21 Ocak 2018 Pazar

DARBEDEN GÜNÜMÜZE KIBRIS BUNALIMI

Kıbrıs halkının seçtiği, yasal Makarios hükümetine karşı, 15 Temmuz 1974 günü Lefkoşa’daki Yunanlı subaylar tarafından, NATO ve CIA’nın desteği ile gerçekleştirilen faşist darbe, Kıbrıs sorununda yeni bir dönemin başlamasına yol açmıştır.

Kıbrıs’ın bağımsızlığına kavuştuğu 1960 yılından bu yana, NATO ve emperyalizmin Yakındoğu’da yeni bir kalesi durumuna getirme çabaları sürekli olarak körüklenmiştir. Kıbrıs’ta, gün geçtikçe gelişmekte olan tam bağımsızlıktan yana emekçi halk hareketinin sindirilmesine yönelik ve adada kurulmuş olan demokratik rejimin başkanı Makarios’un faşist Yunan cuntası eliyle devrilmesini amaçlayan darbe olayı, dünya kamuoyunun dikkatlerini derhal Doğu Akdeniz’deki bu küçük ada üzerine çevirmiştir.

Başpiskopos Makarios, darbe sabahı kendisini öldürmek isteyen faşist subayların elinden kaçmayı başarmış ve daha sonra da sığındığı Baf kasabasından Rum halkına hitaben yaptığı konuşmada, “Yunan cuntası Kıbrıs’ı mahvetmeye ve taksim etmeye karar vermiştir. Fakat cunta başa geçmemiştir ve ben yaşadığım sürece Kıbrıs’ta cunta geçmeyecektir” diyerek, “bütün büyük ülkeleri, barışsever bütün hakları; bağımsızlık, egemenlik, demokratik hakları savunma ve Yunan diktatörlüğüne baş eğmemem mücadelesinde Kıbrıs halkını desteklemeye” çağırmıştı.

Emperyalizmin 21 Nisan 1967’de Yunanistan’da, 12 Mart 1971’de Türkiye’de uyguladığı yöntemler, 15 Temmuz 1974’de Kıbrıs’ta deneniyordu. Adanın bağımsızlığını sözümona “korumak” için gelmiş olan Yunan subayları, darbeden hemen sonra Lefkoşa’da bilinen terör ve tutuklama sahnelerini tekrarlamışlar, solcu ve Makariosçu avına başlamışlardı. Bir yandan binlerce ilerici Rum tutuklanırken, öte yandan da kanlı cinayetler işleniyordu. Darbecilerin Cumhurbaşkanlığına getirdikleri eski EOKA’cı Nikos Sampson ve kurduğu yeni kukla hükümetin, ilk resmi teması ABD ve İngiltere Büyükelçilikleri ile yapmış olması, darbe arkasındaki güçlerin kimliğini göstermesi yönünden ilginçtir.

Kıbrıs Elen Cumhuriyeti’nin kurulduğu dünyaya duyurulurken, adada yaşayan Türk toplumunun “seçilmemiş”, tepeden inme lideri Rauf Denktaş, olayları Rumların bir iş sorunu olarak nitelemiş ve yaptığı radyo konuşmasında Kıbrıslı Türkleri, evlerinden çıkmamaya ve sakim olmaya davet ederek, “olayların salimen atlatılacağına eminim” demiştir. Siyaset sahnesine çıkmasından bu yana yıllardır Kıbrıs Rumlarına ve Enosis propagandasına karşı fanatik milliyetçi bir tutum izleyen Rauf Denktaş, cuntacıların paralelindeki bu görüşleri savunurken, ertesi gün Türkiye Savunma Bakanı H. E. Işık “Kıbrıs’taki olayların uluslararası bir sorun olduğunu” söylüyordu.

Türk ve Rum Kıbrıslıların faşizme ve emperyalizme karşı ortak bir savaş vermeleri gerektiği bir dönemde Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanı Denktaş, Kıbrıs Türklerini tarafsız ve olayların dışına tutma çabaları ile emperyalizmin ada üzerinde uygulamak istediği planları dolaylı olarak desteklemiş oluyordu. Nitekim darbe sabahı, CIA’nın yardımları ile kurduğu gazetesinde bastırdığı el ilanlarını Lefkoşa’da dağıtarak, cuntacıların ortaya attığı Makarios’un öldüğü haberini yaygınlaştırmaya çalışırken, çabaları boşa çıkıyor ve radyolar Makarios’un ölmediğini duyuruyordu.

Faşizmin boyunduruğu altına girmemek için derhal direnişe geçerek, emekçi halkın demokratik atılımlarını engelleme girişimlerine karşı koyan Kıbrıslı Rum ilericileri bir hafta içinde binlerce kayıp vermişler ve Atina cuntası, NATO ve Amerikan emperyalizmine karşı savaşmışlardı. Bu arada ada üzerinde dağınık halde bulunan Türk bölgelerine sığınmak zorunda kalan bazı yurtseverlerin, Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) tarafından verilen bir emirle cuntacılara geri verilmesi, Kıbrıs Türk liderliğinin faşizm yanlısı tutumunun somut örneklerindendir.

Kıbrıslı Rumlar arasında gelişen direniş hareketi karşısında emperyalizmin bir oldu-bitti ile faşizmi Kıbrıs’ın Rum bölgelerinde de yerleştirme çabaları bir sonuç vermeyince, ABD ortaya bir barış planı atmış ve 8 gün başkanlık koltuğunda oturtulan Sampson istifa ettirilerek yerine, yıllardır sürdürülen toplumlararası görüşmelerdeki Rum temsilci Glafkos Klerides getirilmişti.

Kıbrıs’ta gelişen olaylar karşısında, Kıbrıs’ın bağımsızlığını garantileyen üç NATO ülkesinden biri olan İngiltere’nin, Türkiye hükümetinin ortak müdahale önerisini kabul etmemesi üzerine, Türkiye 20 Temmuz 1974 günü, 1960 Garanti Antlaşmasına dayanarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin zedelenen “bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü korumak ve Kıbrıs’taki Türk ve Rum toplumlarına barış getirmek” üzere adaya askeri müdahalede bulunduğunu açıkladı. Son güne kadar Kıbrıs’taki kanlı darbeden Yunanistan’ı sorumlu tutmaktan kaçınan ABD Dışişleri Bakanlığı, müdahale üzerine yaptığı açıklamada Ankara’nın davranışından “üzüntü” duyduğunu belirtirken, bunalımı tahrik eden Yunan cuntasını kınamamaktaydı.

Çıkartma sabahı Türkiye başbakanı Ecevit, “Savaş için değil, barış için Yeşiladayı kanlı bir ada olmaktan kurtarmak, yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için adaya gidiyoruz” derken, hükümet sözcüsü Orhan Birgit de müdahalenin amaçlarını şöyle özetliyordu: “Bu barışçı hareketimizin gayesi, Kıbrıs Cumhuriyetinin varlığına ve tüm Kıbrıs halkının haklarına yönelik tehlikeyi bertaraf etmek ve Kıbrıs’ın bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasanın temel maddeleriyle ihdas edilmiş düzeni yeniden ihya etmektir.”

Bu karar, kısa bir süre için başta Sovyetler Birliği olma üzere, diğer sosyalist ülkeler tarafından da desteklemişti. Özellikle Sovyetler Birliği, darbeden önceki aylar içinde Kıbrıs’ta oynanmak istenen oyunlar karşısında Yunan cuntasını uyarmış, 7 Temmuz 1974 tarihli İzvestia gazetesinde yayınlanan bir yazıda da Makarios’un başkanlığındaki yasal Kıbrıs hükümetinin zorla devrilmesi için ortam hazırlandığı ve bundan endişe duyulduğu açıklanmıştı. 21 Aralık 1963’te, Kıbrıs Cumhuriyeti henüz üç yaşında iken emperyalist ülkelerin Kıbrıs’ı NATO strateji çemberi içine sokmak amacıyla sürdürmekte oldukları politikanın bir uzantısı olarak başlattıkları toplumlararası çatışmalardan günümüze kadar geçen süre içinde Sovyetler Birliği, daima Kıbrıs adasının bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünden yana olduğunu çeşitli vesilelerle açıklamıştı. 1955’lerden beri Kıbrıs’taki sağcı unsurların istekleri ve adanın NATO’laştırılmasını sağlayacak olan ENOSİS ve TAKSİM tezleri, Sovyetler Birliği tarafından hiçbir zaman desteklenmemişti. Her iki görüşün de Kıbrıs’ın bütün veya bölünmüş olarak NATO’nun eline geçmesiyle sonuçlanacağı bir gerçekti. Oysa Kıbrıs’ta bağımsızlığın kazanılmasından sonra gittikçe gelişen emekçi halk hareketi ve Makarios başkanlığındaki hükümetlerin tarafsız dış politikası, emperyalizmi rahatsız etmekteydi. Amerikan emperyalizmine bağlı NATO’nun savaş kırkırtıcıları, Kıbrıs’ı Doğu Akdeniz’deki kurtuluş hareketlerine karşı bir saldırı üssü olarak kullanmak istiyorlardı.

Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios ise içte uyguladığı denge politikasına karşılık, dışta anti-emperyalist bir politikayı sürdürüyor ve ada üzerinde NATO üsleri kurulmasına kesin olarak karşı çıkıyordu. Özellikle 1967 yılında Yunanistan’da faşist cuntanın yönetimi ele geçirmesinden sonra kesinlikle Ada’nın bağımsızlığının sona ermesi ve NATO üssü haline getirilmesi demek olan enosise karşı tavır almıştı. Makarios, enosisin gerçekleşmesi halinde, her zaman ve ne şekilde olursa olsun Türkiye’nin adaya müdahalesine yol açacağını biliyordu. Nitekim 15 Temmuz darbesinden sonra da öyle oldu.
Makarios ile cunta arasındaki anlaşmazlıklar sadece siyasi ve askeri konulara ilişkin değildi. Yunanistan’ın askeri rejimleri Makarios’u hiçbir zaman istememişler ve bizzat Başpiskopos’un açıkladığı gibi Yunan Silahlı Kuvvetleri Komutanlığının talimatı değilse bile onayı ile Yunan subayları, kendisini öldürmek için birkaç kez komplo hazırlamışlardı. Dolayısıyla ortadaki sorun bir görüş ayrılığı değil, bir ölüm-kalım sorunuydu.

Faşist Atina cuntası, Kıbrıs’ın Rum kesimlerini tam kontrolü altına almak amacıyla kurmuş olduğu EOKA-B örgütünü yaşatmak için milyonlar harcamıştı. Bunları kaybetmeye pek razı olmayacaktı. Makarios’un Temmuz ayı başında Atina’ya gönderdiği mektupta, Rum Milli Muhafız Ordusunda görevli Yunanlı subayların adadan uzaklaştırılması konusunda gerçekten kararlı görünmesine rağmen, cuntanın herhangi bir darbe teşebbüsüne girişmeden buna boyun eğebileceğine inanmak güçtü. Yunan cuntası Kıbrıs’ın içişlerine bir müdahalede bulunmayı tasarlıyorsa, beş bin muhafızın terhis edilmeleri beklendiği 20 Temmuz’dan önce harekete geçmek durumundaydı. Nitekim de öyle oldu. Yunanlı generaller enosis için bir adım atmışlar ve CIA’nın desteği ile Makarios’u devirmişlerdi. Sovyetler Birliği ise oynanmakta olan oyunu sezmekte gecikmedi ve Türkiye’nin yanında yer aldı. Fakat siyasi gözlemcilere göre, Moskova, Türkiye, Kıbrıs’taki yasal düzenin geri getirilmesinden söz ederken, bunu “darbe öncesi düzen” anlamına yorumlamıştı. Ankara’nın Makarios’u geri getirmekle uğraşmayacağını, fakat ülkede Ecevit hükümetini güçlendirmek ve Türkiye’nin Kıbrıs’taki varlığını kalıcı ve sürekli hale getirmek istediğini anlamakta biraz gecikti. Türkiye’nin müdahalesi, adanın Türk ve Rumlar arasında taksimi demekti. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı birliklerin adaya çıkmasından sonra gerçekler ortaya çıktı. Çıkartma günü Moskova’daki Türk elçisi ile Gromiko arasındaki görüşmeden sonra resmi bir açıklama yapılmayışı bunu kanıtlıyordu.

20 Temmuz 1974’de toplanan BM Güvenlik Konseyinin 353 sayılı kararı ile ateşkesin derhal ı-uygulanması, adanın toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi, yasal hükümetin işbaşına dönmesi ve tüm yabancı güçlerin adadan çıkması gerektiği ilgili ülkelerce de onaylanmasına rağmen, bu hükümler de gerçekleştirilmemiştir.

Kısa bir süre uygulanan ateşkes kararından sonra ABD, garantör ülkeler olan Türkiye ve Yunanistan’a yeniden silah satmak için faaliyete geçerken, Londra’da yapılan görüşmelerde Amerikan temsilcisi Joseph Sisco, kendisi ile görüşen Türkiye Başbakanı Ecevit’e 4 yıldır verilmeyen Amerikan yardımının tümünün verileceğini söylüyordu. Geçen ay içinde Amerikan Associated Press ajansının açıkladığına göre Türkiye, Temmuz ile Eylül ayları arasında ABD’den 40.5 milyon dolarlık askeri borç almış, her biri 84 milyon TL değerinde olan 4 Fantom uçağı bu hesabın dışında tutulmuştur. Öte yandan bugünkü bütçede Kıbrıs çıkartması yüzünden 20 milyar TL açık bulunduğu belirtilmektedir. Müdahalenin Türkiye’ye getirdiği ekonomik ve politik sonuçların incelemesi ayrıca yapılabilir.

“Birinci Barış Harekâtı”nı izleyen günlerde Cenevre’de başlayan barış görüşmelerine Kıbrıs halkının temsilcileri çağrılmıyor ve taraflar adayı kendi aralarında paylaşmaya kalkışıyorlardı. İkinci tur görüşmelerde de ilk iki gün NATO’ya bağlı ülkelerin Kıbrıs’ın geleceği üzerinde “kantonal mi, federatif mi” diye pazarlık yapmalarından sonra, Kıbrıslı temsilciler toplantılara katılabiliyordu.

Tarafların anlaşamamaları üzerine başlatılan İkinci Harekât sonunda, Kıbrıs toprağının yüzde 40’ına yakın bir kısmı, Türk Silahlı Kuvvetlerinin denetimine geçiyordu. Ecevit, “harekâtı adayı bölmek için yapmadık” derken, Denktaş yine falso yapıyor ve “Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin sınırlarının Türk ordusu tarafından çizildiğini” söylüyordu. Rauf Denktaş, müdahalenin yapıldığı sabah Bayrak Radyosundan yaptığı konuşmada, Türk birliklerinin adanın dört bir yanından çıkartma yaptığını açıklarken, TMT’nin Lefkoşa Merkez Komutanlığı da tüm Türk bölgelerine, Rumlara karşı taarruz emri veriyordu. Oysa çıkartma sadece Girne kıyılarından yapılıyor ve eldeki kurşunlarını harcayarak, deniz veya havadan Türk askerlerinin gelmesini bekleyen güneydeki Türkler, sonunda Rum Milli Muhafızlarına teslim olmak durumuyla karşı karşıya bırakılıyordu. Güney Kıbrıs’ta kalan Türk bölgelerinde yüze yakın mücahidin ölmesine Rauf Denktaş’ın radyo konuşması sebep olmuştur.

Enosis planı suya düşünce, Amerikan emperyalizmi taksim planını uygulamaya koymuştur. Kıbrıs’ta gelişmekte olan, halkın bağımsızlık, demokrasi ve sosyal ilerleme yolundaki kazançlarını engellemek ve adayı bölerek kendi planlarını uygulamak isteyen NATO çevreleri, Cenevre görüşmelerinden sonra alınan kararlarda, Kıbrıs’ın bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne yer verdirmemiş ve yabancı askerlerin adadan çekilmesinden de söz edilmemiştir.  Ağustos ayı içinde Washington Post gazetesi yazarlarından John Anderson, yayınladığı bir makalede, ABD Dışişleri bakanı Kissinger’in adayı taksim etmek istediğini açıklamıştır. Anderson’a göre Kissinger, sadece, Türklerin sürekli olarak Kıbrıs’ta kalmasının adayı Sovyetler Birliği’mim elinden kurtaracağına inanmaktadır.

ABD’nin Kıbrıs adasını bölme politikası, Acheson Planı ile ilk defa 1963 olaylarından sonra ortaya atılmıştı. Emperyalistler, 1963 Aralık ayı sonunda Türklerle Rumların birbirlerine karşı kışkırtılmasıyla başlayan çarpışmalar sonunda, Kıbrıs’ta bozulan anayasal düzeni kendi çıkarlarına daha çok hizmet edecek bir şekle sokmak için yoğun çalışmalara başlamışlardı. Garanti Antlaşmaları, Kıbrıs’ın bağımsızlığını zedeleyen bir paravana olup Kıbrıs’ın içişlerine karışmayı sağlıyordu. Oysa bağımsız bir devlet için NATO garantisine ihtiyaç yoktur, topraklarında da yabancı asker ve üslerin bulunmaması gerekir.

15 Ocak 1964’de Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından Kıbrıs sorununa bir çözüm yolu bulmak için Londra’da başlatılan görüşmelerde İngiltere, arabuluculuk görevinin NATO’ya verilmesini önermişti. Plana göre, Kıbrıs’ın iç düzenini korumak ve çarpışan toplumları ayırmak amacıyla NATO ülkelerinden oluşacak bir Barış Gücü kurulacaktı. Sonradan güvenliği sağlama düşüncesi ile NATO birlikleri sürekli olarak adada kalacak ve İngiltere’nin Kıbrıs’taki üslerinden ayrılması ile yerine NATO, yani ABD emperyalizmi girmiş olacaktı.

Planı Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Türk liderliği kabul ettiği halde, Makarios reddetmişti. NATO yerine BM Barış Gücü’nün adaya gelmesinden sonra da Amerikan emperyalizmine bağlı Türk ve Rum fanatiklerin ve NATO’nun savaş kışkırtıcılığı devam etti. Temmuz 1964’e kadar 5,000 Yunan ve 600 de Türk askeri gizli yollardan Kıbrıs’a sokuldu. Bağımsızlığın koruyucusu olan garantör devletlerden Türkiye ve Yunanistan’ın bu hareketi, adaya NATO adına girilmesinden başka bir şey değildi. Bu dönemde adaya gönderilen eski CIA ajanı Grivas’ı yeniden kurulan Rum Milli Muhafız Ordusu ve Yunan kuvvetlerinin başında görmekteyiz. Birçok Türk köylerine saldırarak 1955’de başlattığı Enosis kavgasını devam ettiren Grivas, Ağustos 1964 Erenköy saldırısıyla Türkiye’nin adaya ilk müdahalesine yol açmış ve birçok can kaybına sebep olmuştu. Bu olayların hemen ardından ABD Başkanı Johnson tarafından Cenevre’ye gönderilen Dean Acheson, Türkiye ve Yunanistan’a kendi adı ile anılan Acheson Planını sunmuştur. Genel çerçevesi itibarı ile Enosisi öneren bu planın Amerikan ajanı Grivas’ın adaya gönderilmesi ile aynı dönemde ortaya çıkışı çok ilginçtir. Acheson Planına göre,
1.      Kıbrıs, Yunanistan’la birleşecek
2.      Kıbrıs Türklerine Karpaz burnunda iki küçük kanton verilecek
3.      Türkiye, Kıbrıs’ta bir askeri üsse sahip olacak
4.      Türkiye’ye, Yunanistan’a ait olan küçük Meis adası verilecekti.
(31 Temmuz 1964, New York Times)

Kıbrıs’ın bağımsızlığını yitirecek olan bu planın Türkiye ve Kıbrıs Türk liderliği tarafından kabul edilmiş olması “milli dava” savunmalarında ne kadar samimi olduklarını ortaya koyar. Politikasını emperyalist çıkarlara göre devamlı değiştiren Türkiye hükümeti, böylesi bir planı kabul ederken, soruna 120 bin Kıbrıslı Türkün mü, yoksa kendi çıkarları açısından mı baktığını ortaya koyuyordu.
21 Nisan 1967 darbesiyle Yunanistan’da başa geçen faşist cuntayı ilk tanıyan ülkelerden olan Demirel hükümetinin, Makarios’u devirme planlarına hazırlık olarak ABD’nin baskısıyla yapılan Keşan-Dedeağaç görüşmelerindeki pazarlıklardan kısa bir süre sonra, Denktaş gizlice adaya girme teşebbüsünde bulunuyor, ardından da Grivas tarafından düzenlenen Geçitkale ve Boğaziçi saldırıları gerçekleştiriliyordu.

Toplumlararası çarpışmalarla soruna bir çözüm getirilemeyeceğini anlayan, hatta NATO’nun güneydoğu kanadını oluşturan Türkiye ve Yunanistan’ı savaşın eşiğine getiren bu girişimlerden vazgeçen ve Yakındoğu’daki sosyal ve milli kurtuluş hareketleri ile durumunun tehlikeye girdiğini gören ABD, nüfuzunu bölgede kuvvetlendirmek ve Kıbrıs sorununa kendi istediği bir çözümü sağlamak için, iki toplumun temsilcilerini 1968 Haziran’ında görüşme masasına oturtmuştur. Denktaş’ın adaya gizlice sandalla çıkma serüveni, 4 yıl süreyle ada dışında kalan “toplum lideri”nin Kıbrıslı Türkler arasında düşmüş olan itibarını yükseltmek ve onu kahramanlaştırarak, görüşme masasında söz sahibi yapmak için planlanmıştı. 1964 Temmuz’unda da bir grup öğrenci ile Erenköy’e çıkan serüvenci liderin adaya resmi yolla geri dönmesini sağladıktan sonra, Yunanistan’a geri çektirilen Grivas’ın kışkırtıcılık görevi ona devrediliyordu. Cumhuriyet dönemi öncesinde İngiliz emperyalizminin hizmetinde çalışmış ve sınanmış olan Klerides ve Denktaş’ın önce üçlü, sonra beşli olarak sürdürdükleri görüşmeler, darbe öncesine kadar devam ettirilmişti.

Kıbrıs’taki Türk askeri varlığının baş savunuculuğunu yapma çabasında olan Rauf Denktaş’ın 1973 Cumhurbaşkanı yardımcılığı seçimlerinde anti-demokratik bir uygulama ile başbaşa getirildiği bilinmekte iken, Kıbrıs’taki Türk halkının gerçek temsilcisi olduğunu öne sürülemez ve onlar adına görüşme yapma yetkisine sahip olmaması gerekir. Kıbrıs’ın seçimle işbaşına gelmiş Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı sürdürülmekte olduğu olumsuz tutum, onun hangi amaç ve çıkarlar uğruna çalıştığını göstermektedir.

Rum toplumunun temsilcisi Glafkos Klerides için de durum farklı değildir. Başkanı olduğu Birleşik Parti’nin var olup olmadığı veya gerçekten birleşmiş mi, yoksa gevşek bir cephe mi olduğu kuşkuludur. 1970 genel seçimlerinde en çok oyu toplamasına rağmen, başkanı olduğu Rum Temsilciler Meclisindeki 35 sandalyeden sadece 15’ini kazanabilen ortanın sağcılarını temsil etmektedir. Partisinin resmi görüşü, Enosisten yanadır. Tıpkı Denktaş’ın Ulusal Dayanışma Grubu’nun politik görüşünün taksim olduğu gibi.

Nitekim adanın bağımsızlığını savunan Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı düzenlenen faşist darbeden sonra, toplumlar arası ilk bağlantıyı, emperyalizmin Kıbrıs’taki bu sadık adamları kurmuştur. Klerides, “Denktaş’la her şeye rağmen iki iyi dostuz. Bu gelişmekte olan olayları etkileyemez” diye konuşmuştur. Geçici olarak Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı görevini sürdürürken de, Kissinger’in Ankara’ya gelişinin ertelenmesinden bir gün önce, senaryo uyarınca kendisine verilen rolü oynayarak, “Rumların ister istemez coğrafi temele dayalı federasyon fikrine kendilerini alıştırmaları gerektiğini” söylemiş ve emperyalizmin adayı bölme planlarına hizmet etmekte olduğunu ortaya koymuştur. Bu arada “insancıl sorunların görüşülmesi” perdesi ardında, Denktaş’la yaptıkları görüşmelerde, Türkiye’nin adaya müdahalesinden sonra oluşan Türk ve Rum kesimleri arasında nüfus kaydırmasını da gerçekleştirerek, Kıbrıs’ın ikiye bölünmesini sağlamışlardır. 20 Eylül 1974’de Kıbrıs’a dönen Türkiye’nin görüşmelerdeki anayasa uzmanı Orhan Aldıkaçtı da, danışmanlık görevini sürdürmektedir. Karşılıklı olarak 3,308 Türk ve 2,479 Rum savaş tutsağının değiştirilmesinden sonra Rum tarafı, Türkiye’nin adaya müdahalesinden sonra 3,000 kişinin kaybolduğunu öne sürmektedir.

Kıbrıs’ı kuzey ve güney diye iki parçaya ayıran ilk hattın kuzeyinde kalan bölgede, müdahale öncesi 162 bin Rum ve 71 bin Türk yaşamaktaydı. Bugün güneyde kalan Türklerin sayısının 8,200’ü Ağrotur İngiliz üssünde olmak üzere 30 bin kadar olduğu tahmin edilmektedir. Bir BM Raporu’na göre 8 bini Karpaz bölgesinde olmak üzere, kuzeyde dağınık halde yaşayan 13 bin Rum kalmıştır.

Kıbrıs Coğrafya Derneği’nin Türk müdahalesinin Kıbrıs’a getirdiği değişiklikler hakkında hazırladığı raporda, üç kasaba ile 107 Rum köyü ve 55 karma köyün Türkler tarafından işgal edildiği belirtilerek, şu bilgiler verilmektedir: “İşlenebilir toprağın %55’i ile 25 bin dönümlük narenciye bahçesi, Kıbrıs’ın %38.5’ini elinde tutan Türk işgali altında bulunmaktadır. Zahire yetiştiren Mesarya ovası ile zeytin ürününün %45’i, patates ürününün %25’i, tütün ürününün %100’ü, çeşitli sebze ürününün %32’si, otlakların %55’i ve harup ürününün %30’u Türklerin elindedir. 20 bin baş sığır, 80 bin domuz, 7 milyon piliç ve 500 bin koyun ve keçi, Türklerin eline geçmiştir. Bombalamalar sonucu Kıbrıs devlet ormanlarının beşte birini oluşturan 340 km2’lik çam ormanı yanmıştır. Yeniden ağaçlandırma, 5-10 yıl içinde 3-4 milyon Kıbrıs lirasına mal olacaktır. Kıbrıs’ın iki büyük pınarı olan Değirmenlik ve Lapta başpınarları ile yeraltı su kaynaklarının %60’ı, Karadağ’daki en büyük maden ocağı ile Beşparmak’taki taş ocakları da Türk bölgesinde kalmıştır. En büyük liman olan ve ticari deniz trafiğinin %83’ünü çeken Mağusa Limanı ile Lefkoşa ve Mağusa sanayi bölgeleri Türklerin elindedir.
Darbe olayı ve ardından Türkiye’nin adaya askeri müdahalesinden sonra Kıbrıs’ta meydana gelen değişmeler, sorunun çözümünü daha karmaşık bir duruma sokmuştur. 17 Ekim 1974 günü İngiliz Times gazetesinde “Kıbrıs niçin politik bir volkan olmaya mahkûm görünüyor?” başlıklı bir yazı yayınlayan Kıbrıs’taki BM Barış Gücü eski komutanlarından Michael Harbottle, görüşlerini şöyle anlatıyor: “Kıbrıs’ta iki toplum barış içinde birlikte yaşamak istiyor. Geçenlerde Kıbrıs’ta iki hafta kaldım. Bu inancım daha da güçlendi. Taksim, ya da coğrafi federasyon, ada halkı tarafından istenen bir çözüm şekli değildir. Türklerin pek çoğu doğdukları, yaşadıkları yerlerde kalmak istiyorlar. Kıbrıs’ta yerinden ve malından mülkünden edilen ve şimdi güneyde kalan 200 bin insana iş bulmak, ev bulmak için 950 milyon sterlin gerekiyor. Adanın taksimi, onlara evlerine geri dönme özgürlüğünü tanımıyor… Pek çok köyde Türkler ve Rumlar dostça komşu olarak yaşıyor, toplum konularında işbirliği yapıyor. Son olayların bunu sarstığı akla gelebilir. Ama hayır; işbirliği ve birlikte yaşama isteği hem Rumlar, hem de Türkler arasında her zamankinden güçlü. Örneğin, bir köyde polisin makineli tüfek taşıdıkları şüphesiyle rehin aldıkları Kıbrıslı Türkleri, Rumlar serbest bıraktırdı. Her gün böyle haberler geliyor ve adayı bilenler buna hiç şaşmıyor.”

Gerçekten de yüzyıllar boyunca barış içinde birarada yaşamış olan Türk ve Rum toplumları, 1955’lerden beri uygulanan emperyalizmin adayı bölme planlarından tedirgin olmakla beraber, yine de savaş dönemlerinden sonra kısa bir süre içinde kaynaşmışlar; tarlada, fabrikada ve işyerlerinde dostça çalışabilmişlerdir. 1958, 1963 ve 1967 çarpışmalarından sonra Türk ve Rum Kıbrıslılar, emperyalizmin kışkırtmaları olmadığı dönemlerde birarada yaşayabileceklerini dünyaya göstermişlerdir.

Kıbrıslı Rumlar arasında 1965 yazında yapılan bilimsel bir kamuoyu araştırmasında şu ilginç sonuçlar ortaya konmuştu (Bak. Cyprus, Constitutionalism and Crisis Government, Stanley Kyriakides, University of Pennsylvania Press, 1968): “Kıbrıs sorununu doğuran nedenler nelerdir?” sorusuna cevap veren halkın %85’i Zürih ve Londra Antlaşmaları ve NATO, %5’i Kıbrıs Türkleri ve %9.2’si de öteki faktörler diye cevap vermiştir. “Öteki faktörler” adı altında “Amerika ve İngiltere’nin emperyalist politikaları” şeklinde açıklama yapılıyordu. “Kıbrıs sorununa en iyi çözüm yolu nedir?” sorusuna cevap veren halkın %71.8’i BAĞIMSIZ KIBRIS, %18’i Enosis ve %10.2’si diğerleri şeklinde cevap vermişti. Dikkati çeken nokta, Enosis isteyenlerin %90 kadarının 1955-60 döneminde EOKA’da aktif görev almış gençlerin olmasıdır.

Görüldüğü gibi, Kıbrıs Rum halkının çoğu, Türkleri düşman olarak görmüyor, sorunu emperyalizmin zorladığı anlaşmaların ve NATO’nun kışkırtmalarının doğurduğunu biliyordu. Gerçeklerden uzak tutulan Kıbrıs Türk halkında ise, kendilerine, olayların Rumların saldırması ile başladığı yutturulmaya çalışıldığı halde, genel olarak Rumlara karşı bir düşmanlık görülmüyordu.

Öte yandan 5 Nisan 1974 günü Milliyet gazetesinde yayınlanan Yunanlı Prof. Panzati Terlikçi’nin düzenlediği anketin sonuçlarına göre, Yunanistan halkı da “Kıbrıs için Türkiye’ye karşı bir savaşı göze alır mıydınız?” sorusuna, “Hayır” cevabını vermekte, Enosis kapılarını kapatacak “Bağımsız bir Kıbrıs tezine çoğunlukla “Evet” demektedir.

Kuruluşunun 14. Yılında bağımsızlığı NATO zincirleri ile prangaya vurulmak istenen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yurttaşları, barış ve güvenlik istemektedir. Oysa Emperyalizmin dün olduğu gibi bugün de ada üzerinde planlarından vazgeçmemiştir.

BM üyesi bağımsız bir devletin yurttaşları olan Kıbrıslı Türkler ve Rumlar, kendi sorunlarını kendileri, dıştan karışma olmadan çözebilme hakkına sahip olmalıdır. NATO’ya bağlı garantör ülkelerin aldığı ve alacağı kararların, son tahlilde Amerikan emperyalizminin çıkarlarını savunacağı açıktır.

1974 yılı başında yeniden başlayan Kıbrıs’taki İngiliz üslerinin devredilmesi pazarlıkları henüz bitmemiştir. Ekonomik bunalım yüzünden savunma harcamalarını kısmak zorunda kalan İngiltere, adadaki stratejik önemi Süveyş kanalının açılacağı önümüzdeki günlerde daha da artan üslerindeki asker sayısını azaltarak, geri çekilmek ve bunları NATO’nun dolaysız denetimine vermek istemektedir.

Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu’da gerilerken Kıbrıs’taki askeri üslere ve imtiyazlara sahip olmak ve bunları gerektiğinde bölgedeki savaşlarda kullanmak yetkisini istemektedir. Bu amaçla, Kıbrıs’taki iki toplumu birbirine düşürerek, aralarında karışıklık çıkarmak suretiyle Kıbrıs halkını –Türklerle Rumları- hedeflerinden saptırmak ve böylece emperyalizmin üslerinde rahatça mevzilenmesini ve çıkarlarını koruyacak şartları denetiminde tutmasını sağlamak için uğraşmaktadır. Oysa tüm ayrılıkçı ve şovenist propagandaya rağmen, Kıbrıslı Türklerle Rumların çıkarları ortaktır. Birbirine ters düzen ve uyuşması asla mümkün olmayan Kıbrıslılarla emperyalistlerin çıkarlarıdır.

Türkiye’nin adaya müdahalesinden sonra, TSK’nın denetimindeki bölgede kalan Girne yakınlarındaki Karava Radyo ve TV Dinleme İstasyonunda darbe öncesinde 50’ye yakın CIA personeli ve memur çalışmaktaydı. Çarpışmalardan sonra buradaki personel Beyrut’a taşınmış ve Lefkoşa yakınlarındaki ikinci dinleme istasyonu da çalışmalarını azaltmıştı. Eylül ayı ortalarında yeniden çalışmalarına başlayan Amerikan dinleme istasyonları, CIA’nın Dış Yayın Enformasyon Servisi (FBIS) tarafından işletilmektedir. Makarios hükümetine açıklanmayan miktarda bir kira ödediği bilinen ABD’nin bu dinleme istasyonları hakkında, bugünkü Kıbrıs Otonom Türk Yönetiminin ne düşündüğü siyasi gözlemciler tarafından merak konusu olmaktadır. Geçmişte İngiliz üsleri için “Madem ki bize bir zararları yok, varsın kalsınlar” diyebilen Kıbrıs Türk Yönetiminin bugünkü başkanı Rauf Denktaş, 20 Ağustos 1974 günü Ankara dönüşü, yabancı gazeteciler tarafından kendisine yöneltilen üslerin geleceği ile ilgili bir soruya şu karşılığı vermiştir: “Biz Kıbrıs Cumhuriyeti hakkında konuşuyoruz. İngiliz üsleri, Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarına dâhil değildir.” (Special News Bulletin, 27 Ağustos 1974) Adanın NATO’laştırılması için emperyalizmin eski-yeni tüm planlarının pazarlık konusu edildiği şu günlerde, Kıbrıslı Türk Yöneticiler, Ortadoğu ve bütün dünyadaki anti-emperyalist mücadelenin içinde bulunduklarını, bu mücadelenin bir parçası olmaları gerektiğini artık anlamak zorundadırlar.

Savaşın getirdiği sosyal ve ekonomik çöküntü, bugün Kıbrıs halkının geleceğini tehdit eder bir durum almıştır. Üretim %60 düşmüş, normalde %1.2 olan işsizlik oranı %10’a ulaşmıştır. Halen 22 bini çadırlarda yaşamakta olan Kıbrıslı Rumların üçte biri, göçmen durumuna düşerken, 1963 çatışmalarından sonra 23 bin göçmen veren Kıbrıslı Türkler de bugün, “kurtarılmış” topraklar üzerinde çetin bir yaşama ve varolma mücadelesi vermek durumundadırlar.

Harekâtı izleyen günlerde ülkemizdeki radyo ve gazeteler, görevli veya görevsiz bir sürü kişi veya heyetin inceleme yapmak üzere Kıbrıs’a gittiğini duyurmuşlardı. Türkiye’yi kalkındıran bu seçkin zevat, sıranın şimdi de Kıbrıs’a geldiğine karar vererek, hazırlıklara başlamışlardı. Oysa bugün Kıbrıslı Türklerin içinde bulunduğu duruma yakından baktığımız zaman, çözüm bekleyen tüm sosyal ve ekonomik sorunlara hâlâ el atılmadığını ve yılların kökleştirdiği keyfi yönetim ile anti-demokratik uygulamaların sürdürülmekte olduğunu görmekteyiz. Hayat pahalılığı ve karaborsacılık başını almış giderken, ekonomik sorunlarla görevli yönetim sorumlusu New York’a temsilciliğe gönderilmiştir. Rum kesimi ile bağlantının kesilmesiyle sebze ve meyve darlığı başgöstermiş, Türkiye’den ithal edilen yiyecek maddeleri %250-500 kârla satılmaya başlanmıştır.  Örneğin Mersin’den 2 liraya alınan elmanın kilosu, Lefkoşa’da 10-15 liraya satılmaktadır. Çeşitli ihtiyaç maddelerinin ithal yetkisini tekeline alan ve Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanının da hissedarları arasında olduğu bilinen bir ticari kuruluş, bu yüzden vurgunlar vurmaktadır. Öte yandan kuzeydeki evlerini terkeden Rumlara ait taşınabilir ve taşınamaz malların paylaşımında eski ve yeni göçmenler arasında ayrıcalıklar güdüldüğü, yetkili kişilerin nüfuz suistimali yaptıkları haberleri Kıbrıslı Türkler arasında hoşnutsuzluklara yol açmaktadır.

Kıbrıs Otonom Türk Yönetimi Başkanı Rauf Denktaş’ın halen mevcut Yönetim Meclisi’ni kaldırarak, yeni bir anayasa hazırlatacağı ve atama suretiyle oluşturulacak bir Kurucu Meclisi toplayacağının açıklanması, halk arasında geniş tepkiler yaratmıştır. 8 milletvekilinin “Özgürlük Grubu” adı altında toplanarak, tüm anti-demokratik uygulamalara karşı sonuna kadar mücadele edeceklerini duyurmaları, kurulmak istenen diktatörlük rejimine karşı ilk direniş niteliğindedir.
Kıbrıslı Türklerin demokratik hak ve özgürlüklerine getirilen kısıtlamalar ve halkın bu yolda örgütlü mücadelesine karşı uygulanan faşizan baskılar, Kuzey Kıbrıs’ta gün geçtikçe yaygınlık kazanmaktadır.

Kasım ayı başında adayı ziyaret eden Kanada Savunma Bakanı Richardson ile yaptığı görüşmeden sonra, “Askerlerin adada ebediyen kalması mı gerekeceği” yolundaki bir soruya cevap veren Rauf Denktaş, sorunun %90’ının halen çözülmüş bulunduğunu, buna Türk bölgesinin kurulmasının yol açtığını, geriye kalan %10’unun da “akıl ve izan yoluyla” halledilebileceğini belirtmiştir. Lefkoşa’daki ABD Büyükelçiliği ise Rum göçmenlere evlerini unutmaları gerektiğini ve tazminat vereceklerini söylemektedir. Kıbrıs kaynaklı diğer bir haber de CIA ve EOKA ileri gelenlerinin Mağusa’nın güneyinde, Türk denetiminde bulunan bir turistik sitede müteaddit toplantılar yaparak, görüş teatisinde bulunduklarını öne sürmektedir.

Kıbrıs halkının büyük tezahüratla, “O geri döndü” diye bağırarak, yüzlerce, binlerce kişiyle karşıladığı Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’un adaya dönüşü ile toplumlararası ilişkilerin nasıl gelişeceğini önümüzdeki günler gösterecektir. Kıbrıslı Rumlar arasındaki olayların, burjuva basınının yazdığı gibi Makariosçu ve Grivasçı çatışması değil, Kıbrıs’ta gerçek demokrasinin savaşını veren Emekçi Halkın İlerici Partisi (AKEL) ile faşizmin savunuculuğunu yapan EOKA arasında olduğunu artık dünya demokratik kamuoyu anlamıştır. Amerikan emperyalizmi için önemli olan adanın gerçek bağımsızlığa kavuşması, yani Kıbrıs’ın Yunanistan, ya da Türkiye’nin denetiminden çıkmaması, resmi olmasa bile fiilen taksimin gerçekleşmesidir.

Kıbrıs adasının bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğü için savaşan demokratik güçlerin anti-faşist ve anti-emperyalist birliği er veya geç başarıya ulaşacaktır.   

(“Mehmet Yüksel” imzası ile, İlke dergisi, Ocak 1975, Sayı:13)








       




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder