12 Temmuz 2014 Cumartesi

AYRILIKÇI BAZI GÖRÜŞLER VE FEDERAL BİR ÇÖZÜMÜN GEREKLİLİĞİ ÜZERİNE


Kıbrıs’ta yaşayan iki ana etnik-ulusal toplum arasında var olan ve kökü İngiliz sömürge yönetimi dönemine dayanan milliyetler sorununun, Kıbrıslı Türk ilerici aydınlar arasında tartışılmaya başlanması, önceleri işçi sınıfı partisinin Kıbrıs Türk toplumuna ayrılma dahil kendi kaderini tayin hakkını tanıması şeklinde başlamışsa da, daha sonra “Kıbrıs’ta ulusal sorun” adı altında yayınlanan mektuplarla içeriği boşaltılarak, amacından saptırılmıştır.(1)

Getirilen şabloncu tezlere göre, Kıbrıs gerçekleri alt-üst edilmiş ve zorlama yorumlarla ayrılıkçı şoven harekete “sol”dan destek sağlanmıştır. Oysa adayı bölmek isteyen emperyalizm ve gerici çevrelerin iktidar mücadelelerinde toplumların sürekli ayrılığına ilişkin görüşler yaydıkları ve etnik-ulusal anlaşmazlıkları körükledikleri bir ortamda politika bilimcilerine düşen görev, ayrılıkçı hareketin altında yatan motifleri, bunun ardındaki sosyal güçleri ve onların politik platformdaki gerici ideolojilerini açığa çıkarmak olmalıydı.

Bilimsel olma iddiasıyla aktardıkları alıntılarla, 1974 sonrasının Kıbrıs’ını, Çarlık Rusyası’nın kenar bölgelerine benzetenler, Kıbrıs’ta iki ulusun bir çırpıda oluştuğu ve klasik tanımı ile “ezen ve ezilen” ulusların bulunduğu görüşünden hareket etmelerine rağmen, söz edilen uluslaşma süreçlerinin nasıl ve hangi zaman dilimi içinde oluştuğuna değinmemişler ve “bunu göstermek zor değildir” diyerek, tezlerinin temel dayanağını boşta bırakabilmişlerdir. (2)

Adada yaşayan Türk ve Rum toplumları arasında özellikle 1878’den bu yana süregelen temsiliyet mücadelesi ve anayasal sorunlar gözardı edilerek, “bugün Kıbrıs’ta var olan devlet sınırları” reel politikacılık uğruna esas alınmış ve mekanik bir yaklaşımla 1974 sonrasının bölünmüşlüğü aklanmıştır.

Oysa tarih göstermiştir ki, bir ülkede politik güçler kutuplaşmaya başlayıp, ekonomik ve politik bağımsızlık için verilen mücadele keskinleştiği zaman, o ülkede işçi sınıfı ideolojisi ve proletarya enternasyonalizmi temelinde doğru bir milliyetler politikasının geliştirimesi hem kaçınılmazdır, hem de çok önemli bir sorundur. Özellikle nüfusun birden fazla etnik unsurdan oluştuğu ülkelerde, devletin bağımsızlık ve egemenliğinin kazanılması, güvence altına alınması ve geliştirilmesi, içteki milliyetler sorununun çözümlenmesi ile yakından ilişkilidir ve bu sorun sadece ekonomik, sosyal, politik ve kültürel içerik temelinde çözümlenebilir. (3)

Bu ülkelerdeki milliyetler politikası, nüfusun etnik bileşimi, etnik süreçlerin karakteri, maddi olanaklar vb gibi objektif şartlar ile devlette iktidar sorununun anayasal şeklinin nasıl olacağı sorunu, iç ve dış politika, egemen olan ideolojinin rolü vb gibi subjektif faktörlere bağlıdır.(4)
Bütün bunlara bağlı olarak her ülkenin işçi sınıfı partisinin milliyetler politikasında da şekil ve yöntemler açısından birçok farklılıklar ve hatta bazı hatalar görülmektedir.

Ülke içinde var olan milliyetler sorununun çözümlenmesinde, özellikle Asya ve Afrika’daki devrimci demokratlar, ulusal-devrimci hareketler ve bilimsel sosyalizm partilerinin ana görevi, Leninci milliyetler politikasının ana taleplerini ve Sovyetler Birliği ile diğer sosyalist devletlerin deneyimlerini yaratıcı bir şekilde, kopyacılığa kaçmadan kendi ülkelerindeki somut koşullara uygulamaktır.

Ama gelgelelim sözkonusu Asya ve Afrika’daki ülkelerin çoğunda, sömürge yönetimi döneminde uygulanan milliyetler politikası, sorunların çözümünü engellemiş ve devletleşme, Kıbrıs’ta olduğu gibi, uluslaşmanın konsolidasyonundan önce gerçekleşerek, bağımsız ulus temeline dayanmadan elde edilmiştir.

Bilindiği gibi, ulusların oluşması, kendine özgü yasallığı olan evrensel bir süreçtir ve bunun özgüllüğü, tarihsel, etnik, dilsel vb başlangıç şartlarına, günün sosyo-ekonomik gelişme sorunlarına ve iç politika ile uluslararası plandaki güçler dengesine bağlıdır. Ulusların oluşması süreci genellikle birçok geçici zorlukları da beraberinde getirir ve emperyalizm, bu zorluklardan yararlanarak sorunları yokuşa sürmekten geri durmaz. Ama tarihsel deneyim yine göstermiştir ki, ulusal ve dilsel farklılıklar, burjuva sosyologları ve yazarlarının öne sürdükleri gibi tayin edici öneme sahip değillerdir. Esas olan, ulusal ve uluslararası sınıf mücadelesi ve özellikle emperyalizmin yeni sömürgeci faaliyetleridir. (5)

Kıbrıs sorununun bugün içinde bulunduğu aşamaya bu çerçevede baktığımız zaman, özellikle 1974 sonrasının Kıbrıs Türk toplumunda etnik ve ulusal (toplumsal anlamda) bilincin gelişmesinde görülen bazı hareketlenmeleri, Kıbrıs Türk ulusunun oluştuğu şeklinde değerlendirmenin aceleci ve yanlış bir tutum olduğu ortaya çıkar.

Bilindiği gibi, herhangi bir halk topluluğunu veya milliyeti, ulus olmaktan ayıran fark, toplumdaki üretici güçlerin özellikle kapitalizm koşulları altında, henüz daha düşük bir gelişme düzeyinde olması ve iç-dış ilişkilerde iş bölümü derecesinin de az gelişmiş olması ile belirlenir. Çağdaş kapitalist halk topluluklarında dil ve toprak birliği, ekonomik, politik ve kültürel hayat birliği ve etnik bilincin var olması, kural olarak bir ulusal dönüşme için yetersiz kalmaktadır. Ayrıca çoğu kez, “kendi başına ulusal bir varlık olma” yeteneği hiç uyanmamıştır. Bunun kısmen uyanmaya başladığı yerlerde bile, ulusal bir gelişmenin oluşması için gerekli ön koşullar her zaman yoktur. Bir başka deyişle, ayrı bir ulus oluşturma faktörlerinden biri olan “kendi başına ulusal varlığını sürdürebilme” olanağı, pratik gereklilik açısından bulunmamaktadır. (6)

Kıbrıs sorununun ortaya çıkmasında rol oynayan iç ve dış etkenler ışığında konumuza bakacak olursak, “sol” ideologların dediği gibi “Rum ulusunun devlet sınırları içinde zorla tutulan Türkler”in “bugün Kıbrıs’ta var olan devlet sınırları koşullarında” “bağımsızlık”larını ilan etmeleri halinde, doğacak yeni durum kime yarayacaktır ve Kıbrıslı Türklerin iç toplumsal sorunları açısından neyi değiştirecektir?

Bir kere sorun, devrim öncesi Rusya’sı ile devrim sonrası Sovyetler Birliği’nde tartışılan ulusal sorundan büyük farklılıklar göstermektedir. Nitekim Lenin, o günlerde halkların ilkesel olarak kendi kaderlerini tayin hakkını talep etmesinni, ulusal bağımsızlık isteyen bütün hareketlerin koşulsuz olarak desteklenmesiyle eş tutmadığını ve kendi kaderini tayin hakkının şu veya bu şekilde uygulanmasındaki amacın, proletaryanın sınıf mücadelesindeki genel çıkarlarına bağımlı olması gerektiğini vurgulamıştı:

“Proletaryanın sınıf mücadelesinin çıkarlarını, ulusal kendi kaderini tayin hakkı isteminden daha başa koymalıyız. Zaten bu şart, ulusal sorunda bizim görüşümüzle burjuva demokratik görüş arasındaki farkı ortaya koyar.” (7)

Böylece kendi kaderini tayin hakkının tanınmış olmasının, işçi sınıfı hareketinin, belli bir ulusun ayrılmasını mutlaka onaylamasını gerektirmediği ortaya çıkmış olur. Özgül bir durumda, belli bir ulusun veya ulusal topluluğun ayrılmasına ilişkin tavrın belirlenmesinde parti, sözkonusu ulusal hareketin hedeflerini de hesaba katmak zorundadır. Çünkü bu hareket, emperyalizmi zayıflatıp, ondan kurtulmaktan çok, onu güçlendirme ve korumaya yönelik olabilir. Lenin’den alıntılarla bilimsel sosyalizmi yaratıcı bir şekilde kullanmak yerine, mekanik bir kopyacılığa düşenlere, Lenin’in şu saptaması da burada hatırlatılmalıdır:

“Kendi başına devletlerin yaratılması, bazen emperyalizmin güçlendirilmesi anlamına gelir.”(8)

Ayrılmanın uygun olup olmadığının değerlendirilmesinde kullanılan bu dialektik ve sınıfsal yaklaşım, milliyetlerin çıkarları ile tam bir uyum içindedir. Bazılarının öne sürdüklerinin aksine ulusal kurtuluş, ayrı ulusal devletin kurulması ile eşdeğer değildir. Ayrılma, her zaman ulusun veya ulusal topluluğun çıkarına uygun değildir, ne de her zaman ulusal veya toplumsal kurtuluş ile eşanlamlıdır. Hatta Lenin birçok kereler, bir ulusun politik olarak ayrılmasının, ayrılınan ülkenin sosyal yapı olarak sosyalist olması halinde (ki Kıbrıs somutunda Güney Kıbrıs, uluslararası sorunlarda bağlantısızlık politikasına bağlı ve sosyalist ülkelerin yanında yer almaktadır), ayrılan ülkenin emperyalist güçler tarafından esaretine yol açabileceği uyarısını yapmıştır. (KTFD’nin NATO üyesi TC’ye ekonomi dahil her yönden bağımlı olmasını hatırlayalım.) Zaten bir ulusun gerçek ekonomik ve kültürel ilerlemesi, ancak emperyalizmden ekonomik bağımsızlık temeli üzerinde olasıdır. (9)

Bilindiği gibi günümüzde kendi kaderini tayin hakkı, bazen yeni sömürgeci çevreler veya milliyetçi liderler tarafından ayrılıkçı eğilimleri haklı göstermek için kullanılıp yorumlanmakta ve kendi durumlarını güçlendirmeleri amacıyla ortaya atılmaktadır. (10) Tıpkı bizde olduğu gibi. Oysa yukarıda gösterildiği gibi ayrılma her zaman ve her türlü araçla, bir veya diğer halkın gerçek çıkarlarıyla bağdaşmaz. Bir ülkeyi küçük ve ekonomik yönden zayıf devletçiklere bölmekle, onun sosyal ve ekonomik gelişmesine engel konmuş olur. Hele bu Kıbrıs gibi küçücük bir ada olursa. Küçük, ekonomik ve politik yönden zayıf devletlerin varlığı ise, ancak bunu kendi çıkarlarına uygun gören emperyalist ve yeni sömürgeci çevrelere hizmet eder.

Bugün Kıbrıs’ta var olan milliyetler sorunu, politik, ekonomik, ideolojik, anayasal ve halkların sosyal kurtuluş mücadelesi esnasında ortaya çıkan diğer sorunlardan oluşan büyük bir bütündür. Kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin tanınıp, (1974 sonrası oluşan koşulların yardımıyla), etnik-ulusal temelde ve bir ayrılma şeklinde gerçekleştirilmesini talep etmek, bugünkü şartlar altında var olan güçlükleri daha da zorlaştırmak (ve toplumlararası anlaşmazlığı daha da keskinleştirmek) demektir. Gerçi tarihsel deneyim, ayrılıkçılığa karşı mücadelede bu hakkın reddinin gerekli olmadığını, aksine bu ilkenin tutarlı bir şekilde öğretilmesini göstermektedir, ama bize göre Kıbrıs somutunda ayrılma ve “bağımsız” ayrı bir devletin kurulması aşırı bir tedbirdir. Toplumlararası görüşmelerde ortaya  çıkan güçlükler, hiç de çözümlenemez sorunlar değildir. Yeter ki karşılıklı iyi niyet ve uzlaşma isteği olsun.

Kabul etmek gerekir ki, her iki halk arasında bir güvensizlik vardır, ama yeniden dostça ilişkilerin kurulması da olanaksız değildir. Böylesi durumlarda, uzun süre bir düşmanlık ve karşılıklı güvensizlik ortamında yaşamış olan halkların, eşitliklerinin formel kabulünden çok, kendi çıkarlarının daha somut garantilere bağlanmasını istemesi doğaldır.(11) Nitekim Afrika ülkelerindeki etnik sorunların çözümünde esas olan ilkeler, onların anayasalarına yansımıştır. Kıbrıs’ta da bunun böyle olması gerekecektir.

Örneğin Nijerya’nın ileri gelen bilim ve politika adamlarından Dr. Obafemi Awolowo, ülkesinin  geçirdiği deneyimlere ve özellikle 1966-70 yıllarının olaylarına dayanarak ve başta Sovyetler Birliği olmak üzere diğer ülkelerin milliyetler sorununun çözümüne ilişkin deneyimlerinden yararlanarak Nijerya için mutlaka federal bir anayasa gerektiğine ve ancak böyle bir anayasanın ülkede var olan çeşitli etnik-ulusal grupları bir arada tutabileceğine ve etkin bir yönetim altında kalkınmayı da teşvik edeceğine parmak basmıştı.

Dr.Awolowo’ya göre, artık Nijerya’nın önünde duran ikilem, daha önce olduğu gibi, ünitarizm ile federalizm arasındaki seçme değil, ama konfederalizm ile federalizm arasındaki seçme idi. (Aynı seçme, bugün Kıbrıs için de geçerli ve günceldir.) Ünitarizm gibi konfederasyon da, Nijerya’daki günün koşullarına uymamaktaydı. Çünkü konfederasyonda merkezi hükümet, tamamıyle devlet hükümetlerinin iradesine bağımlıdır.

Nijeryalı bilim adamı “Nijerya Anayasası Üzerine Düşünceler” adlı kitabında (İbadan, 1966), Sovyetler Birliği de dahil olmak üzere bazı ülkelerdeki devlet oluşumu deneyimlerini inceleyerek, şu sonuçlara varmıştı:

“Bir ülkede tek, iki veya çok dil konuşuluyorsa ve uzun bir zaman dilimi içerisinde farklı milliyetlerin oluşmasına yol açan toplumlardan meydana gelmişse, o ülkenin anayasası federal olmalı ve federasyonu oluşturan birimler, dil ve milliyet eşitliği temelinde örgütlenmelidir.”

Dr.Awolowo, 1975 Ağustos’unda ülkesindeki askeri rejime sunduğu planda şöyle diyordu: “Bizim  dört hedefimiz, şimdi şaşmaz bir biçimde ve açıklıkla ortaya çıkmıştır. Federalizm, demokrasi, iyi liderlik ve sosyalizm. Bu dört hedeften en acil olanı federalizm’dir.” (12)

Görüldüğü gibi Afrika’daki ilerici politikacılar, etnik sorunların, var olan devlet sınırları içinde çözümlenmesini ve bütün halkların eşitliği ilkesini savunarak, gerçek ulusal (ülkesel anlamda) birliğin yaratılmasını ana istem olarak yükseltirken, tutucu güçler de sınırların yeniden çizilmesinde ve etnik temele dayalı yeni devletlerin oluşmasında  ısrar etmektedirler. (13)

Konumuza 1970 tarihli ““Birleşmiş Milletler Şartı uyarınca Devletlerarası Dostane İlişkiler ve İşbirliğiyle İlgili Milletlerarası Hukuk Prensiplerine Dair Bildiri” ve halkların kendi kaderini tayin etme hakkı açısından yaklaştığımız zaman da şu bilimsel doğrularla karşılaşırız. Doç.Dr.Sevin Toluner, “Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Milletlerarası Hukuk” adlı kitabında “Kıbrıs’ta bağımsız bir Türk devletinin kurulması” istemlerini şöyle değerlendirir:

“Ancak, Türk toplumu, bu görüşü,  bağımsız bir devletin kurulabilmesi için  gerekli olan maddi unsurları, -bir ülke parçası üzerinde devamlı ve etkin bir kontrol icra eden hükümeti-, Türk silahlı harekâtları sonucunda, yani bir dış yardımla gerçekleştirebilmiştir. Bu silahlı harekâta ve bu silahlı harekâtlar sonucunda gerçekleştirilmiş olan fiili duruma meşruiyet kazandıran esaslar ise, daha önce de belirttiğimiz gibi tek taraflı olarak hukuki status quo’nun değiştirilmesi hakkını sağlamaz. Bu fiili durumu, Kıbrıs devleti ülkesinde ayrı bir bağımsız devletin kurulması yolunda bir aşama olarak değerlendirme, bu esasları çerçevesi dışına çıkmak anlamına geleceği kadar, Bildiri’nin sekizinci paragrafında yer alan devletlerin milli birliği ve ülke bütünlüğüne saygı gösterilmesi yükümüne aykırı olacağı için, “self determinasyon” hakkı ile ilgili esaslar çerçevesinde de haklı gösterilemez.

Bu fiili durum gözönünde bulundurulmaksızın “self-determinasyon” prensibinin uygulanması ise, bu hak, her iki toplum için de bir hak olduğuna göre, 1960 Andlaşmaları öncesinde ortaya atılan çeşitli iddia ve görüşlerin tekrarlanmasına yol açacaktır ki, yeniden açılacak bu tartışmaların, Türk toplumunun çıkarlarını egemen, bağımsız ve ülkesi bütün bir Kıbrıs Devleti çerçevesinde yine “self-determinasyon” hakkına dayanılarak savunulan iki toplumun eşitliği prensibine dayalı, iki bölgeli bir federasyon tezinden daha iyi koruyabilecek bir çözümün kabul edilmesiyle sonuçlanabileceğini kesin olarak ileri sürmek, bizce, güçtür. Bu hukuki durum gözönünde tutulduğunda askeri harekâtın meşruiyetini savunmak ve istilacı devlet sıfatını üstlenmemek çabası içine sokulan Türk hükümetinin bağımsız bir Kıbrıs Türk devleti’nin kurulması biçminde bir çözümü teşvik edici bir tutum benimsemekten kaçınmasını, anlayışla karşılamak gerekir.

Esasen, Kıbrıs Türk toplumunun bağımsız bir devlet kurmak yoluyla elde edileceği düşünülen hak ve çıkarlardan fiilen yararlanabilmesi, diğer devletler tarafından, yeni bir devlet olarak tanınmasına bağlıdır.” (14)

Olayların hangi yönde gelişeceğini ise, ülkemiz içindeki ve dışındaki güçler dengesi gösterecektir.

 
DİPNOTLAR:

1.Harman, Doğan, Kıbrıs’ta Ulusal Sorun, Lefkoşa 1982 (İşçi’nin Sesi Yayınları’nın 18.

   kitabı olarak çıkan Emine Engin ve Yıldırım Girneli’nin “Kıbrıs Sorunu” adlı kitabını

   eleştirmek amacıyla yazılan mektuplardan oluşmakta olup, sağcı basın tarafından da

   benimsenmişti.)

2. agy. s.19, 20, 22, 42

3. Kubitschek, H-D / Timm, K. : Nationenbildung, multinationale Staaten und

    Nationalitaetenpolitik in Asien und Afrika in (Autorenkollektiv) Nichtkapitalistischer

    Entwicklungsweg, Berlin 1972, s.363-376

4. agy

5. agy

6. Fedossejew, P.N. (Autorenkollektiv): Der Leninismus und die nationale Frage in der

    Gegenwart, Moskau 1974, s.54-55

7. Lenin, W.I., Werke, Bd:6, s.454

8. agy, Werke, Bd:11, s.351

9. Zenushkina, I: Soviet Nationalities Policy and Bourgeois Historians, Moscow 1976, s.123

10. Ismagilova, R.N.: Ethnic Problems of the Tropical Africa-Can they be solved, Moscow

      1978, s.194

11. Staruschenko, G.B.: Özgürlüğe kavuşan ülkelerde Ulus ve Devlet (Rusça), Moskova

      1967, s.260

12. aktaran Ismagilova, R.N.; agy, s.128-129

13. agy

14. İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi Yayını, İstanbul 1977, s.423

 

(Bu yazı, 1983 yılı Ekim ayı sonunda kaleme alınmış ve “Osman Ergün” takma adıyla Ortam gazetesine verilmiş, fakat yayımlanması uygun görülmemiştir. Aynı yazı, bu defa 10 Kasım 1983 tarihinde Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin teorik yayın organı olan İlke dergisinde yayımlanmak üzere Almanya’ya postalanmış, ama orada da yayımlanmamıştır.)

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder