Kıbrıs’ta
yaşayan iki ana etnik-ulusal toplum arasında var olan ve kökü İngiliz sömürge
yönetimi dönemine dayanan milliyetler sorununun, Kıbrıslı Türk ilerici aydınlar
arasında tartışılmaya başlanması, önceleri işçi sınıfı partisinin Kıbrıs Türk
toplumuna ayrılma dahil kendi kaderini tayin hakkını tanıması şeklinde
başlamışsa da, daha sonra “Kıbrıs’ta ulusal sorun” adı altında yayınlanan
mektuplarla içeriği boşaltılarak, amacından saptırılmıştır.(1)
Getirilen
şabloncu tezlere göre, Kıbrıs gerçekleri alt-üst edilmiş ve zorlama yorumlarla
ayrılıkçı şoven harekete “sol”dan destek sağlanmıştır. Oysa adayı bölmek
isteyen emperyalizm ve gerici çevrelerin iktidar mücadelelerinde toplumların
sürekli ayrılığına ilişkin görüşler yaydıkları ve etnik-ulusal anlaşmazlıkları
körükledikleri bir ortamda politika bilimcilerine düşen görev, ayrılıkçı
hareketin altında yatan motifleri, bunun ardındaki sosyal güçleri ve onların
politik platformdaki gerici ideolojilerini açığa çıkarmak olmalıydı.
Bilimsel
olma iddiasıyla aktardıkları alıntılarla, 1974 sonrasının Kıbrıs’ını, Çarlık
Rusyası’nın kenar bölgelerine benzetenler, Kıbrıs’ta iki ulusun bir çırpıda
oluştuğu ve klasik tanımı ile “ezen ve ezilen” ulusların bulunduğu görüşünden
hareket etmelerine rağmen, söz edilen uluslaşma süreçlerinin nasıl ve hangi
zaman dilimi içinde oluştuğuna değinmemişler ve “bunu göstermek zor değildir”
diyerek, tezlerinin temel dayanağını boşta bırakabilmişlerdir. (2)
Adada
yaşayan Türk ve Rum toplumları arasında özellikle 1878’den bu yana süregelen
temsiliyet mücadelesi ve anayasal sorunlar gözardı edilerek, “bugün Kıbrıs’ta
var olan devlet sınırları” reel politikacılık uğruna esas alınmış ve mekanik
bir yaklaşımla 1974 sonrasının bölünmüşlüğü aklanmıştır.
Oysa
tarih göstermiştir ki, bir ülkede politik güçler kutuplaşmaya başlayıp,
ekonomik ve politik bağımsızlık için verilen mücadele keskinleştiği zaman, o
ülkede işçi sınıfı ideolojisi ve proletarya enternasyonalizmi temelinde doğru
bir milliyetler politikasının geliştirimesi hem kaçınılmazdır, hem de çok
önemli bir sorundur. Özellikle nüfusun birden fazla etnik unsurdan oluştuğu
ülkelerde, devletin bağımsızlık ve egemenliğinin kazanılması, güvence altına
alınması ve geliştirilmesi, içteki milliyetler sorununun çözümlenmesi ile
yakından ilişkilidir ve bu sorun sadece ekonomik, sosyal, politik ve kültürel
içerik temelinde çözümlenebilir. (3)
Bu
ülkelerdeki milliyetler politikası, nüfusun etnik bileşimi, etnik süreçlerin
karakteri, maddi olanaklar vb gibi objektif şartlar ile devlette iktidar
sorununun anayasal şeklinin nasıl olacağı sorunu, iç ve dış politika, egemen
olan ideolojinin rolü vb gibi subjektif faktörlere bağlıdır.(4)
Bütün
bunlara bağlı olarak her ülkenin işçi sınıfı partisinin milliyetler
politikasında da şekil ve yöntemler açısından birçok farklılıklar ve hatta bazı
hatalar görülmektedir.
Ülke içinde var olan milliyetler sorununun çözümlenmesinde, özellikle Asya
ve Afrika’daki devrimci demokratlar, ulusal-devrimci hareketler ve bilimsel
sosyalizm partilerinin ana görevi, Leninci milliyetler politikasının ana
taleplerini ve Sovyetler Birliği ile diğer sosyalist devletlerin deneyimlerini
yaratıcı bir şekilde, kopyacılığa kaçmadan kendi ülkelerindeki somut koşullara
uygulamaktır.
Ama gelgelelim sözkonusu Asya ve Afrika’daki ülkelerin çoğunda, sömürge
yönetimi döneminde uygulanan milliyetler politikası, sorunların çözümünü
engellemiş ve devletleşme, Kıbrıs’ta olduğu gibi, uluslaşmanın
konsolidasyonundan önce gerçekleşerek, bağımsız ulus temeline dayanmadan elde
edilmiştir.
Bilindiği gibi, ulusların oluşması, kendine özgü yasallığı olan evrensel
bir süreçtir ve bunun özgüllüğü, tarihsel, etnik, dilsel vb başlangıç şartlarına,
günün sosyo-ekonomik gelişme sorunlarına ve iç politika ile uluslararası
plandaki güçler dengesine bağlıdır. Ulusların oluşması süreci genellikle birçok
geçici zorlukları da beraberinde getirir ve emperyalizm, bu zorluklardan
yararlanarak sorunları yokuşa sürmekten geri durmaz. Ama tarihsel deneyim yine
göstermiştir ki, ulusal ve dilsel farklılıklar, burjuva sosyologları ve
yazarlarının öne sürdükleri gibi tayin edici öneme sahip değillerdir. Esas
olan, ulusal ve uluslararası sınıf mücadelesi ve özellikle emperyalizmin yeni
sömürgeci faaliyetleridir. (5)
Kıbrıs sorununun bugün içinde bulunduğu aşamaya bu çerçevede baktığımız zaman,
özellikle 1974 sonrasının Kıbrıs Türk toplumunda etnik ve ulusal (toplumsal
anlamda) bilincin gelişmesinde görülen bazı hareketlenmeleri, Kıbrıs Türk ulusunun
oluştuğu şeklinde değerlendirmenin aceleci ve yanlış bir tutum olduğu ortaya
çıkar.
Bilindiği gibi, herhangi bir halk topluluğunu veya milliyeti, ulus olmaktan
ayıran fark, toplumdaki üretici güçlerin özellikle kapitalizm koşulları
altında, henüz daha düşük bir gelişme düzeyinde olması ve iç-dış ilişkilerde iş
bölümü derecesinin de az gelişmiş olması ile belirlenir. Çağdaş kapitalist halk
topluluklarında dil ve toprak birliği, ekonomik, politik ve kültürel hayat
birliği ve etnik bilincin var olması, kural olarak bir ulusal dönüşme için
yetersiz kalmaktadır. Ayrıca çoğu kez, “kendi başına ulusal bir varlık olma”
yeteneği hiç uyanmamıştır. Bunun kısmen uyanmaya başladığı yerlerde bile,
ulusal bir gelişmenin oluşması için gerekli ön koşullar her zaman yoktur. Bir
başka deyişle, ayrı bir ulus oluşturma faktörlerinden biri olan “kendi başına
ulusal varlığını sürdürebilme” olanağı, pratik gereklilik açısından
bulunmamaktadır. (6)
Kıbrıs sorununun ortaya çıkmasında rol oynayan iç ve dış etkenler ışığında konumuza
bakacak olursak, “sol” ideologların dediği gibi “Rum ulusunun devlet sınırları
içinde zorla tutulan Türkler”in “bugün Kıbrıs’ta var olan devlet sınırları
koşullarında” “bağımsızlık”larını ilan etmeleri halinde, doğacak yeni durum
kime yarayacaktır ve Kıbrıslı Türklerin iç toplumsal sorunları açısından neyi
değiştirecektir?
Bir kere sorun, devrim öncesi Rusya’sı ile devrim sonrası Sovyetler
Birliği’nde tartışılan ulusal sorundan büyük farklılıklar göstermektedir.
Nitekim Lenin, o günlerde halkların ilkesel olarak kendi kaderlerini tayin
hakkını talep etmesinni, ulusal bağımsızlık isteyen bütün hareketlerin koşulsuz
olarak desteklenmesiyle eş tutmadığını ve kendi kaderini tayin hakkının şu veya
bu şekilde uygulanmasındaki amacın, proletaryanın sınıf mücadelesindeki genel
çıkarlarına bağımlı olması gerektiğini vurgulamıştı:
“Proletaryanın sınıf mücadelesinin çıkarlarını, ulusal kendi kaderini tayin
hakkı isteminden daha başa koymalıyız. Zaten bu şart, ulusal sorunda bizim
görüşümüzle burjuva demokratik görüş arasındaki farkı ortaya koyar.” (7)
Böylece kendi kaderini tayin hakkının tanınmış olmasının, işçi sınıfı
hareketinin, belli bir ulusun ayrılmasını mutlaka onaylamasını gerektirmediği
ortaya çıkmış olur. Özgül bir durumda, belli bir ulusun veya ulusal topluluğun
ayrılmasına ilişkin tavrın belirlenmesinde parti, sözkonusu ulusal hareketin
hedeflerini de hesaba katmak zorundadır. Çünkü bu hareket, emperyalizmi
zayıflatıp, ondan kurtulmaktan çok, onu güçlendirme ve korumaya yönelik
olabilir. Lenin’den alıntılarla bilimsel sosyalizmi yaratıcı bir şekilde
kullanmak yerine, mekanik bir kopyacılığa düşenlere, Lenin’in şu saptaması da
burada hatırlatılmalıdır:
“Kendi başına devletlerin yaratılması, bazen emperyalizmin güçlendirilmesi
anlamına gelir.”(8)
Ayrılmanın uygun olup olmadığının değerlendirilmesinde kullanılan bu
dialektik ve sınıfsal yaklaşım, milliyetlerin çıkarları ile tam bir uyum
içindedir. Bazılarının öne sürdüklerinin aksine ulusal kurtuluş, ayrı ulusal
devletin kurulması ile eşdeğer değildir. Ayrılma, her zaman ulusun veya ulusal
topluluğun çıkarına uygun değildir, ne de her zaman ulusal veya toplumsal
kurtuluş ile eşanlamlıdır. Hatta Lenin birçok kereler, bir ulusun politik
olarak ayrılmasının, ayrılınan ülkenin sosyal yapı olarak sosyalist olması
halinde (ki Kıbrıs somutunda Güney Kıbrıs, uluslararası sorunlarda
bağlantısızlık politikasına bağlı ve sosyalist ülkelerin yanında yer
almaktadır), ayrılan ülkenin emperyalist güçler tarafından esaretine yol
açabileceği uyarısını yapmıştır. (KTFD’nin NATO üyesi TC’ye ekonomi dahil her
yönden bağımlı olmasını hatırlayalım.) Zaten bir ulusun gerçek ekonomik ve
kültürel ilerlemesi, ancak emperyalizmden ekonomik bağımsızlık temeli üzerinde
olasıdır. (9)
Bilindiği gibi günümüzde kendi kaderini tayin hakkı, bazen yeni sömürgeci
çevreler veya milliyetçi liderler tarafından ayrılıkçı eğilimleri haklı
göstermek için kullanılıp yorumlanmakta ve kendi durumlarını güçlendirmeleri
amacıyla ortaya atılmaktadır. (10) Tıpkı bizde olduğu gibi. Oysa yukarıda gösterildiği
gibi ayrılma her zaman ve her türlü araçla, bir veya diğer halkın gerçek
çıkarlarıyla bağdaşmaz. Bir ülkeyi küçük ve ekonomik yönden zayıf devletçiklere
bölmekle, onun sosyal ve ekonomik gelişmesine engel konmuş olur. Hele bu Kıbrıs
gibi küçücük bir ada olursa. Küçük, ekonomik ve politik yönden zayıf
devletlerin varlığı ise, ancak bunu kendi çıkarlarına uygun gören emperyalist
ve yeni sömürgeci çevrelere hizmet eder.
Bugün Kıbrıs’ta var olan milliyetler sorunu, politik, ekonomik, ideolojik,
anayasal ve halkların sosyal kurtuluş mücadelesi esnasında ortaya çıkan diğer
sorunlardan oluşan büyük bir bütündür. Kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin tanınıp,
(1974 sonrası oluşan koşulların yardımıyla), etnik-ulusal temelde ve bir
ayrılma şeklinde gerçekleştirilmesini talep etmek, bugünkü şartlar altında var
olan güçlükleri daha da zorlaştırmak (ve toplumlararası anlaşmazlığı daha da
keskinleştirmek) demektir. Gerçi tarihsel deneyim, ayrılıkçılığa karşı
mücadelede bu hakkın reddinin gerekli olmadığını, aksine bu ilkenin tutarlı bir
şekilde öğretilmesini göstermektedir, ama bize göre Kıbrıs somutunda ayrılma ve
“bağımsız” ayrı bir devletin kurulması aşırı bir tedbirdir. Toplumlararası
görüşmelerde ortaya çıkan güçlükler, hiç
de çözümlenemez sorunlar değildir. Yeter ki karşılıklı iyi niyet ve uzlaşma
isteği olsun.
Kabul etmek gerekir ki, her iki halk arasında bir güvensizlik vardır, ama yeniden dostça ilişkilerin kurulması da olanaksız değildir. Böylesi durumlarda, uzun süre bir düşmanlık ve karşılıklı güvensizlik ortamında yaşamış olan halkların, eşitliklerinin formel kabulünden çok, kendi çıkarlarının daha somut garantilere bağlanmasını istemesi doğaldır.(11) Nitekim Afrika ülkelerindeki etnik sorunların çözümünde esas olan ilkeler, onların anayasalarına yansımıştır. Kıbrıs’ta da bunun böyle olması gerekecektir.
Örneğin Nijerya’nın ileri gelen bilim ve politika adamlarından Dr. Obafemi
Awolowo, ülkesinin geçirdiği deneyimlere
ve özellikle 1966-70 yıllarının olaylarına dayanarak ve başta Sovyetler Birliği
olmak üzere diğer ülkelerin milliyetler sorununun çözümüne ilişkin
deneyimlerinden yararlanarak Nijerya için mutlaka federal bir anayasa
gerektiğine ve ancak böyle bir anayasanın ülkede var olan çeşitli etnik-ulusal
grupları bir arada tutabileceğine ve etkin bir yönetim altında kalkınmayı da
teşvik edeceğine parmak basmıştı.
Dr.Awolowo’ya göre, artık Nijerya’nın önünde duran ikilem, daha önce olduğu
gibi, ünitarizm ile federalizm arasındaki seçme değil, ama konfederalizm ile
federalizm arasındaki seçme idi. (Aynı seçme, bugün Kıbrıs için de geçerli ve
günceldir.) Ünitarizm gibi konfederasyon da, Nijerya’daki günün koşullarına
uymamaktaydı. Çünkü konfederasyonda merkezi hükümet, tamamıyle devlet
hükümetlerinin iradesine bağımlıdır.
Nijeryalı bilim adamı “Nijerya Anayasası Üzerine Düşünceler” adlı kitabında
(İbadan, 1966), Sovyetler Birliği de dahil olmak üzere bazı ülkelerdeki devlet
oluşumu deneyimlerini inceleyerek, şu sonuçlara varmıştı:
“Bir ülkede tek, iki veya çok dil konuşuluyorsa ve uzun bir zaman dilimi
içerisinde farklı milliyetlerin oluşmasına yol açan toplumlardan meydana
gelmişse, o ülkenin anayasası federal olmalı ve federasyonu oluşturan birimler,
dil ve milliyet eşitliği temelinde örgütlenmelidir.”
Dr.Awolowo, 1975 Ağustos’unda ülkesindeki askeri rejime sunduğu planda
şöyle diyordu: “Bizim dört hedefimiz,
şimdi şaşmaz bir biçimde ve açıklıkla ortaya çıkmıştır. Federalizm, demokrasi,
iyi liderlik ve sosyalizm. Bu dört hedeften en acil olanı federalizm’dir.” (12)
Görüldüğü gibi Afrika’daki ilerici politikacılar, etnik sorunların, var
olan devlet sınırları içinde çözümlenmesini ve bütün halkların eşitliği
ilkesini savunarak, gerçek ulusal (ülkesel anlamda) birliğin yaratılmasını ana
istem olarak yükseltirken, tutucu güçler de sınırların yeniden çizilmesinde ve
etnik temele dayalı yeni devletlerin oluşmasında ısrar etmektedirler. (13)
Konumuza 1970 tarihli ““Birleşmiş Milletler Şartı uyarınca Devletlerarası
Dostane İlişkiler ve İşbirliğiyle İlgili Milletlerarası Hukuk Prensiplerine
Dair Bildiri” ve halkların kendi kaderini tayin etme hakkı açısından
yaklaştığımız zaman da şu bilimsel doğrularla karşılaşırız. Doç.Dr.Sevin
Toluner, “Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Milletlerarası Hukuk” adlı kitabında “Kıbrıs’ta
bağımsız bir Türk devletinin kurulması” istemlerini şöyle değerlendirir:
“Ancak, Türk toplumu, bu görüşü,
bağımsız bir devletin kurulabilmesi için
gerekli olan maddi unsurları, -bir ülke parçası üzerinde devamlı ve
etkin bir kontrol icra eden hükümeti-, Türk silahlı harekâtları sonucunda, yani
bir dış yardımla gerçekleştirebilmiştir. Bu silahlı harekâta ve bu silahlı
harekâtlar sonucunda gerçekleştirilmiş olan fiili duruma meşruiyet kazandıran
esaslar ise, daha önce de belirttiğimiz gibi tek taraflı olarak hukuki status
quo’nun değiştirilmesi hakkını sağlamaz. Bu fiili durumu, Kıbrıs devleti
ülkesinde ayrı bir bağımsız devletin kurulması yolunda bir aşama olarak
değerlendirme, bu esasları çerçevesi dışına çıkmak anlamına geleceği kadar,
Bildiri’nin sekizinci paragrafında yer alan devletlerin milli birliği ve ülke
bütünlüğüne saygı gösterilmesi yükümüne aykırı olacağı için, “self
determinasyon” hakkı ile ilgili esaslar çerçevesinde de haklı gösterilemez.
Bu fiili durum gözönünde bulundurulmaksızın
“self-determinasyon” prensibinin uygulanması ise, bu hak, her iki toplum için
de bir hak olduğuna göre, 1960 Andlaşmaları öncesinde ortaya atılan çeşitli
iddia ve görüşlerin tekrarlanmasına yol açacaktır ki, yeniden açılacak bu
tartışmaların, Türk toplumunun çıkarlarını egemen, bağımsız ve ülkesi bütün bir
Kıbrıs Devleti çerçevesinde yine “self-determinasyon” hakkına dayanılarak
savunulan iki toplumun eşitliği prensibine dayalı, iki bölgeli bir federasyon
tezinden daha iyi koruyabilecek bir çözümün kabul edilmesiyle
sonuçlanabileceğini kesin olarak ileri sürmek, bizce, güçtür. Bu hukuki durum
gözönünde tutulduğunda askeri harekâtın meşruiyetini savunmak ve istilacı
devlet sıfatını üstlenmemek çabası içine sokulan Türk hükümetinin bağımsız bir
Kıbrıs Türk devleti’nin kurulması biçminde bir çözümü teşvik edici bir tutum
benimsemekten kaçınmasını, anlayışla karşılamak gerekir.
Esasen, Kıbrıs Türk toplumunun bağımsız bir devlet
kurmak yoluyla elde edileceği düşünülen hak ve çıkarlardan fiilen
yararlanabilmesi, diğer devletler tarafından, yeni bir devlet olarak
tanınmasına bağlıdır.” (14)
Olayların hangi yönde gelişeceğini ise, ülkemiz içindeki ve dışındaki
güçler dengesi gösterecektir.
1.Harman,
Doğan, Kıbrıs’ta Ulusal Sorun, Lefkoşa 1982 (İşçi’nin Sesi Yayınları’nın 18.
kitabı olarak çıkan Emine Engin ve Yıldırım
Girneli’nin “Kıbrıs Sorunu” adlı kitabını
eleştirmek amacıyla yazılan mektuplardan
oluşmakta olup, sağcı basın tarafından da
benimsenmişti.)
2.
agy. s.19, 20, 22, 42
3.
Kubitschek, H-D / Timm, K. : Nationenbildung, multinationale Staaten und
Nationalitaetenpolitik
in Asien und Afrika in (Autorenkollektiv) Nichtkapitalistischer
Entwicklungsweg, Berlin 1972, s.363-376
4.
agy
5.
agy
6.
Fedossejew, P.N. (Autorenkollektiv): Der Leninismus und die nationale Frage in
der
Gegenwart, Moskau 1974, s.54-55
7.
Lenin, W.I., Werke, Bd:6, s.454
8.
agy, Werke, Bd:11, s.351
9.
Zenushkina, I: Soviet Nationalities Policy and Bourgeois Historians, Moscow
1976, s.123
10.
Ismagilova, R.N.: Ethnic Problems of the Tropical Africa-Can they be solved,
Moscow
1978, s.194
11.
Staruschenko, G.B.: Özgürlüğe kavuşan ülkelerde Ulus ve Devlet (Rusça), Moskova
1967, s.260
12.
aktaran Ismagilova, R.N.; agy, s.128-129
13.
agy
14. İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi Yayını, İstanbul 1977, s.423
(Bu yazı, 1983
yılı Ekim ayı sonunda kaleme alınmış ve “Osman Ergün” takma adıyla Ortam
gazetesine verilmiş, fakat yayımlanması uygun görülmemiştir. Aynı yazı, bu defa
10 Kasım 1983 tarihinde Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin teorik yayın organı
olan İlke dergisinde yayımlanmak üzere Almanya’ya postalanmış, ama orada da yayımlanmamıştır.)