26 Şubat 2018 Pazartesi

Dr. Ahmet Cavit’le Söyleşi… KENDİ ÜLKEMİZDE SEYAHAT ÖZGÜRLÜĞÜMÜZ KISITLANDI


Soru: Bağımsız ve Federal Kıbrıs için Temas Grubu’nun Kıbrıs Türk Koordinatörü olarak bize çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?
Yanıt: Temas Grubu’muz Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumların 1958 yılından bu yana ortak olarak oluşturdukları ilk kuruluştur. Mayıs 1989’da Batı Berlin’de “Bildungswerk für Demokratie und Umweltschutz” örgütünün çağrısı ile bir araya gelen girişimciler, 23-24 Eylül 1989’da Lefkoşa’daki ara bölgede yer alan Lidra Palas Oteli bahçesinde geniş bir katılım ile “Bağımsız ve Federal Kıbrıs için Temas Grubu”nu oluşturdular. 20-27 Ocak 1990’da yine aynı yerde yapılan ortak toplantıda kabul edilen “Temel Görüş ve İlkelerimiz” başlıklı bir belge Rumca, Türkçe ve İngilizce olarak gerek Türk, gerekse Rum kamuoyunun bilgisine sunuldu. Belgenin ana başlıkları sanırım içeriği hakkında size bir bilgi verebilir: 1. Geleceğimizden kaygılıyız, 2. Ortak sorumluluklarımızın bilincindeyiz, 3. Geçmişteki şiddeti ve ayrılıkçı ideolojileri kınayıp, mahkum edelim, 4. Ortak geleceğimiz federasyondadır, 5. Yurttaşların harekete geçirilmesi kaçınılmazdır.

Soru: Bu ilkelerin hayata geçirilmesi için ne gibi çalışmalar yaptınız?
Yanıt: Aktarayım. Kuruluşumuz ardından Aralık, Ocak ve Şubat aylarında Kıbrıs Türk kesimindeki üç muhalefet partisi lideri olan Alpay Durduran (Yeni Kıbrıs Partisi), Mustafa Akıncı (Toplumcu Kurtuluş Partisi) ve Özker Özgür (Cumhuriyetçi Türk Partisi) tarafından Lefkoşa’nın Rum kesiminde konferanslar verilerek, Kıbrıs sorununun çeşitli yönleri hakkında partilerinin görüşlerini Rum toplumuna anlatmaları olanağını sağladık. Bu da iki toplumun yakın tarihinde ilk kez gerçekleştiriliyordu. Temas Grubu’nun Kıbrıs Rum kanadı, bu konferansların çok yararlı olduğunu ve Rum basınında geniş olarak yansıtıldığını bize duyurdular.

Soru: Başka temaslar da örgütlediniz mi?
Yanıt: Her iki kesimden gazetecilerin, doktorların, karikatürist ve yazarların bir araya gelmesi için çeşitli girişimlerde bulunduk. Bunların bir kısmına izin verildi. Bir kısmına verilmedi. Kuruluşumuzdan bu güne kadar geçen iki yıl içinde siyasal, kültürel, tıbbi ve diğer alanlarda Türklerle Rumlar arasında, gerek kişiler, gerekse örgütler olarak işbirliği yapılması ve görüş alış-verişinin sağlanması için 75 kez başvuruda bulunduk. Ne yazık ki bu dilekçelerimizden ancak 15’ine olumlu yanıt alabildik. Kendi ülkemizde seyahat özgürlüğümüze konan bu kısıtlamaları protesto etmek amacıyla geçen Mayıs ayında Strazburg’daki Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu’na şikayet dilekçesi vermiş bulunuyoruz. Kıbrıs Türk liderliğinin keyfi kararlarla Türk ve Rumların biraraya gelmelerine engel olmasının gerek Paris Şartı’na, gerekse İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne ters düştüğünü, uluslararası kuruluşlara duyurarak, bize yardımcı olmalarını istedik. Bu nedenle Kıbrıs Türk liderliğinin öfkesine yol açtık.

Soru: Toplantılarınızda tartışılan konular nelerdi acaba?
Yanıt: Ocak 1990’da yaptığımız üçüncü ve son ortak toplantıda Rum ve Türk kesimlerinden yazılı 5 bildiri sunulmuştu. Federal bir çözüm halinde günlük hayata bunun nasıl yansıyacağı, eşitlik ve garantiler hakkında Rum tarafının görüşleri, federal devletin yapısı gibi konularda başlattığımız tartışmaları ne yazık ki sürdürmek olanağını bulamadık. 1990’ın Mart ayında başlayan Rum öğrencilerin sınır gösterilerini gerekçe göstererek, temasları yasaklayan Türk liderliği, bundan sonra yaptığımız 44 başvurudan ancak 5’ine izin verdi. Bunlardan en önemlisi Aziz Nesin’in 17-19 Aralık 1990 tarihlerinde Kıbrıs’ın Rum kesimine yaptığı ziyaret nedeniyle düzenlenen etkinliklere katılmak için olandı. Üç gece yaklaşık 80 kişi Lefkoşa’nın Rum kesiminde yapılan kültürel toplantılara katıldı. Gazeteci, yazar, sanatçılar kendi meslektaşlarıyla buluşma olanağını elde ettiler. Sadece bir gün, Türk kesimine geçip, basın toplantısı yapan Aziz Nesin’le birlikte 20 kadar Rum sanatçı ve yazarın Lefkoşa’nın kuzeyini ziyaret etmelerine izin verilmişti.

Soru: Şu andaki temasların durumu nasıl?
Yanıt: Ne yazık ki durmuş durumda. Kıbrıs Türk liderliği, bize neden izin verilmediğini, kendilerine soran yabancı insan hakları yetkililerine, üyelerimizin “komünist oldukları”, ya da “kendi görüşlerine uygun insanlar olmadıkları” şeklinde konuşabilmişlerdir.

Soru: Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunması için başlatılan son girişimler hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Yanıt: Kıbrıs sorunu için bir çözüm bulunmasının önkoşulu, Türk tarafının taksim fikrinden vazgeçerek, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin federal bir yapıdan yeniden örgütlenmesi için yapıcı bir politikayı benimsemesidir. 18 yıldır TC tarafından uygulanmayan BM kararları hayata geçirilmeli, bütün yabancı askerler adayı terk etmeli, taraflar arasında her düzeyde temaslara derhal başlanmalı ve hiçbir engel konulmamalıdır. Çözüm, iki devletlilik temelinde değil, tek Kıbrıs devletinde iki eyalet (bu kuzeyde iki, güneyde üç eyalet de olabilir) şeklinde düzenlenmeli ve Türk yönetimi altında kalacak eyaletin sınırları sadece yönetimsel olup, bugünkü %37’den, gerçek Türk toprak mülkiyeti olan (kamu arazisinden Türklerin payına düşen de eklendiğinde ulaşılacak rakam olan) %18 oranının üst sınır, ki bu halen %25’in altı olarak görüşülmektedir, indirilmelidir. Böylece topraklarından ve köylerinden ayrılmak zorunda kalan Rum göçmenler, Rum yönetimi altında kalacak bölgelere dönebilecek ve bu sorun asgari boyutlara indirgenebilecektir. Geriye kalan Rum ve Türk malları için tazminat, toptan değil, kişisel olarak düzenlenmelidir. Kıbrıslı Türklerle evlenenler dışındaki bütün TC’li göçmenler, geri ülkelerine dönmeli ve yasadışı olarak verilen yurttaşlıklar iptal edilmelidir.

Soru: ABD’nin girişimleri hakkında görüşleriniz?
Yanıt: Gerçekten federal ve toprağı bütün, bağımsız ve egemen bir Kıbrıs için yapılacak bütün katkıları sevinçle karşılarız. Ama konfederal bir yapı öneren ve fetihçi politikaları kalıcılaştırmaya yönelik girişimlere karşıyız. 18 yıldır Kıbrıs Türk liderliğinin sürdürdüğü yağma, ganimet ve yolsuzluklara son verecek bir çözümün garantisi, Kıbrıs Türk demokrasisinin müdahaleler olmadan, birlikçi bir politikadan yana, iyi niyetli çabalara destek olmasıdır. Seyahat, yerleşme ve mülk edinme özgürlüklerine hiçbir kısıtlama getirilmemesinden yanayız.

(Birlik, aylık siyasi dergi, İstanbul, Ekim 1991, Sayı:11) 

5 Şubat 2018 Pazartesi

EMPERYALİZM GERÇEKTEN BARIŞ YAPABİLİR Mİ?


Varşova Paktı’na üye ülkelerin silahsızlanma konusundaki çeşitli önerileri, Cenevre’de, Viyana’da, Birleşmiş Milletler’de ve diğer uluslararası kuruluşlarda yapılan silahsızlanma görüşmeleri ve nihayet zirve buluşmalarında getirilen ve dünya barışı ile uluslararası güvenlik yararına olan uzlaşma yanlısı tavrını dünya demokratik ve barışsever güçlerince çok olumlu karşılandığı gözlenmektedir.

Emperyalizmin, dünyadaki savaş tehlikesinin ana kaynağı olduğu bilinmektedir. Dış faktörlerin, bu sosyal sistemin yapısından doğan bu özelliğini değiştirmesi düşünülemez. Ama dünyamızın bugün içinde bulunduğu gelişme aşaması ve ülkelerin birbirleriyle olan ilişkilerinin ulaştığı düzey, evrensel insancıl değerlere öncelik vermeyi ve insanlığın yeryüzünden silinmesine yol açacak olan tehlikeleri azaltmayı ve yok etmeyi gerekli ve kaçınılmaz kılmaktadır. Emperyalizmin barış yapıp yapmayacağı açısından konuya yaklaşıldığı zaman, sözü edilen yeni düşünme şeklinin, günümüzde var olan gerçek olasılıklar üzerine dayandığı görülmektedir.

İlk olarak, ABD ve NATO’nun en saldırgan emperyalist çevrelerinin dizginlenmesi ve onların yeryüzü ve uzaydaki planların gerçekleştirilmesini önlemek söz konusudur. Bun olasılık sosyalizmin gücüne, Sovyetler Birliği’nin ulaştığı askeri-stratejik dengeye ve sosyalist ülkeler topluğunun izlemekte olduğu kararlı barış politikasına dayanmaktadır.

İkinci olarak, dünya çapında barış ve silahsızlanma yanlısı hareket, gittikçe daha geniş siyasal ve sosyal güçleri kapsayıp kucaklamakta ve etkin gücünü hissettirmektedir. Dünyanın bilinçli mantığın, halkların çıkarını barış istemini temsil eden bu hareket, emperyalizmin en saldırgan politikasıyla yapılan mücadelede onu, barışı koruması için zorlamada önemli katkıda bulunmaktadır.

Üçüncü olarak, sosyalist ülkelerle barışçı ve karşılıklı yarara dayanan ilişkilerin geliştirilmesi, burjuva çevrelerinden, ABD ve Batı Avrupalı ülkelerin tekelci gruplaşmalarına kadar olan kesimin çıkarımıdır. Bu çevreler, farklı toplumsal sistemlerin barış içinde rekabetinden, bilimsel-teknik devrimi mükemmelleştirerek, yeni kâr kaynakları oluşturmaktan yanadırlar. Bu nedenle, atom çağının gerçeklerine uyan ve kapitalist düzene koruyucu mekanizmaları geliştirmeye çalışmaktadırlar. O halde burada söz konusu olan, emperyalizmin yapısı itibarıyla barışçı olduğu değil, onun barış yapılabilir duruma getirilmesidir. 

Burjuva çevreleri, silahlanma yarışının kapitalist düzene karşı bir çeşit saatli bomba etkisi yaptığını, kapitalist ekonomi üzerinde tahrip edici bir etkide bulunarak, kapitalist dünyayı derin bir bunalıma sürükleyecek sosyal patlamalara yol açabileceğini bilmektedir. Çünkü yine burjuvazi, bugünkü muazzam silahlanmanın kaçınılmaz olarak sosyal harcamalardaki kesintilerle ilişkili olduğunu ve kapitalist düzenin kendi varlığını tehlikeye atabilecek sosyal çalkantılara yol açabileceğini çok iyi bilmektedir.

Bu nedenle barış ve demokrasi güçleri hayale kapılmadan, uluslararası durumu daima soğukkanlı ve gerçekçi olarak değerlendirmek zorundadırlar. Kapitalist-emperyalist sistemin kendi kendini nükleer silahlardan arındırılmış bir dünyaya, yeni ve eşitlikçi bir ekonomik düzenin koşullarına, her iki farklı dünya sisteminin entelektüel ve ahlaki değerlerin dürüst bir şekilde kıyaslanabileceği bir duruma uyum sağlayıp sağlayamayacağı sorusu, önümüzdeki yıllarda yanıtlanmış olacaktır.

(“Kemal Alpınar” imzasıyla, Gençlik Dünyası, aylık gençlik gazetesi, Ocak 1988, Sayı:3)

2 Şubat 2018 Cuma

KIBRISLI’NIN KİMLİĞİ...


        Görüş dergisinin Eylül sayısında çıkan Refik Durbaş’ın “Kıbrıs’ın ‘kimlik’ sorunu” başlıklı yazısı, Türkiyeli aydının “uzun yıllardan beri ülkesinin gündeminde tutulan” bir konuda ne kadar bilgisiz olduğunu gösteren yeni bir kanıt oldu. Bu konuda bir Kıbrıslı yazar bakınız ne diyor:
    “İnönü KKTC’ye gelir gelmez, daha ayağının tozuyla, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti demokrasinin, kurumlarıyla ve kuruluşlarıyla iyi işlediği bir ülke...” Artık alıştık. Doğru olmasa da bu tür sözler bizi şaşırtmıyor. Türkiye’den kim gelirse gelsin, ister sağcı, ister solcu, bizim demokrasimize hayran. Ecevit geldi, demokrasimizi övdü ve gitti. Balıkesir Barosu Başkanı geldi, “Demokrasinize hayranım” dedi ve gitti. Oktay Akbal geldi, “Denktaş Kıbrıs’ın Atatürkü’dür” dedi ve gitti. Cengiz Çandar’dan Turhan Selçuk’a, Ali Sirmen’den Cüneyt Arcayürek’e dek herkes, Denktaş’ı ve demokrasimizi sık sık göklere çıkarmakta. Bunun nedeni ortada. Türkiye’nin aydını Türkiye’den bakıyor dünyaya. Türkiye’nin koşulları içinden görüyor her şeyi. Bizi değerlendirmelerindeki yanlışlık da bundan kaynaklanıyor işte. Dünyaya İsveç’ten, Fransa’dan, İngiltere’den veya Amerika’dan bakanlar, bizim demokrasimize hayran kalabilir mi hiç?.. Ama şimdiye dek gerçek demokrasiyi henüz yaşamamış olan Türkiyeli aydınlar için, anlaşılan durum hiç de öyle değil...” (Ortam gazetesi, 26.8.1989, Şener Levent)
           Refik Durbaş da adı geçen yazısında Kıbrıs’ın hep “siyasal yönüyle ilgilendiklerini” belirterek, “Kıbrıs’ta yaşayan insanların kültürel değerlerini ve Kıbrıs’ın sanat ve kültür değeri, yerini “ben de pek merak etmezdim” diyor. Oysa ki sorduğu soruların yanıtları, Kıbrıs Türkleri ile Türkiyeli aydınların ilk temasları başlattıkları 1948 yılından beridir Türkiye’de yayımlanmakta olan çeşitli dergilerdeki makalelerde ve kitaplarda yer almaktadır. Doğaldır ki işin sadece siyasal yanı ile ilgilenir görünen solcu aydınlar, daha çok Türkçü kültür dergilerinde yer alan bu makalelerden pek haberdar değildir. Türkiye’de yayımlanmış sınırlı ve yeterli sayılamayacak sayıdaki bu araştırmalar yanında, Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türk araştırmacılar tarafından yapılan ve buradaki yayın organlarında çıkan onlarca makale ve kitap bulunmaktadır. İngilizce yayınlardan söz etmek istemiyorum. Ne yazık ki Kıbrıslı Türk araştırmacıların mali gücü, bunları Türkiye’de de bastırmak için yeterli değildir. Türkiye’deki yayınevlerinin siyasal olmayan konulara ilgi göstermemeleri ayrı bir konudur.
            Durbaş’ın yazısına konu ettiği Kıbrıs Türk Folkloru ile ilgili kitap, bu konuda yapılmış ne ilk çalışmadır, ne de son çalışma olacaktır. Kendisi bir rastlantı sonucu bu kitabı okuma olanağı bulmuş ve Kıbrıslı Türk aydınlar arasında yıllardır tartışma konusu yapılan “kimlik” belirleme çalışmalarına balıklama dalarak, konuya “kimlik sorunu” adını takan, ama aslında “kişilik sorunu” olan bazı yazar ve şairlerin safında yer almıştır. Benzeri bir yaklaşım, yine aynı çevrelerin etkisiyle 1986 Ağustos’unda Cumhuriyet gazetesinde de görülmüştü. Yerel bir dernek tarafından Lefkoşa’da bazı Türkiyeli aydınların katılımı ile düzenlenen “Kimlik arayışında kültürel ve sanatsal gelişmenin önemi” konulu sempozyumla ilgili haberler, kısa bile olsa Türkiye kamuoyuna aktarılırken, Kıbrıs Türkünün dörtyüz yıllık bir kimliği sanki yokmuş gibi, “Kıbrıs’ta kültürel kimlik aranıyor” başlığı kullanılmıştı. Daha ilk toplantıda “biz Kıbrıs Türklerinin sanat ve kültürüne bir reçete vermek için gelmedik” deme ihtiyacını hisseden konuşmacılar, gerçekte bu görevi yerine getirmeye çalıştılar ve yer yer katılanların ağır eleştirileriyle karşılaşmışlardı. İki gün sonra Cumhuriyet’te çıkan haberin başlığında ise Prof. Emre Kongar’ın şu saptaması vardı: “Kıbrıs Türklerinin kültür kimliği farklı.” 9 Ağustos 1986 günü ise artık gerçek durum, sempozyumun tek Kıbrıslı konuşmacısının ağzından duyuruluyordu: “Kıbrıs müdahaleci kültürün etkisinde!”
            Aslında sorun daha da karmaşıktır. Ne yazık ki Kıbrıs’ta var olan muhalefet partileri, başta CTP olmak üzere, siyasal soruna doğru teşhis koyamadıklarından çeşitli hatalara düşmektedirler. Oysa ki Kıbrıs adasının kuzeyinde 1974 yazından beri süren Türk Silahlı Kuvvetleri’nin askeri işgali söz konusudur. İşgal altında tutulmakta olan bu toprakların vilayetleştirilmesi süreci daha ilk günlerde başlatılmıştır. Siyasal, ekonomik ve kültürel sorunların gittikçe daha da derinleşmekte olması, bu muhalif güçlerin seslerini yükseltmesine yol açmakta, ama teşhiste yanlışlık yapıldığı için açmazlara düşülmekte ve muhalif potansiyel heder olmaktadır.
Özellikle son zamanlarda artan Türkiye’den solcu politikacı, sanatçı, yazar davetleri, kendi öz gücüne güvenemeyen Kıbrıslı sağ ve sol sosyal demokratların Türkiyeli ilericilerden medet ummalarından kaynaklanmaktadır. Gelenlerin Kıbrıslı’nın kimliğinden haberdar olmaması yüzünden büyük potlar kırılabilmekte, hatta iktidardaki gerici yönetimin paralelinde demeçler verilebilmektedir. Öte yandan Kıbrıslı Türkler arasında yapılmakta olan siyasal ve kültürel tartışmalarda belli bir taraf haklılığını kanıtlamak için, Türkiyeli dostlarını Kıbrıs’a çağırıp, yedirip içirmekte ve istediği demeçleri verdirerek, sözümona kendi haklılığını kanıtlamaya çalışmaktadır. Burada tartışma konusu olan ise, genelde Kıbrıs Türk insanının kimlik sorunu değil, bazı küçük burjuva sanatçılarının kişilik bunalımı veya sorunudur.
Örneğin R.Durbaş’ın özgün şair diye nitelediği dostu Fikret Demirağ, uzun şairlik serüveni içinde bir zamanlar “Singapur sokaklarında” kimliğini kaybedip, soyut şiirler yazarken, bir süre bu kimliği “Akdeniz, zeytin dalı ve yasemin”de bulmuş, geçen bahar “neolitik çağda, Hesidos’un Theogoniası’nda” aradığı kimliği, bu yaz Asil Nadir’in “Kıbrıs” gazetesinde görev alarak bulmuştur.
Ulaştığı ve ulaşabileceği düzey ne olursa olsun, yüz bin kişilik Kıbrıslı Türk toplumunun kimliğini bir türlü benimsemeyip, uzak diyarlara çıkan bir başka şairimiz olan Mehmet Yaşın da Cumhuriyet gazetesi ile Londra’da yaptığı bir söyleşide “Akdeniz kültürü içinde ruhumu arıyorum” diyebilmiştir. (18.5.1987) Arayış içinde olan ve kızkardeşi Neşe Yaşın ile birkaç arkadaşıyla birlikte kendilerine “74 kuşağı şairleri” adını takan bu şairlerin Varlık Yayınlarında çıkan “Edebiyatta Kıbrıslı Türk Kimliği” başlıklı Londra’daki konferans notlarında bakınız Mehmet Yaşın ne diyor: “Konferansın adına ‘Kıbrıslı Türk Edebiyatçıların Kimlik Bunalımı’ deseydik daha yerinde olurdu belki.” Sorun asıl bizim içimizde. Bir halkın kimliğini ortadan kaldırmak öyle kolay değil. Korkarım biz yazarlar kendi kimlik bunalımlarımızı dile getiriyoruz. (s.17). Doğru söz ne denir!
R.Durbaş, “Bolu’da söylenen Türkülerle Lefkoşa’da söylenenlerin inanılmaz benzerliği” karşısında niye şaşırıyor? Yoksa Kıbrıslı Türklerin etnik kültürel kökeninin Anadolu’ya dayandığını yeni mi öğrenmiş? Ama işte tam da bu noktada Anadolu ile olan benzerlik ve özellikle farklılıklar, bugünkü siyasal ve kültürel sorunların anlaşılmasında önem kazanmaktadır. 1948’deki maden grevinden söz edilirken, bir yıl sonra Kıbrıs işçi sınıfının bir daha birleşmemek üzere milliyetçi saflara bölünmesine yol açan solcu Rum sendikası PEO ile AKEL partisinin kabul ettiği “enosis ve yalnız enosis” politikasından niçin söz edilmiyor?
Kıbrıs’ta bugün yaşanmakta olan yabancı işgal sorunu ile milliyetler sorununun çözümünü, küçük burjuva sanatçılarının kişisel bunalım sorunlarıyla özdeşleştirmek konuyu basite indirgemek olur. TC’nin 15 yıldır işgal altında tuttuğu Kuzey Kıbrıs topraklarını vilayetleştirme politikalarına karşı çıkmak, en başta bugünkü iktidarı ayakta tutabilmek için adaya yerleştirilen 60 binden fazla TC göçmeninin geri dönmesini istemek ve uluslararası hukuka tersliği ile bütün dünya tarafından kınanmakta olan 35 bin kişilik askeri işgale bir an önce son verilmesinden geçmektedir. Bazılarının yaptığı gibi “kimliğimiz yok oluyor” şeklindeki şikâyetleri yükseltmekle değil.
500 milyon TL’ye mal olan iddialı bir TV belgeseli hazırlayan gazeteci Mehmet Ali Birand bile şöyle yakınıyordu: “25 yılı dolan meslek hayatımızın her anında Kıbrıs vardı, konuyla ilgili iki de kitap yazdık. Her şeyi biliyoruz sanmıştık. Meğer ne yanılmışız. Belgeseli hazırlarken ne kadar çok şeyi bilmediğimizin farkına vardık.” Birand “Türkiye’nin Kıbrıs işinin içine girmesinde İngiltere’nin kesin rolü var... Aynı şekilde Amerika da kamuoyumuzdaki izlenimin aksine Türkiye’yi kollamış. Hem de başından sonuna kadar” diye ekliyor. (Milliyet, 11.7.1989) Ama aynı gazeteci, Gazi Üniversitesi’nde Ekim 1987’de verdiği bir konferansta “Kıbrıs sorunu 1974 müdahalesiyle bitmiştir. Şu anda yapılan sadece oradaki cenazenin nasıl kaldırılacağıdır, daha doğrusu kılıf oturtulmaya çalışılıyor” şeklinde konuşabilmişti. Yoksa Birand’a göre, Kıbrıs Cumhuriyeti devleti ve ada üzerinde yaşayanlar, Yusuf Akçura’nın “Osmanlı Devletinin Dağılma Devri” adlı kitabında belirttiği gibi, “Türklerde tabii bir haslet olan istila ve tevessü arzusu”nun kurbanı olarak mı kabul edilmeliydi?
Birand, Nokta dergisiyle yaptığı bir başka söyleşide ise şöyle diyor: Konuştuğum bütün yabancı kişilerin görüşünden yola çıkalım. Kıbrıs konusunda herkes Türkiye’yi yüzde yüz haksız buluyor. İkinci harekâttan itibaren her şeye haksız damgasını vuruyorlar. Ve biz de hiçbir şekilde bunda haklı olup olmadığımızı anlatabilmiş değiliz.” (27.8.1989)
Kıbrıs sorununda her şeyi bildiğini zannettiğini söyleyen Türkiyeli aydınlardan Mehmet Ali Birand’ın bile kafasının bu kadar karışık ve çelişkili olmasına bakarsak, R.Durbaş’ın Kıbrıs’taki iç tartışmaları bilmeden saf tutmaya kalkışması ve Türkiye basına güdümlü haber ulaştırma geleneğine katılması, artık herhalde normal karşılanmalı. Türkiye’den Kıbrıs’a gelip de buradaki sözümona demokrasiye hayran kalan sağlı-sollu Türkiyeli aydınların, en önce Kıbrıslı’nın kimliğini ve ülkenin tarihini öğrenmeleri gerekmektedir. Bu da üç-beş gün Kıbrıs’ta tatil yaparak sağlanamaz. O nedenledir ki geriye döndüklerinde hep yüzeysel ve sığ bilgilerini basına ve çevrelerine aktardıklarından yarar değil, zarar veriyorlar.
Emperyalizmin stratejik bir azınlık olarak kullandığı Kıbrıslı Türkler, 1943’te Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu’ndan yola çıkıp, 1985’deki Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne ulaştırılmışlarsa, bu hikâyenin iyice ve ayrıntılarıyla bilinmesi gerekmektedir. Üretimden kopartılmış, 30 binden fazlası “devlet”ten maaş çeker duruma itilmiş olan Kıbrıs Türklerinin kimliğini tanımak, Türkiye aydınının görevlerinden biri olmalıdır.

(“Ahmet An” imzası ile, Ekonomi ve Politikada Görüş, aylık dergi, İstanbul, Sayı:35, Ekim 1989)

ON DÖRT YIL SONRA KIBRIS


On dört yıl önce Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarına silahlı kuvvetlerini gönderdi. Bu kuvvetlerin adadan çekilmesi sorunu hâlâ tartışılıyor. Kıbrıs’taki gelişmeleri tarihsel bağlamı içinde ele almak, günümüzü anlamak için zorunlu oluyor. Bin dokuz yüz ellili yıllara uzanalım bunun için.
Kıbrıslı Rumların İngiliz sömürge yönetimine son vermek, adayı Yunanistan’a bağlamak amacıyla başlattıkları EOKA hareketi, İngiliz emperyalizminin “böl-yönet” politikası sayesinde bir iç savaşa dönüştürülmüş ve Nisan 1955 ile Mart 1959 tarihleri arasında Kıbrıs’ta toplam 509 insanın canına kıyılmıştı. Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’daki stratejik önemi nedeniyle, önceleri bu sömürgesini terk etmek istemeyen İngiltere, daha sonra “üs olarak Kıbrıs” yerine “Kıbrıs’ta üs” görüşünü benimseyerek, ada halkına sınırlı politik bir bağımsızlık tanımıştı.
16 Ağustos 1960 günü Kıbrıs Cumhuriyeti adı verilen yeni devletin bağımsızlığına kavuştuğu ilan edilirken, aynı gün bu devletin topraklarına “garantör ülke” sıfatıyla birer NATO ülkesi olan Türkiye ile Yunanistan’ın askeri birlikleri ayak basıyordu. Türkiye 650 kişilik, Yunanistan da 950 kişilik birer alay askerini “İttifak Anlaşması” gereğince, başkent Lefkoşa’nın çevresindeki stratejik tepelere yerleştirirken, üçüncü garantör ülke İngiltere de Kıbrıs Cumhuriyeti toprağının dışında addedilen egemen askeri üs bölgeleri Ağrotur ve Dikelya’da 7 binden fazla askeri personel bulunduruyordu.
Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetinin dış politikasının gittikçe tarafsızlaşması karşısında hem ABD, hem de NATO yanlısı Kıbrıs Türk liderliği ciddi endişelere kapılmıştı. Cumhurbaşkanı Makaryos, 1961 yılında Belgrad’da Bağlantısız Ülkeler Toplantısı’na aktif olarak katılma kararını yardımcısı Dr. Küçük’e danışmadan almıştı.
Buna karşılık Kıbrıs Cumhurbaşkanı yardımcısı Küçük, İsrail ile diplomatik ilişkiler kurulmadan Mısır Büyükelçisinin güven mektubunu onaylamamıştı. Anti-komünist Türk liderliği tarafından denetim altında tutulan Kıbrıs Türk basını ise, sürekli olarak Kıbrıs’ta artan komünizm tehlikesinden söz ediyordu. Rumlar, Kıbrıs’ın sosyalist ve bağlantısız ülkelerle ilişkilerini geliştirerek, uluslararası baskı ile bağımsızlık hakları üzerindeki sınırlamalardan kurtulabileceklerini hesaplarken, Türkler de NATO aracılığıyla sağlanan anlaşmada kendilerine verilen ayrıcalıklı hakları dış faktörlere borçlu olduklarını ve bunların devamının ancak Kıbrıs’ın bağımsızlığının sınırlanmış olmasıyla gerçekleşebileceğini düşünüyorlardı. Kıbrıs komünistlerinin partisi AKEL, Makaryos hükümetinin iç ve dış politikasını desteklerken, bir kısmı bakan olmuş eski EOKA’cıların faşist kanadı da hükümete ağır bir şekilde muhalefet yapıyordu. Anayasanın gerek enosis, gerekse taksim politikalarını yasaklamış olması, her iki taraftaki faşist ve şoven güçleri huzursuz etmişti.
Kıbrıs anayasasının 129. Maddesine göre, Savunma Bakanı bir Kıbrıslı Türk olan Cumhuriyet’in yüzde 60’ı Rum, yüzde 40’ı Türklerden oluşan 2 bin kişilik bir ordusu olacaktı. Ama Rumlar, gizlice oluşturulan silahlı gruplara büyük miktarda para harcıyorlardı. Türkler de boş durmayıp, kendi gizli silahlı gruplarını hazırladılar. Aralık 1963’e gelindiğinde, Rumların tam eğitimli 5 bin, yarı eğitimli 5 bin olmak üzere 10 binlik, Türklerin de 2 bin 500 kişilik vurucu gücü vardı. Makaryos’un anayasada değişiklik yapılması önerisi, Türkler tarafından reddedildikten kısa bir süre sonra başlayan toplumlararası çatışmalar, adanın taksimini isteyen Kıbrıs Türk liderliği ve Türklerin öldürülmesi ile enosisi gerçekleştirmek isteyen Rum şovenistlerinin kışkırtmalarının sonucuydu. Kasım 1967’ye kadar süren iç savaş döneminde, Kıbrıslı Türkler 282 ölü ve 195 kayıp, Kıbrıslı Rumlar da 154 ölü ve 47 kayıp olmak üzere toplam 678 kişi yitirmişlerdi. İngiltere ile ABD, adadaki maşaları eliyle bozdukları barışı yeniden kurmak üzere Kıbrıs’a 10 bin kişilik bir NATO Barış Gücü göndermeyi önerdiklerinde, Makaryos buna karşı çıkarken, Türk toplumu lideri Denktaş, onun bu tavrını kınadığını duyurmuştu. Adaya gönderilecek askerlerin BM denetiminde olmasına rıza gösteren Makaryos, Türkiye’nin artan müdahale tehditleri üzerine ve başıbozuk silahlı Rum güçlerini toparlamak amacıyla, Kıbrıs Rum Milli Muhafız Ordusu’nun kurulması kararını aldı. EOKA’nın enosisçi lideri Grivas’ın Kıbrıs’a geri dönmesinin ardından, 5 bin Yunan askeri daha adaya gönderildi. Haziran 1964’de askere alınan Kıbrıslı Rumların sayısı 15 bine çıktı. Kıbrıslı Türklerin Türkiyeli subayların yönetiminde oluşturdukları Mücahit Ordusu’nda da 10 bin kişilik bir askeri güç vardı. Grivas’ın Geçitkale adlı Türk köyüne saldırması üzerine, Türkiye’nin Yunanistan’a gönderdiği 17 Kasım 1967 tarihli ültimatomla, 12 bin kişilik Yunan askeri varlığı adadan çekilmek zorunda kaldı. Cumhurbaşkanı Makarios, Türkiye’nin Rum ordusunu dağıtma önerisini reddetmiş, ama Kıbrıslı Türklerden çok, kendi politikasına karşı bir tehdit oluşturan yasadışı silahlı grupları da etkisizleştirememişti. Grivas’ın “şimdi enosis” politikasını benimsemeyen AKEL ve PEO örgütlerinin merkezlerine 95 bombalı saldırı düzenlenmişti.      
Makaryos bütün bu olanlardan sonra 12 Ocak 1968’de “istenen çözüm” yerine, “mümkün olan çözüm” politikasını ilan ederek, 25 Şubat 1968 günü yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde enosisçi aday karşısında yüzde 95.45’lik oyla kesin bir zafer kazandı. Kıbrıs’ın tam bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğü için bağlantısız dış politikasını sürdüreceğini açıklayan Makaryos, 8 Mart 1968’de Kıbrıs Türk toplumu üzerine koyduğu ekonomik yaptırımları kaldırdı, ama Kıbrıs Türk liderliğinin oluşturduğu yönetimi ve polis gücünü tanımadı. Kıbrıs’a dönmesine izin verilmeyen Denktaş hakkındaki yasak kaldırıldı ve toplumlararası anayasal görüşmelere 24 Haziran 1968’de başlandı. Rum görüşmeci Kliridis’in 1976’da açıkladığına göre, 6 yıl süren bu görüşmelerde anlaşmaya çok yanaşılmış ve 1974 yazında imza aşamasına gelinmişti. Ama Kıbrıs’ta toplumlararası barış ve sorunun çözümünden yana olmayan ABD, Atina’daki faşist albaylar cuntasının adadaki uzantıları eliyle 15 Temmuz 1974’te Makaryos’a karşı bir darbe girişiminde bulunarak enosisi gerçekleştirmek yolunda bir adım attı.
Darbe girişiminden sağ kurtulan Makarios, adadan kaçmayı başardı. Ama ardından Türkiye “Kıbrıslı Türklerin can güvenliğini sağlamak” gerekçesiyle adaya asker çıkarttı. İki aylık süre içinde yer alan ve Kıbrıs’ın en sonunda emperyalizmin istediği şekilde ikiye taksim edilmesiyle sonuçlanan kanlı çarpışmalarda toplam 4,250 kişi öldü. Böylece Kıbrıs’ı Yunanistan’ın 53. Vilayeti yapma girişimi, adanın yüzde 37’lik kuzey bölgesinin 30 bin kişilik Türk ordusunun denetimi altında girmesi sonucu, bu bölgeye Türkiye’nin 68. Vilayeti olma yollarını açtı. 15 Şubat 1975’te Türk Silahlı Kuvvetleri’nin denetimi altındaki topraklar üzerinde kurulduğu açıklanan “Kıbrıs Türk Federe Devleti”, yasal Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetinin girişimleri sonucu önce Yeni Delhi’de yapılan Bağlantısız Ülkeler Toplantısı’nda, daha sonra da BM Genel Kurulu Toplantısı’nda kabul edilen ve Türkiye’yi kınayan kararlar üzerine, 15 Kasım 1983’te kendi kendini “bağımsız” Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak ilan etti.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin birlik ve bütünlüğünün “garantör”ü olan Türkiye’nin silahlı harekâtları sonucunda gerçekleştirilmiş olan fiili duruma dayanılarak ve BM’nin Kıbrıs’la ilgili kararlarına aykırı bir şekilde oluşturulan ayrı devlet, Kıbrıslı Türklerin kendi kaderini tayin hakkını kullanmaları olarak sunmak inandırıcı ve yasal değildi. Nitekim bu devlet sadece Türkiye tarafından tanındı ve BM örgütü bu yasadışı eyleme son verilmesi çağrısında bulundu.
Halen Kıbrıs’ta 1960 İttifak Anlaşması gereğince üslenmiş bulunan 950 kişilik bir Yunan alayı ile 650 kişilik bir Türk alayı, KC Kuruluş Anlaşmaları’na göre Kıbrıs toprağından sayılmayan iki İngiliz Egemen Üs Bölgesi’nde her 2-3 yılda bir değiştirilen 10 bin askeri ve sivil personel vardır. Rum Milli Muhafız Ordusu’nun asker mevcudu 12-13 bin kadardır. Yunan alayına ek olarak 350 kişilik bir komando birliği ve diğer eğitici askeri personel olarak toplam 2 bin 500 Yunan askeri vardır. Kıbrıs Türk Güvenlik Kuvvetleri 7 piyade taburu ve 1 zırhlı bölük olmak üzere 4 bin 500 kişiliktir. “Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri” diye adlandırılan TC askerlerinin sayısı 1985’te 17-18 bine inmişken, halen 29 bin olarak tahmin edilmektedir.
Taksim çizgisinin üzerinde kalan Lefkoşa’daki havaalanı dışında, güneyde Larnaka’da esas, Baf’ta yedek olmak üzere iki havaalanı, kuzeyde ise Ercan’dakine yedek olarak yapılan ve askeri amaçlı olduğu öne sürülen Geçitkale havaalanı vardır. İngilizlerin Ağrotur hava üssü de bunlara eklenmelidir. Yine İngilizlere ait Karlıdağ tepesindeki ufuk ötesi radar ile çeşitli dinleme istasyonları ve röle tesisleri, stratejik Kıbrıs adası üzerindeki askeri yapıyı tamamlamaktadır.
Kıbrıs’ın asker ve üslerden arındırılması önerisi, daha 1964 yılında Cumhurbaşkanı Makaryos tarafından yapılmış ve BM görevlisi Plaza’nın raporunda yer almıştı. Son olarak BM Genel Kurulu’nun silahsızlanma ile ilgili özel oturumunda (24 Mayıs 1978) Kipriyanu tarafından tekrarlanmış ve 13 Mayıs 1983 tarihli, 253 sayılı Genel Kurul kararında desteklenmiştir. Kipriyanu-Denktaş zirvesinde üzerinde anlaşmaya varılan 10 maddeden 7.’sinde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin askersizleştirilmesi öngörülmüştür ve bununla ilgili konular tartışılacaktır” denilmekteydi. Geçen Ekim ayında BM Genel Kurulu’nda konuşan Başkan Kipriyanu, adadaki bütün TC askerleri ile göçmenlerin geri çekilmesine karşılık, Kıbrıs’ın askersizleştirilmesini önerdiklerini yinelemişti. Rum ve Türk Silahlı Güçlerinin dağıtılması halinde iç güvenliği güçlendirmek için BM gözetiminde oluşturulacak uluslararası bir barış gücüne Yunanistan ile Kıbrıs’ın önemli mali katkıda bulunabileceğini söylemişti. Yeni seçilen Cumhurbaşkanı Vasiliyu’nun da bu yıl New York’ta toplanacak olan BM Genel Kurulu’nun özel silahsızlanma toplantısında, uluslararası silahsızlanma sorunuyla bağlantılı olarak aynı öneriyi yineleyeceği açıklanmıştır.
Bağlantısız Ülkeler Dışişleri Bakanları Toplantısı’nın 101 ülkenin katılımıyla 8-10 Eylül 1988 tarihlerinde Lefkoşa’da yapılacak olması, anti-emperyalist ve bağlantısız bir dış politikayı 28 yıldır sürdüren Kıbrıs Cumhuriyeti’nın saygınlığının bir onayı olsa gerek. Oysa ki Kıbrıs Türk liderliği, hâlâ daha 1960’lardaki Batı ve NATO yanlısı politikasını aynen sürdürmektedir. Rauf Denktaş, 18 Kasım 1986’da Uluslararası Sorunlarla İlgili İngiliz Kraliyet Enstitüsü’nde şu açık çağrıyı yapmaktaydı: “Sizi temin etmek isterim ki, Kıbrıs Türk halkı, İngiliz halkı kadar demokrasiye ve bireyin özgürlüğüne bağlıdır. Batı’nın dünyanın bize ait bölgesindeki güvenlik çıkarlarının farkındayız ve bunları her zaman görüşmeye hazırız!”
Ayrılıkçı Kıbrıs Türk liderliğinin bu çağrısına uyan ABD Ulusal Stratejik Enformasyon Merkezi uzmanı ve ilk dönem Reagan’ın askeri-politik işler sorumlusunun özel danışmanlığını yapmış olan Dr. Jed Snyder, 29 Mart 1988’de İngiliz Parlamentosu’ndaki Kuzey Kıbrıs’ın Dostları Grubu’nun düzenlediği “Doğu Akdeniz’de Kıbrıs’ın stratejik ve anayasal görünümü” konulu yuvarlak masa toplantısında şöyle konuşmaktaydı: “ABD, Yunanistan’daki hava üslerinden en az birini terkedecek olursa, Kıbrıs’ta bir hava (veya mümkünse deniz) tesisinden yararlanma olanağı sağlanmasının kazandıracağı yarar artacaktır. Adanın kuzey kısmı, böylesi kolaylıklar için ideal bir yerdir.”
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin denetimi altındaki bölgede inşa edilen Geçitkale Havaalanı ile yeni Girne limanının kerameti böylece anlaşılmıyor mu? Zaten Dr. Snyder de toplantıda kendisine yöneltilen “Kuzey Kıbrıs’ta üs mü istiyorsunuz? Sorusuna şu yanıtı vermiş: “Savaş gemilerimiz ve üslerimiz, Kuzey Kıbrıs hükümetinin davetini beklemektedir!”

(“Mehmet Sonuç” imzası ile, Ekonomi ve Politikada Görüş, aylık dergi, İstanbul, Temmuz 1988, Sayı:20)
   


KIBRIS’TA YENİ DÖNEM - Bir ilerici Cumhurbaşkanı: Vasiliyu


            Kıbrıs’ta 28 yıldan bu yana en tartışmalı cumhurbaşkanlığı seçimi geçen Şubat ayı sonunda yapıldı. Eski Cumhurbaşkanı Spiros Kiprianu ilk turda elenirken, ikinci tura kalan bağımsız ilerici aday Yorgo Vasiliyu, sağcı Glafkos Kleridis’i 10 bin oy farkıyla geçerek, başkanlık koltuğuna oturmaya hak kazandı. 8 ay süren ve daha çok Kıbrıs TV’sinden verilen basın toplantıları, ekranda gazetecilerle adayların tartışması ve diğer toplantılarla dikkat çeken seçim kampanyası, 1974’de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’ın kuzeyini işgal etmesiyle oluşan adanın taksimine son verip, 520 bin kişilik Rum toplumu ile 100 bin kişilik Türk toplumunun yeniden birlikte yöneteceği federal bir Kıbrıs’a ulaşma konusunda yoğunlaşmıştı.
            Başkanlığı Vasiliyu’nun kazanmasından sonra bir demeç veren Kıbrıs Türk toplumu lideri Rauf Denktaş, Vasiliyu’nun yüzde yüz Rumlardan oluşan seçmenler tarafından seçildiğini (güya yürürlükteki 1960 Anayasası ortak seçim olanağını tanıyormuş gibi) söyleyerek, onun tüm Kıbrıs’ın Cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin mümkün olmadığını (kendisinin onay verdiği 29 Mart belgesinde de ayrı seçimler öngörülüyor) öne sürdü. 1974 yazına kadar, bugün varlığını görmezlikten geldiği Kıbrıs Cumhuriyeti’nin başkan yardımcılığı ünvanını kullanan Denktaş, gerçek niyetinin bağlantısız bir dış politika güden bu devletin ortadan kaldırılması olduğunu gizleyememektedir. Hatırlanacaktır, 1963 Aralık ayında enosisçilerle taksimciler, elele vererek devleti yıkmaya yöneldiklerinde, Dr.Küçük, Türklerin adanın taksimini istediklerini ve hükümetteki görevlerine dönmeyeceklerini açıklarken, bir buçuk yıl sonra Temsilciler Meclisi çalışmalarına katılmak istediklerinde, Rumların engellemeleriyle karşılaşmışlardı. Denktaş ise, “Ada’nın Doğu Akdeniz’in Küba’sı olma tehlikesi”ne karşı dış müdahalelere gerekçe hazırlamakla meşgul değil miydi? 1974 yazında olanlar da gerek Yunanistan, herekse Türkiye eliyle adanın bölünmesine yönelik emperyalist planların uygulanmasından başka neydi ki?
         Gelelim günümüzdeki itirazlara. Denktaş’ın dışişleri bakanı K. Atakol, Vasiliyu’nun “Kipriyanu yönetiminin Kıbrıs sorununda temel olarak kabul ettiği mesnetsiz esasları savunmaya başladığını” öne sürüyor. Nedir bu esaslar?
“1. Geçici hükümet kurulmadan önce Türk askerlerinin ve askeri malzemesinin, istisnasız bütün göçmenlerin adadan çekilmesi.” Görüşme süreci boyunca taraflar üzerindeki askeri, politik ve manevi baskının kalklaması için bunlar gerekli değil mi? Yeni federal devletin toprakları üzerinde Türk, Yunan ve diğer ülke askerlerinin üslenmesi durumunda, egemenlik ve bağımsızlık zedelenmeyecek midir? 1963 çatışmalarından ıslak kurşunları bile değiştirmeyen Türk Alayı unutulmamıştır. Her iki doruk anlaşmasında da adanın askersizleştirilmesi kabul edilmemiş midir? 60 bin kişilik TC göçmenleri ise, varılacak anlaşmanın onaylanmasında Kıbrıslı Türklerin özgür iradelerinin yansımasında olumsuz rol oynayacaklarından, Kıbrıslılar arasında yeniden düzenlenecek ortak yaşamın unsurları olmamalıdırlar. 1974’den sonra bozulan Kıbrıs’ın demografij yapısı eski durumuna getirilmelidir.
“2. Bütün vatandaşların dolaşma, yerleşme ve mülk edinme temel özgürlüklerinin ve özellikle bütün göçmenlerin evlerine dönme hakkının güvence altına alınması.” İki bölge arasında, öteki eyaletin yasalarına uymak koşuluyla üç temel özgürlüğün kullanılması, federal devletin vazgeçilmez bir özelliğidir. Geri döneceklerin sayısının her iki tarafta da sınırlı olacağı bilindiğine göre, bu hak niçin tanınmasın?
“3. Tek yanlı dış müdahale hakkını dışlayacak, sonuç alıcı uluslararası garantilerin sağlanması.” Bu husus mutlaka uluslararası bir konferansta görüşülmelidir. “Türk askeri giderse, yeni katliamlar olur” korkutmacası ile taraflar arasında güven ortamının oluşmasına hizmet edilemez. Merkezi federal yönetim, demokrat Kıbrıslıların elinde bulunduğu sürece, bunca çekilen acılar göz önünde bulundurulursa, yeni saldırılar olmaz. Hem 1967’de barikatlar kaldırıldığı zaman, Rum kesimine ilk geçenler, Türklerle Rumların bir arada artık yaşayamayacağı propagandasını yapanlar değil miydi? Şimdi bile sınır ticaretini onlar yürütmüyor mu? Tek yanlı müdahale hakkı var olduğu sürece, feast güçleri istedikleri zaman toplumlararası işbirliğini bozmaya yeltenmeyecekler mi? Şoven ve faşist unsurların her iki eyalette de etkisiz hale getirilmeleri, yeni federal devletin yaşama güvencelerinden biri, hem de en önemlisi olacaktır. Yeter ki iyi niyet ve karşılıklı anlayış egemen olabilsin. Federal birliğin önkoşullarını bu esaslar çerçevesinde olgunlaştırmak, her iki taraftaki demokrat ve ilerici güçlerin boyun borcudur.

BİR İLERİCİ CUMHURBAŞKANI: VASİLİYU
            Göz doktoru bir baba ve diş hekmi bir annenin oğlu olan Yorgo vasiliyu, 1931’de Mağusa’da doğdu. 1941’de Kıbrıs Emekçi Halkının İlerici Partisi(AKEL)’in kurucu üyeleri arasında yer alan Vasiliyu’nun anne-babası, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yunanistan’daki komünist gerillalara tıbbi yardımda bulunuyorlardı. Daha sonra Budapeşte’ye geçerek, orada Yunan savaşçılarının öksüz çocuklarına bakan bir yuvanın yöneticiliğini üstlenen Vasiliyu’nun annesi, babasını da Taşkent’te fabrika işçiliğine uğurluyordu. İki yıl süreyle Cenevre’de tıp eğitimi gören Vasiliyu, daha sonra Budapeşte^ye dönüp oradaki ekonomi okulundan mezun oldu; ardından da İngiltere’de pazarlamacılık konusunda uzmanlık eğitimi yaptı.
            1960’ta Kıbrıs’ın İngiliz sömürge yönetiminden bağımsızlığını kazanmasından sonra adata dönen Vasiliyu, 1962 yılında Ortadoğu Araştırma Merkezi (KEMA)’ni kurdu. İş çevrelerinde, bugün gelişmekte olan ülkelerdeki en büyük Pazar araştırma bürosu olarak nitelendirilen KEMA’nın 12 ülkede temsilcilikleri bulunuyor. Kıbrıs bankası Yönetim Kurulu ile Kıbrıs Ticaret ve Sanayi Odası üyesi olan milyoner işadamı Yorgo Vasiliyu, üç çocuk babasıdır ve kendisini kitapsever olarak tanımlamaktadır. Rumca, Macarca, İngilizce ve Fransızcayı çok iyi olarak konuşabilmekte, biraz da Almanca, İtalyanca ve Rusça bilmektedir.
            Vasiliyu, kendisine en büyük desteği vermiş olan AKEL ile iki konuda farklı görüşlere sahip: Valiliyu, AT ile yapılan gümrük birliği anlaşmasını desteklemekte ve İngiliz üslerinin kaldırılmasını “uzun vadede” düşünmektedir. Kendisinin ne sosyalist, ne liberal, ne de muhafazakâr olduğunu söyleyen Vasiliyu, demokrasinin ve sosyal adaletin daha fazla sağlanmasını isteyen bir ilerici olduğunu belirtmektedir. Kıbrıs’ın Avrupa’nın turfanda sebze-meyve bahçesi olabileceğini ifade ederken, Kıbrıs’ın bölgesel bir denizaşırı mali merkez haline getirilerek, seçilmiş yabancı sermayeyi cezbetmek için çok aktif bir hükümet politikasına ihtiyaç duyulduğunu söylüyor. Çiftçilere ve küçük sanayicilere destek vereceğini açıklayan Vasiliyu, alacağı 91 önlemin sonuçlarını, 11 Haziran’da (100 günlük icraat ardından) düzenleyeceği bir basın toplantısında Kıbrıs halkına sunacak.

(“Mehmet Sonuç” imzası ile, Ekonomi ve Politikada Görüş, aylık dergi, Sayı: 17, Nisan 1988)  

Kıbrıs sorunu ve Sovyet önerileri: YEMEK LEZZETLİ Mİ?


Sovyetler Birliği daha 1960’lı yıllardan başlayarak, Kıbrıs sorununda ilkeli bir politika izledi ve bulunacak çözümün, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü koruyacak ve Ada’da yaşayan iki ulusal toplumun meşru haklarına halel getirmeyecek esaslara dayandırılmasını istedi.
            Kıbrıs sorununu görüşmek üzere 19 Şubat 1964’de toplanan BM Güvenlik Konseyi^nde konuşan Sovyet delegesi Fedorenko, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran Zürih ve Londra Anlaşmaları’nın, Kıbrıs’ın bilgisi olmadan, zorla kabul ettirilerek meydana getirildiğini, amacın da ileride NATO devletlerine sürekli olarak Kıbrıs’ın içişlerine karışmak olduğunu söyleyerek, şu görüşleri dile getiriyordu: “Kıbrıs’a yabancı asker gönderilmesi hususundaki bütün bu çeşitli planların yalnız bir amacı olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Bu da, askeri bloklara bağlanmama siyasetini güden Kıbrıs Cumhuriyeti’nin NATO kuvvetleri tarafından de facto askeri kontrol altına sokulmasıdır.”
O günlerde bu hedef doğrultusunda gerek Türk, gerekse Rum toplumu arasında gizli faaliyetlerini sürdüren faşist unsurlar, toplumlararası kanlı saldırıları düzenlerken, Kıbrıs Türk liderliği de karma köylerde yaşayan Türkleri başka yerlere naklederek, de facto bir taksim planı uygulamaktaydı. Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı düzenlenen 1974 yılındaki 15 Temmuz darbesi ile bunu izleyen Türkiye’nin askeri müdahalesi sırasında olanlar da, 1964 yılındaki mizansenin bir başka benzeriydi. Bu kez hem nüfus aktarması ile taksim gerçekleşiyor, hem de de facto durumu sürdürmek için, Ada’nın %36’lık kuzey bölümünde on binlerce Türk askeri ile Türkiyeli göçmen iskân ediliyordu.
Sovyetler Birliği 22 Ağustos 1974 günü yaptığı açıklamada şöyle demekteydi: “Kıbrıs sorunu, ne askeri harekât yardımıyla ve ne de siyasi bir çözümün bu bağımsız devlete zorla kabul ettirilmesi suretiyle çözümlenebilir. Bu sorunla ilgili görüşmelerin, Kıbrıs’ı kendi askeri çıkarlarına tâbi kılmak isteyen bir askeri-siyasi gruba mensup devletlerin kapalı çevresi içinde yürütülmesi, Kıbrıs halkına yeni tehlikelerden başka bir şey getiremez. Kıbrıs içinde ve etrafında gelişmekte olan olayların uluslararası gerginliğin yumuşatılması çabasına ters düştüğünü ve bu nedenle bütün halkların hayati çıkarlarıyla ilgili olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekir. Sorunun bütün bu yönlerini göz önünde tutan Sovyet Hükümeti, Kıbrıs sorununun görüşülmesi işinin bugünkü dünyanın siyasi görüntüsünü yansıtacak temsili bir forum tarafından üstlenilmesi zamanının gelmiş olduğuna inanmaktadır. Ancak bu tür temsili bir milletlerarası konferansta, Kıbrıs Cumhuriyeti temsilcileriyle birlikte ve bunların doğrudan doğruya katılmalarıyla, bağımsız, egemen ve ülke bütünlüğünü haiz bir devlet olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığını etkin bir şekilde sağlayacak, Rum ve Türk Kıbrıslılar’ın çıkarlarıyla uyumlu olacak kararlara varılması mümkün olacaktır.”
İşte 21 Ocak 1986 günü Sovyet resmi TASS ajansı tarafından tüm dünyaya duyurulan, “Kıbrıs’ta çözüm ilkeleri ve çözüme varma yolları hakkında SSCB’nin önerileri” başlıklı belgede de Sovyetler Birliği’nin Kıbrıs sorunuyla ilgili bu ilkesel tutumu sürdürülüyordu. Ne var ki bu öneriler, başta Türk tarafı olmak üzere, İngiltere ve ABD tarafından olumsuz karşılanmıştı. Kıbrıs’la ilgili Sovyet önerileri, dünya demokratik kamuoyunda geniş bir onay görürken, Başbakan Özal, “eski aşı pişirip, önümüze yeniden koyuyorlar” diyor, Ada üzerinde hâlâ askeri üsler bulunduran İngiltere ise, “üsleri kapatmasının söz konusu olmadığını” telaşla açıklıyordu. Oysa Ankara’daki Sovyet Büyükelçisi Lavrov’un da dediği gibi, “yemek lezzetli ise bunun yenmemesi için bir neden yoktu.” Çünkü gerek Rum, gerekse Türk tarafınca, öte yandan da dış ülkelerce gözetilmesi gereken uluslararası hukuk ilkeleri, 1963’te ne ise, 1974 ve 1986’da da aynıydı. Bunlara saygı gösterilmediği için, bunca yıldır sorun çözümlenemiyordu.
Bazı çevreler ise, Kıbrıs sorununun Batı’nın etki alanı içinde olduğu bir zamanda, uluslararası bir konferans yapılırsa, Sovyetler Birliği’ne Kıbrıs sorununda söz hakkı verilmiş olacağını öne sürmekteler. Oysa ne Sovyetler Birliği, ne de böyle bir konferansın toplanmasını isteyenler, etki alanları diye bir şeyin varlığına inanmıyorlar. Sovyetler Birliği, Kıbrıs sorununun uluslararası yönü üzerinde söz hakkı olduğunu söyledi ve söylüyor. Çünkü bu konu, onun kendi güvenliği ile yakından ilgilidir. Eğer ABD veya diğer NATO ülkeleri, Kıbrıs’tan binlerce kilometre uzaklıkta iken Ada üzerinde askeri üs ve dinleme tesisleri bulunduruyorlarsa ve bu durum SSCB’nin güvenliği için bir tehlike oluşturuyorsa, Kıbrıs’ta herhangi bir üs edinme iddiası olmayan Sovyetler Birliği, kendi Güneybatı sınırlarından sadece yarım saatlik supersonik bir uçuş uzaklığında bulunan Kıbrıs Adası’yla kendi güvenliği açısından niye ilgilenmesin? Unutulmaması gereken bir diğer nokta da Kıbrıs’taki İngiliz ve Amerikan üzleriyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin varlığının birbiriyle bağlantılı olduğudur.
Kuzey’deki Beşparmak Dağları ve Karpaz Yarımadası’ndan bulunan Amerikan füze rampaları (Cruise füzeleri için olduğu söylenmektedir), buralara ne amaçla yerleştirildi? Türkiye ile ABD’nin bir askeri üs olmadığını öne sürdükleri Geçitkale havaalanı, niçin Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’nun en büyük askeri tesisi olarak yapıldı? Güney’deki Trodos Dağları üzerinde, Mia Milya ve Ayia Napa’daki Amerikan dinleme istasyonları ne işe yarıyor? Kıbrıs gibi küçük bir adadaki ABD Büyükelçiliği’nin personel sayısı niçin 1200?
Türkiye, son zamanlarda BM raporlarına da yansıdığı gibi, bir yandan Kıbrıs’ın kuzeyindeki asker sayısını artırırken, öte yandan da hem taksim çizgisi boyundaki tanklarını modernleştirdi, hem de sayıca artırdı. ABD’nin, işgal altındaki bölgede Türkiye ile ve güneydeki Ağrotur ve Dikelya İngiliz üslerinde İngiltere ile yaptığı anlaşmalar, şimdilik Washington’un ihtiyaçlarını karşılıyor ve bölgesel müdahale ile ilk nükleer Amerikan darbesiyle ilgili planlara denk düşüyor.
Oysa Sovyet önerilerinin 3. maddesi şöyle der: “Bir çözüm için Ada topraklarının bağımsızlık statüsüne uygun olarak tamamen askerden arındırılması kaçınılmazdır. Ada’nın başka devletler tarafınan askeri maksatlar için kullanılması kabul edilemez. Yabancı devletlerin bütün askerleri Ada’dan çekilmeli ve yabancı üslerin ve tesislerin faaliyetine son verilmelidir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliği ve bağımsızlığını kısıtlayan dengesiz anlaşma ve sözleşmeler iptal edilmelidir.”
İşte Rum ve Türk Kıbrıslılar’ın ve bölge halklarının özlemini dile getiren bir madde. Nitekim her iki toplum liderinin altına imza attıkları Doruk Anlaşmaları da Ada’nın askersizleştirilmesini öngörmüyor muydu? O halde Denktaş niçin Sovyetler’in önerisini bir tuzak olarak nitelendirmeye yelteniyor? Her iki kesimin de temsil edileceği ve Kıbrıs sorununun sadece uluslararası yönlerini görüşüp karara bağlayacak olan böylesi bir konferansa karşı çıkanlar, Ada’nın toprak bütünlüğü ve birliğinin yeniden sağlanmasını istemeyenlerdir. Kıbrıs’ın sürekli olarak bir barut fıçısı halinde kalmasından çıkar umanlardır.

(“Ertan Yüksel” imzası ile, Ekonomi ve Politikada Görüş, aylık dergi, İstanbul, Sayı: 8, Temmuz 1987 - Not: Bu makalenin biraz daha uzun olan ilk şekli “Ertan Yüksel” imzasıyla ve “15-20 Temmuz’un 13. Yıldönümünde Kıbrıs Sorunu ve Uluslararası Konferans Önerisi” başlığı ile Söz gazetesinde, Sayı:1441, 17 Temmuz 1987 çıktı.)

BARIŞ YILINDA SOSYALİST ÜLKELERİN BARIŞ PROGRAMI


Birleşmiş Milletler Örgütü, BM Kuruluş Bildirgesi’nin yürürlüğe girmesinden 40 yıl sonra, 24 Ekim 1985’de, 1986 yılını “Dünya Barış Yılı” olarak ilan etmişti. İnsanlığın 1981 yılından beklediği, uluslararası güvenliğim güvence altına alınması, silahlanmanın sınırlandırılması ve silahsızlanma için büyük adımların atılmasıydı. Sovyetler Birliği ve sosyalist topluluk üyesi diğer devletler, bu bekleyiş doğrultusunda çalışmışlar ve herkesin güvenlik içinde olacağı bir dünya oluşturmak ve milyarlarca insanın ümidi olan savaşsız bir dünyaya adım adım yaklaşmak için çaba harcadılar. Askeri ve politik alanda olduğu gibi, ekonomik ve insancıl alanlarda da, uluslararası güvenliğe ilişkin kapsamlı bir sistemin yaratılması ve buna Avrupa kıtası yanında Asya-Pasifik bölgelerinin de katılması için birçok girişimlerde bulundular.
15 Ocak 1986’da Sovyetler Birliği’nin sunduğu barış önerileri, 20. yüzyılın sonuna kadar üç aşamalı olarak, nükleer silahlar ve diğer kitlesel kırım silahlarının tam olarak ve dünya çapında yok edilmesini öngörüyordu. Varşova Paktı’na üye devletler ise, 10-11 Haziran’da Budapeşte’de yaptıkları toplantı sonunda çabaların, özellikle şu doğrultularda birleştirilmesi çağrısında bulundular:
-Bütün nükleer denemelerin durdurulması, nükleer silahsızlanma yolunda büyük ve kolayca atılabilecek bir adım olacak ve yeni tip nükleer silahların geliştirilmesi ve yaratılmasını önleyecektir. Bunun için SSCB ile ABD, iki yanlı olarak, nükleer denemelere moratoryum koymalı ve bu denemelere –sıkı denetlemelere tabi- kapsamlı bir yasak getirmek için derhal görüşmelere başlamalıdırlar. SSCB, Hiroşima’ya atom bombası atılmasının 40. Yıldönümü olan 6 Ağustos 1985 günü, tek yanlı olarak bütün nükleer denemelerini durdurmuş ve ABD ile diğer nükleer güce sahip devletlere, kendi örneğinin izlenmesi çağrısında bulunmuştu. Önce 1985 yılı sonuna kadar olan bu moratoryum, daha sonra çeşitli defalar uzatılmış ve son olarak 18 Ağustos’ta, her iki tarafça kabul edilebilecek bir anlaşmaya varılmasını kolaylaştırmak için, 1 Ocak 1987’ye kadar uzatılmıştır.
-Varşova Paktına üye ülkeler 10-11 Haziran’da yapılan Budapeşte Toplantısı’nda Avrupa’daki Sovyet ve Amerikan orta menzilli füzelerinin tamamen yok edilmesi önerisini yaptılar. Ayrıca Büyük Britanya ile Fransa’nın sözkonusu nükleer silahlarının sayılarını artırmamaları ve ABD’nin stratejik ve orta menzilli füzelerini başka ülkelere vermemesi isteniyordu. Sovyetler Birliği ise, Asya’daki orta menzilli füzelerinin sayısını artırmayacaktı. Avrupa’daki ABD orta menzilli füzeleri tamamen ortadan kaldırılacak olursa, Alman Demokratik Cumhuriyeti ile Çekoslovakya topraklarındaki uzun menzilli Sovyet taktik füzeleri de kaldırılacaktı.
-Sovyetler Birliği’nin 15 Ocak’taki kapsamlı önerilerinde, SSCB ile ABD’nin 5-8 yıl içerisinde stratejik saldırı silahlarının sayısını yüzde 50 oranında azaltmaları ve uzay saldırı silahlarının geliştirilmemesi, denenmemesi ve yerleştirilmemesi isteniyordu. ABD’nin bu öneriler karşısında suskun kalmasına rağmen, Mihail Gorbaçov, 16 Haziran ‘da bir ara çözüm önerisi getirdi.
-Füzesavar sistemlere ilişkin olarak varılacak anlaşmaya en az 15 yıl bağlı kalınmalı ve SDİ çalışmaları sadece laboratuvarda yapılmalı.
-Stratejik saldırı silahlarının (kıtalararası balistik füzeler, denizaltılardan atılan balistik füzeler ve stratejik bombardıman uçaklarının) sayısı her iki taraf için aynı düzeyde sınırlandırılmalı.
-SSCB, 15 Ocak tarihli silahsızlanma programında kimyasal silahların yasaklanmasına ve var olanların yok edilmesine ilişkin etkin ve denetlenebilir uluslararası bir anlaşmanın bağlanması için yürütülmekte olan görüşmelerin hızlandırılmasını önerdi. Sovyetler Birliği, kimyasal silah üreten fabrikaların yerini zamanında bildirmeye ve bu tür silahların üretimini durdurmaya hazır olduğunu duyurdu. Anlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra, var olan kimyasal silah depolarını yok etme ve bu işlemin, yerinde, uluslararası denetim de içinde olmak üzere sıkı denetim altında yapılmasını önerdi.
-Varşova paktına üye ülkeler, Budapeşte Toplantısı’nda asker ve silah yoğunluğunun tehlikeli boyutlara ulaştığı Avrupa Kıtası’ndaki askeri birlikleri ile konvansiyonel silahların sayısında indirime gidilmesini önerdiler. Buna göre,
         *Kara Kuvvetleri’yle taktik hava kuvvetlerinin bütün birimlerinde, 1000 km’ye kadar erişebilen nükleer füzelerin sayısında önemli ölçüde indirime gidilmeli
     *Kuvvet indirimi yapılacak coğrafi bölge, Urallar’dan Atlantik’e kadar bütün Avrupa’yı kapsamalı
        *Avrupa’daki kara kuvvetleri ile konvansiyonel silahlarda indirim yapılması, adım adım ve askeri dengenin bozulmamasına dikkat ederek ve bir diğer tarafın güvenliğini zedelemeyecek şekilde olmalıdır.
        *İlk adım olarak 1 veya 2 yıl içinde her iki karşıt ittifak üyesi devletlerin askeri birlik sayılarında bir defaya mahsus olmak üzere 100-150 bin askerlik bir indirim yapılmalı
       *1990’lı yılların başındaki Avrupa’daki her iki ittifaka ait kara kuvvetleri ve taktik uçakların sayısı, bugünkü düzeyin yüzde 25 kadar altına çekilmeli. Böylesi bir indirim, her iki tarafta yarım milyon kişilik bir azaltma tutacaktır.
       *Kara kuvvetleri ve konvansiyonel silahlardaki indirim, güvenilir ve etkin denetim altında olmalı ve hem teknik araçlarla, hem de yerinde denetlemeye kadar, uluslararası yöntemlerle gözetlenmelidir. 

(“Kemal Alpınar” imzası ile, Ekonomi ve Politikada Görüş, aylık dergi, İstanbul, Ocak 1987, Sayı:2)