21 Ekim 2017 Cumartesi

KIBRIS TÜRK LİDERLİĞİNİN TAKSİM POLİTİKASI

Kıbrıs Türk toplum lideri Rauf Denktaş’ın, Kıbrıs sorununun BM Genel Kurulunda görüşülmesi sırasında kendisine Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’la eşit temsil hakkı tanınmadığı takdirde bağımsız Kıbrıs Türk devletini ilan edeceğini açıklaması, yıllardır emperyalizmin savunduğu Kıbrıs’ın taksimi planının yakında tamamlanacağını göstermektedir.

Bilindiği gibi geçen yılın Temmuz ayında Makarios’a karşı yapılan darbeden sonra, Türkiye Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunmuş ve ada topraklarının yüzde 40’ı Türk Silahlı Kuvvetlerinin denetimi altına girmişti. Daha sonra da İngiliz üslerine sığınan Kıbrıslı Türkler, TSK’nin denetimindeki bölgeye taşınmış, geçtiğimiz ay içinde taksim hattının güneyinde kalanların kuzeye aktarılması ile nüfus ayrımı da gerçekleşmişti.
İngiliz ve Amerikan emperyalizmine hizmet etmekte olan Kıbrıs Türk liderliğinin Kıbrıs sorununun çözümü yolunda izleyegeldiği taksimci politika, 1956’lardan beri sürdürülmektedir. Menderes hükümetlerinin “Ya Taksim, Ya Ölüm” parolası, 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyetinin bağımsızlığa kavuşmasından sonra terkedilmemiştir. Kıbrıs Türk liderliği, ada nüfusunun yüzde 80’ini oluşturan Rum toplumuna oranla kazanılan geniş anayasal yetkilerin uygulanması sırasında ortaya çıkan anlaşmazlıkların çözümünde uzlaşmaz bir tutum içine girmiş, sonunda Aralık 1963 olayları patlak vermiştir. O dönemde Cumhurbaşkanı yardımcısı olan Dr. Küçük, Kıbrıs anayasasının artık yaşamadığını duyururken, Türk Cemaat Meclisi başkanı olan R. Denktaş da adanın taksimi yolundaki emperyalist planların tasarıları ile meşguldü. 1958’lerde Rum yeraltı örgütü EOKA’nın karşıtı olarak kurduğu TMT aracılığı ile “Türkten Türke Kampanyası”nı başlatan Denktaş, “Türklerle Rumlar birarada yaşayamaz” masalını uydurarak, cılız Kıbrıs Türk burjuvazisinin desteği işle toplumlararası düşmanlığı körüklemeye başlamıştı. Kıbrıs halkı arasında barış ve kardeşlikten yana olan ilerici Türklere karşı baskı ve terör uygulanmasına devam edilmiş, liderliğin emperyalizm yanlısı politikasına karşı çıkanlara Türk bölgelerinde hayat hakkı tanınmamıştı.

Emperyalizm ve onun saldırgan örgütü NATO’ya bağlı olan Türkiye’nin Kıbrıs politikası ise genel olarak Kıbrıs Türk liderliği ile aynı çizgide oluşturulmuştu. Dışişleri Bakanı Erkin, 1964 Haziran’ında “Kıbrıs sorunun kesin çözümü için adanın bir kısmı Yunanistan’a, diğer kısmı da Türkiye’ye verilmelidir” derken, devrin Başbakanı İnönü 8 Eylül 1964’de TBMM’de şunları söylüyordu: “Biz taksim tezinden ziyade resmi olarak federasyon kavramını kullanıyoruz. Böylelikle antlaşmalara da bağlı kalmış oluyoruz.”

Bugün burjuva politikacılarının üzerinde birleştikleri ve savundukları “Kıbrıs’ta federasyon” görüşünün ardındaki anlam, kurnaz politikacı İnönü tarafından yukarıdaki sözlerle açıklanmaktaydı.

Kıbrıs karma hükümetinden çekilen Türk Cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanlar, uzun süre kendilerine Bakanlar Kurulu gündemi gönderildiği halde, toplantılara katılmamakta ısrar ettiler. 1967 yılı sonunda Kıbrıs Türk liderliği, Türkiye Dışişleri Bakanlığından bir heyetin ziyareti ardından, “tamamen Türk toplumunun iç yönetimi ile ilgilenecek olan” Geçici Kıbrıs Türk Yönetimini ilan etti. Oysa Kıbrıs anayasasının 87. ve 89. maddeleri bu yetkiyi zaten Türk Cemaat Meclisine veriyordu. 185. maddeye göre ise, “Cumhuriyet toprakları bölünmezliğe sahip olup, üzerinde herhangi bir bağımsız birim oluşturulamazdı.

Sonradan gelen Türkiye hükümeti iktidarları, Kıbrıs sorununun çözümü için başlatılan toplumlararası görüşmelerin “üniter Kıbrıs devleti” ilkesi çerçevesinde yapılmasını kabul ettiler. 1973 yılında yeniden federasyon tezinin öne sürülmesi, Kıbrıs Rum toplumunun büyük tepkisine yol açtı. Kıbrıs Türk Yönetimi ise görüşmelerde coğrafi ayrılık politikasında ısrar ediyordu. “Kıbrıs Türklerinin mal ve can güvenliği” gerekçesi ardına saklanan bu taksimci görüşün tutarsızlığı, “barış harekâtı” öncesine kadar karma köylerde Türklerle Rumların dostluk ve işbirliği içinde yaşamış olmaları ile kanıtlanmaktadır.

1974 yazında Türkiye’nin “Kıbrıs’ta bozulan anayasal düzeni ve bağımsızlığı yeniden sağlamak” amacı ile giriştiği askeri harekât, adanın taksim hattı boyunca ikiye ayrılması ile sonuçlanmıştır. TSK’nin denetimindeki bölgenin ekonomik, tarımsal, yasal ve örgütsel sorunları ile ilgilenecek olan bir komisyon, Türkiye hükümetince oluşturulurken, öte yandan da devlet ve özel sektör temsilcileri Kıbrıs’a taşınmıştır.
Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi ile ortaya çıkan sorunlar henüz çözümlenmiş değildir. Kıbrıs Türk yönetimine önce “otonom” bir nitelik verilmiş, daha sonra da “K. C. Türk Federe Devleti” kurularak, “özgür Türk bölgelerinde” geçerli olacak yeni bir anayasa kabul edilmiştir. Viyana görüşmelerinde kararlaştırılan nüfus aktarmasının tamamlanması ile şimdi sıra sınır pazarlığına gelmiştir. Kıbrıs nüfusunun yüzde 18’ini oluşturan Türkler, ada toprağının yüzde 12.3’ü ve yüzde 73.3’lük özel mülkiyetin yüzde 16.8’inin tapulu sahibidirler. Halen Türk Silahlı Kuvvetleri yüzde 40’lık bir bölgeyi denetiminde tutmaktadır. Bu arada adadaki İngiliz askeri üsleri, Amerikan emperyalizmine devredilmek üzeredir, hatta bu işlem başlamıştır bile.

BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyinin Kıbrıs’ta durumun normalleştirilmesi yolunda bugüne kadar aldığı kararlar uygulanmamaktadır. Sorunu BM dışında NATO’nun çıkarları doğrultusunda çözme çabaları devam etmekte, Denktaş yönetimi barışı engelleyici adımlar atmak peşinde koşmaktadır.

Kıbrıs sorunu ancak BM örgütü çerçevesinde toplanacak uluslararası bir konferansta çözümlenebilir. Toplumların yönetimi federal ilkelere dayandırılsa bile çözüm şekli, BM kararlarına uygun olmalı, Kıbrıs Cumhuriyetinin egemenlik, bağımsızlık ve toprak bütünlüğü korunmalıdır. Bunun sağlanması ise coğrafi temele dayalı iki ayrı devlet oluşturmakla değil, üniter Kıbrıs cumhuriyeti devletinin devamı ile mümkündür. Kıbrıslı Türklerin bu uğurda şövenist ve ayrılıkçı liderliğe karşı vereceği demokrasi ve Kıbrıs Cumhuriyetinin bağımsızlığı kavgası, kazanılacak barışın garantisi olacaktır. 

(imzasız, Kitle dergisi, 20 Ekim 1975, Sayı:80)




TAKSİM EDİLEN KIBRIS VE EMPERYALİZM

Kıbrıs üstüne estirilen şoven dalga dinmek bilmedi. Burjuvazinin tüm partileri kısır seçim hesaplarını Kıbrıs üstüne şoven kışkırtmalarla süslüyorlar. Radyolar, TV’ler, tekelci sermayenin güdümündeki basın, habire bu azgın şovenizmi körüklüyor. 1. ve 2. Kıbrıs savaş harekâtının yıldönümleri bu şoven propaganda için burjuvaziye iyi bir vesile ve malzeme oldu.

On binlerce ölü ve yaralı, iki yüz binden fazla yerinden yurdundan edilmiş Kıbrıslı, halkın içine serpilmiş düşmanlık tohumlarını patlatan savaş ile emperyalizmin karanlık planlarının girdabında yuvarlanıyor. Üstelik Rum bölgesinde kalan Kıbrıslı Türklerin kuzeye aktarılmasının tamamlanışı ile Kıbrıs’ın taksimi hemen hemen fiilen gerçekleşmiş durumda. Şimdi gündemde bu taksimin resmi tescili var. Emperyalizm bu adımı da atabilecek, Kıbrıs’ı doğu Akdeniz’de bir emperyalist üs niteliğine tam olarak kavuşturabilecek mi?

İngiliz emperyalizmine karşı 1950’lerde hızlanan Kıbrıs halkının anti-kolonyalist mücadelesi, “böl ve yönet” siyasetinin en kurnaz uygulayıcısı İngiltere tarafından kolayca bir iç savaşa dönüştürüldü. Adanın yüzde 80’ini oluşturan Rumlar ile yüzde 20’sini oluşturan Türkler arasında başlayan çarpışmalarla Kıbrıs üstüne tezgâhlanan emperyalist planlar maskelenmek istenmiş; sorun kamuoyuna bir Türk-Rum anlaşmazlığı şeklinde yansıtılmıştır.

Oysa 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin, bağımsız Kıbrıs devletinin kurulmasına rağmen, İngiliz emperyalizmi Ada’dan ayrılmamıştır. Özellikle askeri üsler üzerindeki mutlak egemenliğini korumuştur. Ada halkına zorla kabul ettirilen 1959 Londra ve Zürich anlaşmaları, İngiltere’ye, Kıbrıs’ta 145 kilometre karelik iki askeri üs ve adanın 32 bölgesinde askeri tatbikat yapma hakkı tanıyordu. Üstelik İngiltere adanın karayolları, deniz ve hava limanları ile hava sahasını askeri amaçlarla kullanabilme yetkisini elde etmişti. Bunun yanısıra bağımsız Kıbrıs devletinin toprakları üzerinde Türkiye ve Yunanistan’a “garantörlük” sıfatı ile askeri birlikler bulundurma hakkı tanındı. Bu şartlar altında yeni kurulan Kıbrıs devletinin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünden söz edilebilir miydi?

1960 SONRASI VE MAKARİOS
1960’tan sonra bağımsızlık yolundaki mücadele, Makarios’un başkanlığındaki Kıbrıs Hükümetinin tarafsız dış politikası ile güç kazanmaya başladı. Bu politika, dünya sosyalist sisteminin ve üçüncü dünya ülkelerinin desteğini kazanırken, halkın büyük çoğunluğu tarafından da savunulur olmuştu. Ancak İngiliz emperyalizmi buna göz yummamaya kararlıydı ve yummadı. Üstelik bu defa dünya jandarmalığını tek başına üstlenmeye başlayan ABD emperyalizmi ile birlikte hareket ediyordu. Anayasanın uygulanması ile ilgili bir anlaşmazlık alabildiğine kışkırtıldı ve toplumlararası iç savaş yeniden başladı. Faşist yeraltı örgütleri EOKA ve TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) tarafından yürütülen, yoğunlaştırılan bu çatışmalar sonunda, 1964 başlarında adanın taksimine doğru ilk adım atıldı. Kasabalar Türk ve Rum bölgeleri olarak “yeşil hatlar”la ayrıldı. Faşist EOKA militanlarının saldırıları ve şoven Türk yönetiminin kışkırtmaları ile adanın Türk halkı, yüzyıllardır Rumlarla birlikte yaşadıkları köyleri terk etmeye başladılar.

Ancak adanın fiilî ve resmî taksimi bir türlü mümkün olamıyordu. Emperyalizm aralıksız olarak yeni planlar tezgâhlıyor ve adayı taksime çabalıyordu. Ancak emperyalistlerin Ball, Acheson, Lemnitzer, Cyrus Vance Planları, Kıbrıs halkı ve Makarios yönetimi tarafından önlendi. Kıbrıs bir türlü Doğu Akdeniz’de NATO’nun saldırgan askeri sisteminin bir parçası haline getirilemiyordu.

EMPERYALİZMİN GÜVENLİK DUVARI
Emperyalist güçler ve onların bu bölgedeki askerî saldırı aracı NATO, sosyalist ülkeler ile ilerici Arap rejimleri (ya da zengin petrol kuyuları) arasında İspanya’dan başlayan İtalya, Yunanistan ve Türkiye’den geçip Kıbrıs ve İsrail’de sona eren ve bir başka organizasyonla (CENTO) tamamlanan bir “güvenlik duvarı” için uğraşmaktadırlar. Bu amaçla İngiliz ve Amerikan emperyalizmi, Kıbrıs’ın tam bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğü uğruna mücadele veren Makarios yönetimindeki Halk Birliği Cephesi’ni (ki bu Cephe’de Kıbrıs Emekçi Halkın İlerici Partisi=AKEL de yer almaktadır) parçalamak istemektedir. Gerici ve şoven Kıbrıs egemen güçlerinin desteği ile adadaki anti-emperyalist hareket baltalanmaktadır. Makarios çeşitli suikast girişimlerine hedef olmuştur. Apollo, Fist, Thunder, Nemesis planları şiddet ve kargaşalık yaratmak isteyen gerici sömürgen güçlerin kararlılığının kanıtlarıdır.

VE SAMPSON DARBESİ
Dünya sosyalist sistemi güçlenmekte, uluslararası işçi sınıfı hareketi ile ulusal kurtuluş savaşları gün geçtikçe sosyalist sistemle daha da bütünleşmektedir. Bunun karşısında genel olarak emperyalizm, özel olarak ABD, faşist darbeler düzenleyerek, bölgesel savaşlar için bir dizi provokasyonlar tezgâhlayarak çıkmaktadır.

İşte 15 Temmuz’daki faşist Sampson darbesi bunlardan biridir. Cuntanın darbesi adanın taksimi yolunda atılmış bir adımdı. Nitekim Cenevre Konferansı sırasında görüşülen “Coğrafî esasa dayalı iki bölgeli federasyon” düzeni, konferans boyunca ve sonrasında çeşitli kılıflar altında ABD ve İngiltere tarafından desteklenmiştir.

Biliniyor, ABD emperyalizmi adanın bir an önce taksimini istiyordu. Türkiye ile Yunanistan arasında Ege kıta sahanlığı dolayısıyla patlak veren anlaşmazlıktan zarar gören NATO’nun Güneydoğu kanadı kurtarılmak isteniyordu. Taksim edilmiş bir Kıbrıs’ta üstelik ABD, kendi emperyalist üslerini kurma ve mevcut İngiliz üslerini ele geçirme olanaklarına da kavuşuyordu. Nitekim Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesinden sonra ABD’ye Karpaz bölgesinde üs verileceğinin taahhüdü ve Amerikan 6. Filosu’nun Mağusa limanından yararlanabilmesine olanak tanınması bir rastlantı değildir.

ABD VE KIBRIS’IN STRATEJİK ÖNEMİ
Amerikan emperyalizminin Kıbrıs’a ilgi duyması, 2. Dünya savaşından sonra, özellikle soğuk savaş döneminde başladı. Bu dönemde İngilizlerin rızasıyla adada üç tane casus radyo istasyonu ve dinleme servisi kurulmuştur. İkisi Lefkoşa yakınlarında, biri Girne kıyısına yakın Lapta plajında bulunan bu casusluk istasyonlarının üçü de bugün Kıbrıs Türk Federe Devleti bölgesinde bulunmaktadır.

İsrail-Arap savaşı ve Ortadoğu’daki petrol kuyuları üstündeki ABD tekellerinin çıkarları, ABD’nin Kıbrıs’a duyduğu ilgiyi artırmış ve ada emperyalizmin Akdeniz stratejisinde daha büyük bir yer tutmaya başlamıştır. Nitekim İngiliz emperyalizmi adada kurduğu üsler aracılığıyla Süveyş Kanalını ve genel olarak Ortadoğu’daki çıkarlarını korumuştur. Bu üsler, 1956 yılında Mısır’a, daha sonra da diğer ilerici Arap ülkelerine karşı saldırı merkezi olarak kullanılmışlardır. ABD emperyalizmi, 1973 Ekim savaşında İsrail'e yaptığı geniş silah yardımı için Kıbrıs’ı üs ve depo olarak kullanmıştır. Ağrotur hava üssü, bugün de U2 casus uçaklarının Arap ülkeleri ve bir kısım Sovyet toprağı ile Akdeniz’deki Sovyet donanmasının gözetim uçuşları için seçilmiş bir üs durumundadır. Aynı üsler, Kıbrıs savaş harekâtı sonrasında da üslere sığınan 11 bin Türkün, kuzeydeki Türk bölgesine taşınmasında kullanılmış ve Adanın NATO eliyle ve NATO çıkarına taksiminde çok önemli bir adım atılmıştır.

Şimdi, İngiltere çeşitli ekonomik güçlük gerekçeleri öne sürerek, bu üsleri Amerika ya da NATO’ya devretmeye hazırlanmaktadır. Ancak Bağımsız Kıbrıs Devleti’ne ait olan bu toprakların böylece el değiştirmesi, Kıbrıs Anayasasına göre mümkün değildir. Kıbrıs anlaşması, İngiltere’nin Adadan ayrılması halinde üsleri Kıbrıs Devleti’ne devretmesini öngörmektedir. Ayrıca İngiltere, Kıbrıs hükümetine kullandığı karayolu, liman ve diğer kolaylıklardan dolayı 60 milyon sterlin borçlu durumdadır ve bu borcunu yıllardır ödememiştir.

ÜSLER KIBRIS EKONOMİSİNİ KEMİRİYOR
Emperyalist propaganda, yabancı üslerin Kıbrıs ekonomisine yardımcı olduğu yalanını yaymaktadır. Oysa üsler, adanın tam bağımsızlığının açık bir ihlâli oluşlarının yanısıra, Kıbrıs ekonomisini kemirmektedirler. Üsler için ödenen kira (o da ödenmemektedir zaten) oldukça önemsiz bir meblağdır ve Kıbrıs ekonomisinde çok düşük bir yüzdeyi ifade etmektedir. Üslerin bulunduğu Limasol ve Larnaka bölgeleri, halen adanın en geri kalmış kesimleridir. Bu bölgelerin halkı, bütün geçimlerini üslerde, üretici olmayan hizmetler görerek sağlamaktadırlar ve ada halkının önemli bir kesimi de bu yoldan emperyalizme direkt bağımlı hale getirilmektedir.

TÜRK TOPLUMU VE DENKTAŞ KLİĞİ
Kıbrıs Türk toplumu halen adanın en geri kalmış sosyal dilimlerini oluşturmaktadır. Bunun bir nedeni, yıllar boyu süren emperyalist sömürü ise, bir başka ve en önemli nedeni de, bugün Denktaş kliği tarafından temsil edilen gerici yönetimdir. Türklerin kesinlikle Rum halkından ayrı yaşamaya ve sürekli savaş halinde yaşamaya zorlanması, Türkler arasında ekonomik gelişmeyi durdurmuştur. Kıbrıs’ın kalkınma hamlelerinden hiçbiri, Türk toplumuna ulaşamamıştır. Nitekim Kıbrıs’ta çoğunluğu Rumlara ait sanayi tesislerinde çalışan binlerce Türk işçisi, adanın tek canlı ekonomik gücünü temsil etmektedir. Geri kalan ise, bir avuç vurguncu-talancı ile yoksulluğun kavurucu baskısını omuzlarında duyan on binlerce yoksul Türktür. Kıbrıslı Türkler ta1958’den beri faşist bir örgütlenme modeline sahip olan ve siyasetinin özü, Kıbrıs Türklerini adada tecrit etmek ve sürekli savaş halini kışkırtmak olan faşist TMT’nin baskısı altındadırlar. Türkiye’den gelen ekonomik yardım, bu örgüt ve çevresi tarafından el konularak kullanılmaktadır. Ancak talancı bir ekonomi politikası yüzünden bu tecrit politikası dahi ciddiye alınır bir Türk burjuvazisi palazlandırmaya yetmemiştir. Sadece Kıbrıs savaş harekâtından sonra ETİ şirketi çevresinde bir sermaye birikimi gözlenmektedir.

Türklerle Rumların kardeşliği ve işbirliği, adadaki demokratik ve ilerici güçlerin gelişmesine yardım etmekte ve bunun kazançlarından her iki toplum da yararlanmaktadır. Emperyalizm, bunun farkındadır ve adadaki işbirlikçilerinin de yardımıyla halklar arasındaki kaynaşma ve güçbirliğini sürekli baltalamakta ve bölgede sürekli savaş kışkırtıcılığı yapmaktadır.

Emperyalizmin planları, Kıbrıs’ı bölge halklarının ulusal ve sosyal kurtuluş savaşlarına karşı bir sıçrama tahtası olarak kullanmak ve bağımsız Kıbrıs devletini ne yapıp edip yok etmektir. İlerici ve demokrat güçler, bu girişimleri başarısız bırakmaya zorunludurlar. Adanın taksimi ve bu yolla NATO’laştırılmasını öngören Hartman planı uygulanmamalıdır. Kıbrıs’ın tam bağımsız, bütün askerî üslerden arınmış, toprak bütünlüğü olan ve egemen bir barış adası haline gelmesi, sosyalist sistem, işçi sınıfı hareketi ve ulusal kurtuluş savaşları bütünlüğünün gündemindedir ve başlıca görevleri arasındadır.

(imzasız, Kitle dergisi, 8 Eylül 1975, Sayı:74)                 



  

KIBRIS’TA ASKERİ ÜSLER VE BARIŞ

İkinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra, İngiltere’nin Ortadoğu’da karşılaştığı en önemli sorun, bölgedeki çıkarlarını sürdürebilmek için gerekli askeri üslerini koruyabilmekti. Fakat savaş sonrasında başta Mısır olmak üzere Ortadoğu’daki Arap halklarının güçlenen ulusal kurtuluş hareketi karşısında, Süveyş kanalı bölgesinde tutunamayacağını anlayan İngiliz emperyalizmi, Süveyş’teki askeri üslerini, o sıralarda sömürgesi olan Kıbrıs adasına taşımak için ön çalışmalara başladı.

Akdeniz’deki İngiliz egemenliğini 1946 yılı sonlarından itibaren devralan Amerika Birleşik Devletleri ise, zengin petrol yataklarına sahip Ortadoğu’daki İngiliz askeri üslerini ele geçirerek, bölgedeki İngiliz ve Amerikan şirketlerinin sömürüsünü güvence altına almaya hazırlanıyordu. 1947 Mart’ında açıklanan Truman Doktrini ile Türkiye ve Yunanistan’ın askeri, siyasal ve ekonomik yönden Amerikan emperyalizmine bağımlılığı somutlanırken, Doğu Akdeniz’deki stratejik önemi gittikçe artan Kıbrıs adasında da, 1948 yılı ortalarında ilk defa Amerikan elçiliği açılıyordu.

BAĞIMSIZLIK HAREKETİ YÜKSELİRKEN
Sömürge yönetimine karşı 1941 yılında yeniden örgütlenen Kıbrıslı emekçilerin yürütmekte olduğu bağımsızlık mücadelesi, emperyalist güçleri tedirgin etmekteydi. 1943 ve 1946 yıllarındaki belediye seçimlerinde büyük başarı kazanan AKEL Partisi ve onun üyelerine karşı geniş bir tutuklama ve sindirme harekâtına girişildi. 

Emperyalist sömürgecilerin Kıbrıs topraklarında kara ve deniz üsleri kurma çalışmaları, ada halkında büyük bir tepkiye yol açmıştı. Kararlı bir şekilde yapılan grev ve gösteri yürüyüşlerinde, adanın emperyalizmin hizmetinde sosyalist ülkeler ve ulusal kurtuluş savaşı veren halklara karşı bir saldırı üssü haline getirilmek istenmesi ve bu doğrultuda halka uygulanan baskılar protesto edildi. 2 Ağustos 1948’de bir İngiliz-Amerikan şirketine ait olan asbestos maden ocağında çalışan 1,500 işçinin başlattığı grev, kısa zamanda 15 bin işçinin katıldığı bir genel greve dönüşerek, İngiliz sömürgecileri telaşa sürükledi. Sömürgeciliğe karşı yükselen örgütlü halk hareketiyle ulusal bağımsızlık mücadelesinin giderek güçlenmesi karşısında, çıkarlarını tehlikede gören emperyalist güçler, hükümet ve yerli egemen sınıflar, AKEL’i gözden düşürmek için kiralık “kışkırtıcı ajanlar” kullanarak çeşitli tedhiş hareketleri düzenlemeye başladılar. Kışkırtma olaylarını protesto etmek için 31 Ekim 1948 günü Parti (AKEL) tarafından düzenlenen mitinge katılan 25 bin işçi ve emekçi “Kıbrıs’ta İngiliz ve Amerikan üsleri istemeyiz” diye haykırdı. Bu sıralarda Türkiye’de de Amerikancı hükümet tarafından desteklenen ilk Kıbrıs mitinglerinde ve basında “Kıbrıs komünizmin kucağına düşüyor” yaygarası devreye sokuldu.

İNGİLTERE KIBRIS’A YERLEŞİYOR
24 Haziran 1954’de İngiltere, Süveyş kanalından çekilerek, Ortadoğu’daki İngiliz kara ve hava kuvvetleri genel karargâhını Kıbrıs’taki yeni üslere taşıyacağını açıkladı. Kıbrıs halkı ve Yunanistan’ın artan tepkisine karşı, Parlamentoda bir konuşma yapan İngiltere Sömürgeler Bakanı Henry Hopkinson, “Bu her zaman böyle bilinmelidir ki özel konumları nedeniyle İngiliz Uluslar Topluluğuna dâhil bazı önemli bölge halkları, hiçbir zaman tam bağımsızlık elde etmek için ümitli olmamalıdır” şeklinde konuştu. Kıbrıslı Rumların geniş protestosuna yol açan bu sözler üzerine, sonradan Başbakan Churchill, bakanın sözlerinin bir “sürçü lisan” olduğunu söylemek zorunda kaldı. 1954 Eylülünde ABD Dışişleri Bakanı Dulles da “Kıbrıs’tan İngilizler çıktığı takdirde komünistler adayı alırlar” görüşündeydi.

1 Nisan 1955’de EOKA’nın dört yıl sürecek olan anti-kolonyalist tedhiş hareketi başladı. Bu dönemde saldırıların zaman zaman Kıbrıslı ilericilere karşı da yöneltilmiş olması, dikkat çekicidir. Aynı yılın sonunda İngiltere hükümeti, Kıbrıs için 38 milyon sterlinlik bir ekonomik kalkınma programı kabul ederken, Kıbrıslı Emekçilerin İlerici Partisi AKEL’i yasa dışı ilan etti. Kıbrıs halkının anti-emperyalist kurtuluş mücadelesini faşist EOKA ve TMT örgütleri yardımı ile bilinen her türlü yöntem ve provokasyonu kullanarak 1958’lerde Türk-Rum çatışmasına dönüştürmeyi başaran İngiliz-Amerikan emperyalizmi, şimdilik adanın tümü yerine, sadece iki askeri hava üssünün yeterli olacağına karar vermişti. Kıbrıs’taki İngiliz valisi Harding bunu, “İleride yapılacak savaşlarda Ortadoğu halklarını denetim altında tutmada önemli gücün hava kuvvetlerine dayanacağını” söyleyerek açıklıyordu. 

NATO’YA DA PAY TANINIYOR
Emperyalist olanlara ve emperyalist çıkarlara göre, İngiltere’nin adadan çekilmesi, İngilizlerle Kıbrıs halkı arasında adanın taksiminden de öte, NATO’nun da Kıbrıs’ta söz sahibi olmasını sağlayacak bir şekilde düzenlendi. Kıbrıs halkına zorla dayatılan 1959 Zürih ve Londra Antlaşmaları, bir yandan İngiltere’ye istediği üsleri bırakırken, öte yandan da Türk ve Yunan alaylarının adaya sokulması ile Kıbrıs’ın üsler dışında kalan kısmını, “garantör ülke” olarak nitelendirilen NATO ülkelerine açıyordu.  

16 Ağustos 1960’da, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilânından önce faaliyetine izin verilen AKEL Partisi, 1959 Antlaşmalarını “Halkların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesinden vazgeçme olarak görüyordu. Partinin amacı, Kıbrıs halkının tam bağımsızlığını ve adanın silâhsızlandırılmasını sağlamak; adadaki tüm yabancı üs ve askerlerin uzaklaştırılması ve Kıbrıs anayasasının demokratikleşmesi olarak belirleniyordu.

1963-1964 OLAYLARI
Rum-Türk egemen gerici çevreleri, faşist yeraltı örgütlerinin ve ardlarındaki emperyalizmin kışkırtmaları ile başlatılan 1963 olayları, Doğu Akdeniz’de tarafsız bir dış politika izleyen Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetini hedef almıştı. “Türk ve Rum Kıbrıslılar arasında bir iç savaşın çıkmasını engelleme” gerekçesi ardına gizlenen emperyalist güçler ve onlarla işbirliği yapan Türk ve Rum şovenistleri, adayı bir an önce NATO’nun strateji çemberi içine almaya karar vermişlerdi. 1964 yılı başında İngiltere, Ağrotur ve Dikelya üslerinde bulunan 7 bin askerî personele ek olarak, Libya’dan 350 kişilik bir zırhlı birlikle, İngiltere’den getirttiği 750 kişilik bir bölüğü adaya sokmayı başardı. Amaç, barışı korumak değil, adayı bir savaş ocağı haline getiren İngiliz askerî üsleri ile dünya çapında askerî haberleşmeyi sağlayan Amerikan tesislerinin güvenliğini sağlama bağlamaktı. (Nitekim 1975 savaşında da Olimpos tepesindeki Amerikan radar tesislerinde sıkı güvenlik tedbirleri alınacak ve üslerde güya eğitim görmekte olan 2,600 kişilik tam donanımlı İngiliz askeri, alârm durumunda bekletilecekti.) Cumhurbaşkanı Makarios, o günlerde olayı, İngiltere’nin adaya tek taraflı müdahalesi olarak niteledi. Bu arada Kıbrıs’ta üslenmiş bulunan Türk alayı, Lefkoşa ile kuzeydeki tek liman şehri olan Girne arasındaki stratejik öneme haiz karayolunu denetimine geçirmiş, Türk jetleri de başkent üzerinde “ihtar” uçuşları yapmıştı. Lefkoşa ve diğer şehirlerde Türklerle Rumları birbirinden ayıran “yeşil hat”lar İngiliz askerleri tarafından çizilirken, emperyalizmin Kıbrıs adasını bölme planının ilk adımları daha o günlerde atılmış oluyordu. Taksimci Türk liderliği de, Kıbrıslı Türkleri koruma bahanesi ile karma köyleri boşaltarak, nüfus kaydırması yapıyor, yer yer İngilizlerin de bu konuda Türklere yardımcı oldukları görülüyordu.
1964 Temmuz’unda Kıbrıs Temsilciler Meclisi. İngiltere’nin adaya gönderilen Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nden çekilmesini isterken, Cumhurbaşkanı Makarios da NATO’ya Kıbrıs’ta üs verilmesini öngören Amerikan planını reddediyordu. 12 Ekim 1964 günü, İngiliz hava üslerine yakın olan Limasol şehrinde, bağımsızlığın kazanılmasından bu yana en büyük kitle gösterisi düzenlenerek, İngiliz askeri üslerine karşı bir “barış yürüyüşü” yapıldı.

1967 ve 1973 yıllarındaki Ortadoğu savaşlarında emperyalizmin denetimindeki Karava ve Olimpos radar üsleri Araplara karşı İsrail uçaklarını yöneltmekte kullanıldı. Kıbrıs hükümetinin iradesi dışında, Ağrotur’daki yeraltı askerî hava alanından kalkan Amerikan ve İngiliz uçaklarının, kurulan hava köprüsü ile İsrail savaşçılarına yardım malzemesi taşıması, yine Kıbrıs’taki ilerici toplum çevreleri tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı.

AKEL VE BAĞIMSIZLIKÇI POLİTİKA GELİŞİRKEN, EMPERYALİST GÜÇLER BOŞ DURMUYOR
1968 Şubat ayında, 1960’dan beri ilk defa yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini ezici bir çoğunlukla kazanan Makarios’un barış politikası, Kıbrıslı Rumlarca onaylandı. 1970 genel seçimlerinde de adadaki anti-faşist ve anti-emperyalist mücadelenin öncü gücü olan Kıbrıs Emekçilerinin İlerici Partisi, Temsilciler Meclisindeki sandalye sayısını 5’den 9’a yükseltti. Böylece Kıbrıs’ın üslerden arındırılması ve tam bağımsızlığa kavuşması yönündeki parti politikasının geniş halk yığınlarına mal olduğu kanıtlanmış oldu. AKEL, bağımsızlıktan yana olduğu ve bu yolda halkın birliğini sağladığı ölçüde, Makarios’un desteklenmesi görüşündeydi.

Fakat Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünün düşmanları boş durmuyorlardı. CIA ve Intelligence Service hesabına çalışan yeraltı örgütlerinin, özellikle EOKA-B’nin silahlı saldırıları, ilerici Kıbrıslıların öldürülmesi, bomba patlatma ve demokratik kuruluşları kundaklama olayları, Makarios’a karşı düzenlenen müteaddit suikast teşebbüsleri, hep aynı komplonun halkalarını oluşturmaktaydı.

1974 Nisanında Ortadoğu savaşından sonra Süveyş kanalının yeniden açılması söz konusu olduğu zaman, kanaldaki mayınları temizleme gerekçesiyle, Ağrotur İngiliz üssüne “geçici” kaydı konarak, Amerikan 6. Filosuna bağlı tam donanımlı 1,500 deniz piyadesi ve paraşütçü yerleştirildi. Amerikan askerlerinin Kıbrıs’ta üslenmesi, adadaki yasal hükümeti devirmek için hazırlanan komploları ve üslerden silâh yardımı alan yasa dışı EOKA-B örgütünün eylemlerini açıklayan bir gelişmeydi. 1974 yılı sonuna doğru İngiltere hükümeti, savunma harcamalarındaki kısıtlamalar nedeniyle Kıbrıs’taki üslerini boşaltmayı düşündüğünü açıkladı. Kıbrıslı ilericiler, yeni İngiliz-Amerikan oyunlarına karşı halkı mücadeleye çağırdı. Aynı tarihlerde, İngiltere’nin boşaltacağı Dikelya üssünü ABD’nin devralmak istediği ve buna razı olmaları için taraflara baskı yaptığına ilişkin haberler dünya basınında yer aldı. Yaklaşan 1975 genel seçimlerinde Kıbrıs halkının tercihini, adanın tam bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğüne kavuşması için yılmadan çalışan ve barıştan yana olan ilerici güçlerden yana koyacağı açıktı. 

1974 GELİŞMELERİ
Ve sonunda 15 Temmuz 1974 günü CIA ve faşist Yunan cuntası eliyle Kıbrıs’ın yasal Cumhurbaşkanına karşı bir darbe yaptırılarak, binlerce ilerici ve yurtsever katledildi, tutuklandı. Adayı faşist cuntaya bağlama girişimi ve ardından gelişen olaylar, yüzbinlerce Kıbrıslıyı kendi yurtlarında sürgün hayatı yaşamak zorunda bırakıyordu. Daha 15 Temmuz öncesine kadar Türklerle Rumlar, maden ocaklarında, askerî üslerde, inşaatta, limanlarda, ziraat işlerinde ve diğer işyerlerinde birlikte çalışmakta, birlikte mücadele etmekteydiler.

Oysa bugün, Kıbrıs’ta yaratılan durum, emperyalizmin Ortadoğu’daki çıkarları uğruna adayı batmayan bir uçak gemisi olarak kullanmak istemesi ve bu yolda NATO’cu stratejlerin hazırladıkları suikastlerin sonucudur. Yüzyıllardır ada üzerinde birlikte yaşamış olan Türklerle Rumların artık bir arada yaşayamayacakları görüşünü savunmak, Kıbrıs’ın bölünmesinde çıkarı olan gerici çevrelere hizmet etmek demektir ki bu da Kıbrıs adasının sosyal ve ekonomik gerçeklerine ters düşen bir tutumdur.
Kıbrıs sorununu yaratan emperyalizm ve onun savaş örgütü NATO, şu günlerde sorunu şüphesiz ki Kıbrıs’ın Türk ve Rum halkı ve Ortadoğu halkları yararına değil, kendi çıkarları doğrultusunda çözmeyi planlamaktadır. Kıbrıs’tan gelen haberler, İngiliz üslerinin hâlen Amerikanlaştırılmakta olduğunu göstermektedir. İngilizler, Piskobu bölgesindeki füze rampaları ile hava kuvvetleri personelini kaldırmakta ve bu bölgeye Amerikan askerleri yerleşmektedir.

Öte yandan, BM Barış Gücü askerlerinin de lojistik amaçlar için kullandığı Dikelya üssünün, Kıbrıs sorununun çözümü halinde NATO üyesi üç garantör ülke olan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin ortak karargâhı olarak kullanılacağı bildirilmektedir. Kıbrıs Temsilciler Meclisinde üsler konusunda açılan tartışmada, partisinin grubu adına konuşan AKEL Genel Sekreteri, Kıbrıs’taki İngiliz üslerinin Amerikan casus uçakları tarafından Arap ülkelerine ve SSCB’ne karşı faaliyette kullanıldığını söylemiştir. ABD’nin öteden beri Kıbrıs’taki İngiliz üslerine göz diktiğimi öne süren Papayuannu, şimdi üslerin Amerikanlaştırılmakta veya NATO’laştırılmakta olduğuna dikkati çekerek, Makarios hükümetinin İngiltere’yi adadaki üslerini terk etmeye resmen çağırmasını istemiştir.

Doğu Akdeniz’in bu küçük adasında kalıcı barış, ancak tüm askeri üslerin kaldırılması, tüm yabancı birliklerin Birleşmiş Milletler kararlarına uyarak, geri çekilmesi ve silahsızlandırılmanın sağlanması ile gerçekleşecektir. Tüm dünya ilerici kamuoyu, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin gerçek bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünden yanadır.


(imzasız, Kitle dergisi, 28 Temmuz 1975, Sayı:68)         

20 Ekim 2017 Cuma

FAŞİST DARBEDEN BUGÜNE KIBRIS OLAYI VE DOĞRU YORUM

Kıbrıs olayları ağırlığını yavaş yavaş hükümet bunalımı, erken seçim gibi iç politikaya ilişkin konulara terkediyor. Üstelik sorunu yeniden diplomatik yollardan çözüm aranacağı, askeri yolların -hiç olmazsa şimdilik- denenmeyeceğini gösteren belirtiler var. Nitekim Başbakan Ecevit de bir Alman dergisine verdiği özel demeçte bunu açıkça ifade etti. Kısacası Kıbrıs sorununda yeni bir döneme gelinmiştir. KİTLE, hiç kuşkusuz Kıbrıs Dosyasını sonuna kadar açık tutacak, gelişmeleri mutlaka işleyecek, yorumlayıp değerlendirecektir. Ancak 15 Temmuz’da, CIA’nın yaptığı darbeden günümüze kadar geçen dönemin bir dökümünü yapmayı, olayların ve olayların yorumlanışındaki yanlış ya da doğru çizgilerin bir bilançosunu sunmayı ve Kıbrıs sorununun bu güne kadar olan gelişimini bu şekilde noktalamayı uygun gördük. Bu hem bir hatırlatma, hem de iki aylık uzunca ve yoğun olaylarla dolu bir döneme toplu bir bakış olacaktır.

Kıbrıs darbeden çok önceki günlerde de değerlendirilirken “bir kaynayan kazan”  olarak niteleniyordu ve kazan 15 Temmuz günü patladı. Eski EOKA ve Yunan Cuntası’nın mutemet adamı olarak bilinen Nikos Sampson’un, Makarios’un yerine Cumhurbaşkanı ilan edildiği ve 650 faşist Yunan Subayının yönetiminde tezgâhlanan bir darbe ile Makarios yönetimi devrildi. Yunan cuntasının ve emperyalizmin kanlı eli adaya uzanmış ve “Yeşil Ada” bir kere daha “kanlı ada”ya dönüştürülmüştü. Darbe ile birlikte başlayan ve doğrudan emekçi halkın temsilcilerine, demokrasi yanlısı güçlere yönelen faşist saldırı, Kıbrıs’ta amansız bir katliama girişti. Ada Rumlarının yüzde kırkının oy desteğine sahip ve Kıbrıs’ın en güçlü siyasi örgütü olarak bilinen Emekçi Halkın İlerici Partisi saflarında, faşist olmayan bütün unsurlara kadar yayılan bir terör dalgası Kıbrıs’ı birkaç saat içinde tam bir iç savaş şartlarına götürdü.
Türkiye’de olayları yakından izleyenler için bile kısmi bir sürpriz söz konusuydu. Nitekim Kıbrıs olayları patladığında Dışişleri bakanı yurtdışında bulunuyordu. Başbakan bir yurtiçi gezisine başlamıştı ve Türkiye kamuoyu olup bitenlerden ancak darbeden iki saat sonra haberdar olabilmişti.

İlk değerlendirmeler, ilk yorumlar  
Sürpriz belirgin bir şaşkınlığı da birlikte getirdi. Basın olayları yorumsuz vermeye itina gösteriyor, hükümet, ya da siyasi parti yöneticileri yuvarlak demeçlerle “zaman kazanmaya” çalışıyorlardı. Sözgelimi Başbakan, “Adada bir emrivaki ile karşı karşıya bırakılmamamıza müsaade edemeyiz” diyor, “Darbe Enosise giden bir emrivaki değil midir” sorusunu ise “öyle görünüyor” şeklinde cevaplıyordu. Darbe olayı karşısında Türkiye’nin demokratik ve siyasi kuruluşları da genellikle yorumsuzluğu tercih etmişlerdi. Yalnız Türkiye Sosyalist İşçi Partisi Kıbrıs darbesi duyulur duyulmaz bir bildiri yayınlamış ve Kıbrıs’taki faşist darbeyi şöyle değerlendirmişti:
“Bu darbe hareketi hiç kuşkusuz Amerikan emperyalizminin açık güdümünde Yunan Cuntası tarafından tezgâhlanmıştır. Yıkılmak istenen, bağımsız eve antiemperyalist Kıbrıs devletidir. Türkiye bu olaya Kıbrıs Rum kesimimin bir iç olayı gözüyle bakamaz. Türk hükümetinin olaya aktif bir tavırla eğilmesi ve önümüzdeki günlerde başlayabilecek faşist terörü ve katliamı önlemek üzere gerekli tedbirleri cesaretle alması gerekir.”
Darbenin ikinci ve üçüncü günleri yorum yapmaktan kaçınıp bir takım genel geçer alternatifleri sıralamaktan ibaret tavır, bütün burjuva çevrelerinde sürüp giderken, TSİP ardarda yayınladığı bildirilerle darbenin yönelimlerini ve muhtemel sonuçlarını ısrarla vurguluyordu. 15 Temmuz günü yayınlanan TSİP Basın bülteninde şu satırlara yer verilmişti:
“… Kıbrıs’ın bir NATO ülkesi haline getirmek isteyen emperyalizmin bu konudaki nihai planının ‘ikili enosis’ olduğu açıkça biliniyor… Bu fiili durum Kıbrıs halkının özgürlüğünü ve Kıbrıs’ın bağımsızlığını yok edici yönde geliştiği takdirde Türkiye meseleye mutlaka aktif olarak eğilmeli, ancak bu konuda alacağı tedbirler mutlaka Kıbrıs’ın bağımsızlığını sağlayacak yönde olmalıdır.”
Bu -daha sonra defalarca kanıtlanan- doğru görüş 18 Temmuz günü TSİP Genel Başkanı Ahmet Kaçmaz tarafından Ecevit’e gönderilen bir mektupta da tekrarlandı ve Başbakan bu konuda uyarıldı.

Türkiye’nin müdahalesinden önce
Türkiye’nin Kıbrıs’a 19 Temmuz günü gerçekleştirilen askeri müdahalesinden önce Ankara’da başlayan yoğun diplomatik çabalar, Ecevit’in İngiltere’ye yaptığı ani gezi ile Londra’da yoğunlaştı. Aynı günlerde, faşist darbeye karşı “Bu Rumların bir iç meselesidir. Türkler buna asla karışmamalıdırlar. Mücahitleri! Bulunduğunuz bölgeyi terk etmeyiniz ve her türlü Rum sızmasını önleyiniz. Kıbrıs Türkleri Rumların bu iç meselesine karışmayacaktır. Türklerin mal ve can güvenliği sağlanmıştır” şeklinde demeçlerle gözleri önünde cereyan eden faşist terörü ve Kıbrıs’ın Rum kesimindeki emekçi halka yönelen kanlı saldırıyı “seyretmeyi” öğütleyen Denktaş da ufukta görünen “ Kıbrıs Türk devletinin Cumhurbaşkanlığı” hülyalarıyla dil değiştirmiş ve Türkiye’nin “taksim”e yönelik bir müdahalesi için çağrılara başlamıştı. Kıbrıs konusunda kamuoyuna açıklanan ABD, İngiltere, Hollanda, Fransa ve diğer emperyalist mihrakların görüşleri ise, bir Türk müdahalesini önlemek ve bir müdahaleyi “dıştan gelecek bir müdahaleye karşıyız. Kıbrıs sorunu barışçı yollardan çözümlenmelidir” şeklinde yönlendirme eğilimleri olarak ortaya çıktı. O sıralarda Ada’daki faşist terör olanca hızı ile devam etmekteydi.
Ancak Ecevit’in Londra temasları sonuç vermedi ve 19 Temmuz’u 20 Temmuz’a bağlayan gecenin sabahı, Türk Silahlı Kuvvetleri, Girne kıyılarına çıkartma yaptı. Aynı gün 14 ilde sıkıyönetim ilan edilmişti.
Kissinger’in yardımcılarından Joseph Sisco’nun önleme gayretleri sonuç vermemiş ve Türkiye özellikle ABD’nin görünürdeki muhalefetine rağmen Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunmuştu.

Şoven çığlıklar başlıyor
Askeri müdahale ile birlikte Türk basınında “şoven” çığlıklar yükselmeye başladı. Başbakan’ın “barış harekâtı” adı verilen askeri müdahalenin amaçlarını açıklayan demeçleri bu şoven çığlıklar arasında daha ilk günden kaybolup gitmeye başlamıştı. Sağ basın olayı hemen ve doğallıkla bir “fetih” şeklinde değerlendirmeye gayret ediyordu. Ne var ki ilerici, demokrat hatta solcu bilinen gazete ve yazarlar da bu konuda belirgin bir “şovenizm”e kendilerini kaptırıverdiler. Çıkartma hemen her çevre tarafından kayıtsız şartsız destekleniyordu. Aynı günlerde KİTLE’nin başyazısı ise olaya şöyle yaklaşıyordu:
“… Türkiye’nin aldığı müdahale kararı… Kıbrıs’ı bağımsızlığının sağlanması, Kıbrıs’ta demokrasinin yeniden kurulması, Ada’nın toprak bütünlüğünün ve Ada halkının güvenliğinin güvenlik altına alınması şeklinde açıklandı. Müdahale ancak bu amaçlardan taviz verilmediği, kısaca emperyalizmin oyunlarına, planlarına gelinmediği takdirde başarılı sonuçlara varabilir ve ancak o zaman… demokratik güçlerin destek ve güvenini sağlayabilir…” (KİTLE, 23 Temmuz 1974, Sayı:18)
Aynı gün yayınlanan TSİP bildirisinde ise şu görüşlere yer verilmişti:
“Türkiye Sosyalist İşçi Partisi emperyalist etkilerden NATO üslerinden arınmış, bağımsız ve demokratik Kıbrıs Devleti”ni en uygun çözüm olarak görmüştür… Kıbrıs’ın bağımsızlığını ihlâl edecek her türlü çözüme kesinlikle karşıyız. Hükümetin, sayın Başbakan’da sözcülüğünü bulan Kıbrıs’ın bağımsızlığı, özgürlüğü ve demokratikliği, amaçlarını benimsiyoruz.”
Kıbrıs’ta askeri harekât gelişmeye başladıkça demokratik örgütlerin pek çoğunda belirgin bir sessizlik izlenirken, büyük sermaye basını azgın bir şoven propagandaya başladı. Öteden beri Kıbrıs olayını bir tiraj konusunu yapmış olan ve bunda zaman zaman başarıya ulaşan Hürriyet gazetesi, 22 Temmuz günü yayınladığı başyazısında “kana kan, dişe diş istiyoruz” başlığı altında şöyle diyordu:
“… Bildiğimiz bir şey varsa, tarihin hiçbir devrinde Türk milletinin, Elenlere boyun eğmediği ve eğmeyeceğidir… Dünya kamuoyu artık şunu bilmelidir: Bu bir savaştır. Kana kan, dişe diş verilecek bir savaş”.
Barış harekâtı hızla yön değiştiriyor, başlangıçta özellikle Ecevit’in ağzından duyulan Anti-faşist hatta yer yer anti-emperyalist sloganlar geri plana itiliyordu. Nitekim ateşkes’i izleyen günlerde resmi demeçlerde de artık Kıbrıs’ın bağımsızlığı, Kıbrıs halkının özgürlüğü ve Kıbrıs’ın toprak bütünlüğünün korunması konularına kesinlikle yer vermez oldu. Oysa o günlerde TSİP’nin Genel Başkanı Ahmet Kaçmaz, verdiği bir demeçte şunları söylemekteydi
“Ecevit hükümeti Kıbrıs’ın bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü adına ve Kıbrıs’a demokrasi, özgürlük ve kardeşlik sloganıyla Kıbrıs’a müdahale yetkisini kullandı. Ne var ki özellikle ABD’nin araya girmesiyle sağlanan ateşkes’le birlikte, ilk gün ileri sürülen ‘Kıbrıs’ın bağımsızlığı, Kıbrıs halkının özgürlüğü ve Kıbrıs’ın toprak bütünlüğünün korunması” tezinden söz edilmez oldu. Bu günden sonra diplomatik yollar denenecektir. Masaya oturulacaktır. Ama bütün bu temas ve tartışmaların birinci maddesi olarak Kıbrıs’ın bağımsızlığı şart koşulmadıkça varılacak her türlü çözüm, emperyalist kuvvetlerin işine yarayacaktır. Emperyalizmin çıkarına olan bir çözümün ise halkımıza ve Dünya halklarına yararlı olmasına imkân yoktur.”

Birinci Cenevre görüşmeleri
Cenevre Barış görüşmeleri sermaye basınındaki sözcüler tarafından başlangıçta kabaran -kabartılan- şoven duygulara uygun olarak olumsuz karşılandı. AP organı Son Havadis’te Tekin Erer 30 Temmuz günü, köşesinde “… tam zafer üzerinde ve tam en başarılı safhada hükümetin ateşkes’e rıza gösterilmesi aklın kabul edeceği şey değildir. Hiç olmazsa harekât bir hafta sürmeliydi. Zaten ordumuz bir haftada Kıbrıs’a tam olarak hâkim olurdu. Böyle yapılmadı ve ordusunun zaferine gölge indi” diye yazıyordu.
Meydan’ın ve Devir dergisi gibi sermayenin çeşitli kanatlarının siyasi ve iktisadi görüşlerini “iyi” yansıtan dergilerde ise, barış görüşmelerinin ilk günü sermaye kesiminin ilk gündeki sessizliklerinin yırtıldığı, handiyse bütün bir tekelci sermaye kesiminin birdenbire “Ecevitçi” oluverdiği gözleniyordu. Altemur Kılıç, Ecevit’e övgüler düzerken, Mithat Perin, “askeri harekâtın, ekonomik harekât ile tamamlanmasını” savunuyordu. Nitekim Perin’in yaktığı yeşil ışık daha sonra gerçek sözcüleri tarafından da ifade edildi. Türk Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı Feyyaz Berker, İzmir’de yaptığı konuşmada aynen Meydan dergisinin kelimelerini kullanarak “Şanlı ordumuzun başardığı askeri harekâtı, Türk sanayicileri olarak biz de ekonomik çıkartma ile tamamlayacağız” dedi.
Cenevre görüşmeleri zaman zaman kesilme tehlikesiyle karşılaşarak devam ederken demokratik örgütlerden de övgüler gelmeye başladı. TÖB-DER “Federasyon tezinden yana olduğunu” açıkladı. Bu tez, daha sonra “bağımsız federasyon tezine bile tahammülleri olmayanları” eleştirirken Milliyet gazetesi yazarı Mümtaz Soysal tarafından da benimsendi.
Kıbrıs olayının bu döneminde sendikalar da diyaloğa katıldılar ve Ecevit’in askeri harekâtın ilk günlerinde kullandığı deyimlerden bölük pörçük alıntılar yaparak düzenledikleri bildirilerinde “Müdahaleyi desteklediklerini” belirttiler. Bu arada doğru görüş ortaya koyabilen birkaç sendika ise bildirilerini, görüşlerini basına yansıtamadılar. Sermaye basını “çatlak ses” istemiyordu.
Aynı günlerde TSİP’in, Kıbrıs sorununun işçi sınıfı sosyalizmi çizgisinde yorumlanmasını sağlamak amacıyla düzenlediği demokratik eylemler polisin ve devlet görevlilerinin baskıları ile karşılandı. 

Birinci Cenevre anlaşması imzalanıyor
1.Cenevre görüşmeleri 30 Temmuz günü geç vakit imzalandı. Ancak bu anlaşma ayrıntılı bir “ateş-kes” anlaşmasından fazla bir şey değildi. Nitekim daha resmi imza töreni yapılmadan konferansın ikinci bölümünde savunulacak Türk tezi ile ilgili son derece yoğun bir tartışma başladı. Federasyon kavramı üzerinde duruluyor ve “kantonal federasyon”, “Coğrafi federasyon” kelimeleri tartışılıyordu. Ancak kısa süre sonra işçi sınıfı çizgisi dışındaki bütün çizgiler “coğrafi federasyon” ya da daha sağındaki görüşlerde karar kıldılar.
O günlerde KİTLE gazetesinde yayınlanabilme olanağı bulan İYÖKD bildirisinde şöyle deniyordu:
“… Bizler şuna inanıyoruz ki Kıbrıs halkının kaderi kendileri tarafından çizilecek ve Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Kıbrıs ergeç bu halklar tarafından kurulacaktır…”
Bağımsız Kıbrıs tezi “Avrupadaki Türkiye Demokratik İşçi Dernekleri federasyonu (TDF)” tarafından da benimsendi.

1.ve 2. Cenevre arası
Ağustos ayının ilk günlerinden itibaren kimi gün azalarak, kimi gün en azgın boyutlara ulaşarak şoven dalga sürüp gitti. 1 Ağustos günü Kıbrıs’ın fethinin 403. Yıldönümü kutlanırken, Hürriyet Gazetesinde bir demeci yayınlanan Denktaş açık açık şöyle diyordu:
“Başkentimiz Girne olacaktır.”
Feyyaz Berker, İzmir’de verdiği ikinci bir demeçle tekelci sermayenin tercihlerini netleştirdi. Berker şöyle dedi:
“Ekonomik bakımdan kendi kendine yeten bir Kıbrıs yaratacağız. Biz işadamları olarak bunun hazırlığına başladık.”
Finans kapital, “Kıbrıs bakir pazarlarına” iştiha dolu bakışlarını yöneltmişti. Berker bu demeci 3 Ağustos günü vermişti. Aynı gün TSİP “Emekçi halkımıza” başlıklı bir bildiri yayınladı ve baştan beri sürdürdüğü çizgiyi ısrarla savunduğunu bir daha açıkladı. TSİP bildirisinde şöyle diyordu:
“Emperyalistler aralarındaki çelişkiler ne olursa olsun, Kıbrıs’ı bir NATO üssü haline getirmekte kararlıdırlar. Ve Dünya halkları da Kıbrıs ve benzeri ülkeleri emperyalizme yem etmemeğe kararlıdırlar. Bütün meselenin temelinde düğümlendiği nokta budur… TSİP Kıbrıs’ın kendi toprak bütünlüğü içinde bağımsız ve demokratik, özgür bir ülke olarak kalması, Adadaki tüm emekçi halkın haklarının korunması ve geliştirilmesi ve kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri için sonuna kadar mücadele etmeyi görev bilir.”
KİTLE Gazetesi ise 6 Ağustos tarihli 20. sayısında “Kıbrıs ve İşçi Sınıfının Tavrı” başlıklı bir başyazı yayınlıyor ve Kıbrıs üstündeki emperyalist emelleri enine boyuna inceledikten sonra şunları vurguluyordu:
“Ülkemizdeki yerli oligarşinin emelleri sağ ve şoven güçlerin taksim teziyle uyuşmaktadır, ama görevimiz ne kadar güç olursa olsun, bu güçlükler önünde asla geri çekilmemek gerekir.

İkinci Cenevre Konferansı
Kıbrıs olaylarının en önemli dönemeç noktalarından biri olan İkinci Cenevre Konferansı başlamadan önce şoven taktikler meyvesini vermeye başladı ve Türkiye barış masasına “Dediğim dedik, ya dediğim olur, ya da bu iş biter” havasında oturdu. Nitekim Turan Güneş 2. Cenevre Konferansından önce verdiği bir demeçte 9 Ağustos günü “Konuyu fazla uzatmayacağım” diyordu. Uzatmadı da… İkinci Cenevre Konferansı başladığında, Türkiye “coğrafi temele dayanan federasyon” tezi dışında bir tezi tartışmaya yanaşmadı. Konferans boyunca ancak bu tezin çeşitli biçimleri üzerinde tartışma kabul edildi ve bilindiği gibi konferans dağıldı.

İkinci askeri harekât başlıyor
14 Ağustos günü ikinci Kıbrıs harekâtı başladı. Daha konferans devam ederken görüşünü kitlelere açıklayan TSİP olmuştu. 4 Ağustos günü İstanbul’da düzenlenen “Bağımsız Kıbrıs Toplantısı”nda 3 bin 500’ü aşkın bir kitle önünde ve çeşitli baskılara rağmen TSİP’li ve diğer konuşmacılar işçi sınıfı sosyalizminin bilimsel görüşleri doğrultusunda oluşturulmuş Kıbrıs Tezini olanca netliğiyle ortaya koydular:
“Lefkoşe alındı, Magosa sarıldı” gibi manşetlerle süslü büyük sermaye basını hareketi gerçek bir istila harekâtı niteliğine büründürmek için özel bir çaba harcıyordu.
Üstelik 1. Harekât’ın “Kıbrıs’a ve Yunanistan’a demokrasi götüren” Başbakanı, 15 Ağustos günü ABD Büyükelçisi ile görüşürken Hürriyet gazetesinin bir haberine göre elçiye “Tavsiye ederim tatilinizi Magosa’da geçirin” diyordu. Nitekim fiili durumu Günaydın Gazetesi manşetiyle kestirmeden ifade etti:
“Adayı ikiye böldük!..”
Aynı anda gene Ecevit, ABD’nin Türk tezini olumlu karşıladığını bir “müjde” havasında duyururken KİTLE Gazetesi başyazısında “Biraz serinkanlılık” diyordu ve ekliyordu:
“Bu gün artık Kıbrıs devletinin bağımsızlığından bahsetmeye imkân yoktur. Kıbrıs devletinin toprak bütünlüğünün sağlanması ihtimalleri büsbütün ortadan kalkmış, fiili bir durum yaratılmıştır… Yaratılan fiili durumla gerçekte fiili taksim meydana gelmiştir. Bu da emperyalizmin uşağı faşist Sampson darbesiyle başlatılan olaylar zincirinin bu gün vardığı aşamada genel olarak emperyalizmin emellerinin adada kademe kademe gerçekleşmesi demektir.”

İkinci ateşkes ve sonrası
16 Ağustos günü İkinci Kıbrıs Askeri harekâtı da sona erdi ve ateşkes ilân edildi. Adanın yüzde 40'ı Türk Silahlı Kuvvetlerinin kontrolü altına geçmişti.
Hemen ardından ülkemizin en büyük demokratik örgütlerinden biri olan TÖB-DER Genel Başkanı bir gazeteye verdiği demeçte “Ordunun Kıbrıs harekâtına devam etmesini” öneriyordu. Bozkurt “Yunanistan galiba Doğu Bloku ülkelerini yanına çekme çabası içinde onlara göz mü kırpıyor nedir?” diyerek, Kıbrıs olayını yorumluyor ve şunu öneriyordu: “Benim kişisel kanım ne pahasına olursa olsun hükümetin bu kangren olmuş yaraya kökünden çözüm getirmesidir. Harekâta devam edilmelidir.”
Basın’da, genel olarak ilerici ve demokrat bilinen yazarların bir kısmı da şovenizme kapılmaktan kendilerini alakoyamadılar.
KİTLE bir kere daha vurguladı: “Şovenizm emekçi, halkımızın düşmanıdır.”
27 Ağustos tarihli KİTLE’de kalıcı çözümün adı bir defa daha kondu: “Kalıcı çözüm Kıbrıs’ın kaderini Kıbrıs halkının tayin etmesidir.” Başyazıda ise Kıbrıs’ın bağımsızlığının artık olmadığı belirtiliyor ve şoven propagandaların kimin çıkarına olduğu tek tek belirleniyordu. Aynı yazıda Ecevit’in iç ve dış basında göklere çıkarılan “prestij patlamasının” temelleri de irdeleniyor ve şöyle deniyordu:
“CHP emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik özlemlerine vaadlerde bulunarak oy almış ve iktidara gelmiş bir partidir. Ama bu defa sağladığı destek emekçi halkın şoven duyguları kışkırtılarak elde edilmiştir. Bu ise geri tepecek bir silahtır. Ne hazindir ki tekelciliğe karşı çıkan Ecevit… tekelciliğin ve demokrasi ve özgürlük düşmanlığının şampiyonu olan ABD emperyalizmine yaslanmaktan başka çare bulamamıştır.”

Ve bugüne kadarki gelişmeler
İkinci Askeri harekâttan sonraki günlerde Kıbrıs ile ilgili şoven dalga sermaye basınının, gerek TSİP dışında kalan siyasi partilerin tek ve başlıca malzemesi, dayanağı oldu. Kimi zaman gerçek olaylar çarpıtıldı, kimi zaman olay icat edildi.
Aynı günlerde Ecevit ise Yunanistan’ın NATO’dan çekilmesiyle ilgili bir soruyu cevaplarken “NATO’nun Güneydoğu kanadında Yunanistan’ın çekilmesi ile ortaya çıkan boşluğu Türkiye’nin dolduracağını” söyledi. TSİP Genel başkanı cevapladı bunu ve şöyle dedi:
“TSİP olarak emperyalizme bu kadar çabuk teslim olan CHP liderinin bu sözlerini büyük bir sorumsuzluk örneği olarak değerlendirdiğimizi bildirir, kendisini başta işçi sınıfımız olmak üzere tüm emekçi halkımız, bütün yurtseverler ve ilericiler adına şiddetle kınarız.”
Ne var ki şovenizm durmak dinlenmek bilmiyordu. Kıbrıs olayı bütünüyle bir Yunan düşmanlığına dönüşmüş, halklar halklara düşman edilmeye çalışılıyordu. Faşist EOKA-B örgütünün silahla “katledilen Kıbrıslı emekçi Türk köylüleri olayı” alabildiğine istismar edildi. Gazeteci Adem Yavuz’un ölümü aynı emelle kullanıldı.
Ağustos ayının olaylarını ele alan İLKE Dergisinin 9. sayısında Bektaş Akçadağ konunun üstüne gitti ve şöyle dedi:
“… Halkları halklara düşman eden, Kıbrıs’lı Rum’a, Kıbrıs’lı Türk’ü boğazlatan, hatta EOKA’cı Rumu öldürten hep aynı güç, aynı el, aynı çirkin çıkar bütünüdür: Emperyalizm ve onun maşası faşizm…”

Kıbrıs Türk Devleti
Artık egemen sömürücü güçler pek çok yönüyle ehlileştirdiklerine inandıkları Ecevit CHP’si hakkında sütun sütun övgüler düzdürüyor ve topyekun bir propaganda ile Kıbrıs Türk Devleti tezgahlanmak istiyordu. Devletin resmi ajansı Anadolu Ajansı 30 Ağustos dolayısıyla yayınladığı bültende Kıbrıs’ı 75. Türk devleti olarak gösteriyordu. Denktaş aynı anlama gelen demeçleri pervasızca veriyor, koalisyonun MSP kanadı adına konuşan Müftüoğlu “Kıbrıs’ta artık fiilen bir Türk devleti kurulmuştur” diyebiliyordu.

“Yurtsever finans kapitalistlerimiz”
Eylül ayı içinde şoven dalga hızını kısmen kaybetmeye başladı. Özellikle dış baskılar yoğunlaşmış “ister Yunanistanın propaganda borusunu iyi kullanmasından”, ister bir başka nedenden özellikle Avrupa’da ve Sosyalist Blokta, Türkiye aleyhine belirgin bir tepki başlamıştı. Finans kapitalin Kamuran İnan, Haluk Ülman gibi siyasi temsilcilerinden, Rahmi Koç, Eczacıbaşı, Feyyaz Berker, Halit Narin, Selahattin Beyazıt gibi bizzat kendilerine kadar ekipler kollarını sıvadılar ve “Türkiyenin, Kıbrıs konusundaki görüşlerini, batılı ülkelere anlatmak amacıyla yurtdışına dağıldılar. Kanada’da, ABD’de, Londra’da, Paris’te kısacası bütün emperyalist merkezlerde Türkiye’nin Kıbrıs tezi, Türkiye Finans Kapitalistleri tarafından Dünya’nın diğer finans kapitalistlerine bir bir anlatıldı.
Aynı sırada CHP-MSP koalisyonu yıkılıyor ve seçimlerde, solcuyuz sloganıyla çıkan CHP, seçimlerde “sağcıyız” sloganını işleyen DP’nin desteğini alıp yeni bir koalisyon ya da azınlık hükümetinin pazarlığına başlıyordu. Üstelik Devir, Meydan, Milliyet gibi sermaye organlarının bir hafta kadar önce önerdikleri bir yoldu bu. Kıbrıs sorunu Ecevit’i bu noktaya getirmişti. Adanın statüsünün ne olacağı tam bir bulanıklık içindeydi. Ülkemizdeki gerici egemen güçler, 14 Ekim sonrasında bir ara ellerinden kaçırır gibi oldukları siyasi iktidar dizginlerini yeniden elde etmenin sevincini yaşıyorlardı. KİTLE 10 Eylül günü çıkan 26. sayısında önce teşhisini koydu:
“… Ekonomik açmazdan, halk sektörü donkişotluğun ile değil, finans kapital girişimciliği ile kurtulabileceğini anlamış, yani ehlileşmiş bir CHP’nin tekelci sermayeye dayanarak atılacak adımların eninde sonunda halk kitlelerinin zararına olacağının bilincinde olan ve bu adımların AP gibi halk düşmanı olduğu kesinleşmiş bir parti ile atılmasına yanaşmayacak kesimlerini ikna etmek zor olacaktır. Ama bu pürüzlerin bazı operasyonlarla giderilmesi pekâlâ mümkündür. Ve işte tekelci sermayenin bu gün özlediği, devamlı olmasını arzuladığı, kendisi için en iyi çözüm yolu budur…”
Ardından da somut önerisini getirdi: CHP finans kapitalin güdümüne bırakılmamalıdır.
15 Temmuz 1974 günü Sampson ‘un faşist darbesiyle başlayan Kıbrıs olaylarının bugüne kadar olan bölümünün belli başlı düğüm noktaları ve bu noktalarda ülkenin çeşitli kesimlerinin görüşlerini kuşbakışı bir tablo halinde vermeye çalıştık. Türkiyenin demokratik-ilerici güçlerinin tümünün şovenizme paçasını kaptırmaktan kurtulduğu söylenemez. Küçük burjuva unsurlar, sınıfsal kaypaklıklarının onları mahkûm ettiği zigzaglar içinde emperyalist propagandalara esir olur, şoven dalgalar içinde bocalarken, işçi sınıfı sosyalistleri başından sonuna kadar açık ve sağlam bir çizgiyi tesbit etmişler ve bunu cesaretle savunmuşlardır. Üstelik Türkiye işçi sınıfı hareketi bu sıcak olaylar içinde son derece yararlı siyasi deneylerle donanmıştır. Mücadelemizin önümüzdeki aşamalarında bu durum yansıyacaktır.


(imzasız, Kitle dergisi, 24 Eylül 1974, Sayı:27)

Sosyalistler Kıbrıs Olaylarını Nasıl Değerlendirdiler? KIBRIS OLAYLARI VE TÜRKİYE SOSYALİST İŞÇİ PARTİSİ

Geçen sayımızda Kıbrıs meselesinin geçmişte nasıl değerlendirildiğini göstermek maksadıyla incelemeler yapmış ve başlıca iki sosyalist çevrenin, TİP’in ve Türk Solu dergisi etrafındaki sosyalistlerin 1967 Kıbrıs buhranı sırasındaki değerlendirmelerini eleştirmiştik. Ayrıca Aydınlık Sosyalist dergide yayınlanan ve Kıbrıs meselesini işçi sınıfı bilimi açısından doğru şekilde değerlendiren iki yazıyı, hem okuyucuya faydalı olmak, hem de yazıları yok farzedip haksızlık etmemek amacıyla bu sayfada yer vermiştik. Ancak bu yazıların takdim edildiği başlık, teknik bir yanılma yüzünden “Aydınlık Sosyalist Dergi ve Kıbrıs Sorunu” olarak çıkmıştır. Her ne kadar bu yazılar adı geçen dergide basılmışsa da Türk Solu dergisine yakınlığıyla bilinen bu derginin Kıbrıs meselesindeki tutumunun bu yazılar paralelinde olmadığı kolayca tahmin edilebilir. Nitekim aynı derginin 18. sayısının 470-473. sahifelerinde yayınlanan bir yazı, meseleye işçi sınıfının bilimi doğrultusunda yaklaşmayan Türk Solu tahlillerine bir hayli yakın muhtevadadır.
Öte yandan 1967 Kıbrıs buhranı sırasında yayınlanmakta olan bazı sol yayın organlarında, yine bazı sosyalistlerle Kıbrıs değerlendirmeleri mevcut. Kıbrıs meselesini, çoğunlukla sınıf meselesi olarak değil de, “Milli mesele” olarak ele alan ve bir çevreyi veya bir akımı temsil etmeyen bu yazarları ve yazılarını eleştirmeyi gerekli bulmadık.
Ayrıca 1964-65 yıllarında çıkan aylık Sosyal Adalet Dergisinde de Kıbrıs meselesi pek çok kereler haber ve yorum biçiminde ele alınmış. Bazı sayılarında yazı kurulu başkanlığını o zamanki TİP yöneticilerinden Sadun Aren’in yaptığı bu dergide Kıbrıs meselesine sınıfsal bir analizle yaklaşılmamış olmasına rağmen, Türkiye’nin bağımsızlığı açısından Kıbrıs meselesi, genellikle doğru değerlendirilmiş ve Amerikan emperyalizmine bağımlılığı gözler önüne sermesi bakımından Türkiyenin bağımsızlığı doğrultusunda propaganda ve ajitasyon yönünde kullanılmıştır.
Son Kıbrıs olaylarının günümüzde sosyalistler tarafından değerlendirildiğine gelince; Türkiye Sosyalist İşçi Partisi basın bültenleri ve bildirilerle ayrıca açık oturumlarda Kıbrıs politikasını halkımıza iletmeye çalışmıştır. Kitle dergisi de hem Parti’nin basın bültenlerini yayınlamış, hem de devamlı yorum getirmiştir. Ayrıca İlke Dergisi’nde de Kıbrıs meselesi, işçi sınıfı bilimi açısından ele alınmıştır. Bu arada bazı gençlik örgütleri, meslek örgütleri, sendikalar, eskiden sosyalist parti yöneticiliği yapmış bazı “devrimci” sendikacılar da görüşlerini açıkladılar. Bir kısmının meseleye doğru tahlil ve çözüm yolu getirdiği bu kuruluş ve çevreler sosyalist olmayıp, demokratik oldukları için bu görüşlerin eleştirisini buraya almıyoruz.
Bilebildiğimiz kadarıyla son Kıbrıs meselesinde TSİP, KİTLE ve İLKE dergileri dışında işçi sınıfı sosyalistlerinin herhangi bir yorumları olmadı. Ancak birçok “solcu” ve “sosyalist” Kıbrıs meselesi hakkında “görüş” belirttiler ki, şovenizm hummasıyla aceleye getirilmiş bu görüşlerin işçi sınıfı sosyalizmi ile hiçbir ilişkisi yok.
Bir de 1 Eylül 1974 tarihli Yeni Ortam gazetesinde kapatılan TİP’in son yöneticilerinden Sadun Aren’in görüşleri çıktı. Bu görüşlerin bazı bölümlerini aşağıya alıyoruz:
“Sadun Aren bir başka soruya karşılık olarak da şunları söylemiştir:
Zaten bu meseleyi, Ada üzerinde Türkiye’nin emellerini göz önünde tutarak değerlendirmek gerekir. Benim bildiğim kadarıyla Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde herhangi bir toprak talebi yoktur. Bundan ötürü bir Anayasa ve hukuk düzeni kurulduktan sonra Türk Ordusunun Ada’dan çekileceğinden şüphe etmem. Kıbrıs savaşının Türk ekonomisine yüklediği yük konusundaki soruyu da cevaplayan Aren şöyle konuşmuştur:
Bunu fazla mübalağa etmemek gerekir. Türkiye’nin ekonomik gücü, bu yükü, şimdiki seviyesinde rahatlıkla kaldıracak düzeydedir.”
Kıbrıs meselesinin, İşçi Sınıfının bilimi açısından doğru bir şekilde konulduğu bir ortamda, şovenizm toz duman ardına gizlenerek yapılan bu kadar sorumsuzca, bu kadar işçi sınıfının ve tüm emekçilerin çıkarlarını hesaba katmayan, bu kadar bilim dışı “yorum”u neye yormak lazım bilemiyoruz!
İşçi sınıfı biliminin nasibi olmayan, ekonomik yükü emekçilerin yükleneceğini görmezlikten gelen bu görüşlerin, eleştiriye bile ihtiyacı olmadığı kanaatindeyiz.
Aşağıda sadece TSİP basın bülteni ve mektuplarından alınmış bir seri bölümleri veriyoruz. Kitle ve İlke’de çıkan yazı ve yorumların okuyucu tarafından temini mümkün olduğundan çok yönlü ve detaylı bir yorum getirmek gibi somut faydasına rağmen yerimizin kıtlığı ve Parti’nin açıklamalarının yeterli aydınlanmayı getireceğine olan kanaatimiz nedeniyle bu kadarını yeterli gördük.

Kıbrıs’a darbenin yapıldığı gün 
“…Bu darbe hareketi hiç kuşkusuz Amerikan emperyalizminin açık güdümündeki Yunan Cuntası tarafından hazırlanmıştır. Yıkılmak istene bağımsız ve anti-emperyalist Kıbrıs Devletidir. Türkiye bu olaya, Kıbrıs Rum kesiminin bir iç sorunu gözüyle bakamaz. Özellikle Cumhurbaşkanı yardımcısı ve Kıbrıs Türk Cemaati Başkanı Rauf Denktaş’ın darbe hareketini böyle nitelemeye kalkışması, Denktaş ve kliğinin ABD eğitimli ve ulusal bağımsızlık ilkeleriyle taban tabana çelişik politikasının yeni bir belgesi ve kanıtıdır. Türk Hükümetinin olaya aktif bir tavırla eğilmesi ve önümüzdeki günlerde başlayabilecek faşist terörü ve katliamı önlemek üzere gerekli tedbirleri cesaretle alması gerekir.” (TSİP Bülteni, Sayı:12, 15.7.1974)

Darbeden bir gün sonra
… Kıbrıs’ta tezgâhlanan darbe, Amerikan emperyalizminin ve uşağı Yunan Cuntasının ne denli bağımsızlık ve demokrasi düşmanı olduğunu Dünya halklarına bir kez daha apaçık gösterdi.
Kıbrıs’ı bir NATO ülkesi haline getirmek isteyen emperyalizmin bu konudaki nihai planı “ikili Enosis” olduğu açıkça biliniyordu. Bu pek bilinen planın uygulanabilmesi için her şeyden önce emperyalizme karşı bağımsızlık ve demokrasiden yana Kıbrıs Rum halkının karşıya alınması, onların direnmesini önleyecek komplolar tertip edilmesi gerekiyordu. Bu iş için en uygun maşa kuşkusuz Yunan Cuntası idi.
Şu ana kadarki gelişmeler, Kıbrıs Rum halkının bağımsızlık ve demokrasiye sahip çıkarak, direnmede kararlı bir mücadele vereceğini göstermektedir.
Emperyalizm, ya adadaki iki cemaat arasında çıkacak bir çatışmayı, ya da Yunanistan veya Türkiye’den birinin adaya askeri müdahalesini vesile ederek her iki ülkenin de aralarında kendilerine düşen kesimi işgal etmelerini sağlamak ve böylece “ikili enosis”i bir oldu bitti haline getirmek istemektedir.
Faşist Yunan cuntası bugün adada fiili bir durum yaratmıştır. Bu fiili durum, Kıbrıs halkının özgürlüğünü ve Kıbrıs’ın bağımsızlığını yok edici yönde geliştiği takdirde, Türkiye meseleye mutlaka aktif olarak eğilmeli, ancak bu konuda alacağı tedbirler mutlaka Kıbrıs’ın bağımsızlığını sağlayacak yönde olmalıdır.” (TSİP Bülteni, Sayı:16.7.1974)

Başbakan’a mektup
“… Kaçmaz TSİP adına Başbakan Bülent Ecevit’e yolladığı mektupta, Kıbrıs’ın bir ABD veya NATO üssü haline getirilmesinin “Kıbrıs halkının, halkımızın, Arap halklarının ve hatta Yunan halkının sömürü ve tahakkümden uzak, özgür ve bağımsız uluslar olarak yaşama istek ve mücadeleleriyle kesin olarak çelişeceğini” belirtti.
TSİP Genel Başkanının Başbakan Bülent Ecevit’e yolladığı mektup şöyle sona ermektedir: “Faşist Yunan Cuntası bugün Ada’da fiili bir durum yaratmış bulunmaktadır. Bu fiili durum Kıbrıs halkının özgürlüğünü ve Kıbrıs’ın bağımsızlığını yok edici bir yönde geliştiği takdirde, Türkiye soruna mutlaka aktif olarak eğilmeli, ancak bu konuda alacağı tedbirler mutlaka Kıbrıs’ın bağımsızlığını sağlayacak yönde olmalıdır. Emperyalizmin “taksim” oyununa gelmekten, hangi koşullar altında olursa olsun kaçınılmalıdır.” (TSİP Bülteni, Sayı:14, 18.7.1974)

Türkiye’nin, Ada’ya müdahalesinden sonra
“… Türkiye Sosyalist İşçi Partisi emperyalist etkilerden, NATO üslerinden arınmış, bağımsız ve demokratik bir Kıbrıs devletini Kıbrıs sorununun, Akdeniz’de barışın, halkımızın çıkarlarına da uygun tek çözümü olarak görmüştür.
Bugün, başta Ecevit hükümeti olmak üzere, özgürlük ve demokrasiden yana tüm güçlere, her zamankinden daha önemli görevler düşmektedir. Bu görevlerin başında dünya barışı ve Türkiye halkının çıkarları doğrultusunda, müdahalenin açıklanan amaçlarını sonuna kadar izlemek ve savunmak gelmektedir. Emperyalizmin çeşitli plan ve oyunları karşısında her an uyanık bulunmak, emperyalizmin, Ada’nın bir NATO üssü olarak kalması için her türlü imkânı kullanacağını bilmek zorundayız. Ayrıca emekçi halkların birbirlerine kırdırılmasından başka bir sonuç vermeyecek şoven tutumlara karşı olduğumuzu bildirirken, eğer Ada’da bağımsızlık, özgürlük ve demokrasinin yeniden kurulması içtenlikle isteniyorsa bu konuda çok dikkatli ve titiz olunması gereğine de dikkati çekeriz.
Partimiz, Kıbrıs’ın bağımsızlığı, özgürlüğü ve demokrasi yani Kıbrıs halkının kendi kaderini tayin hakkı olarak anladığı amaçların sonuna kadar sürdürülmesi, emperyalizmin her türlü oyun ve planına ve şovenizme karşı uyanık bulunulması gerektiğini bir kere daha tekrarlarken, yurdumuzun ve dünyanın tüm yurtsever, ilerici ve barışsever güçlerinin, üslerden arınmış bağımsız Kıbrıs’ın kurdurulması içim sürdürecekleri çabaları destekleyecektir.” (TSİP Bülteni, Sayı:16, 21.7.1974)

Emperyalizmin oyunlarına karşı uyarı
“… Ecevit Hükümeti, Kıbrıs’ın bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü adına ve Kıbrıs’da demokrasi, özgürlük ve kardeşlik sloganlarıyla Kıbrıs’a müdahale yetkisini kullandı. Ne var ki, özellikle ABD’nin araya girmesiyle sağlanan ateşkesle birlikte, ilk gün ileri sürülen “Kıbrıs’ın bağımsızlığı, Kıbrıs halkının özgürlüğü ve Kıbrıs’ın toprak bütünlüğünden söz edilmez oldu.
Bugünden sonra diplomatik yollar denenecektir, masaya oturulacaktır. Ama bütün bu temas ve tartışmaların birinci maddesi olarak Kıbrıs’ın bağımsızlığı şart koşulmadıkça, varılacak her türlü çözüm emperyalist kuvvetlerin işine yarayacaktır.
Emperyalizmin çıkarına olan bir çözümün ise halkımıza ve dünya halklarına yararlı olmasına imkân yoktur.” (TSİP Bülteni, Sayı:17, 23.7.1974)

Başbakan’a ikinci mektup
“… 20 Temmuz müdahalesi sırasında, emperyalizmin oyununa gelmemek için son derece dikkatli davranmak gerektiğini ve müdahalenin amaçları olarak belirtilen “Kıbrıs’ın bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve demokratik anayasal düzenin iadesi” esasının mutlaka korunması gerektiğini belirttik. Bu amaçtan sapan bir müdahale, emperyalizmin taksim oyununa gelmek olacaktır. Bugün, bu kuşkularımızın doğru çıkma yolunda olduğunu üzülerek görüyoruz.
Bağımsızlık amacıyla başladığı ileri sürülen müdahalenin bir amacı kısa zamanda unutuldu, hatta bağımsızlığın ve toprak bütünlüğünün başlıca savunucusu olduğunuz halde, olaylar aksi yönde gelişti ve hâlâ da gelişmekte.
Şovenizmin sıçradığı yeri saran bir alev olduğunu ve bir kere yerleşti mi, yıllar yılı kökleşeceğini ve barış için, halkların kardeşliği için ve Türkiye halkının uzun vadeli çıkarları için nasıl bir engel olduğunu çok iyi bildiğinizi tahmin ediyoruz. Bugün Türkiye’de şovenizm, artık en umulmadık yerleri bile sarmıştır. Artık ok yaydan çıkmış ve kamuoyu Kıbrıs konusunda hiçbir şeyle yetinmez duruma gelmiştir. Bu ortamın yaratılmasında, emperyalist güçlerin ve yerli ortaklarının büyük payı olmuştur.
Cenevre konferansı ve sonrası, Yunanistan’ın saldırganlık sürdürmediğini, şu ana kadar Türkiye’nin müdahalesine tepki göstermediğini ortaya koymuştur. Buna rağmen, Kıbrıs’ta sürdürülen harekât bir güç gösterisi görünümünü kazanmış ve artık Ada’nın bağımsızlığı, bütünlüğü kavramları büsbütün unutulmuştur. Bu arada Akdeniz dengesi ve dünya barışı büyük yaralar almakta; Türkiye halkını Yunanistan halkına düşman etmekte çıkarları bulunanların, savaştan kâr umanların, Kıbrıs’ı bir emperyalist üs haline getirmek isteyenlerin istekleri gerçekleşmektedir.
Artık Ada’nın bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü amacından uzaklaşan girişimlerin, günlük heyecanlara ve şovenizme kapılarak desteklediği, şoven duyguların, kinlerin en üst seviyeye vardığı şu günlerde bir başka gelişme daha olmuştur. Yunanistan’ın ABD’ye olan küskünlüğünü göstermek amacıyla NATO’nun askeri bünyesinden çekildiğini bildirmesi ve şu sıralarda komşu ülkede oluşan ciddi anti-Amerikan hava da ABD’yi Türkiye’ye destek olmaya itmektedir. ABD gayet iyi bilmektedir ki, Kıbrıs’ın Türkiye’nin istediği veya razı olabileceği şartlarda taksim edilmesini desteklerse ve bu taksim orta sol bir iktidar vasıtasıyla gerçekleştirilirse, Türkiye’de geniş kitleler arasında kısa vadeli de olsa Amerikan düşmanlığının gelişmesi önlenecek, hatta ABD dostluğundan bahsedilebilinecektir. Bütün bunların üstüne, “solcu” başbakan elde edilen sonucu “Amerikan dostluğu”na bağlıyor ve bunu kendi ağzıyla bütün Türkiye halkına duyuruyorsa, ABD için artık “Türkiye’ye ölüm yoktur”. Bu şartlarda, ABD emperyalizminin Türkiye’ye ve Türkiye’nin kontrolündeki Kıbrıs kesimine daha güçlü bir şekilde yerleşmek için bütün imkânları kullanacağından şüphe edilmemelidir. Ve pek bilinen bir gerçek, emperyalizme elini kaptıranın kolunu kurtaramadığıdır.
Artık Ada’nın bağımsızlığını ortadan kaldırmaya yönelmiş olan emperyalist güçlerin ve yerli ortaklarının gösterdikleri doğrultuda gelişen Kıbrıs politikası, yanlış bir yola girmiştir. Her geçen gün Türkiye ABD emperyalizmine biraz daha itilmeye başlanmıştır.  
Kıbrıs konusundaki görüşlerinizi bildirirken, son Kıbrıs politikası sebebiyle ülkemizin bütün dünya halkları karşısında haksız ve yalnız bir durumda bırakıldığına dikkatinizi çeker, dünya halklarının kardeşliğini savunan bağımsızlıkçı ve özgürlükçü bir politikaya dönülmesi için zatıalinizi uyarmayı tarihi bir görev biliriz.” (15 Ağustos 1974)
“… Başbakan Ecevit’in dün verdiği beyanat ise Kıbrıs meselesinin siyasi iktidar açısından nasıl çözümlendiğinin noktalanması olmaktadır. Başbakan’ın, halkımızın en büyük düşmanı ABD emperyalizmi yönetimindeki Nato’dan Yunanistan’ın ayrılmasıyla boşalacak yeri Türkiye’nin doldurabileceğini söylemesi, bütün emekçi halkımız, tüm ilerici yurtseverlerimiz tarafından büyük bir üzüntü ve tepki ile karşılanacak niteliktedir. Halkımız, kendisinin ve tüm dünya (… eksik satır) Kıbrıs”ı gerçekleştirmek yerine, bağımsızlığı yok edilmiş bir Kıbrıs, Nato’ya ve ABD emperyalizmine daha bağımlı hale getirilmiş bir Türkiye’nin yaratılmasında emperyalistlerin oyunlarına angaje olan yerli sosyal demokrasinin bu sınır tanımayan tutarsızlığını büyük bir kırgınlık ve ibretle izlemektedir.” (TSİP Bülteni, Sayı:24, 24 Ağustos 1974)
“Partimizin tüm üslerden arınmış, bağımsız ve demokratik Kıbrıs tezi, Ortadoğu ve Kıbrıs’ta emekçi halkların çıkarlarını temsil eden tek doğru politikadır.
Bugün yaratılmış olan fiili durumda Kıbrıs’ın bağımsızlığından söz etmek mümkün değildir.
Kıbrıs’taki Türk emekçilerine uygulanan baskı ve terörün Kıbrıs’taki Rum faşistleri tarafından uygulandığı açıktır. Türkeş komandolarının cinayetlerinden, kontr-gerilla işkencelerine kadar ülkemizde de faşistler aynı uygulamaları yapmışlardır. Ayrıca Kıbrıs’lı Türk faşistleri de Kıbrıs’lı Türk devrimciler üzerinde aynı terörü sürdürmektedir. Gene Kıbrıs’lı Rum faşistleri Rum emekçileri ve devrimcileri üzerinde aynı cinayetleri ve baskıları uygulamaktadırlar.
“… Daha önceki olaylarda da belirttiğimiz gibi, Kıbrıs’daki Türk asıllı emekçiler üzerine öteden beri uygulanmakta olan jenosid hareketi emperyalizmin uşağı çeşitli Rum faşistleri tarafından sürdürülmektedir. Kıbrıs’taki EOKA’cı faşistler masum Türk emekçilerini kitle halinde katlederek süfli ideolojilerine ve onun arkasındaki uluslararası sermayeye uşaklıklarını ispat etmektedirler. Son olarak açığa çıkan jenosid olaylarını, emekçi halklar adına, sosyalizm ve demokrasi adına şiddetle telin ederiz.
Rum faşistleri Yunan subayları ile birlikte bir buçuk ay önce binlerce Rum sosyalist ve yurtseverleri katlettiklerini ve gene Kıbrıs’lı Türk faşistlerin, Kıbrıs’lı Türk devrimcileri öldürdüğünü düşünürsek, faşizmin kara yüzünüm dünyanın her yanında aynı olduğunu görürüz.
Partimiz, Kıbrıs’taki faşizmin bu yeni cinayetini şiddetle telin eder, halkların bağımsızlığı ve kardeşliği, emekçilerin birliği adına, tüm dünya devrimci, emekçi güçlerinin kinini paylaşır.” (TSİP Bülteni, Sayı:25, 2 Eylül 1974)

Emperyalizm ergeç çöküp gidecek
Orta Doğu’yu terketmek istemeyen emperyalizm Amerika aracılığıyla Kıbrıs’da faşist Sampson çetesini bir CİA darbesiyle işbaşına getirmiş ve emekçi halkın öncü militanlarının bir kısmını katletmiştir.
Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, Kıbrıs’ın kendi toprak bütünlüğü içinde bağımsız ve demokratik, özgür bir ülke olarak kalması, adadaki tüm emekçi halkın haklarının korunması ve geliştirilmesi ve kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri için sonuna kadar mücadele etmeği görev bilir.
Emperyalizm er geç ve mutlaka göçüp gidecek, yeryüzünde barışın ve özgürlüğün, kardeşliğin zafer bayrağı mutlaka ama mutlaka daha da yükselerek dalgalanacaktır. Gerçek ve kalıcı barışı kuracak güç ise hiç şüphesiz özgür, demokrat ve yiğit emekçi kitleler olacaktır.” (TSİP’nin 4 Ağustos 1974, “Emekçi Halkımıza” bildirisinden)

Yukarıya almış olduğumuz bölümler TSİP’nin Kıbrıs görüşü açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Ayrıca bir bültenin kapsam ve sınırları içine sığması mümkün olmayan, işçi sınıfı bilimi doğrultusunda tahlili ve yorumları gerek Kitle, gerekse İlke’de bulmak mümkün. Şovenizmin böylesine yoğun bir şekilde ortalığı kapladığı bir ortamda, işçi sınıfı ve emekçi halkın çıkarlarından ve işçi sınıfı biliminden en ufak bir taviz verilmediği apaçık ortada.
Şovenizmin, bu kadar güçlü olmasa da bir hayli etkin olduğu 1967 buhranında ise, o zamanki sosyalist çevreleri günün şartlarından nasıl etkilendiklerini, nasıl sınıf gerçeğini bir kenara bırakıp “millici” kesildiklerini, basıl anti-emperyalist mücadeleyi Kıbrıs’tan başlatmayı düşlediklerini önceki sayılarımızda örnekleriyle gördük. Bu tutumda dozaj bakımından çizmeyi bir hayli aşmış olan Türk Solu dergisinin “zinde güçlere” seslenmek ve onları “ajite” etmek gibi çok özel ve çok “devrimci” bir niyeti olduğunu görmemek imkânsız. Ancak bir daha belirtelim ki, her iki çevre de, sınıf tahlilini esas almasa bile, Kıbrıs’daki şu veya bu çözümün, gerek emekçi halkımız, gerekse Kıbrıs ve tüm dünya halkları açısından nasıl bir sonuç vereceğini göz önünde tutmasa bile, serin kanlı olduklarında “Bağımsız, tüm yabancı üslerden arınmış ve demokratik bir Kıbrıs” şiarını doğru olarak benimsemiş ve daima savunmuştur.   

(Kitle dergisi, 17 Eylül 1974, Sayı:26)