bile ABD vetosu ile karşılaşabilir. Rusya ise, bürokratik sosyalizmin çöküşünden bu yana, Yeltsin’in önderliğinde Batılı emperyalistlerin dümen suyundan gitmektedir. Kapitalizme yönelmiş olan Rusya, eski anti- emperyalist tavrını artık terketmiştir.
          Amerikan emperyalizmi, kendi politikası için BM’yi uygun bir kalkan olarak kullanmaktadır. Doğrudan güç kullanımı bile BM kalkanı ardında gerçekleştirilmiş ve 1991’deki Irak bombardımanında 100 binden fazla insan ölmüştür.
İsrail, Lübnan’a göç etmiş olan Filistinlilerin geri dönmelerini öngören “insancıl” BM kararını uygulamamaktadır. İsrail Başbakanı, bu konuda Güvenlik Konseyi tarafından alınacak herhangi bir cezalandırma kararının, ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından veto edileceğinin kendisine söylendiğini açıklamıştır. “Saldırgan” ülkelere karşı BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi tarafından alınmış sayısız kararlar vardır, ama “suçlu” taraflar bunlara gülmekte ve uygulamamaktadırlar.
            Endonezya, eski Hollanda sömürgesi olan Timor’u işgal etmiş ve Hollanda tarafından ilan edilmiş olan bağımsızlık kararına saygı göstermemiştir. 19 yıldır sürdürülen baskıcı rejim, 200 bin kişinin canına mal olmuştur. Irza geçme, işkence ve öldürme olayları. Endonezyalı işgalcilerin kullandıkları sıradan tedhiş yöntemleri arasındadır. BM Güvenlik Konseyi bir karar alarak Endonezya’nın Timor’dan geri çekilmesini talep etmiştir, ama hiçbirşey olmamıştır. Çünkü büyük emperyalist ülkelerin yaşamsal çıkarları zedelenmediğinden, ses çıkarmamışlar ve hiçbirşey yapmamışlardır.
ABD “saldırganı”, Aralık 1989 da Panama’yı ve Ekim 1983 de Grenada’yı işgal ederek kendine bağlı kukla hükümetleri işbaşına getirip, Karibiklerde kendi çıkarlarını güvence altına alınca, BM yine hiçbirşey yapmamıştır. “Ulusal çıkarlar “, yani büyük sermayenin çıkarları söz konusu olduğu zaman ABD, BM’yi takmamakta ve askeri güç kullanmaktadır. Hem Clinton. hem de Bush, ABD’nin yaşamsal çıkarları tehlikeye girince güç kullanacaklarını açıkça belirtmişlerdir. Bir başka deyişle, “ulusal çıkarlar” tehdit altındaysa, BM’nin barıştırma yöntemlerinin hiçbir esamesi okunmamaktadır.
            “Küçük ülkelerin” “küçük sorunları” BM çerçevesinde çözümlenebilir. Ama bu sorunlarda kapitalistlerin çıkarları tehlikeye girerse ve büyük emperyalist ülkelerin ticari, stratejik veya prestij ve güçlerini koruma da içinde diğer başka çıkarları söz konusuysa, bunlar çözümlenemez. Çünkü bütün emperyalist güçlerin politika, diplomasi ve eylemlerinde belirleyici olan bu çıkarlardır.

KIBRIS SORUNU VE EMPERYALİZM
Kıbrıs sorununda da durum aynıdır. 1958 yılında zamanın sömürge yönetimi, “böl-yönet” ilkesi uyarınca Kıbrıslı Rumların adanın Yunanistan’a bağlanması amacıyla İngilizlere karşı başlattığı tedhiş eylemlerini, Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar arasında kanlı çatışmalara dönüştürünce, sorun toplumlararası bir şekil almıştı. Rumların adamn Yunanistan’a bağlanması (enosis), Türklerın de adanın taksim edilmesi politikaları BM’de destek bulamayınca, emperyalizmin askeri örgütü NATO, sorunu “bağımsız” Kıbrıs Cumhuriyeti formülüyle geçici olarak “çözümlemiş” ve bölgedeki stratejik çıkarlarını güvence altına almıştı.
Kıbns Türk liderliğinin İngiliz çıkarları doğrultusunda güddüğü politika, ada nüfusunun %18’ini oluşturan Kıbnslı Türklere yönetimde %30, orduda da %40’a varan oranda pay sağlamıştı. Ama yeni Kıbns devleti bağlantısız bir dış politikaya yönlenince, bölgedeki İngiliz-Amerikan çıkarlarını korumak isteyen emperyalizm ve yerli işbirlikçileri, Aralık 1963’deki çatışmaları başlatarak, adaya NATO askeri gönderme planını uygulamaya koydular. Anımsanacağı gibi Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’un diretmesi üzerine, adaya NATO askeri yerine, Mart 1964’de BM Banş Gücü gönderilmişti.
1960 Garanti ve İttifak Anlaşmalan gereğince. NATO’nun önde gelen ülkelerinden biri olan İngiltere, “‘bağımsız’’ Kıbns Cumhuriyeti toprakları üzerinde bir dizi imtiyaz yanında, iki egemen askeri üs elde etmiş, diğer NATO üyesi ülkeler olan Yunanistan 950, Türkiye de 650 kişilik birer alayla Kıbrıs’ta asker bulundurma hakkını sağlamışlardı.
O yıllarda “emperyalizmin batmayan uçak gemisi”, ya da “‘Doğu Akdeniz’in Kübası” olarak nitelendirilen Kıbns, bölgedeki petrol yataklarına yakınlığı ve stratejik önemi yüzünden çeşitli pazarlıklara neden olmuştu. Adanın büyük bir bölümünün Yunanistan’a verilmesi, Kıbnslı Türklerin biraraya toplanacağı küçük bir bölgenin ayrılarak, Türkiye’ye askeri üs olarak verilmesi, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’un etkisizleştirilerek, Kıbnslı Rum komünistlerin devre dışı bırakılmasını öngören, ama o günlerde uygulanamayan Acheson Planı bu amaçla hazırlanmıştı.
1968 yılında başlatılan toplumlararası banş görüşmelerinde ise taraflarca önemli ilerlemeler kaydedilmesine rağmen, 1974 yazına gelindiğinde, imzalar henüz atılamamıştı.
        Haziran 1971’de Lizbon’da yapılan NATO Konseyi toplantısında ise. Atina ile Ankara’nın NATO yanlısı bir çözüm için eylemlerim eşgüdüm içinde yürütmeleri kararı alınmıştı. 1974 Temmuz’undaki Makarios karşıtı faşist darbe ve bunu izleyen Türkiye’nin adaya askeri müdahalesi bu çerçevede değerlendirilmelidir. Askeri güç kullanılarak ve uluslararası hukuk ilkeleri çiğnenerek gerçekleştirilen Kıbrıs’ın Türk ve Rum bölgelerine ayrılması operasyonları, sonunda Kıbrıs’ı bir NATO protektorası haline getirmeyi amaçlamaktaydı.

BAĞLANTISIZ KIBRIS YERİNE. NATO ÜSSÜ KIBRIS
Nitekim son zamanlarda basında çıkan haberler de bu emelleri doğrular niteliktedir. Rumca Haravgi gazetesinin Washington kaynaklı bir haberine göre, “ABD, Kıbrıs’ta aynen Bosna’da olduğu gibi toprak düzenlemeleri konusunda varılacak bir anlaşmayı korumak için, NATO kuvvetleri bulunması önerisinde bulunacak. Kıbrıs’ta müstakbel bir çözümde NATO kuvvetlerinin de yer alması -ki güvenilir bilgilere göre adadaki İngiliz Üsleri de dahil edilecek- konusundaki haberler, Kıbns’taki İngiliz Yüksek Komiserliği’nin geçen hafta yaptığı açıklamalarla da kuvvet kazanıyor.” (Kıbns. 20.6.1996)
Yine aynı günlerde haftalık Tharros gazetesi tarafından yayımlanan ve Kıbns Türk tarafına %20 toprak öngören bir harita ile ilgili haberde, taksim çizgisinin hangi köylerden geçeceği belirtilirken, “ABD üssü ve havaalanı bulunmasından dolayı Lefkonuk (Geçitkale) için özel bir statü öngörüldüğü” şeklinde bir ifade kullanılmaktaydı. (Yeni Demokrat. 11.6.1996)
Kıbns Rum kesimindeki iktidar partisi DİSİ’nın Başkanı Yannakis Matsis’in Birlik gazetesiyle yaptığı son söyleşide yer alan şu değerlendirme de çok anlamlıdır: “Evet, geçmiş hatalar ve yabancıların çıkarları bizi bu üzücü duruma getirmiştir. 1960 dan sonra Kıbrıs NATO’nun bir parçası olsaydı, bu yaşanan acılar hiç olmayacaktı. Bağlantısızlar blokunda olmasaydık ve NATO’da olsaydık bunlar başımıza gelmezdi, bu kadar acılar yaşanmazdı. Bu benim inancımdır.” (29.6.1996)
Aynı Matsis, olası bir çözümde askersizleştirme, garantiler, Kıbrıs’ın bir uluslararası güvenlik örgütüne girmesi gibi konular Avrupa Birliği İtalyan Başkanlığı ile tartışılırken, AB’nin Kıbrıs için NATO garantisini gündeme getiren bir öneri sunduğunu açıklamıştır. (11.1.1996)
DİSİ Lideri, ABD’de verdiği bir konferansta da, ABD’nin Kıbns konusuna yaklaşımının stratejik olduğunu ve Güneydoğu Akdeniz’de yeni bir jeostratejik askeri planlamanın gelişme halinde olduğunu ve Kıbrıs’ın da bu planlama içinde olduğunu söylemiştir. (Kıbrıs. 26.1.1996)

EMPERYALİZMİN ÇİFTE STANDARDI
Görüldüğü gibi, sözümona Yeni Dünya Düzeni’nde de Kıbrıs, yüzyıllardan beridir sahip olduğu aynı jeostratejik konumu yüzünden zarar görmektedir. Kuveyt’in 1990 da Irak tarafından işgali üzerine, Kıbrıs ile Kuveyt arasında bir benzetme yapan Londra’daki Kıbrıs Rum Yüksek Komiseri Angelos Angelidis, “Kıbns Cumhuriyeti’nin 30. Yılı” dolayısıyla yapılan bir toplantıda şöyle konuşmuştu:
“ABD Başkanı Bush ve İngiltere Başbakanı Thatcher gibi liderlerin, çiğnenen ilkeleri savunma yönünde gösterdikleri çabukluk ve kararlılık cesaret vericidir. Saldırıya uğrayan küçük devletler arasında ayırım yapılmamalıdır. Petrol üreten ülkeye hangi gözle bakılıyorsa, portakal üreten ülkeye de o gözle bakılmalıdır.” (Kıbrıs, 24.10.1990)
Fransa’nın ünlü Le Monde gazetesi ise 7.11.1990 tarihli başyazısında, Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı Vasiliu’nun bir yanda Kıbrıs’ın ikiye bölünmüşlüğü ile Almanya’nın bölünmüşlüğü arasında, diğer yanda da Körfez bunalımı ile Kıbrıs arasında “haksız olmayan’” benzetmeler yaptığını aktararak, bu konuda şunları yazmıştı:
“BM Güvenlik Konseyi, Bağdat’ın Kuveyt’i ilhakını oybirliğiyle mahkum eden ve işgalci askerlerin çekilmesini talep eden kararlar alıyor. Bu kararlar alınadursun, Kıbrıslı Rumlar gayet yerinde şu soruyu sorma durumundalar: BM Güvenlik Konseyi üyeleri neden Kıbrıs konusunda da aynı kararlılığı göstermiyor? Ankara’dan askerlerini ve adanın kuzeyinde yerleştirdiği sivilleri geri çekmesini neden talep etmiyor?”
Le Monde, aynı yazıda Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyine 60-80 bin arası asker ve sivil yerleştirdiğini belirterek, Ankara’nın Kuzey Kıbrıs’tan çekilme niyeti taşımadığını söylemekteydi. Gazete “Körfez krizi devam ettiği sürece çok işlerine yarayan Türkiye’yle arayı açmaya ne Washington, ne de Londra hazır. Bu bunalım giderildikten sonra herkes Lübnan, Filistin, hatta Kürt meselesini çözmekten söz edebiliyor, ama Kıbrıs’tan söz eden yok” demekteydı. (aktaran Cumhuriyet. 8.11.1990)
Washington’daki Irak Büyükelçisi Maşad ise, NBC Televizyonu’ndaki bir programda şöyle konuşmuştu: “BM kararına uymayan İsrail’i siz korudunuz. Panama’yı siz işgal ettiniz. Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgal etmesini siz engellemediniz.” (Cumhuriyet, 9.1.1991)

EMPERYALİZM TAKSİM EDİLMİŞ KIBRIS’TAN YANA
1974 yazından beri Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarının %37’lik bir kısmı Türkiye’nin askeri denetimi altında tutulmakta, konuyla ilgili olarak BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi tarafından alınmış olan çeşitli kararlar uygulanmamaktadır. Kıbrıs’ın bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü garanti etmiş olan Yunanistan, bir faşist darbe ile adanın içişlerine müdahale etmiş, öteki garantör ülke Türkiye askeri müdahalede bulunarak, adanın kuzey bölgesini denetimi altına almış ve buradaki demografik yapıyı Türkiye’den adaya taşıdığı nüfusla değiştirmiştir. Üçüncü garantör İngiltere ise, bütün bu olanlara seyirci kalmış ve sadece ada üzerindeki askeri üslerini düşünmektedir.
ABD, Kıbrıslı Türklerle Rumların birbirinden ayrılmış olmasından memnun görünmektedir. İki bölgeli, iki toplumlu federal, ya da konfederal bir yapı içinde yeniden bir araya gelmeleri halinde, sorunlar ortaya çıkacağına inanmaktadır. Andrew Borowiec’in yazdığı gibi “Kimse Ankara’ya gidip de Türk generallere “Lütfen Kuzey Kıbrıs’taki iki tümen askerini geri çek” demeyecektir. Böylesi bir çıkışın anlamı olmayacaktır. Çünkü Türk komutanlar için Kıbrıs, Elenizmin içinde ona karşı stratejik bir köprü başıdır. Bu bakış açışını değiştirmek için savaşa veya başka büyük bir alt-üst oluşa gerek vardır.”(Cyprus Mail. 30.6.1996)
ABD’nin eski Dışişleri Bakan Yardımcılarından Richard Holbrook da Time dergisine yazdığı bir makalede şöyle demektedir:
“Bosna ile ilgili anlaşmadaki yeni mantık şöyledir: Dayton sözleşmesinin askersel düzenlemelerle ilgili maddelerinin uygulanmasındaki üstün başarıya rağmen, bu anlaşmalar bizi tek ve birleşik bir Bosna’ya götürmeyecektir. Daha çok, sadece savaşın yeniden başlamasını ertelemiş, ya da en iyi olasılıkla taksime giden yolda bir ara aşama sağlamıştır. Anlaşmanın askeri yanı için kendi kendimizi kutlamamız için vakit henüz erkendir. Öteki bölünmüş ülkeler -örneğin Kore ve Kıbrıs- geçici ateş-kes hatlarının kalıcı taksim çizgilerine dönüşmesine tanıklık etmektedirler.”
Holbrook, Bosna ile ilgili üç olasılıktan biri olarak da şunu yazmaktadır:
“İki varlık arasındaki sınır çizgisi”nin kalıcı bir bölünmeye dönüştüğü ve herhangi merkezi bir hükümetin ortaya çıkmadığı silahlı bir barış, kısacası taksim, yani Kıbns’ın veya iki Kore’nin statüsüne benzer birşey.” (aktaran Cyprus Weekly, 17.5.1996)

SONUÇ
Yaşadığımız son birkaç onyıl içinde BM’nin. emperyalist güçlerden bağımsız olarak herhangi bir soruna çözüm getirdiği görülmemiştir. Dünyaya da barışı asla getiremez. Emperyalizmin kendisi, yenisi eskisinden daha korkunç olan “küçük” savaşları ardısıra üretmektedir. Önde gelen kapitalist hükümetler ve onların uyduları tarafından yönetilen BM, acı çeken halkların çıkarlarını asla savunamaz.
Adamız jeostratejik konumu ve üzerindeki eski-yeni askeri üsler nedeniyle, hala daha emperyalist ülkeler açısından önemini korumaktadır. İsrail-Türkiye-Ürdün askeri anlaşması da dikkate değer bir gelişmedir. Bölünmüş adamızın demokratik yoldan yeniden birleştirilmesi ve barış için verilecek olan mücadele, ancak Rum ve Türk emekçilerinin birlikte verecekleri demokratik sosyalizm mücadelesi ile mümkündür. Taksim çizgisinin her iki yanında kalan ilerici, demokrat ve sosyalist güçlerin temas etmemesi için konan yasaklar, bu amacın gerçekleşmemesi içindir. Temasına izin verilen Amerikancı çevrelerin kotarmaya çalıştığı “Amerikan Barışı’ ise, Kıbrıslı Türk ve Rum emekçilerin çıkarına olmayacaktır. Bölgemizdeki güçler dengesinin de ilericilerden yana ağır basmaması nedeniyle, yakın gelecekte Kıbrıs sorununa demokratik bir çözüm bulmak pek olası görünmemektedir.


(Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek dergisi, Sayı:7, Ağustos 1996)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder