14 Ekim 2023 Cumartesi

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KIBRIS SOLU’NUN ORTAK EYLEM SORUNSALI

Kıbrıs Solu’ndan söz ederken önce, bundan neyi kastettiğimizi açıklamalıyız. Kıbrıslı Rum yazar Kiriyakos Cambazis, “Bir Mitin ifşası” adlı kitabında Kıbrıs Rum toplumunun milliyetçi liderliğinin “yayılmacı” bir anlayışla Kıbrıslı Türkleri, “Kıbrıs halkı” tanımına dahil etmediği vurgulamaktadır. Bu durumda Kıbrıs halkı, sadece adada yaşayan çoğunluktaki Rum toplumundan oluşacağından, onların Yunanistan’la birleşme talepleriyle uyuşmayan Kıbrıs Türk toplumunun da dışlanmış olması, siyasal bütünlük açısından bir zorunluluk olmaktadır.

AKEL VE AZINLIKLARIN DIŞLANMASI

Cambazis, 1926’da kurulan ve milliyetçilerin Enosis hedefine karşı politika geliştiren Kıbrıs Komünist Partisi (KKP)’nin, adanın tam bağımsızlığını kendine ana hedef olarak koyduğunu ve bunun sadece iki cemaatin ortak mücadelesiyle başarılabileceğini savunduğunu yazmaktadır (Lefkoşa 2013, s.55).

Oysa KKP’nin yerini alan ve “Kıbrıs Emekçilerinin İlerici Partisi” olarak kendini tanımlayan AKEL’in liderliği ise, milliyetçi Kıbrıs Rum liderliği gibi “Kıbrıs halkı = Kıbrıs Rum toplumu” tanımını benimsemekte ve başta Kıbrıs Türk toplumu olmak üzere Maronit, Ermeni, Latin gibi diğer dini grupları da ortak siyasal mücadeleden dışlamaktaydı.

Kitabında AKEL’in Enosis politikasını ve Kıbrıslı Türklere yaklaşımındaki hatalarını eleştiren üyelerin varlığı ve görüşleri hakkında bizlere bilgiler de veren Cambazis, partinin “Neos Dimokratis” adlı dergisinde yer alan ve AKEL  Politbüro üyesi ve Kıbrıs Türk toplumundan sorumlu Pavlakis Yorgiyu’nun kaleme aldığı “AKEL ve Azınlıklar” başlıklı bir makalesinde (Sayı:12, 1954, s.294-297) şunları yazdığını aktarmaktadır:

“AKEL, hem Rum halkını mücadelenin zorluklarıyla ilgili eğitmemiş, hem de azınlıkların rolünü küçümsemiştir. Bu sebeple de hiçbir zaman azınlıklara hitap etmemiş, onları hiç aydınlatmamış ve mücadeleye çağırmamıştır... Ayrıca Türk azınlığın ilerici partimiz tarafından yok sayılması, ya da küçümsenmesi bu şovenizmin bariz bir ifadesinden başka bir şey değildir.” (s.31)

Cambazis,  bu alıntıyla ilgili dipnotunda ise şu değerlendirmeyi yapmaktadır:

“Alıntıda sözü geçen küçümseme, emekçi toplantılarında ve parti belgelerinde Türk dilinin kullanılmaması ile sınırlıdır. Tabii, dilsel iletişim temel bir etken teşkil etse de, tek etken değildir. Kıbrıslı Türk emekçilerin tepkisi, AKEL’in destek verdiği ilhak siyasetiyle ilgiliydi. AKEL yönetimiyse, bunu, dilden ötürü tezlerini açıklamasının mümkün olmadığı şeklinde yorumluyor ve altta yatan sebepleri incelemeyi reddediyordu.” (s.31)

Ben de, “Sol ve Kıbrıs Sorunu” grubunun daha önce düzenlemiş olduğu toplantılarda, 2018’de “Kıbrıs’ta Ortak Sınıfsal Mücadelede Dil Sorunu (1924-1954) ve 2020’de de  “Kıbrıslı Rumların Enosis Sorunu ve Kıbrıslı Türklerle Siyasal İşbirliği (1902-1941” başlıklı bildirilerimde bu konulara değinmiştim.

ENOSİS’TEN FEDERASYON’A

AKEL Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas, Kıbrıslı Türk gazetecilerle 1989’da yaptığı bir basın toplantısında, enosis konusuyla ilgili olarak kendisine yöneltilen bir soruyu şöyle yanıtlamıştı:

“Şimdiki programımız 1962’de onaylandı ve hâlâ değişmedi. O zaman hedef tam bağımsızlıktı. O günün koşullarında Türkler dağınıktı ve federasyon için koşullar yoktu. 1974’den sonra iki ayrı bölge ve federasyon için koşullar oluştu. Bizce çözümde Türkler Kuzeyde, Rumlar Güneyde yaşamalı ve Türkler Kuzeyde çoğunlukta olmalı. Bütün bu görüşler yenidir ve doğal olarak 1962 koşullarında öngörülemezdi. Programımızda değişiklik yapılması gerekir. O program bugün geçerli değildir. Geçerli olan 1974’den sonra alınan parti kararlarıdır. Şimdi gündemde olan federasyondur ve enosis ve taksim ebedi olarak gömülmelidir. Enosis’ten boşandık, enosis artık gömüldü.” (Halkın Sesi, 19-23 Nisan 1989)

13 Ekim 2000 akşamı AKEL’in düzenlediği bir etkinlikte konuşan Parti Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas, Kıbrıs'ın uzun yıllar ve çetin mücadeleler sonucu bağımsızlığını kazandığını, bu mücadelede halkın çoğunluğunun yer aldığını, ancak iç cephede bazı hatalar olduğunu ve Kıbrıs Türk faktörüne gereken dikkatin verilmediğini söyledi (Kıbrıs gazetesi, 16 Ekim 2000).

Kıbrıs Rum solu’nun en büyük partisi olan AKEL’in Kıbrıs Türk toplumunu dışlayan politikası hakkında Hristofyas'ın yaptığı bu önemli saptama, bana 1952 yılında “Demokratis” gazetesinde çıkan bir makaleyi anımsatmış ve “Yusuf Aydın” takma adıyla kaleme aldığım, “AKEL ve Kıbrıs Türk Faktörü” başlıklı bir makalede, şu önemli noktayı bir kez daha vurgulama ihtiyacını hissetmiştim:

“Ama ne yazık ki, Kıbrıs işçi sınıfının partisi olmakla övünen AKEL'in bizzat kendisi, Kıbrıs Türk faktörüne gereken dikkati hâlâ daha vermemektedir.” (Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek, Sayı:58, Kasım-Aralık 2000)

Yakıcılığını yitirmeyen bu konuya parmak basan ve yarım yüzyıl önce konuya gereken dikkatin verilmesini isteyen bu tarihsel makale, AKEL’in yayın organı “Demokratis”ten alınarak, 19 Mart 1952 tarihli Halkın Sesi gazetesinde de Türkçeye çevrilerek yayımlanmıştı. “Kıbrıs Halkının Kurtuluş Mücadelesi. (Yazan: G.İoannidi, K.Koliyannis, P.Rusu, Çeviren: K.Muhtaroğlu) =Türk Azınlığı=" başlıklı bu makalede diğer şeyler yanında şöyle denmekteydi:

“AKEL Türk azınlığına, Yunanistan'la ilhakta temin edilecek müstakil idarenin Kıbrıs Türklerine bol otonomi, Milli, Dil, Siyasi, Dini ve sairde gelişme sağlayacağını veciz ve hassas kelimelerle açıklamalıdır. AKEL eğer Türk azınlığı işçisini de, siyasi sahada ve teşkilat olarak nüfuz edip kazanmaya muvaffak olmadıkça, Kıbrıs halkının mücadele partisi lideri olmayacaktır.”

Mart 1952’de Demokratis’te çıkan bu uyarıların haklılığı o zaman kabul edilmiş ki, PEO, Kasım 1952’de Kıbrıslı Türk üyeleri için ayrı bir Türk Dairesi kurdu. AKEL’in de ayrı bir Türk Bürosu kurduğu haberi, 1954 yılı Haziran ayı içinde Kıbrıs Türk basınında yer aldı. Halka dağıtılan “AKEL Türk Kolu Dairesi” imzalı ilk bildiri ise, 20 Ekim 1954 tarihli Halkın Sesi gazetesinde tam metin olarak yayımlandı. (A.An, Kıbrıslı Türklerde Sınıf Sendikacılığından Etnik Sendikacılığa Geçiş ve İşçi Muhalefeti, Lefkoşa, 2005, s.208-212)

Cambazis, kitabında AKEL’in savunduğu Enosis konusu hakkında Türk üyelerin tutumuna ilişkin olarak şunları yazmaktadır: “Maalesef, AKEL yönetiminin parti üyesi Türkleri de bilgilendirdiğine veya bilgilendirmişse bile, bu üyelerin tepkisinin nasıl olduğuna dair herhangi yazılı bir belge bulunmamaktadır.” (s.25)

Ben de “İşçi Sınıfımızın İlk Öncüleri-1958’e Kadar Emek Hareketinde Kıbrıslı Türkler” başlıklı kitabımda (Khora Yayınları, Lefkoşa Ocak 2011), önemli ve hassas olan AKEL’in Enosis politikası ve Kıbrıslı Türkler konusuna da yer vermek istemiş, fakat sadece elde edebildiğimiz iki anektodu aktarmıştım. (s.141)

FEDERAL DEVLET

1974 yazındaki faşist Yunan darbesi ve onun ardından Türkiye tarafından adanın taksimi, AKEL dahil Kıbrıs Rum liderliğini federasyon modelini kabul etmeye zorladı. 1965’de SSCB’nin “federal devlet şekli de düşünülebilir” görüşü ile ters düşen AKEL, şimdi hangi gerekçelerle bu modeli kabul etmekteydi?

Bu satırların yazarı olarak ben de, dünyaya işçi sınıfının dünya görüşü çerçevesinde bakmaya başladığım zamandan beri, kafamı kurcalayan birtakım soruları, sempati duyduğum AKEL liderliğine sormayı çok istiyordum. Nitekim, AKEL’e ilettiğim 20 Aralık 1977 tarihli bir mektupta, daha önce parti tarafından şiddetle karşı çıkılan federal çözüm şeklinin kabul edilme nedenlerinin açıklanması talep etmiş ve şu soruları sormuştum:

“AKEL’in 14. Genel Kurulu’ndan önce, Kıbrıslı Türklerle ilgili teorik ve örgütsel sorunlar için bir konferans toplanması yararlı olmayacak mı? Kıbrıs’ta  etnik-siyasal bir bütünleşmenin geleceği nasıl olacaktır?”

Ne yazık ki bu öneriye yanıt bile verilmedi ve “Kıbrıslı Türklere yaklaşım ve milliyetler sorunu” kanayan bir yara olarak iki toplumun ilişkilerinin düzelmesini engellemeye devam etti.

KIBRISLI TÜRKLERLE RUMLARIN ORTAK CEPHESİ

24 Şubat 1989 tarihli AKEL Merkez Komitesi Plenum Toplantısında alınmış olan aşağıdaki karar, bugün de güncelliğini korumaktadır:

“Savaşımımızın utkuya ulaşması ve Kıbrıs’ın kurtuluşu hususunun bir diğer önkoşulu, Kıbrıslı Türklerle Rumların ortak cephesidir. AKEL’e göre bugün, ortak savaşım cephesinin kurulmasının gerçekleştirilmesi görüşü olgunlaşmaktadır. Kıbrıs Rum tarafında ortak bir savaşım vermenin gerekliliği daha geniş halk tabakaları tarafından benimsenmekte, kabul edilmektedir. (...) Kıbrıs Rum toplumu içerisinde geniş bir saygınlığı olan, Türk toplumu içerisinde de saygınlığı olan AKEL, tekrar yakınlaşma ve ortak bir cephe kurma görüşünü pratiğe indirgemek için inisiyatif koyacaktır. Bu görev, hiç de kolay değildir. Kıbrıslı Türk vatandaşlarımızla arzu edilen düzeyde bir görüş birliğine varmak için birçok hususlar vardır ki, tartışılmalı, aydınlığa kavuşturulmalıdır.”

Mayıs 2005’de kaleme aldığım “AKEL’in 80. Yıl Tezlerinin düşündürdükleri” başlıklı yazı dizisinde şunları dile getirmiştim:

“23 Nisan 2003 tarihinde, Kıbrıs Türk tarafının yeşil hattın iki yanına karşılıklı serbest geçişlere sınırlı da olsa izin vermesinden sonra, AKEL’in yeniden yakınlaşma politikasında yeni açılımlara tanık olamadık. İlginçtir, Bağımsız ve Federal Kıbrıs için Temas Grubu’nun Kıbrıslı Türk Koordinatörü Ahmet An tarafından, Kıbrıs’ın kuzeyindeki egemen güç olan Türkiye’ye karşı açılan dava, 12 yıllık bir bekleme süresinden sonra 20 Şubat 2003’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde kazanıldı ve ana konusu, “örgütlenme özgürlüğü”nün engellemesiydi.   

“Bu özgürlüğün elde edilmesinden sonraki ilk ay içinde AKEL Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas’a yönelttiğimiz “AKEL’in 1974’de temasların artık olası olmadığı gerekçesiyle kapattığı Türk Bürosu’nun ne zaman açılacağı”na yönelik sorumuza, “yoldaşların güvenliği” gerekçesiyle olumsuz bir yanıt almamız, verilmesi gereken mücadelenin ne kadar zor olacağının bir işaretiydi. Kaldı ki 2 Aralık 1974 ile 4 Kasım 2003 tarihleri arasında partiye ulaştırılan ve Kıbrıslı Türklerle ilgili teorik ve örgütsel sorunlara yönelik görüş talep eden 30’a yakın mektubun da yanıtsız bırakıldığı bilinmektedir. 

Başka AKEL’cilerle yaptığımız görüşmelerde bize söylenen bir başka gerekçe de şöyleydi: “Kıbrıslı Türk ilerici partiler, AKEL’in ayrı bir Türk kolu kurmasına karşıdır. Kuzeyde halen var olan ilerici partilerin desteklenmesi yeterlidir.”

Oysa bildiğimiz kadarıyla bu destek, zaten yıllardır, her yıl düzenlenen dayanışma piyangolarının biletlerinden satın alma şeklinde sürdürülmektedir. Ne yazık ki parti politikasına “hiçbir eleştiri getirmeden sahip çıkan” kesimler de, “AKEL’in kuyruğuna takılı maşrapa olmamak” için verilen mücadeleler yüzünden, sıfıra sıfır, elde sıfır bir sonuç elde etmektedirler! Bir başka deyişle, bir zamanların “acente”leri, sadece “kötü bir kopya”ya dönüşmüş bulunmaktadır!

Kapıların açılmasından bu yana, AKEL, taksim çizgisinin kuzeyinde Kıbrıslı Türkler için henüz herhangi bir siyasal toplantı düzenlememiştir. CTP ile birlikte oluşturulan ortak komisyonların, nedeni ne olursa olsun çalışmaması bir başka olumsuzluktur. Özellikle Annan Planı’nın oylanması sırasında, AKEL’in “güçlü bir evet için hayır” demesi, Kıbrıs Türk toplumu içinde AKEL’e karşı var olan sempati duygularının yitip gitmesine yol açmıştır. Partinin, federal çözümü benimsemiş olmasına karşın, gerek kendi üyelerini, gerekse genel olarak Kıbrıs Rum toplumunu federal devletin ne olup, ne olmadığı ve iktidarın paylaşılması konularında yeterince aydınlatmadığı ortaya çıkmıştır. (…)

KIBRIS TÜRK SOLCULARLA MÜCADELE BİRLİĞİ YOK

AKEL, gerek yüksek öğrenim gençliğinin sol ideoloji ile yakından ilgilendiği 1968 yılından sonra, gerekse 1974’deki darbe ve işgalin yarattığı olağanüstü koşullarda,  tam da yol gösterici bir Türk Bürosuna gereksinim duyulduğu bir zamanda, Kıbrıslı Türklerden uzak durmayı yeğlemiştir.

Hele Türk Bürosu’nu kapatmakla büyük bir hata yapmış ve yeni koşullarda Kıbrıslı Türk emekçilerin, milliyetçi Kıbrıs Türk liderliğinin ayrılıkçı politikalarına karşı enternasyonalist bir politikayla donanmasını sağlayacak bir önderlikten yoksun kalmasına neden olmuştur. Örgütlenme konusunda yapılan bu yaşamsal hataya, 80. yıl tezlerinde değinilmemesi önemli bir eksikliktir.” (Bu eleştiri yazıları, 15-22 Mayıs 2005 tarihleri arasında Afrika gazetesinde yayımlanmıştır.)

EMPERYALİZM KIBRIS SOLU’NUN BİRLİĞİNİ İSTEMİYOR

ABD’de her yıl yayımlanmakta olan “Uluslararası Komünist Meseleler Yıllığı” adlı kitabın 1990 Yıllığı’nda, Kıbrıs Türk soluna ilişkin şu değerlendirme yer almaktadır:

“Eğer Kıbrıs’ın kuzeyi ile güneyi bir gün “Federal Cumhuriyet”te yeniden birleşecek olursa, her iki toplumdaki sol kanat partilerinin birleşik oy gücünün, bir Cumhurbaşkanlığı seçiminde oyların çoğunluğunu sağlayabileceği tahmin edilebilir.”

İlk defa 1989 Yıllığı’nda dile getirilen ve bir yıl sonra daha açık bir şekilde formüle edilen Amerikan emperyalizminin bu korkusu, ABD’nin neden iki devletli ve adanın taksimine dayanan bir konfederal çözüm peşinde koştuğunu açıklamaktadır. Ayrıca İngiliz ve Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi olagelmiş olan Kıbrıs Türk liderliğinin de “Rum düşmanlığı” ve “toplumların temas ettirilmemesi” politikasının nedenini ortaya çıkarmaktadır. (A.An, ABD’nin Kıbrıs Türk Soluna Bakışı, Sosyalist Gözlem, Ekim 1993, Sayı:5)

1991 Yıllığı’nda ise şu değerlendirme yapılmaktadır:

“AKEL’in Kıbrıs Türk toplumu içinde yasaklanmış olmamasına karşın, parti, “yeşil hat” üzerinden temas sağlamanın zorluğu yüzünden, kuzeyde aktif olmamayı seçmiş bulunuyor.

Kıbrıslı Türkler arasında üç tane sol kanat partisi vardır: CTP, TKP ve YKP... Üç sol kanat partisi de, Kıbrıs sorunu için federal çözümü savunmakta ve buna ulaşmada toplumlararası yakınlaşmanın bir araç olduğuna inanmaktadır. CTP liderine göre, “üç sol kanat partisi de, kendi kendilerine özgüdürler ve hiç biri de Kıbrıs’ın güneyinde veya dünyanın herhangi bir yerindeki her hangi bir partiyi kopya etmemektedirler.” (6 Kasım 1990’da Özker Özgür ile yazar Thomas W. Adams’ın yaptığı kişisel iletişimden öğrenilmiştir.)”

KIBRISLI TÜRKLERİN SOLCU PARTİLERİ

Adanın 1974 Temmuz’undaki olaylar ardından taksim edilmesi ardından kuzeyde toplanan Kıbrıslı Türkler, çeşitli siyasal partiler, sendikalar ve birlikler oluşturdular. Bunların sol kesimde anılanlarının verdikleri mücadeleler, başarıları ve hataları ile bilinmektedir. Günümüzde Kıbrıs Türk solunu siyasal planda temsil etmekte olan partiler şunlardır:

1970 yılı sonunda kurulup, sol sosyal demokrat bir çizgiyi uzun yıllar savunan Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP), bugün liberal bir politikayı benimsemiştir. CTP’nin eski sol çizgisini, bir ölçüde Yeni Kıbrıs Partisi (YKP) devralmıştır. YKP, Toplumcu Kurtuluş Partisi (TKP)’den kopan sol kanat tarafından 1989’da kurulmuştur. Özker Özgür ile birlikte CTP’den ayrılanlar, 1998’de YKP ile birleşerek Yurtsever Birlik Hareketi (YBH)’ni oluşturmuş, ama sonradan ayrılıp, 2002’de Birleşik Kıbrıs Partisi (BKP)’ni kurmuşlardır. Sağ sosyal demokrat görüşteki Toplumcu Demokrasi Partisi (TDP), 1976’da kurulan TKP’nin günümüzdeki devamı olup, kendini yeniden üretemediğinden gelişememektedir. 

Bu dört siyasal partinin üye ve yandaşlarının bir kısmı, işçi, öğretmen ve diğer memur sendikalarında o görüşlerin izdüşümlerini oluşturmaktadır. Bu yapılanmalardan bağımsız, siyasal bir görüş sahibi olan Kıbrıs Türk solunun diğer unsurları, dönem dönem bazı yayın organlarında veya kendi dergi veya gazetelerinde düşüncelerini aktarabilmekte, ya da belli dar arkadaş grupları şeklinde varlıklarını sürdürmektedirler. “Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek” dergisi çevresinin 2002’de kurduğu Kıbrıs Sosyalist Partisi ile “Baraka Kültür Derneği” çevresinin 2018’de kurduğu Bağımsızlık Yolu örnek olarak verilebilir.

Birkaç istisna dışında bütün bu örgütlenmelerin, TMT’nin 1958’de uyguladığı kanlı tedhiş ve baskıyla susturulmuş olan Kıbrıs Türk solunun birikime sahip çıkmaması, dikkate değer bir husustur. Bugünkü politikalarını, eski sol geleneğin hata ve sevabıyla savunduğu ilkelere dayandırmayan bu partiler, Kıbrıs Türk toplumuna, içine düşürüldüğü siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel çıkmazdan çıkış yolunu da açıkça gösterememekte, son çözümlemede onu, çaresiz bırakıp erimeye terk etmektedirler.

Kıbrıs Rum kesimindeki siyasal partilerin hemen hepsi de, adanın taksimine karşı olup, Kıbrıs sorununun iki toplumlu, iki kesimli federal bir devlet yapısıyla çözümlenmesini ve adada 49 yıldan beri askeri güçle dayatılan oldu-bittilere bir son verilmesini talep etmektedir. Kıbrıs Rum solunun örgütlü en büyük partisi olan AKEL’in son başkanlık seçimlerindeki adayının, %48 oranında oy topladığını hatırlatalım.

GÜNÜMÜZDEKİ ENGELLER

Kıbrıs Türk liderliğinin taksimci ve ayrılıkçı politikalarına karşı, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yeniden federal bir çatı altında örgütlenmesi ve adamız üzerinde yaşayan iki ana etnik-ulusal toplum olan Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türkler arasında dostluk ve işbirliğinin yeniden kurulması için güçlerini birleştirmesi gereken Kıbrıs Türk ve Rum solu, bir an önce yeni bir durum değerlendirmesi yapmalıdır. Bağımsız ve federal bir Kıbrıs Cumhuriyeti’ne giden yoldaki zorlukların aşılması için, sahte solculardan arınmak ve mücadeleyi yeni baştan örgütlemek artık kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmiştir.

Federal çözümü savunanlar, her iki taraftaki seçmenlerin %48'ini oluşturmasına rağmen, ne yazık ki birleşik bir federal devlet hedefinden uzağız. Her iki taraftaki federalist başkan adayları olan Akıncı ile Mavroyannis, şeçimleri kazanamamalarının ardından siyasetten istifa ettiler. Zaten Crans Montana'daki toplumlararası müzakerelerin çökmesinden sonra, Kıbrıs Türk tarafı federal bir çözüm için temel alınan BM parametrelerini terk ederek, “iki ayrı devlet” politikasını savunmaya başladı.

Oysa şimdi, federal anayasasının imza aşamasına geldiği birleşik bir Kıbrıs için savaşmak amacıyla, bir tüm-Kıbrıs Federalistler Cephesi kurmanın tam  zamanıdır. Bu mücadelede, federal çözüm yanlısı görünüp de, konfederal çözümü veya nihai taksimi destekleyenlerin deşifre edilmesi kaçınılmazdır. Burada kastettiğimiz, CTP’nin sözde federalist politikasıdır. "Federalist" olduğunu söyleyen CTP Genel Başkanı Tufan Erhürman, bu doğrultudaki çözüm mücadelesini sürdürmeyerek, meydanı ayrılıkçılara bırakmıştır.

Aynı Erhürman, Birleşik Kıbrıs - İki toplumlu Barış İnisiyatifi’nin CTP, TDP, DİSİ ve AKEL liderleri ile 11 Şubat 2019’da Lefkoşa’daki ara bölgede gerçekleştirdiği “İki Toplumlu Tartışma Paneli”nde, KTOEÖS Başkanı Selma Eylem’in “Kıbrıs’ın kuzeyi bugün TC’nin arka bahçesi haline getirilmiştir” şeklinde özetlenecek konuşmasını, “KKTC Başbakanı olmasam bile, bütünüyle reddederim” diyerek, anlatılanlara katılmadığını açıklaması, CTP’nin izlediği ve işgalci ülkeyi suçlamama politikasının en açık kanıtıdır.

Ayrıca 28 Mayıs 2022'de, CTP Kadın Örgütü'nün 10. Olağan Kurultayı'na katılan POGO Kadın Hareketi Genel Sekreteri Skevi Koukouma’nın konuşmasından sonra söz alan Erhürman, Koukouma’nın “Burada yaptığı konuşmada kullandığı bazı terimleri CTP olarak kabul etmediğimizi bizim işgâl altındaki bölge terminolojisini reddettiğimizi açık bir şekilde söylemek yükümlülüğü ve sorumluluğu altındayım" diyerek, yeniden tekrarlamıştır.

Federal çözüm yanlılarının seçim başarısızlığının altında yatan en önemli etken, işgalci gücün müdahaleleri yanında, buralara aktarılan ve "yurttaş yapılmış" nüfusun, Meclis’te sandalye elde etme yarışında oy deposu olarak kullanılmasıdır.

İşgali ve işgalciyi gizleyerek yapılan günübirlik hükümet eleştirileri, "biz daha iyi işbirliği yaparız"dan öteye bir amaca hizmet etmemektedir. Federal Kıbrıs'tan yana olan çözüm güçleri toparlanıp, bir araya gelerek, Kıbrıs Rum kesimindeki federalistler ile bir an önce ORTAK SİYASAL bir platformda buluşmanın yollarını aramalıdır! Sadece ortak bildiriler yayımlamak yetmiyor, uluslararası topluma sesimizi duyurmalıyız!

(14 Ekim 2023 tarihinde Lefkoşa’daki ara bölgedeki “Dayanışma Evi”nde “Sol ve Kıbrıs Sorunu” adlı kuruluş tarafından düzenlenen “Kıbrıs Solu’nun Ortak Eylemi” konusunun işlendiği 5. Yıllık Konferans’a sunulan ve zaman darlığı nedeniyle sadece son iki başlığı okunan bildirinin tam metni)

11 Haziran 2023 Pazar

İŞGAL ALTINDAKİ BÖLGEMİZDE KC YURTTAŞI KT SEÇMEN SAYISI AZINLIĞA DÜŞÜRÜLDÜ!..

 

"KKTC" DENEN YASADIŞI VARLIĞIN, ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERE RAĞMEN "GÖÇMENİSTAN" OLMASINA NEDEN SES ÇIKARILMIYOR?!

TÜRKİYE’NİN “GÖÇMENİSTAN” OLMASI İSTENMİYOR, AMA 49 YILDIR TÜRKİYE’NİN İŞGALİ ALTINDA TUTULAN KC’NİN KUZEY TOPRAKLARINA NEDEN TC’Lİ YERLEŞİMCİLER DOLDURULDU VE NEDEN “KKTC YURTTAŞI” YAPILIP, ONLARA SEÇİMLERDE OY KULLANDIRILIYOR?

Oysa 2 Ağustos 1949 tarihli “Savaş Zamanlarında Sivil Kişilerin Korunmasına İlişkin Dördüncü Cenevre Sözleşmesi”nin 49(6). maddesi, yabancı bir ülkenin düşmanca işgali durumuyla ilgili olarak şöyle diyor:

“İŞGALCİ GÜÇ, İŞGAL ETTİĞİ BÖLGEYE, KENDİSİNE AİT SİVİL NÜFUSUN BİR KISMINI AKTARAMAYACAK VEYA SÜRGÜN YOLUYLA GÖNDERMEYECEKTİR."

“Göçmenistan tanımından hareketle hem TC'de, hem de KC ve onun işgal altında tutulan topraklarında yasadışı olarak ilan edilmiş "KKTC"deki bazı nüfus, vatandaşlık ve seçmen verilerine bir bakalım:

TÜRKİYE’DE,

- 18 Mayıs 2022 tarihinde Göç İdaresi Uyum ve İletişim Genel Müdürlüğü verilerine göre en az 5 milyon 506 bin 304 yabancı bulunuyordu.

- Göç İdaresi Başkanlığı’nın 18 Ağustos tarihinde açıkladığı son verilere göre Türkiye’de yaşayan Suriyeli sayısı toplam 3 milyon 652 bin 813 kişi idi. Türkiye genelinde yaşayan Suriyelilerin Türkiye vatandaşlarının nüfusuna oranıysa yüzde 4,14 olarak ortaya çıkıyor.

- Nüfus ve Vatandaşlık İşleri verilerine göre 19 Ağustos 2022 itibariyle Türkiye vatandaşlığı alan Suriyeli sayısı 211 bin 908’e ulaşmıştı. Öte yandan Türkiye’de vatandaşlığa sahip olan 104 bin 976 Ahıska Türkü, 7001 Uygur Türkü ve 39 bin 294 Afganistan uyruklu kişi bulunuyor. (18 Ağustos 2022 – diken.com.tr)

21 Mayıs 2023’de Facebook’taki sayfamızda şöyle uyarmıştık:

DİKKAT: Kıbrıs'ta kurulan seçim sandıklarında toplam 1,462 Yunanlı seçmen oy hakkına sahipken, ADAMIZIN İŞGAL ALTINDAKİ BÖLGESİNDE 140,111 TC UYRUKLU SEÇMEN VAR VE ONLAR DA BUGÜNLERDE OY KULLANDI. BU YÜZ KAT FAZLA SAYIDAKİ TC'Lİ NÜFUS, AB ÜLKESİ OLMAYAN TC'DEN,  AB TOPRAĞI SAYILAN İŞGAL BÖLGEMİZE YASADIŞI OLARAK YAPILMIŞ NÜFUS AKTARIMININ EN AÇIK BİR GÖSTERGESİDİR!.. ;-(( 

16 Mayıs 2023’de ise şunları yazmıştık:

KIBRISLI TÜRKLERİN SAYISI, İŞGAL BÖLGESİNDEKİ NÜFUSUN ÜÇTE BİRİ ORANINA MI İNDİ?

2 Ağustos 1949 tarihli 4. Cenevre Sözleşmenin 49(6). Maddesi, “İşgal gücü, kendi nüfusunun bir kısmını, işgal ettiği bölgeye zorla göndermeyecek veya aktarmayacaktır” demektedir.

Oysa 1974 yazından beri adamızı askeri işgal altında tutan Türkiye Cumhuriyeti (TC), Kıbrıs’ın demografik yapısını yasadışı olarak değiştirmeyi sürdürmekte ve işgal altındaki bölgeye taşıdığı yerleşimcilere “KKTC yurttaşlığı” vererek, seçimlere katılmalarını sağlamaktadır.

                                              ***

14 Mayıs 2023’de yapılan TC seçimleri nedeniyle, resmi makamlar tarafından yapılan açıklamalar göz önünde bulundurulacak olursa, adamızın TC işgali altında bulunan bölgesindeki TC uyruklu seçmen sayısının 2014 yılından 2023’e kadar geçen süre içinde 47,940 kişi artarak,  92,171’den 140.111’e yükseldiği anlaşılmaktadır.

Aynı süre içinde, “KKTC” denen ayrılıkçı yapıda yaşayan seçmen sayısı 29,525 kişi artarak, 175,258’den 204,783’e yükselmiştir. Bu rakama dahil olan KC kimliğine sahip Kıbrıslı Türklerin sayısı ise, bilinmemektedir.

                                                 ***

2019 yapılan KC Avrupa Parlamentosu üyeliği seçimlerinde, KC kimliğine sahip KT seçmen sayısı 81,611 kişi olarak açıklanmıştı. Bunların hepsinin adada ikamet ettikleri kabul edilse bile, adamızın işgal altındaki bölgesindeki seçmen yaşındaki nüfus içinde, KC kimliğine sahip Kıbrıslı Türklerin sayısının, üçte bir kadar bir oranı oluşturduğu tahmin edilebilir.

                                                  ***

İŞGAL BÖLGEMİZDEKİ “ALT YÖNETİM” İLE İŞGALCİNİN “ÜST YÖNETİM”İ ARASINDA İMZALANAN ÇEŞİTLİ ALANLARDAKİ PROTOKOLLERLE, KIBRISLI TÜRKLERİN KURUMLARI ELE GEÇİRİLEREK, YERLEŞİMCİ SÖMÜRGECİLİK SÜRDÜRÜLMEKTEDİR. ULUSLARARASI KURULUŞLAR İSE, NE YAZIK Kİ BU DURUMA SEYİRCİ KALMAKTADIR.

25 Mayıs 2023

5 Mayıs 2023 Cuma

1960 KIBRIS ANAYASASINA NEDEN DÖNÜLEMEZ ve ÇIKIŞ YOLUMUZ…

Konuya dar milliyetçi açıdan bakarak, içine itildiğimiz taksim çıkmazından kurtulmak olası değildir. Türkiye, 1923’deki Lozan Antlaşmasında, Kıbrıs adası üzerindeki İngiliz egemenliğini tanıdığını kabul etmişti. Türkiye’nin Kıbrıs’a yeniden taraf yapılması, İngiliz emperyalizminin 1955 yılında örgütlediği Londra Konferansı ve İstanbul’daki 6-7 Eylül olayları kışkırtması sayesindedir.

ABD ve NATO’nun adamız ve bölgemiz üzerindeki emperyalist emelleri, adayı 1960’da terk etmek zorunda kalan İngiliz emperyalizminden devralınmıştır. Adayı Yunanistan’a bağlamak (enosis) hedefiyle İngiliz sömürge yönetimine karşı başkaldıran Kıbrıslı Rum toplumunun karşısına, adanın bölünmesi (taksim) planıyla Kıbrıslı Türk toplumunu çıkartan da İngiliz-Amerikan ikilisidir. Bu oyunda emperyalizmin elinde stratejik bir alet olan, Kıbrıs Türk liderliği ve adadaki diğer işbirlikçilerdir.

1960’da iki toplumun ortaklığına dayalı olarak kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü garanti etmiş ülkelerden biri olan Yunanistan, 1974 yazında darbe yapmış, öteki, yani Türkiye bunu vesile ederek, adayı işgal ve taksim etmiş, eski sömürgeci İngiltere de olanları perde gerisinden seyretmiştir.

NE OLMUŞTU?

1960-63 döneminde sorunlar çıkaran ve uygulanması ile Anayasa Mahkemesi’ne giden 1960 Anayasası’nın 13 maddesi, Başkan Makarios tarafından tek taraflı olarak değiştirilmek istenince, toplumlar arasında çatışmalar başlatılmış ve ardından Kıbrıs Türk toplumuna, sadece Kıbrıslı Rumlara ait olacak bir devlet içinde “Azınlık Hakları” tanınmak istenmişti.

1968-74 dönemi görüşmelerinde Kıbrıs Türk toplumunun görüşmecisi Rauf Denktaş, bu 13 değişikliğin hemen hemen hepsini kabul etmiş ve yerel Kıbrıs Türk polisi ısrarından da en sonunda vazgeçmişti. Bu husus, görüşmeleri değerlendiren gerek Poliviyos G. Poliviyu, gerekse Glafkos Kliridis’in kitaplarında yer almaktadır. Ama emperyalizmin amacı bağlantısız bir dış politika güden Kıbrıs Cumhuriyeti’ne son vermek olduğundan, imzalar atılamadı.

EMPERYALİZM NE İSTİYORDU?

1963 yılı sonunda, anayasal uyuşmazlık ardından toplumlararası çatışmaların patlak vermesiyle, ABD ve İngiltere, adaya 10 bin kişilik bir NATO askeri birliğinin gönderilmesini önerdi, ama Başkan Makarios bunu reddetti. Onun yerine BM Barış Gücü’nün gelmesine rıza gösterdi. Temmuz 1964’de ABD’nin sunduğu Acheson Planı’nda, Karpaz yarımadasında Türkiye’ye verilecek bir askeri üs karşılığında, adanın Yunanistan’a bağlanması (enosis) önerisini Türkiye kabul etmişti, ama Makarios reddetti.

Nihat Erim’in anılarındaki şu bilgiler önemlidir! “General Turgut Sunalp, askeri bakımdan Karpas yarımadasından daha büyük bir bölge ihtiyacını anlattı... Yani böylece Türkler adanın %25-30’unda hak sahibi olabileceklerdi.” (s.374) “Makarios ayrıca Acheson planı için “Bu, adı konmamış bir taksim planıdır, asla kabul edilemez” diye ilan etmiş” (s.375) “Acheson, ayrıca Türkleri yarımadada deniz ve hava üsleri kurarak, Türkiye’nin Ada’ya yakın kısımlarıyla ortak bir savunma manzumesi meydana getireceklerini, ancak kendisinin eksper olmadığını, prensiplerde mutabakata varıldıktan sonra ayrıntıların görüşülmesinin uygun olacağını söylemiş.” (s.377-378) “Mr. Acheson planında Enosis, evet ama ikili enosis var, yani Türkiye’nin hükümdarlığına terk edilecek bir toprak parçası ile birlikte...” (s.421)

ADA SONUNDA TAKSİM EDİLDİ!

Haziran 1971’de Lizbon’da yapılan NATO toplantısında Yunanistan ve Türkiye’deki askeri cuntaların Dışişleri Bakanları, Başkan Makarios’un ortadan kaldırılarak, ikili enosise (taksim) gidilmesinde anlaştı. Nisan 1974’de, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yeni anayasası için yapılmakta olan görüşmeler son aşamaya gelmişken, Temmuz 1974’de Atina’nın darbesi ve Ankara’nın askeri müdahalesi gerçekleşti ve Ağustos 1974’de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprağı taksim edilmiş oldu.

Yeniden başlayan toplumlararası görüşmeler, yine imza aşamasına getirildi, ama Temmuz 2017’de Crans Montana’da yapılan toplantıda, Türkiye’nin adanın kuzeyinde, güneydeki İngiliz toprağı gibi “egemen askeri üs” elde etme talebi yüzünden görüşmeler tıkandı.

Bu öneri, adayı birkaç kez ziyaret eden ABD yetkilisi Victoria Nuland tarafından Kıbrıs Cumhuriyeti yetkililerine önceden duyurulmuş olup, NATO’nun Türkiye aracılığıyla ada üzerinde vesayet kurmasına yönelik eski emelinin bir tekrarıdır. Türkiye’nin “garantörlük” kisvesi altındaki talebi, bu çerçevede değerlendirilmelidir. Amerikan ve İngiliz emperyalizminin, Doğu Akdeniz’deki etkinlik projelerinden ayrı düşünülemez!

KC’YE DÖNÜLECEK, AMA NASIL?

Son 3-4 yıldır, sosyal medyadaki bazı arkadaşlar, “Cumhuriyete geri dönüş hareketi başlatalım” diye görüş dile getiriyorlar. Bir arkadaşın yaptığı çağrıda “Noktasına, virgülüne kadar 1960 Antlaşmalarına sahip çıkmamız, kurtuluşun uzun tek yoludur” denmektedir. Oysa esas kavganın,1960’da %18’lik nüfusa, kamu yönetiminde %30, orduda %40 oranında temsiliyet verilmesiyle başladığı unutulmaktadır.

Kıbrıslı Türk diplomat Alaaddin Gülen’in de anılarında belirttiği gibi, “Kıbrıs’ta %20 nispetindeki Türk azınlığın, %80 nispetindeki Rum çoğunluğuna eşit hale getirmek normal sayılacak bir olgu değildi” (Bellekte Kalanlar, Ankara 1998, s.244). Ama Türkiye Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, nasıl olduysa bunu kabul ettirmişti! Kaldı ki bu Kıbrıs Cumhuriyeti’ni 1960’da kuran Kuruluş Antlaşmaları, konuyla ilgili üç NATO ülkesi tarafından da imzalanmış olup, adamızın bugün taksim edilmesine yol açan “Garanti ve İttifak Antlaşması” ile korunan bir bütünü oluşturmaktaydı.

Evet, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne bu devletin kurucu iki ortağından biri olan Kıbrıslı Türkler dönecektir ve dönmelidir, ama bu, 1960’daki anayasa çerçevesinde olamaz ve olmayacaktır. Kıbrıs Cumhuriyeti’ne dönüş, 1960’daki (Kıbrıslı Rumlar tarafından kabul edilmeyip değiştirilmek istenen ve kavganın başlamasına yol açan) “haklar”a dönüş ile mümkün değildir. Kaldı ki günümüzde, Kıbrıs Rum toplumu içinde, siyasal çözüm olarak üniter yapıdaki bir Kıbrıs Rum Ortodoks devletini savunan, sadece Kıbrıslı Rum faşistler ve milliyetçilerdir.

KC’NİN 1964’DE DEĞİŞTİRİLEN ANAYASAL YAPISI

Unutulmamalıdır ki Kıbrıs Türk liderliği, Aralık 1963 olaylarından sonra Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devlet yapısından geri çekildiğini açıklamıştı. Kıbrıslı Türk olan Cumhurbaşkanı Yardımcısı, üç Bakanlar Kurulu üyesi, Kıbrıslı Türk yargıçlar ve memurlar, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne ait kurumsal yapılardan ayrıldıkları için, devletin işlev görmesinde ortaya çıkan anayasal ve yasal zorluklara çözüm getirmek amacıyla, Kıbrıslı Rumlar tarafından 1964 yılı içinde 33/64 sayılı “Çeşitli Kararlar” adı verilen bir yasa çıkartıldı:

Buna göre 1. Üst Mahkeme ile Anayasa Mahkemesi, Yüksek Mahkeme adı altında birleştirildi. 2. Kıbrıs Rum Cemaat Meclisi lağvedilerek, yerine Eğitim Bakanlığı oluşturuldu. 3. Kazalardaki ayrı belediyeler birleştirildi. 4. İki toplumdan oluşan ortak polis gücü birleştirildi. 5. Ortak Kıbrıs Ordusu yerine, Kıbrıs Milli Muhafız Ordusu kuruldu. 6. Cumhurbaşkanı ve Temsilciler Meclisi üyelerinin görev süreleri uzatıldı. 7. Kıbrıslı Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısı’nın seçilmesi ve toplumların ayrı listeler ile seçimler yapması askıya alındı.

Yine 1964 yılında, silah taşıdıkları gerekçesiyle tutuklanan Mustafa İbrahim ve arkadaşlarının, KC Başsavcılığına karşı açtıkları dava görüşülürken, 33/64 sayılı yasanın “Zorunluluk Yasası” gereğince anayasaya uygun olduğuna karar verildi.

Kıbrıs Türk liderliğinin, 1965 yazında BM Barış Gücü korumasında Temsilciler Meclisi’ne geri dönme konusunda yaptığı girişim, zamanın Temsilciler Meclisi Başkanı Glafkos Kliridis tarafından “Yapılan yasal değişiklikleri kabul etme” koşuluna bağlandığı için, Kıbrıs Türk liderliği tarafından reddedildi.

Kıbrıs Türk liderliğinin 1963 sonunda ayrıldığı KC devletine geri dönmesi için, iki ana toplum arasında 1968’de başlatılan ve 1974’e kadar sürdürülen toplumlararası görüşmeler, “üniter devlet” esasına göre yapıldı. 1974 yazı öncesinde, “üniter” devlet anayasası hazırdı, ama imzalanmasın diye, Yunanistan ve Türkiye cuntalarının Dışişleri Bakanları Palamas ile Olcay, Haziran 1971’de Lizbon’daki NATO toplantısında anlaştıkları ikili ihanet planını, 1974 yazında uyguladılar ve ada ikiye bölündü.

BÖLÜNMEMESİ 3 NATO ÜLKESİ TARAFINDAN “GARANTİ EDİLEN” KC TOPRAĞI, SÖMÜRGELEŞTİRİLİYOR

1974’den sonra adamızın işgal altındaki kuzeyi, Kıbrıs Rum toplumu üyelerinden etnik olarak arındırılmış, bu bölgeye 2 Mayıs 1975 tarihli (No.97) çok gizli bir yönetmenlik uyarınca Türkiye’den nüfus aktarılarak, demografik yapısı değiştirilmiştir. Oysa 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesi, işgalci bir ülkenin işgal bölgesine nüfus aktarmasını yasaklamaktadır. Öte yandan, 1975’de işgal bölgesindeki “işgücü açığının kapatılması amacıyla” gönderildiği açıklanan Türkiyeli bu yerleşimcilere, Kıbrıslı Rumların geride bırakmak zorunda kaldığı topraklar dağıtılarak, tapulanmış; dahası işgal bölgesinde kurulan ayrılıkçı devletin “yurttaşlığı” da verilerek, Kıbrıslı Türklerin siyasal iradesine müdahale edilmiştir.

YENİ FEDERAL ANAYASA GÖRÜŞMELERİ

1977 ve 1979’daki Doruk Anlaşmalarından sonra başlatılan yeni toplumlararası görüşmeler, BM’nin de onayladığı gibi, “federal devlet” esasına göre yapılmış ve federalleşecek olan yeni anayasasının esasları üzerinde büyük ölçüde mutabakat sağlanmış olup, imza aşamasına getirilmiştir.

Bizdeki bazı çevrelerin “1960’a dönelim” talebini öne çıkarması, abesle iştigaldir. Masada iki toplumun liderleri anlaşır ve taraflar bunu onaylarsa, Kıbrıs Cumhuriyeti, yeniden yapılandırılacak ve Kıbrıslı Türkler oraya, federal haklarla geri dönecektir. Ama yasadışı “KKTC” olarak değil, merkezi federal Kıbrıs Cumhuriyeti’ne sorumlu, kuzeyde, merkezi yönetim gözetiminde yapılandırılacak olan kuzeydeki “federal devlet” olarak!” O nedenle günümüzde, demokratik federal Kıbrıs Cumhuriyeti için ortak bir mücadele esas olmalıdır.

TÜRK TARAFININ SAMİMİ OLMAYAN FEDERASYON İSTEĞİ

İnönü’nün 1964’de TBMM’de söylediği “Anlaşmalar çerçevesinde kalalım diye biz, görüşmelere, taksim diye değil, federasyon diyerek başladık” sözü, Kıbrıs Rum tarafının yıllar içinde federal devleti kabul etmesi ile iyice açığa çıkmıştır.

Kıbrıs Türk tarafı federal değil de, konfederal, yani iki ayrı devletin işbirliğinde bir yapı istediğini, 2017’deki Crans Montana görüşmelerinin çökmesinden beri dile getirmektedir. Dahası, kuzeyde “egemen TC askeri üssü” talebinin de, 3-4 defa adaya gelen ABD Güvenlik Kurulu Sözcüsü Victoria Nuland tarafından, taraflara iletildiği basına yansımıştır. TC Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Crans Montana’da, son TC askerinin ayrılma tarihini vermemesi, NATO askerinin adada kalıcı olma planı yüzündendir.

Yeni federal anayasayı yazım aşamasına getiren Crans Montana görüşmelerinin kopmasından sonra, KC Başkanı Anastasiadis, 1960 Anayasası’na dönüş davetini, 76. BM Genel Kurulu kürsüsünde tekrarlarken, nihai hedefi netleştirdi. Kıbrıslı Türklere yapılan bu davetin, uzlaşılmış çözüm zemininin değişmesine yönelik bir öneri değil, kesin bir çözümü beklerken Kıbrıslı Türklerin devletle yeniden katılmaları için bir davet olduğunu ve bu davetin,  Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin federal devlete evrilmesine tam katılımlarıyla ilgili bir stratejik anlaşma şartına bağlı olduğunu vurguladı. (Bkz. Fileleftheros, 25 Eylül 2021)

FEDERAL ANLAŞMAYA GİDEN YOL

2020’de işgal altındaki bölgede yapılan son başkanlık seçimlerinde, federal birleşme yanlısı değil de, “iki ayrı devlet” yanlısı aday, açık bir TC desteği görmüş; yerleşimciler ile yerli işbirlikçilerin oyları sayesinde seçilmiştir. “Üst yönetim”, artık sömürgesindeki “alt yönetim”i istediği gibi açıkça yönlendirebilmekte ve adanın birleşmesinden yana olan güçleri, baskı ve korkutma yöntemi ile taksimden çıkar sağlayan çoğunluğa katmaya çalışmaktadır. İşgalci güç için önemli olan, Kıbrıs Türk toplumunun adadaki varlığının devamı değil, kendisine biat etmiş işbirlikçi bir nüfus yardımıyla, adamız ve bölgemiz üzerindeki daha geniş emperyalist çıkarların savunulmasıdır.

Bu durumda, taksim çizgisinin her iki yanındaki federal çözüm yanlılarının, ortak siyasal bir yapıda bir araya gelerek, Crans Montana’da üzerinde anlaşılmış olan anayasaya sahip çıkması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki federal çözüm yanlıları, taksim çizgisinin kuzeyinde 5 bin (%48.31), güneyinde 2023’de yapılan son Başkanlık seçimlerinde de 15,500 (%48.03) oy farkı ile seçimde kaybetmiştir. Kıbrıs Rum Ortodoks devletinde, Kıbrıs Türk toplumu için diğer dini toplumlar gibi “azınlık hakları” talep edenler ise, kendi aralarında örgütlenmeye bakmalıdırlar.

Toplumlararası görüşmeler, iyi niyetle ve yapıcı bir zihniyetle sonlandırılamazsa, Kıbrıs Türk tarafı her şeyde 50:50 eşitlik talebinden vazgeçmezse, taksim ve işgal durumu ne yazık ki sona erdirilmeyecektir! Bu sürerdurum ise, ancak Kıbrıslıların, dıştaki ve içteki ayrılıkçı güçlere karşı “Ortak Siyasi Cephe”sinin örülmesi ile savuşturulabilir!

İşgal altındaki bölgede yaşayan Kıbrıslı Türk ilerici ve federalist güçlerin oluşturacağı siyasal bir partinin, “alt yönetim” tarafından baskı görmesi beklenirken, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne kaydında da yasal sorunların ortaya çıkacağı açıktır. Kaldı ki 1974’den bu yana, adamıza taşınan yerleşimci nüfusun oy kullandığı ve askerin ayrılmadığı koşullar, demokratik mekanizmaların çalışmasına engeldir.

“AYRI SEÇİM YAPALIM” DİYENLERE

Bazı Kıbrıslı Türk yurttaşların “ara bölgede seçim yapalım” diye talepte bulunmasının yasal herhangi bir temeli yoktur. Ancak siyasal olarak örgütlenip, taleplerini dile getirebilirler! KC yasalarına göre, onun denetiminde yapılmayacak ve kimin KC yurttaşlığından kaynaklanan seçmen olduğu belli olmayan koşullarda, işgal bölgesinde yapılacak herhangi bir seçim, yasadışı olacak ve KC makamları tarafından tanınmayacaktır!  Kaldı ki, farklı önerileri yapanlar, onun gerektirdiği girişimleri ve örgütlülüğü de yapabilmelidir!

Kıbrıs’taki anayasal uyuşmazlık, Aralık 1963’den beri BM’nin gündemindedir ve sorunun, BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi kararları çerçevesinde, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum toplumlarının temsilcileri arasında yapılan görüşmelerle çözümlenmesi için taraflar hemfikirdir. Bu BM çerçevesi ile parametrelerinin reddedilmesi halinde, taksimin kalıcılaşacağı kesindir.

Öte yandan “KC vatandaşı Türkçe konuşan Kıbrıslılar”ın önemli bir kısmı, işgalin getirdiği olanaklardan yararlanmaktadır! Demokratik kamuoyunun serbestçe oluşmadığı ve işgalin devam ettiği koşullarda, adamızın özgür bölgesinde seçim yapılması, hangi KC yasasına göre gerçekleştirilecektir? KC Temsilciler Meclisi, böylesi bir yasayı düzenleme ve uygulama yetkisine sahip midir? BM himayesinde 1977-79’dan beri yapılmakta olan toplumlararası görüşmelerde, yeni federal anayasa üzerinde hemen hemen anlaşılmış olmasına rağmen, KC böylesi bir girişime “evet” der mi? Hukuka dayanmayan fanteziler üretmekle bu işler asla çözümlenemez! KC’ye dönüş tabii ki bir fantezi değildir, ama bu, BM himayesinde yapılan toplumlararası görüşmeler yoluyla olacaktır, şu veya bu kişinin ortaya atacağı formüllerle değil!

GEÇERLİ OLAN YASAL DURUM NEDİR?

KC anayasasının 2. Maddesine göre, cumhuriyetin yurttaşları, ya Kıbrıslı Rum veya Kıbrıslı Türk toplumuna ait olmak zorundadır! Seçim sistemi de dahil olmak üzere, anayasal çatının esası, her iki toplumun da devlet organlarına katılması ve işlev görmesine bağlıdır.

KC anayasasının IV. Kısmındaki 63. Maddesinin 1. paragrafına göre, KC Başkan Yardımcısı ve Temsilciler Meclisi’nin Kıbrıslı Türk üyeleri ile Kıbrıs Türk Cemaat Meclisi’nin seçimlerinde oy kullanacak olan seçmenler, ait oldukları toplum için oluşturulan seçmen listelerine kaydolmak zorundadır ve öteki topluma ait seçmen listelerine kaydedilemezler.

KC Yüksek Mahkemesi’nin İ. Aziz davasında aldığı kararda, KC anayasasının 63. Maddesi ve Temsilciler Meclisi üyelerinin seçimi ile ilgili 72/79 sayılı Seçim Yasasının 5. Maddesi, KC hükümetinin denetimi altındaki bölgede yaşayan Kıbrıs Türk toplumu üyelerinin, parlamento seçimlerine katılamayacağını belirtmekteydi. “Zorunluluk Yasası” temelinde bu yasal boşluğu doldurmak için müdahale edilemeyeceği açıklanmıştı.

Konuyla ilgili olarak üretilen 22 Haziran 2004 tarihli AİHM kararından sonra, ancak 2007’de, bir başka deyişle 2008’deki Başkanlık Seçimlerinden önce, Seçim Yasasında değişiklik yapıldı. Buna göre, KC hükümetinin denetimi altındaki bölgede 6 aydan fazla süre ile ikamet etmekte olan Kıbrıs Türk toplumu bireylerine, Cumhurbaşkanı Yardımcılığı dışındaki genel ve yerel seçimlere katılma hakkı tanındı.

Kıbrıs Türk liderliğinin Aralık 1963’de KC devlet mekanizmasından çekilmesi üzerine, 1964-65’de “Zorunluluk Yasası” uyarınca yapılan değişikliklerle, KC devleti, sadece Kıbrıs Rum toplumu tarafından yönetildi ve 2004’de işgal altındaki toprakları da dahil olmak üzere, AB üyesi oldu. Ancak, işgal devam ettiği sürece AB yasaları kuzeyde yürürlükte olmayacaktır.

Yasal durum böyle iken, 5-10 Kıbrıslı Türk yurttaş istedi diye, KC Anayasasına aykırı, olağanüstü yasalar yapılamaz. Toplumlararası görüşmelerde, ortak seçim listesi (cross-voting) konusunun da görüşüldüğü bilinmektedir. O nedenle KC Anayasasının ayrımcı seçim yasası yerine, Crans Montana’da üzerinde anlaşılmış hususlara başvurmak ve onları geliştirmek gerekmektedir. Önce kendi aramızda fikir birliği sağlayıp, sonra da Kıbrıs Rum liderliğine ve uluslararası kamuoyuna ne istediğimizi dile getirebilirsek, mücadeleden kaçınan bazı arkadaşların dile getirdiği gibi “azınlık hakları”na sarılmaya gerek kalmaz.

2019 yılında KC’de yapılan son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde,  81,611 KC yurttaşı Kıbrıslı Türk seçmenden sadece 5,604 kişinin oy kullandığı göz önünde tutulmalıdır. Bunlar, KC’deki ortaklığa sahip çıkan Kıbrıslı Türk yurttaşlardır. Bu sayıyı artırmak, görüşmelerde kazanılmış hakları onlara anlatmak, bazı konularda Kıbrıs Rum liderliği ve partileriyle fikir alış-verişi yapmak için ciddi çalışmalar içine girmek gerekmektedir.

NE TALEP EDİLECEK?

KC makamlarının önüne gidecek örgütler, önce kendi aralarında, ne istedikleri konusunda fikir birliği sağlamalıdır. 1960’da sorun çıkarmış olan eski statüye geri dönme gibi bir fantezi mi, yoksa Crans Montana’da üzerinde büyük ölçüde anlaşılan, yeni bir federal anayasa altında mı KC ortaklığına katılım talep edilecektir? KC’nin işgal altındaki kuzey bölgesinde değiştirilmiş olan nüfus yapısı hakkında ortak bir görüş oluşturulabilecek mi? TC’nin süregelen işgaline nasıl son verilecek? Kıbrıs Türk toplumu adına, TC destekli Kıbrıs Türk liderliği mi, yoksa buna muhalif bir yapı veya örgüt mü muhatap alınacak? Benzeri birçok noktanın tartışılarak, ortak bir karara bağlanması gerekmektedir!

Özlenen KC’ne dönüş, halen yeniden başlaması için çalışmalar yapılan toplumlararası görüşmelerde, tarafların üzerinde anlaşması beklenen federal anayasa ile mümkün olabilir. Böylece 1960’daki üniter devlet yapısı, anlaşmaya varıldığı takdirde, federal bir yapıya dönüşecektir.

İstenen en önemli nokta, olası anlaşmanın ayrılmaya yol açacak konfederal unsurlar içermemesi ve adanın ileride bölünmesine yol açılmamasıdır. TC’nin, yeni yasal düzenleme çerçevesinde, kuzey eyaletinde kalıcı “egemen askeri üs” talep etmesi, yukarıda da anıldığı gibi, İsviçre’deki görüşmelerin çökmesine yol açmıştır. “Siyasal eşitlik” öne sürülerek istenen şey, konfederal bir yapıda, yasadışı “KKTC”nin devamı ve 1960’daki KC ile 50:50 hakka sahip olmasıdır. Hidrokarbonlar konusunda da benzer bir yaklaşım söz konusu edilerek, görüşme masasında 1977-79’dan beri BM’nin de onayladığı federal zeminden ayrılmak istenmektedir.

KC içinde, bir şirketteki gibi, hissen kadar (nüfus yüzdesi kadar) hakkın varsa, mutlak eşitlik talep edemezsin. Çünkü sana “hissen kadar konuş” derler! Devlet yapısının federal olmasının nedeni, üst mecliste her birimin eşit temsiliyeti, alt mecliste de nüfus oranına göre temsiliyetin sağlanmasıdır. 1960 Anayasasındaki Cemaat Meclisleri ile Temsilciler Meclisi, işlevsel açıdan bir çeşit federal yapı oluşturmaktaydı. Şimdi lağvedilmiş olan Cemaat Meclislerinin yerini, federal bölge meclisleri alacaktır.

Kıbrıs Türk toplumu, Kıbrıs Rum toplumuna göre, sayıca daha az olabilir, ama bu, onun dış bir güce dayanarak, KC toprağının işgal altında tutulan ve etnik açıdan Kıbrıs Rum toplumundan arındırılmış bir bölgesinde, ayrı bir devletçik olarak örgütlenmesini haklı kılmaz. Öte yandan Kıbrıs Türk tarafının elinde tuttuğu toprak da, güneyde bırakılan yarım milyon dönüm Kıbrıs Türk toprağı düşüldüğünde, 1 milyon dönüm fazladır. “Kendi mülküm olan toprağın üzerinde özerk olarak yaşamak isterim” de denmiyor. Ya ne deniyor? Dış bir askeri-siyasi-ekonomik gücün desteğinde, uluslararası hukuk çiğnenerek, 1960’da KC’nin toprak bütünlüğü, egemenlik ve bağımsızlığını garanti etmiş olan TC’nin imzası hilafına, onun himayesinde ve işgal ettiği topraklar üzerinde, ayrı bir devlet ilan edilmiş ve bu kukla devletin tanınması, yasal olanla eşit tutulması isteniyor!

YENİ BİR SİYASAL LİDERLİK KADROSU GEREK

Yukarıda değinilen “KT için ara bölgede ayrı seçim yapılsın” formülü ile KC’ye dönüşün mümkün olmadığı anlatılmıştır. Benim önerdiğim şekilde dönüş ise, siyasi bir projedir, çoğunluk kazandığı takdirde gerçekleşebilir. Kaldı ki kuzeydeki askeri işgal sona ermeden, yerleşimci nüfusun oy kullanmasının önüne geçilmeden, demokratik bir çözüme ulaşılamaz! Dış etkenlere ise hiç değinmedik!

Kıbrıs Türk toplumunun KC’deki ortaklığına geri dönüşünün sağlanması, yeni bir anayasa yanında, yeni bir siyasal liderlik kadrosunu da gerektirmektedir. Bu kadrolar bir araya gelmeden, siyasal bir örgüt çatısı altında fikir ve program birliği sağlanmadan, topluma yapılan ve yapılacak olan bütün KC’ye geri dönelim çağrıları, herhangi bir sonuç veremez; sadece doğru yolu gösteren, bir iyi niyet olarak kalır!

Yeni federal devletin birliğini sağlayacak olan demokratik bir anayasanın, çalışmadığı kanıtlanmış 1960’daki üniter anayasal yapıyı değiştirecek ve adanın birliğini sağlayacak tek olası çözüm olduğuna inanmaktayım. 1960 Anayasasının da fonksiyonel federasyon olduğu unutulmamalıdır. İki ana toplumun ayrı ayrı temsil edildiği Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk Cemaat Meclisleri yanında, merkezde nüfus oranına göre oluşturulmuş ortak bir Temsilciler Meclisi vardı. Sadece federal yönetim bölgeleri yoktu!

Üzerinde çalışılan yeni federal anayasa, dünyadaki diğer örnekleri gibi tek egemenlik, tek yurttaşlık ve tek uluslararası temsiliyete sahip, normal bir federal devlet oluşturacaktır. Kıbrıs Türk tarafı, 1960-63 dönemindeki gibi, birlik değil de, ayrılık için çaba gösterecekse, zaten o aşamaya da gelinemeyecek ve adamızın işgali ve taksim durumu sürdürülecektir!

Hedef, sil baştan 1960’daki sorunlu anayasaya dönmek değil, BM himayesinde elde edilen anlaşma noktalarını sonuçlandırmak olmalıdır. Doğru hedefte anlaşıldıktan sonra, KC’deki ortaklarla birlikte mücadele için örgütlenmelidir. Bunu beceremezsek, zaten yok olmuşuz demektir! Çözüm formülü budur. Kıbrıs Türk toplumunun varlığını yeniden meşruiyet zeminine getirmek, ancak bu yolla olasıdır.

4 Mayıs 2023

6 Mart 2023 Pazartesi

ÇOCUĞUN SANATSAL UĞRAŞI

İnsanoğlunda bulunan yaratıcı yeteneklerin gerek iyi, gerekse kötü yönden geliştirilmesi ve şekillendirilmesi için en uygun gelişme dönemi, çocuk ve gençlik çağlarıdır. Bu çağlarda aile içindeki kültürel eğitimin önemi büyüktür. Çünkü çocuk, hem hayatının ilk yıllarında anne-babasının korumacılığı altındadır, hem de okul-öğrenim çağında kültürel eğitim açısından ailenin sorumluluğu sürmektedir. Kültürel yönden zengin bir ortam, zevkle döşenmiş bir ev, kitap raflarında iyi edebi eserler, duvardaki bir resim, tiyatro ve konsere gidişler, evde dinlenen iyi müzik, kısacası büyümekte olan insanın aile çevresinde yer alan her şey, onun çok yönlü ve uyum içinde bir gelişme göstermesi için gerekli temel taşlarını oluştururlar.

İLK SANATSAL ETKİLENMELER

Çocuk daha okuma-yazma öğrenmeden çok önce, duyduğu bir şarkı, kafiyeli bir şiir veya anlatılan bir masaldan etkilenmekte ve onu kendince yorumlayıp, değerlendirmektedir. Anne-baba, çocuğuna aldığı ilk oyuncak veya resimli kitapla, eğitim açısından neyi, ne zaman, nasıl verme konusunda çocuğu etkilemektedir. Ne var ki, çocukların eğitimi konusunda velilerin bundan daha erken bir çağda, bazı estetik yasallıkların temelini atması olası değildir.

ESTETİK EĞİTİM

Estetik eğitim aracı olarak sadece sanat akla gelmemelidir. Söz konusu olan, insanın çok yönlü olarak yetişmesidir. Onun, birlikte yaşadığı insanlar ve içinde yaşadığı çevreyle olan politik-ahlaki ilişkileridir. Estetik eğitim, çocuğun her gelişme aşamasında, onun genel eğitimi ile yakından bağlantılıdır. Ev çevresi, anne-babanın birbiriyle olan ilişkisi bile çocuğun estetik eğitimi için büyük ve önemli bir rol oynayabilir.

Çevredeki gerçeklik yanında, sanatın da çocuğun estetik eğitiminde büyük önemi olması doğaldır. Estetik eğitim, çocuğun sanat zevkini geliştirme, onun sanatı yaşam için zorunlu bir şey olarak duymasını sağlama ve çocuğun sanatsal yaratı için uyarılmasını, teşvik edilmesini hedeflemektedir.

Eğitimde sanatın sağlam bir yeri olması demek, tiyatro, edebiyat, resim, müzik, dans, pantomim, film gibi birçok sanat dalının izlenmesi demektir. Çocuk bugün bütün sanat dallarıyla karşı karşıya gelmekte, ancak bunlarla olan ilgileri, kendi gelişme süreçleri içinde farklı yakınlıkta olmaktadır. Çocuğun vücut gelişmesiyle ilgili olanlar da içinde, tamamıyla farklı teşvik ve etkileri bir dönem resim ve çizimi ön plana çıkarırken, bir dönem de müzik ve tiyatro ile yoğun ilgilenmeyi ön plana getirebilir. Çocuğun yaşamı boyunca, farklı sanat dallarının aynı derecede rol oynadığı haller çok seyrektir.     

ESTETİK EĞİTİMİNDE YÖNTEM ÖNERİLERİ

Çocuk günün birinde bir kağıt üzerine birşeyler karalayarak, anne-babasının önüne koyabilir: “İşte, bu çizdiğim annemdir!” Bu çizim, çocuğun yaratıcı hayal gücünün küçük bir ürünü olup, onun gerçek yaşamla olan etkin ilişkisinden ortaya çıkmıştır. Çocuğun etkinlik ve hayal gücünü yaşatmak ve daha da geliştirmek için, anne-babanın büyük bir anlayış göstermesi gerekir. Davranışlarında biraz da olsa yöntem bilgisine ihtiyacı vardır. Bu konuyla ilgili olarak, aşağıda yazılanlar, birer öneri şeklinde değerlendirilmelidir:

1. Velilerin dikkat etmesi gereken noktalar: Çocukların uğraşlarına ve bu sırada onlara göz-kulak olma eylemine şematik olarak yaklaşılmamalıdır. Çocuklara sadece bazı el becerilerinin kazandırılması yeterli değildir. Çocukları sıkılmaksızın gözlemlemek, onların ilgi duydukları konuları belirlemek ve geliştirmek, daha iyi bir yoldur. Başlangıçta basit konular seçilerek, çocukların ilgisi uyandırılmalıdır. Daha sonra çocuğun yaşına uygun, düşünce ve teknik açıdan yeteneklerine uygun konular seçilebilir.

Gerek anne-babanın, gerekse eğitimcinin önerileri, kural ve çalışma teknikleri olarak çocuğa aktarılabilir. Ama önemli olan, bunların daima sadece uyarıcı nitelikte olması ve çocuğun uğraşında kendi girişimini ve kendi yaratıcı karakterini asla bastırmamasıdır.

2. Eleştiri: Velilerin, “olumlu veya olumsuz yargıya vararak, eleştiri yapılmalı mı?” sorusu, basit bir Evet veya Hayır ile yanıtlanamaz. Bir çocuğun “İşte bu annemdir!” diye gösterdiği resim için, “bana göre hiç de benzemiyor” demek, çocukta psikolojik duygu yeteneği ve anlayış açısından çok az bir katkı sağlar. Bu tür eleştiri hatalıdır ve ayrıca çocuk tarafından kabul görmez. Resmin konusu, şu veya bu ayrıntısı hakkında ustaca sorulacak sorular, yapılan resmin bir kez daha gözden geçirilmesine, hakkında yeniden düşünülmesine yardımcı olur.

3. Materyal ve olanaklar: Çocuğun sanatsal uğraşısını olanaklı kılan en önemli koşullar arasında, onun kendi odasına veya en azından kendine ayrılmış bir oyun köşesine sahip olması sayılabilir. Ayrıca amaca uygun, ama çok fazla olmayan bir miktarda materyal gereklidir. Çünkü çocuk, materyali kullanmalıdır, çar-çur etmemelidir. Çocuğun eline verilecek olan şeylerin kalitesi de önemlidir. Kalitesi iyi olan bir fırça ve boya kutusu, iyi aletler, iyi müzik enstrümanı ve benzeri materyal, çocuğun yapacağı işte başarılı olmasına katkıda bulunur ve bu başarı da çocuğun o uğraşı yeniden yapma sevincine katkı sağlar.

4. Süreklilik: Sanatsal-estetik sabır ve süreklilik, en önde gelen koşuldur. Çocukla sanatın karşılaşması asla arada bir olmamalı, sadece rastlantılara bağımlı kılınmamalıdır. Başlanmış olan bir iş bitirilmeli, ele alınan müzik enstrümanı ile düzenli olarak çalışılmalıdır. Öte yandan bir şeyle uğraşan çocuğun, çocuklar için tipik olan yoğun dikkat ve kendini o işe verme hali de desteklenmelidir. Çocuğun oyun için ayırdığı zaman ve ona gösterdiği ciddi yaklaşıma saygı gösterilmelidir. Babanın aklına gelen her şey, annenin unuttuğu her ayrıntı, çocuğun kaba bir şekilde bu uğraşısından vazgeçmesine neden olmamalıdır.

5. Eğitimci ve sanat eğitimcisinin dikkat etmesi gereken noktalar: Veliler, çocuk yuvasında veya en geç okula başlamadan önce, çocuklarının sanatsal uğraşılarının sistematik bir biçimde, konunun uzmanı bir sanat eğitimcisi tarafından yürütülmesi çabasına girerler. Bu konuda her zaman da haksız değiller. Çocuk yuvasındaki her bir grup için günlük programda bir “kendi kendine uğraşma” saati konmalıdır. İlkokulun ilk sınıflarında müzik konularında ve resim derslerinde temel bilgiler verilmelidir. Ortaokulda bu bilgiler, sanat eğitimi ve müzik alanlarında genişletilip, derinleştirilmelidir.

6. Sanatla ilgilenen çalışma grupları: Gençlik kulüplerinde ayrı çocuk çalışma grupları oluşturularak, çocukların şarkı söylemesi, el işi yapması, resim çizmesi, kukla oynatması ve benzeri uğraşılar, konularının uzmanı olan kişilerin gözetiminde bir öğretim planı çerçevesinde yürütülebilir. Böylesi bir grubun yöneticisi, çalışmalarında anne-babaların desteğine muhtaçtır. Ne yazık ki velileri çocuklarının matematik, teknik, doğal ve sosyal bilimlere ilişkin çalışmalarına çok ciddi bir şekilde yaklaşırken, onların resim-çizim, müzik yapma, tiyatro oynama, dans etme gibi çalışmalarını, genellikle sadece vakit öldürme olarak görmektedirler. Oysa insanın yaşamda güzel olanı anlaması, ancak teknik ve yararlı olanla bütünleşmesiyle olasıdır. Bir şey ortaya çıkarmak için, eksiksiz ve sabırlı bir gözlem önkoşuldur.

Çocukların sanatsal uğraşıdan çocuksu bir sevinç duymalarını sağlamak için aşırı sevgi ve sabır da gereklidir. Sanat eğitmeni, her çocuğun kişisel yeteneğine dikkat ederek, hem derste, hem ders dışındaki çalışma gruplarında çocuğun ilgisini uyandırıp, hevesini artırmalı, ona sistematik olarak bilgi ve beceri aktarmalıdır. Başka çocukların da katıldığı gruplarda, fikir ve deneyimler değiş-tokuş edilmeli, çocuk kendi yaptıkları ile yanındakinin yaptıklarını kıyaslayarak, bir yargıya varmalıdır. Veliler, böylesi bir gruba çocuğun katıldığı andan itibaren, onun bu gruba düzenli olarak devam etmesine özen göstermelidir. Dahası, sanat eğitimcisi veya grup başkanı ile buluşarak, onun gruptaki çabaları ile kendi çabalarını uyumlaştırmalıdırlar. Ancak bu şekilde çocuktaki bütün yetenek ve beceriler ortaya çıkarılıp, en geniş teşviki görebilir.

BOŞ ZAMANLARIN İYİ DEĞERLENDİRİLMESİ

Veliler çoğu kez çocuğun sanatsal uğraşısı için gereken zamanı nasıl bulacaklarını sorarlar. Her ne kadar çocuklara okulda fazla ödev veriliyorsa da, bir miktar boş zaman kalabilmektedir. İşte bu boş zaman içinde, çocuğun bütün sorumluluklarını rasyonel bir şekilde değerlendirmesi için velilerin, çocuğun bütün sorumluluklarını iyice gözden geçirmeleri gerekir. Yaratıcı uğraşılara büyük önem verilmelidir. Sanatla uğraşmak, genç insanlarda değerli karakter özelliklerini canlandırmakta ve kişiliğin şekillenmesinde önemli rol oynamaktadır.

(Kültür Dergisi, KKTC Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayını, Sayı:2, Ekim-Kasım 1986)