15 Haziran 2021 Salı

BAĞLANTISIZ ÜLKELER VE KIBRIS

            9. Bağlantısız Ülkeler Dışişleri Bakanları Toplantısı, 5-10 Eylül 1988 tarihleri arasında, Kıbrıs’ın başkenti Lefkoşa’nın Rum kesiminde yapıldı. 6 milyon Kıbrıs Lirasına mal olan Uluslararası Konferans Merkezi’nde gerçekleştirilen toplantıya hareket üyesi 101 ülkeden 92’sine mensup 49 Dışişleri Bakanı ve yaklaşık 490 temsilci katıldı. 5 gün süren toplantının açılış konuşmasını yapan Kıbrıs Cumhurbaşkanı Vasiliu, konferansın Kıbrıs’ta yapılmasının ülkesi için büyük bir şeref olduğunu söyledi. Bağlantısız Ülkeler Hareketi’nin kurucu üyesi olan Kıbrıs, gerçekten hareket içinde aktif bir rol oynuyor ve saygın bir yere sahip.

            BELGRAD’DAKİ 1. ZİRVE VE ÖNCESİ

Kıbrıs ile Bağlantısız Ülkeler Hareketi’nin ilişkisi, 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasından önce başlamıştı. 18-24 Nisan 1955’te Endonezya’nın Bandung kentinde bir araya gelen 23 Asya ve 6 Afrika ülkesinin hükümet temsilcileri, Bağlantısızlar Hareketi’nin temel ilkelerini saptamışlardı. Bu toplantıya gözlemci olarak katılan Kıbrıs Rum toplumu lideri Başpiskopos Makarios, Kıbrıslı Rumların İngiliz Sömürge Yönetimi’ne karşı sürdürdüğü mücadeleye destek sağlamıştı.

1960’da İngiliz Sömürge Yönetimi’ne son verilip, Kıbrıs bağımsız bir cumhuriyet olarak ilan edildiği zaman, bu yeni ülkenin de Bağlantısızlar Hareketi’ne üye olması çağrısı yapıldı. 1-6 Eylül 1961’de Belgrad’da yapılan bağlantısız ülkelerin devlet veya hükümet başkanlarının 1. Zirve Toplantısı’na katılan Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios, hareketin kurucu liderleri olan Nehru, Tito ve Nasır ile yakın dostluklar kurmuştu. Bu ilk Zirveye katılmazdan önce bir demeç veren Makarios, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri izlediği dış politikası ile dünya barışına katkıda bulunduğunu belirterek, şöyle diyordu:

“Kıbrıs’ın bu moral gücün küçük bile olsa bir parçası haline geleceğinden sevinçliyim. Adamızın coğrafi konumu ve Kıbrıs halkının büyük bir inançla bağlı olduğu yüksek ideallere dayanarak, küçük bir ülke olmamıza karşın, büyük bir rol oynayabileceğinden eminim.”

Kıbrıs’ın Rum Cumhurbaşkanı böyle konuşurken, Türk Yardımcısı Dr.Küçük de kendi gazetesi “Halkın Sesi”nde, Kıbrıs’ın NATO’ya girmesi gerektiği doğrultusunda yayın yapmakta ve Makarios’u eleştirmekteydi.

KAHİRE’DEKİ 2.ZİRVE

Ekim 1964’de Kahire’de yapılan 2. Zirve Toplantısı’ndan Bağlantısızlar hareketi daha da güçlenerek çıkmış ve giderek artan sayıda sömürge toprağı bağımsızlığına kavuşurken, hareketin üye sayısı 24’den 53’e yükselmişti. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü “güvence” altına almış olan üç NATO ülkesi İngiltere, Yunanistan ve Türkiye, Aralık 1963’de adada başlatılan toplumlararası çatışmaları bahane göstererek, adaya NATO askeri gönderme ve Kıbrıs’ı Türklerle Rumlar arasında taksim ederek, Doğu Akdeniz’de batmayan bir uçak gemisi haline getirme planlarını uygulamaya koymuşlardı.

Sorunun BM Genel Kurulu’nda görüşülmesi öncesinde Kahire Zirvesi’nde konuşan Makarios, bağlantısız ülkelerin BM örgütünde daha etkin çalışmalar yazmasını önermiş ve genel olarak silahsızlanma ve özel olarak da askeri üslerin kaldırılması için çağrıda bulunmuştu. Kahire Zirvesinin ardından yayımlanan “Barış ve Uluslararası İşbirliği Programı”nın “Devletlerin Egemenlik ve Toprak Bütünlüklerine Saygı” başlığını taşıyan 5. bölümünde şöyle denmekteydi:

“Konferans Kıbrıs’ta var olan durumdan endişe duyarak, büytün ülkeleri BM Bildirgesinde yer alan ve uymak zorunda oldukları hususları göz önünde tutarak (özellikle 2. Madde, 4. paragraf) Kıbrıs’ın egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygı göstermeye, Kıbrıs’a yönelik herhangi bir tehdit veya güç kullanımı, ya da müdahaleden uzak durmaya, Kıbrıs halkının rıza gösteremeyeceği, adil olmayan çözümlerin Kıbrıs’a zorlanmaması için çağrıda bulunur... Konferans, Kıbrıs’taki yabancı üslerin kaldırılmasını ve BM kararları gereğince yerleştirilmiş olanlar dışındaki yabancı askeri birliklerin bu ülkeden geri çekilmesini tavsiye eder.”

LUSAKA’DAKİ 3. ZİRVE

Eylül 1970’de, BM genel Kurulu öncesinde, Bağlantısız Ülkelerin daha aktif olarak çalışmasını sağlamak için Lusaka’da toplanan 3. Zirve’de, bağlantısız ülkeler hareketinin yeni bir atılım yapması sağlandı. Bu toplantıya katılarak, bağlantısızlığın düşmanları tarafından dile getirilen kuşkuları yorumlayan ve harekete olan inancını yineleyen Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios, şöyle konuşmaktaydı:

“Bağlantısızlık, olumsuz tarafsızlık gütmek değildir. Bağlantısızlık, ister büyük, ister küçük olsun, aramızda olmayan diğer ülkelere karşı olumsuz bir tavır almak da değildir. Bağlantısızlık, barış davasına hizmet etmek demektir.”

Lusaka’daki 3. Zirve’de kabul edilen Kıbrıs sorunuyla ilgili kararda da, “Sorunun dıştan herhangi bir karışma veya müdahale olmadan, Kıbrıs’ın sınırsız egemenlik ve bağımsızlığına saygı ve Kıbrıs Türk toplumunun yasal haklarını güvence altına alma da içinde, uluslararası kabul görmüş demokratik ilkelere saygı temelinde, barışçı yollardan çözümlenmelidir. Göz önünde bulundurulması gereken kriterler, 9 Ekim 1964 Kahire Bildirisi’ne ve BM Kuruluş Bildirgesi’ne, BM’nin Kıbrıs’la ilgili kararlarına uygun olmalıdır” denilmekteydi.

CEZAYİR’DEKİ 4. ZİRVE

Bağlantısız Ülkeler, Kıbrıs’ın da katıldığı ve Eylül 1071’de New York’ta yapılan Bağlantısız Ülkeler Danışma Toplantısı’ndan sonra, Güvenlik Konseyi’nde üye olarak temsil edilerek, BM’de önemli bir etkinlik kazandılar.

Eylül 1973’de Cezayir’de yapılan 4. Bağlantısız Ülkeler Zirve Toplantısı’nda konuşan Makarios, hareketin Avrupalı üç üyesi olan Yugoslavya, Malta ve Kıbrıs’ın Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’nın toplanmasının uluslararası yumuşama doğrultusunda atılmış bir adım olacağını belirterek, Akdeniz bölgesinde de güvenliğin sağlanmasına bir katkı olacağını vurguluyordu. Nitekim Kıbrıs AGİK’de ve Madrid ile Viyana’daki İzleme Toplantıları’nda aktif bir rol oynamıştır.

            KIBRIS’A KARŞI DARBE VE İŞGAL

Temmuz 1974’de Makarios hükümetine karşı faşist Yunan cuntası eliyle yapılan askeri darbe, onu izleyen Türkiye’nin askeri müdahalesi ve ada toprağının %36’sının işgali, aslında Kıbrıs’ın bağlantısızlığına karşı yapılmış açık bir saldırıydı ve Kıbrıs’a yeni bir statüyü zorlamayı amaçlıyordu. Bu trajedinin ardından Kıbrıs’ın bağlantısız ülke dostları derhal yardımına koştu. Küba hükümeti dönem başkanı Cezayir’e başvurarak, Bağlantısız Ülkeler Koordinasyon Bürosu’nun toplanmasını istedi ve Kıbrıslı göçmenlere 20 bin KL’na yakın bağışta bulunuldu. Devlet Başkanı Makarios, Bumedyen, Sedat ve Tito’yu ziyaret etti. Bağlantısız Ülkeler BM’de Kıbrıs’a büyük destek verdiler. Genel Kurul tarafından oybirliği ile kabul edilen 3212 numaralı kararı hazırlayan, 5 bağlantısız ülkenin (Cezayir, Guyana, Hindistan ve Yugoslavya) Temas Grubu idi. Kıbrıs Hükümetinin taleplerini destekleyen benzeri kararlar Havana’daki Bağlantısız Ülkeler Bürosu Toplantısı’nda (Mart 1975), Lima’daki Bağlantısız Ülkelerin Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda (Ağustos 1975) alındı.

1976’da Kolombo’da, 1979’da Havana’da, 1983’de Yeni Delhi’de ve 1986’da Harare’de yapılan Zirve Toplantıları’nda Kıbrıs halkına verilen destek sürdürüldü.

“KIBRIS ASKERİ BLOKLARDAN BİRİNE BAĞLANSAYDI...”

Eylül 1986’da Harare’de yapılan son 8. Zirvede konuşan zamanın Kıbrıs Cumhurbaşkanı Kiprianu şöyle diyordu:

“Halkımız hayret içindedir. İşgal birliklerinin çekilmesi, göçmenlerin evlerine dönmeleri, Türkiye’den adanın işgal altındaki bölgesine yapılan göçmen akışının kınanması, Kıbrıs’ın iç işlerine yapılan müdahalenin durdurulması çağrılarına rağmen, Kıbrıs’ta durum 12 yıldan beridir değişmemiştir. Halkımız, birçok desteğe, açıklamaya ve BM kararlarına rağmen bu nasıl olabilir, diye sormaktadır. Kıbrıs’ta ve dışında bazıları, eski Cumhurbaşkanımız Başpiskopos Makarios’u eleştirdikleri gibi, beni de eleştirerek, Kıbrıs’ın bağlantısız kalmaması gerektiğini söylüyorlar. Getirdikleri gerekçe ise, “Kıbrıs, askeri bloklardan birine bağlansaydı, ne işgal edilir, ne de işgal sonrasının trajik sonuçları ortaya çıkardı” şeklindedir.

Harare’deki bu toplantının sonunda kabul edilen kararda, bağlantısız Ülkeler Hareketi’nin Kıbrıs’a olan desteği bir kez daha yinelenmiş ve Gandi, Kastro ve Kuanda’nın önerisi üzerine 9. Bağlantısız Ülkeler Dışişleri Bakanları Toplantısı’nın Eylül 1988’de Kıbrıs’ta yapılması kararlaştırıldı.

DENKTAŞ’IN TEHDİDİ

İşte 5-10 Eylül 1988 tarihleri arasında Lefkoşa’nın Rum kesiminde gerçekleştirilen bu toplantıda, Kıbrıs’ın dönem başkanı olması gündeme gelmiş, ama yerine Yugoslavya seçilmiştir. Kıbrıs’ın adaylığı söz konusu olduğu zaman, bir demeç veren Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanı Rauf Denktaş, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Bağlantısızların Başkanlığına getirilmesi halinde 15 Eylül’de Lefkoşa’da yapılması tasarlanan Vasiliu-Denktaş görüşmesinin ertelenebileceği tehdidinde bulunmuştur.

Toplumlararası görüşmelerin öngörüldüğü tarihte başlaması ve belirlenmiş süre içerisinde sonuç almaya çalışılması kararını sevinçle karşılayan Bağlantısız Ülkeler, konunun nazikliğini göz önünde bulundurmuş ve Kıbrıs hükümeti de adaylık için başvurmama kararı almıştı. Toplantıda sadece Pakistan delegesi, kapanış bildirgesinin Türk askerine ve uluslararası konferansa atıfta bulunan bölümlerine çekince koymuşsa da, Kıbrıs’la ilgili olarak alınan karar oybirliği ile kabul edilmiştir.

BAĞLANTISIZLARIN TALEBİ

Kararın 6. maddesinde “Bakanlar, silah zoruyla yaratılan de facto durumun ve halen kınanmış olan bölücü eylemlerin iptal edilmesi gerektiği ve soruna bulunacak çözümü hiçbir zaman etkilememesi gerektiği görüşünde olduklarını belirtirler” denmektedir.

Zaten Kıbrıs sorununda düğüm buradadır. Türk tarafı, Türkiye’nin askeri desteğine dayanılarak oluşturulan ve uluslararası hukuk kurallarına ters düşen ayrılıkçı KKTC’yi toplumlararası barış görüşmelerinde yasal unsur olarak kabul ettirmek istemektedir. Dahası Türk tarafı, federal bir çözüm derken, Kıbrıs’ın bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü zedeleyecek olan bir formülü, yani konfederasyonu kabul ettirmeye çalışmaktadır. Oysa uluslararası demokratik kamuoyu ile Bağlantısızlar Hareketinin öngördüğü gerçekçi çözüm, iki bölge arasında askeri bir sınırın bulunmadığı, üs ve askerden arındırılmış, tek ve federal bir Kıbrıs Cumhuriyeti’dir.

(Özgürlük dergisi, Lefkoşa, Ocak 1989, Sayı:31 ve “Kıbrıs Nereye Gidiyor?” adlı kitap içinde, İstanbul, Haziran 2002, s.172-177)

FEDERALİZM HAKKINDA BİLİM NE DİYOR?

İşçi sınıfı biliminin kurucuları olan Marks ve Engels, devrimci hareketin devlet yapısına ilişkin olarak, birçok defa görüşlerini ortaya koymuşlar ve proletarya ile onun bağlaşıklarının sınıf çıkarları açısından bunun değerlendirmesini yaparak, temel ilkeleri belirtmişlerdir. Marksizmin klasikleri, devlet yapısına ilişkin sorunlara soyut olarak bakmamışlar, özel tarihsel koşullardan ayrı bir değerlendirme yapmamışlardır. Marks ve Engels, federal devlet yapısında, diğer bütün devlet ve hukuk olguları gibi, somut tarihsel ve toplumsal olgular bağlamından asla ayırmamışlardır. Örneğin Lenin, “Devlet ve Devrim” adlı eserinde, Engel’in devlet şekilleri ve devlet yapısını asla önemsememezlikten gelmediğini vurgulayarak, aksine her ayrı durumun somut tarihsel özelliklerini saptadığını ve bundan hareketle uygun geçiş şeklini (federatiften üniter devlete geçiş gibi) belirtmek için Engels’in geçiş şekillerini irdelemeye özellikle dikkat gösterdiğini yazmaktadır.

Konumuzla ilgisi açısından Marks ve Engels’in somut tarihsel durumlar üzerine ne düşündüklerini aktarmak gereksiz olduğundan, biz sadece onlar tarafından geliştirilen temel ilkelere değinmeyi daha yararlı görüyoruz. Çünkü bu ilkeler, günümüz koşullarında federalizmin rolü ve fonksiyonuna ilişkin olarak ortaya konmuş bulunan Marksizm klasiklerinin görüşleri, hem tarihsel değerlendirme açısından yararlı, hem de konuya yaklaşma ve irdeleme biçiminde önemli noktalar olmaktadır. Onların araştırma yönteminde kullandıkları ölçütler, tarihsel ilişkilerden ayırıp, genelleştirmeler yapmaya uygun olan ve gelişme halindeki ülkelerde federalizmin rolü ve fonksiyonu gibi devlete ilişkin teorik ve politik güncel sorunların değerlendirilmesinde temel olacak değerlendirme sistemleri açısından gereklidir.

Bilimsel sosyalizmin kurucularından Lenin, tarihsel yasallık ile proletaryanın sınıf çıkarlarının birliği konusunu irdelerken, merkezi üniter devletlerin gerekliliğini ortaya koymuş, ama merkeziyetçiliği asla geniş yerel özyönetimin karşıtı olarak görmemiştir. O, federalizmi, yerel özyönetim için uygun bir şekil olarak değil de, ulusal bakımdan homojen olan bir devletle federalizmi, üniter burjuva demokrasisine kıyasla, demokrasinin gerçekten üstün bir şekli olarak görmüştür. Lenin, Engels’in “Sosyal Demokrasinin 1891 Program Taslağının Eleştirisi”ne atıfta bulunur ve Engels’in bu eserinde, ABD’deki federalizmin ülkenin doğusunda engel oluşturmasına rağmen, yüzölçümünün genişliğini esas alması yüzünden genel olarak gerekliliğini savunduğuna değinir. 

Marks ve Engels için üniter demokratik cumhuriyet, sosyalist devlet iktidarı için de uygun bir şekildir. Ama bu asla onların, federatif bir devlet yapısını genel olarak reddettikleri anlamına gelmez. Marks ve Engels, federatif bir yapının toplumsal ilerlemeyi ne zaman engelleyip, ne zaman teşvik edeceğini gösterecek hiçbir soyut ölçü koymamışlardı. Onlar bunu, her somut olayı etraflıca inceleyerek saptamışlardı. Federatif yapının haklılığını, başta ulusal açıdan görmekle beraber, diğer özel durumlarda da bunun gerekli olduğunu görüyorlardı. Böylesi ve diğer özel durumlara örnek olarak şunlar gösterilebilir: ABD’nin geniş yüzölçümüne bakarak, oradaki üretici güçlerin belirli bir durumda olmaları hali, konfederasyondan federasyona geçişte feodal artıkların ortadan kaldırılması içim İsviçre’de var olan güçlü merkezileşme. Engels ise “1891 Sosyal Demokrat Program taslağının Eleştirisi”nde (Marks’ın Gotha Programının Eleştirisi adlı kitabında) iki ada üzerinde 4 ulusun yaşadığı ve tek bir parlamentoya rağmen 3 farklı yasa sisteminin var olduğu İngiltere’de federasyonun ileri bir adım olacağını kabul etmektedir.

FEDERATİF YAPININ İLERİCİ FONKSİYONU

Marks ve Engels’in görüşüne göre federatif bir devlet yapısı, en başta ulusal sorunun çözümünde ilerici bir fonksiyona sahip olabilir. Ama onlar, ulusal sorunun çözümünde, federasyonlaşmayı, tek veya tayin edici araç olarak görmekten de çok uzaktırlar. Marks ve Engels, proletaryanın devrimci mücadelesinin çıkarları bulunan her yerde, baskı altında tutulan ulusun, baskı altında tutan ulustan devlet olarak ayrılmasını istiyorlardı. Lenin onların bu düşüncesini “Devlet ve Devrim” adlı eserinde şöyle özetlemiştir:

“Engels, tıpkı Marks gibi, proletarya ve proletarya devrimi açısından ve demokratik merkeziyetçilikten hareketle tek ve bölünmez bir cumhuriyeti savunuyordu. Engels, federal cumhuriyeti, monarşiden merkeziyetçi cumhuriyete geçişte ancak belli bazı özel ilişkiler içinde ileri bir adım olarak görüyordu ve ulusal sorun, bu özel ilişkiler içinde ön plana çıkanıydı.”

Lenin, yukarıdaki görüşü benimsemişti. Ama emperyalizm çağında ulusal sorunun değişmesi ve Rusya’da devrimin gelişmesi, onun, federatif devlet yapısına ait proleter devrimci hareketin tavrına ilişkin Marksist teoriyi geliştirmesine yol açtı. Lenin bu yeni teorik kavramı, demokratik ve proleter devriminde ulusal sorunun kendi içerisinde bütünsel bir teori ile bağdaştırdı. Lenin, 1917 yılına kadar, federatif bir yapının gelecekteki demokratik ve devrimci Rusya için uygun bir çözüm olmayacağı görüşündeydi. Ama bu onun federasyonu genel de reddettiği anlamına gelmiyordu. Lenin, 1912 ve 1913 yıllarında, Balkanlarda ulusal sorunun tutarlı ve demokratik bir biçimde çözümü için, kısıtlanmamış ve tam demokratik devletlerin federasyonundan meydana gelecek bir Balkan Federasyonu’nun oluşturulmasının gerekliliğini vurgulamaktaydı. Lenin bunu, Balkanlardaki ulusal baskı ve savaşlara karşı, Slav-Türk düşmanlığının yerini alacak, hem proleter, hem de burjuva alternatifi olarak görüyordu. Lenin, önkoşul olarak demokrasinin kurulmasını, köylülerin tam olarak özgürlüğe kavuşmalarını, tam ulusal eşitlik ile politik olarak kendi kaderini tayin etme hakkının mutlaka tanınmasını göstermişti. 1917’ye kadarki devrim öncesi dönemde ulusal sorunun çözümü, üniter bir devletle, demokratik merkeziyetçilik temelinde ve bir Sovyet Cumhuriyetinin oluşturulmasında gören Lenin’in tasarıları, burjuva-demokratik devrimin sosyalist devrime yol açması sürecinde şu ana unsurları kazanmıştır.

LENİN’İN GÖRÜŞLERİ

a) Rusya’nın eski yönetsel bölünmesini ortadan kaldırmak ve bunu, modern ekonomik yaşamın gerçekleri ile ulusal bileşimin gereklerine dayalı bir başkası ile değiştirmek (Bak: Ulusal Sorun Üzerine tezler) Bunun için ulusal moment abartılmamalıdır. Çünkü ulusal bileşim, gerçek ekonomik faktörlerin en önemlilerinden biridir, ama tek olanı da değildir. Örneğin karışık ulusal bileşime sahip şehirler, ekonomik çevrelerinden koparılamaz. Sınırların saptanması, yerel halkın kendi sorunudur. (Bkz. Ulusal Sorun Üzerine Eleştirisel Değinmeler) 

b) Geniş yerel özyönetim demokratik merkeziyetçilik, özel ekonomik ve yaşamsal koşullar ve nüfusun özel ulusal bileşimi vb ile özellik gösteren bölgeler için özerkliği olan bir yerel özyönetimi asla dışlamaz. Aksine hem bunu, hem de diğerini zorunlu olarak gerektirir.

Lenin’e göre özyönetim kurumları ve özerklik, genel, eşit ve gizli yapılan seçimlerle oluşturulmalı ve özerkliğin sınırları, merkezi parlamento tarafından onaylanmalı ve o bölgenin yerel nüfusu tarafından önerilmelidir. Lenin her türlü kişisel “ulusal-kültürel” özerkliğe karşı olup, bölgesel özerklikten yanadır. BU konuda “Ulusal Soruna İlişkin Tezler”inde şöyle der: “Özerklik, demokratik devletimizi kurmada bizim tasarımızdır.” Lenin, Roza Lüksemburg’a atıfta bulunarak, merkezi ve bölgesel yetkilere ilişkin görüşlerini geliştirir ve şunu vurgular: “Kapitalist toplum için önemli ve temel olan ekonomik ve politik sorunlar, asla her bölgenin özerk meclislerinin yetki alanına girmemeli, aksine merkezi devlet parlamentosu tarafından düzenlenmelidir.” Lenin, böylesi bir merkeziyetçiliğin özelliğini, bürokratik olmayan bir yapıya sahip olma, üretici güçlerin gelişmesini ve bütün devlet çapında burjuvazi ile proletaryanın oluşmasını kolaylaştırma olarak görmektedir.

Lenin, merkezi olarak tayin edilmesi gereken sorunlar olarak şunları sayar: Gümrük politikası, sanayi ve ticaret yasalarının çıkarılması, ulaşım ve haberleşme, vergi medeni hukuku, eğitimin genel ilkeleri (sadece laik okullara ilişkin yasa, okula gitme zorunluluğu, asgari eğitim planı, demokratik okul yönetmeliği), çalışma güvenliğine ilişkin yasaların çıkarılması, politik özgürlükler (koalisyon hakkı) vb.

Özerk bölge meclisleri de, bütün devlete ait olan yasalar temelinde, sırf yerel, bölgesel veya sırf ulusal önemi olan sorunlara bakmaktadır. Lenin ayrıca, Engels’in “devlet olma gereği atanan yerel ve eyaletsel makamların hepsinin de kaldırılması” ve bunların yerine seçimle işbaşına gelecek temsilcilerin getirilmesi talebinin altını çizmektedir. 

c) Lenin, partinin, bütün ulusal azınlıkların haklarını korumak için bir yasa çıkartılması isteğini geliştirerek, bu yasanın, ulusal ayrıcalıkların bütün türlerini yasaklamasını ve her alandaki (okul, dil, yönetim, adalet) azınlık haklarını korumasını sağlamış ve bizzat kendisi böyle bir yasa tasarısını hazırlamıştı. Lenin, bu yasada özerk veya kendi kendini yöneten birimlerin yetkilerinden, bütün devlet çapında düzenli aralıklarla, azınlık bölgelerinde de sık sık yapılacak nüfus sayımlarına kadar birçok ayrıntılı önlemi öngörmüştü.

d) Lenin, adı geçen hedef ve istemlerin elde edilmesi için, aynı zamanda tam bir demokrasi için verilecek mücadele ile birleştirilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Mükemmel bir demokrasi, her ulusal ayrıcalık ve baskının ortadan kaldırılması için yegâne politik temeli oluşturur. Demokrasinin bütün devlet örgütünde ve yönetimde azami olarak gerçekleştiği var sayılan burjuva koşullar altında bile, görece geniş bir ulusal barış egemenliğini sürmektedir ve demokrasi için mücadelede proletarya, bütün ulusların ilerici demokrasileri ile işbirliği yapar.

KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI İLE FEDERATİF İLKE BAĞLANTISI

Lenin tarafından geliştirilmiş olan yukarıdaki ilkelerin hepsine, onun tarafından savunulan “bütün ulusların kendi kaderini tayin hakkı” zemini üzerinde bakılmalıdır. Lenin’in burada, kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız olarak tanınması ile bu hakkın şu veya bu somut şekilde gerçekleşmesi halinde kime yarayacağı arasında bir ayrım yaptığı bilinmemektedir ve Lenin, kendi kaderini tayin hakkını, sadece devrimci süreçte işçi sınıfının çıkarları açısından değerlendirmiştir. Kendi kaderini tayin hakkının federatif ilke ile olan bağlantısı ile ilgili olarak Lenin şu yargıya varır:

“Kendi kaderini tayin hakkının tanınması, federasyon ilkesinin tanınması ile eş anlamlı değildir. İnsan bu ilkenin kararlı bir muhalifi ve demokratik merkeziyetçilik taraftarı da olabilir, ama federasyonu mükemmel demokratik merkeziyetçiliğe giden tek yol olarak ulusal eşitsizliğe tercih edebilir. İşte bu görüşten hareketle merkeziyetçi Marks, İrlanda ile İngiltere arasındaki bir federasyonu bile, İrlanda’nın İngiltere tarafından zorla boyunduruk altında tutulmasına tercih eder.

Lenin buradan hareketle, özerkliğin, tam ayrılmanın bir ön basamağı ve aynı zamanda ulus olmanın bir aşaması olabileceğine dikkat çeker:

“İşte özerklik, var olan devletin sınırları içinde zorla tutulan ulusun, sonunda ulus olarak oluşması, kendi güçlerini toparlaması ve tanıması, örgütlemesi ve uygun bir zamanda bir açıklama ile Norveç ruhunda bir seçimi yapmasına yol açar. “Biz şu veya bu ulusun, şu veya bu bölgenin özerk parlamentosu olarak diyoruz ki, Rusların Kralı, artık Polonya’nın Kralı değildir ve daha diğer benzerleri gibi.”

Lenin’e göre bu, gerektiğinde demokrasi ve sosyalizm için yararlı olacaksa, hatta kural olarak söylemek gerekirse, devrim ve savaşla karar verilebilecek bir sorundur.   

*

LENİN GÖRÜŞÜNÜ GELİŞTİRİYOR

Lenin, Rusya’da Haziran ve Kasım 1917 arasında devrimin akışı içinde – tarihsel süreç ve yeni deneyimlerin etkisiyle- federatif yapının yeni proleter devlet iktidarı için yararlarına ilişkin görüşlerini değiştirmiştir: “Programda yazdığımız, kendi kaderini tayin hakkına ilişkin genel olarak yazdıklarımızın o dönemden sonra bugün gerçekleşmiş olması ile ortaya çıkan durumun tanınmasıdır. O zaman henüz hiçbir proleter cumhuriyeti yoktu. Bu cumhuriyetler oluştukça ve oluşturdukları ölçü içinde, biz buraya yazdığımız şeyleri yazabiliyorduk: Sovyet tipine göre örgütlenmiş devletlerin federatif birleşmesi.” Ortaya çıkan görüş değişikliğiyle ilgili olarak Stalin de, Lenin’in “Federalizme karşı” başlıklı makalesine atıfta bulunmaktadır.

Lenin, devrim öncesi dönemde hazırlayıp ortaya koyduğu ulusal sorunun çözümünü ve onun (tek bir devlet çerçevesindeki) devlet şekillerine ilişkin temel ilkeleri reddetmeden, sosyalist milliyetler devletinin federatif yapısına ilişkin teorisini geliştirmiştir: Bu teori, yukarıda anılmış olan noktalara ek olarak, şu ana tezleri içermektedir:

LENİN’İN YENİ TEZLERİ

a)Yeni federal devlet, emperyalist devletlerden daha üstündür. Çünkü tamamen yeni bir sosyal ve politik temeli vardır. Bu devlet serbestçe bir araya gelen özgür ulusların işçi ve köylülerinin iktidarıdır ve federatif Sovyet cumhuriyeti, burjuva parlamentarizminden çok üstün olan demokrasinin daha yüksek ve daha ilerici bir şeklidir.

b) Federatif Sovyet cumhuriyeti, yeni devlet tipi ile yeni devlet şeklinin bir birliğidir. Devletin bu yeni tipi ile gelen bu yeni karakter, onun federatif yapısı ve federatif özellikleriyle ortaya çıkmıştır. Lenin, Sovyet iktidarının yeni içeriğini oluşturan 10 özellik arasında şunları sayar: Emekçi kitlelerin birleşimi, parlamentarizmin yürütme ve yasama etkinliklerinin ayrılmasının ortadan kalkması (yani devlet mekanizması ile halk kitlelerinin sıkı ilişkisi, daha mükemmelleştirilmiş bir demokrasi)

Lenin’e göre, devlet gelişiminin ortaya koyduğu yeni görevler, kendilerini serbestçe ulusal nifaktan ayırmayı öğrenen emekçilerin bilinçli ve daha sıkı bir birliğine geçişte ulusların federasyonunu zorunlu kılar.

c)Lenin federasyonu, “”çeşitli uluslardan emekçilerin tam bir birliğine giden geçiş şekli olarak kabul eder ve federasyonu, “Rusya’daki çeşitli milliyetlerin kalıcı bir birliğinden, birleşik, demokratik ve merkezi bir Sovyet devletine götüren en emin adım olarak görür.

Lenin ayrıca, özgürlüğüne kavuşmuş sömürgelerin, federasyonu, “özgürce kaynaşmaya geçiş” şekli olarak seçecekleri olasılığını da dışlamaz.

Lenin, Komintern’den, Sovyet düzeni temelinde ortaya çıkan yeni federasyonun geliştirilmesini, incelenmesini ve pratikte kanıtlanmasını istemiş ve federatif birliklerin yoğunlaştırılmasını savunmuştu. Ona göre amaç, emperyalizme karşı güçlü olmak, ekonomiyi daha hızlı bir şekilde yeniden düzenlemek ve kapitalizmde şimdiden beliren ve sosyalizmde tamamlanacak olan ulusal sınırlar ötesindeki ekonomiyi aynılaştırıp, birleştirme eğilimine uygun düşürmekti.

d) Lenin, federasyon ve özerkliğin demokratik merkeziyetçiliğe asla ters düşmediği ilkesini güçlendirmiştir. Ekonomik açıdan “makul sınırlar” içinde tutulan, “önemli ulusal farklılıklar” üzerine kurulmuş olan ve belli devlet sınırlamasını gerekli kılan bir federasyon, demokratik merkeziyetçiliğe uygun düşmektedir. Bir başka deyişle bu, devlet yapısının Sovyet tipinde örgütlenmesi koşulları altında “gerçek bir demokratik merkeziyetçiliğe” giden bir adımdır. Demokratik merkeziyetçilik, devletsel, toplumsal ce ekonomik yaşamın çok yönlü şekillerinin oluşmasında, devletin çeşitli bölge ve yerel kesimlerinde tam bir özgürlüğe yol açar. Sadece, yerel özelliklerin göz önünde bulundurulmasına ve hiçbir engel olmadan gelişmesini değil, ayrıca ortak hedefe doğru yerel girişimlerin de gelişmesini sağlar.

Lenin, Marks ve Engels’in devlet yapısına ilişkin önerilerini iki yönde yeniden geliştirmiştir: İşçi hareketinin, burjuva devletlerinin yapısına ilişkin tavrı konusunda teorik kavramlar getirmiş ve bunu, ulusal sorun üzerindeki Marksist-Leninist Parti’nin politikasına bağlamıştır. Ulusal sorunun çözümü için, nüfusun karmaşık ve çok uluslu yapıda olduğu bir ülkede, sosyalizmin inşasında federatif devlet yapısının kullanışlılığına ilişkin teorik düşünce şeklini geliştirmiştir. Lenin’in bu kavramı, bu düşünce şekli, onun yeni sosyalist devletin özellikleri, işlevleri ve şekilleri hakkındaki genel teorisinin bir parçasıdır.

Lenin, kendisi ve parti liderliği tarafından önerilen temel ilkelerin pratikte uygulanmasını sağlamıştır. Böylece, bugün devlet yapısına ilişkin sorunların araştırılmasında başvurulabilecek, Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist devletlerin kurulmasıyla çok yönlü olarak gelişen 50 yılı aşkın pratik ve teorik deneyim ortaya çıkmıştır.

(Yukarıdaki çalışma, Klaus Hutschenreuter’in “Federatif devlet kuruluşunun Nijerya’daki oluşumu, toplumsal gelişme sürecindeki rolü ve fonksiyonu” konulu tezinden özetlenerek, Ertan Yüksel tarafından Türkçeleştirilmiştir. Ara başlıklar sonradan eklenmiştir.)    

(Özgürlük dergisi, Ağustos-Eylül 1988, Sayı:29 ve Ekim-Kasım 1988, Sayı: 30)

 

7 Haziran 2021 Pazartesi

TAKSİMCİ KIBRIS TÜRK LİDERLİĞİ, 1960’TAKİ “SİYASAL EŞİTLİK”İ NASIL SAĞLAMIŞTI?

Kıbrıs doğumlu Türkiyeli diplomat Alaeddin Gülen, 1998 yılında yayımladığı "Bellekte Kalanlar" adlı anı kitabında, 1959'da imzalanan Zürih ve Londra Anlaşmaları ile ilgili olarak şöyle yazar:

“(Fatin Rüştü) Zorlu, kuvvetli şahsiyeti ve üstün müzakere kabiliyetiyle dolayısıyla, müzakere masasında daima kendi görüşümüzü kabul ettirirdi. Bunun en güzel örneği, Zürih ve Londra anlaşmalarıdır. Bu anlaşmalar tamamen Zorlu'nun eseri ve zaferidir. Averof'la kapandıkları bir odada bütün isteklerini adeta birer birer Averof'a dikte ettirmiştir. Kıbrıs'ta %20 nisbetindeki Türk azınlığını, %80 nisbetindeki Rum çoğunluğuna eşit hale getirmek normal sayılacak bir olgu değildi ve her babayiğidin başaracağı bir iş değildi.”

1999 yılı sonunda kaleme aldığım ve “1999 yılı içinde basına yansıyan Kıbrıs sorununun çözüm planları” başlıklı yazımda bu alıntıya yer vermiş ve makaleyi de şu cümle ile bitirmiştim: “Kıbrıs'ta yaşayan Türkler ve Rumlar hâlâ daha bu olgunun tutsaklığını yaşamaktadır.” (Bu makaleye şuradan ulaşılabilir: https://can-kibrisim.blogspot.com/2015/05/1999-yili-icinde-basina-yansiyan-kibris.html )

                                                           ***

Kıbrıslı Rumların EOKA örgütü eliyle, 1 Nisan 1955’de adadaki İngiliz sömürge yönetimine son vermek ve adayı “anavatan” olarak gördükleri Yunanistan’a bağlamak (enosis) için tedhiş hareketlerine başlamışlardı. Bunun üzerine İngiltere, emperyalizmin bilinen “böl ve yönet” politikasını kullanarak, adadaki iki ana toplumdan sayıca daha az olan Kıbrıs Türk toplumunu kullanarak, onların da Rum toplumunun talep ettiği “kendi kaderini tayin” ilkesini, “adanın ikiye taksimi” için talep etmeleri doğrultusunda teşvik etmişti.

İngiltere, 29 Ağustos 1955’de Londra’da düzenlediği bir konferansta, 1923’deki Lozan Antlaşması’ndan sonra ada ile ilişkisini kesmiş olan Türkiye’yi Kıbrıs meselesine taraf yapmayı başardı. TC derin devletinin 6/7 Eylül 1955’de İstanbul’daki Rum toplumuna karşı düzenlediği tedhiş eylemleri, Rum karşıtı ve Türk milliyetçisi duyguların kabarmasına yol açtı.  Nitekim bu sırada Seferberlik Tetkik Kurulu'nda görevli olan Sabri Yirmibeşoğlu, 1991’de gazeteci Fatih Güllapoğlu'na verdiği röportajda “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi” diyecekti.

15 Şubat 1956 tarihli Hürsöz gazetesi, Türkiye Dışişleri Bakanı Zorlu’nun şu açıklamasına yer vermişti: “İngiltere, Kıbrıs Türklerine eşit haklar verileceğini Türkiye’ye bildirdi.” Aynı gazetedeki baş makalede de şöyle denmekteydi: “Kıbrıs’taki Türk azınlığına eşit haklar tanınacak ve Kıbrıs Türkleri seçilip hükümette eşit şekilde temsil edilerek, veto hakkına sahip olacaktır.”         

İngiliz Sömürge Yönetimi, 16 Nisan 1956’da Kıbrıs Evkaf Dairesi’nin yönetimi, Kıbrıs Türk liderliğine devretti.  

23 Nisan 1956 gecesi Lefkoşa’nın Türk kesimindeki Ardath Tütün Fabrikası’nın (Türk) bekçisinin öldürülmesi üzerine, 24 Nisan’da, Türk gençleri, Lefkoşa’daki Ay Luka ve Ay Kasyano mahallelerindeki Rum evlerine ve Belediye Pazarı’ndaki Rum dükkanlarına hasar verdiler, yağmalar yapıp, yangınlar çıkardılar. Kıbrıs Türk liderliğine yakın basın organları, bu olayları sol eğilimli Kıbrıslı Türklerin yaptığını yazarak, onları hedef gösterdi.

Bu tedhiş olayları üzerine 26 Nisan 1956 günü öğleden sonra Lefkoşa’da sokağa çıkma yasağı ilan edilerek, şehir ilk defa olarak, kuzey ve güney olmak üzere ikiye ayrıldı.

12 Kasım 1956’da Kıbrıs Maarif Dairesi, Türk ve Rum müdürlüklerine ayrıldı. (Eylül 1958’de her iki toplum liderliğine devredilecekti.) 4 Aralık 1956 tarihli Halkın Sesi gazetesi, Türk memurların ayrı bir cemiyet kuracaklarını haber verirken, 11 Aralık 1956’da da Kıbrıs Türk Hekimler Birliği’nin kurulduğunu duyurdu. 

Türkiye hükümetinin Kıbrıs politikasını belirlemesi için görevlendirilen Devletler Hukuku ve Anayasa Hukuku uzmanı olan Prof. Nihat Erim, 24 Kasım 1956 tarihli ilk raporunda şöyle demekteydi:

“Taksim fikri Türkiye, Yunanistan, İngiltere, Amerika hükümetleri arasında gizli, resmi veya yarı resmi bazı görüşmelerde ele alınmıştır... Taksim önerisinin kabul edilmesi ihtimali göz önünde tutularak, Türkiye bakımından Kıbrıs’ın ne biçimde bölünmesinin daha elverişli olacağı askerlik, ekonomi ve adadaki Türk nüfusunun menfaatleri göz önünde tutularak, şimdiden yetkili uzmanlara tespit ettirilmelidir.”   

Türkiye, İngiltere’nin adanın taksim edilmesi fikrini resmi politika olarak benimsediğini 20 Aralık 1956’da açıkladı. Kıbrıs Türk liderliği de bu politikayı, sömürge hükümeti ile işbirliği yaptığından zaten benimsemişti.

1957 yılı Ocak ayında Kıbrıs’a bir ziyaret yapan Prof. Nihat Erim’e AKEL’in Türk Kolu tarafından kendisine verilen bir mektupta, “Adayı taksim etme fikrinin Kıbrıs meselesinin nihai hal şekli olmayacağı gibi, Kıbrıs’ta yaşamakta olan Türk ve Rum toplumlarının ayrı bölgelerde yaşamadıklarından ortaya bir yer değiştirme sorununa yol açacağı” uyarısında bulunuluyordu.

ABD Başkanı Eisenhower ile İngiltere Başbakanı Macmillan, Mart 1957’de Bermuda adasında yaptıkları toplantıda, Kıbrıs’taki askeri üslerin kendileri için yeterli olduğunu ve Kıbrıslı Rum ile Türk toplumlarının geriye kalan ada toprakları kendi aralarında bölüşebilecekleri kararını aldı.   

Arkasına İngiltere ve Türkiye hükümetlerinin desteğini almış olan Kıbrıs Türk liderliği, artık taksimin ilk adımını atabilirdi. Ortak belediyelerdeki Kıbrıslı Türk üyeler, 3 Haziran 1957’de istifa ettiler. Lefkoşa Türk Belediyesi, 16 Haziran 1958’de kurulduktan sonra, bunu diğer beş kazada kurulan ayrı Türk belediyeleri izledi.

25 Temmuz 1957 tarihli Halkın Sesi gazetesinin manşeti şöyle idi: “Dr. Küçük’ün basın toplantısı: Taksim fikri reddedilirse, adanın bütününü isteyeceğiz. Taksim, 35. arz dairesi (enlem) boyunca olacak.”

29 Kasım 1957’de ilk bildirisini yayımlayan “Türk Mukavemet Teşkilatı” (TMT), Kıbrıslı Rumlara karşı tedhiş eylemleri düzenleyen “Volkan” adlı yeraltı örgütünün yerine geçti. Artık “Ya taksim, ya ölüm” sloganı, Kıbrıs Türk liderliği tarafından topluma zorla benimsetilmeye başlanmıştı. Milliyetçi EOKA örgütü de boş durmuyordu. Kıbrıs Türk liderliği, EOKA saldırılarının Kıbrıs Türk köylerine yönelmesi karşısında, bazı Türk köylerinin, Dr. Küçük’ün 1957’de taksim çizgisi olarak önerdiği 35. enlemin kuzey kısmına yerleştirilmelerini öngören bir plan hazırladı. Bu göç planı, Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na gönderildi.

14 Ocak 1958 tarihli Bozkurt gazetesi, Türkiye’nin Kıbrıs politikasını oluşturan Prof. Nihat Erim’in Ankara’da yaptığı bir konuşmada şöyle dediğini duyurdu: “Kıbrıs’ta 120 bin nüfuslu bir Türk devleti kurulabilir.”

Adanın ikiye bölünmesine karşı çıkan Kıbrıslı Türk ilericiler, 1 Mayıs 1958’de Kıbrıslı Rumlarla birlikte yaptıkları gösteri sonrasında, TMT’nin tehdit, yaralama ve hatta öldürme eylemlerine maruz kalırken, Kıbrıslı Rum ilericiler de Ocak 1958’den başlayarak EOKA’nın sindirme eylemleri ile katlediliyordu.  

Kıbrıs Türk liderliği, toplumlararası düşmanlığı körüklemek için İstanbul’daki 6/7 Eylül 1955 olaylarının bir benzerini, 6/7 Haziran 1958’de Lefkoşa’da düzenledi. Lefkoşa’daki Türkiye Konsolosluğu’nun Haber Merkezi Bürosu’na TMT tarafından konan bombanın patlaması üzerine, Kıbrıslı Türkler, Lefkoşa’nın Rum kesimine karşı saldırıya geçtiler. Bu eylemlerinin ardından, 5 Temmuz 1958’de adanın başkenti yeniden ikiye bölündü. (Aynı bölücü hat, 21 Aralık 1963 olaylarından sonra “Yeşil Hat” olarak anılacak, 1974 olaylarından sonra da bütün adayı ikiye bölen taksim çizgisini oluşturacaktır.) Bu kışkırtma eylemi ardından gelişen olaylarda, 56’sı Rum ve 53’ü Türk olmak üzere 109 Kıbrıslı öldü, 79’u da yaralandı.  

Taksim tezinin Türkiye kamuoyuna benimsetilmesi için Menderes hükümeti tarafından 8 Haziran ile 13 Temmuz 1958 tarihleri arasında Türkiye’nin çeşitli kentlerinde 43 miting ve 10 kapalı salon toplantısı düzenlendi. Bu toplantılarda 790 kadar konuşmacı, toplam 108 saat süren konuşmalar yaptı ve gösterilere 2,690,000 kişi katıldı. Artık Kıbrıs, Türkiye’de bir “milli dava” haline getirilmişti.

İngiltere Sömürgeler Bakanı Lennox Boyd’un 1958 yılı Haziran ayında Avam kamarasında verdiği bilgiye göre, adadaki seferi yedek (mobile reserve) polis kadrosunda hiçbir Kıbrıslı Rum yokken, Kıbrıslı Türklerin sayısı 256 kişi idi. Yardımcı (auxiliary) polis olarak görev yapan 56 Kıbrıslı Ruma karşılık, 1,281 Kıbrıslı Türk görevliydi. Dönemin İngiliz Valisinin müsteşarı olan John Reddaway, 1958 yılına ait yardımcı polislerin sayısını, 70 Kıbrıslı Rum ve 1,700 Kıbrıslı Türk olarak vermektedir. Seferi yedek polis gücünde hiçbir Kıbrıslı Rumun bulunmadığını, ama 542 Kıbrıslı Türkün bu görevi yaptığını belirtmektedir. Ayrıca düzenli (regular) polis gücünde bulunan yaklaşık 5,000 kişinin, yarı yarıya Kıbrıslı Rum ve Türklerden oluştuğunu eklemektedir.

İngiltere’nın adadaki sömürge yönetimine son vermesi için tedhiş eylemlerini yürüten Kıbrıslı Rumlara karşı, Kıbrıslı Türklerden oluşan polis gücünün kullanılmış olması, çoğunluk halk ile sömürge yönetimi arasındaki mücadelenin, adanın Yunanistan’a bağlanmasını (enosis) isteyen Kıbrıslı Rumlar ile adanın Yunanistan ile Türkiye arasında taksim edilmesini isteyen Kıbrıslı Türkler arasındaki mücadeleye dönüşmesini sağlamıştır.

1 Nisan 1955 ile 30 Mart 1959 tarihleri arasında gerek EOKA, gerekse TMT yeraltı örgütlerinin tedhiş eylemleri sonucu şöyle özetlenebilir:

-          Toplamda 506 kişi öldü, 1260 kişi yaralandı.

-          Ölenlerden 142 kişi İngiliz idi (104 asker, 26 sivil, 12 polis).

-         84 Kıbrıslı Türk öldü (22 polis, 62 sivil – bunlardan 55 kişisi toplumlararası çatışmalarda öldü).

-     278 Kıbrıslı Rum öldü (15 polis, 236 sivil – bunlardan 60 kişisi toplumlararası çatışmalarda öldü) 

Bu rakamlardan da görüleceği gibi, toplumlararası çatışmalarda ölenlerin sayısını dışta tutarsak, kendi toplumları içinde öldürülen Kıbrıslı Türklerin sayısı 7 iken, Kıbrıslı Rumların sayısı 176 kişidir. (Kessing’s Contemporary Archives, 1959, 8, p.16833’den aktaran A.An, Kıbrıs’ta Fırtınalı Yıllar (1942-1962, Lefkoşa 2018, s.162)

1960’da sınırlı bir bağımsızlıkla kurulan ve üç NATO ülkesi olan İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın “bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü garanti ettiği” Kıbrıs Cumhuriyeti devletinde, ada nüfusunun %20’sini oluşturan Türk azınlığının, nüfusun %80’ini oluşturan Rum çoğunluk ile siyasal eşit hale getirilmesi ve kamu hizmetinde %30, orduda %40 oranında katılım sağlanması, böylesi bir süreç sonunda elde edilmişti. Kıbrıs Türk liderliğinin, arkasında emperyalizmin desteği olmadan Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu (KATAK)’tan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu ortağı haline gelmek, gerçekten dünyadaki herhangi bir başka azınlık toplumun başarabileceği bir iş değildi!  

(Sol Gazete, Mayıs 2021, Sayı:3)