31 Ocak 2018 Çarşamba

KIBRIS’TA GENEL SEÇİMLERE GİDERKEN


İki yıl kadar önce kana bulanan Kıbrıs’ta henüz adil ve kalıcı bir çözüme varılmış değil. Toplumlararası görüşmelerin aralıklı olarak sürdürüldüğü ve çözüm önerilerinin karşılıklı olarak verildiği bir dönemde Ada halkının %18’ini oluşturan Kıbrıs Türkleri, kuzeyde oluşturdukları federe devlet sınırları içerisinde genel seçim hazırlıkları yapıyorlar. 
Kurucu Meclis tarafından hazırlanan Kıbrıs Türk Federe Devleti Anayasası’na göre 17 Aralık 1975’te yapılması gereken seçimler, hatırlanacağı gibi muhalefetin karşı çıkmasına rağmen, önce süresiz olarak ertelenmiş, daha sonra ise yerel seçimlerin 23 Mayıs 1976, genel seçimlerin de 20 Haziran 1976 tarihinde yapılması kararlaştırılmıştı.
Geçtiğimiz ay içinde belediye ve muhtarlık seçimleri için sandık başına giden Kıbrıs Türkleri, 1953 yılından bu yana ilk defa olarak yerel seçimlere katılıyordu. 1882 yılından 1957 Haziranına kadar aksamadan çalışan Kıbrıs’taki belediye Meclisleri, Türk ve Rum üyelerinden oluşmakta idi. İngiliz sömürgecilerinin “parçala ve yönet” politikası sonucu olarak 1957 yılında Türk üyeler, ortak belediyelerden ayrıldılar. O sıralarda NATO Genel Sekreteri olan H. Spaak’ın da desteklediği MacMillan planına göre, beş büyük şehirde Türklere ayrı belediye kurma hakkı tanınıyor ve ada halkını bölücü ilk ayrılıkçı kurum oluşturuluyordu.
Sonradan emperyalizmin her iki toplum içindeki işbirlikçileri ve onların eliyle kurulan faşist ve şovenist yeraltı örgütleri, toplumlararası çatışmaları başlatacak ve günümüze kadar sürdürülen Kıbrıs’ın taksimi planı yürürlüğe girecekti.
Ada halkının, ortak düşman olan emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı birlikte mücadeleye girmesi halinde, yenilginin kaçınılmaz olacağını gören emperyalist çevreler önce, Türk toplumundaki demokratik ve ilerici güçlerin gelişmesini engellediler. 1957-58’lerde Türkiye’deki Amerikancı hükümetler ve ona bağlı olan Kıbrıs Türk liderliği, “Ya taksim, ya ölüm” çığlıkları ile emperyalizmin politikasını savunurken, buna karşı çıkan Kıbrıslı Türkler de faşist yeraltı örgütlerince ya öldürüldü veya tehdit ve baskı altına alındı. 1960’da toplumlararası anlaşmazlıkların körükleyicisi Kıbrıs Anayasasının hazırlayıcıları arasında yer alacak olan Prof. Nihat Erim’e göre, taksim esasına dayanacak yeni formülle, Kıbrıs Türkleri adada ayrı bağımsız bir devlet meydana getirmeliydi.
Bugün, adaya müdahale eden 45 bin kişilik Türk Silahlı Kuvvetlerinin denetimi altında bulunan %40’lık Kıbrıs toprağı üzerinde Türk Federe Devleti kurulmuştur. Devlet başkanlığına getirilen ve Türkiye’nin 68. ili olmak üzere Hatay örneği bir bağımsızlıktan yana olan Rauf Denktaş, Birleşmiş Milletlerdeki yenilgiden sonra Anayasada öngörülen seçimlerin yapılmasına razı olmuştur. Hazırlanan “Seçim ve Halkoylaması Yasası”, çeşitli anti-demokratik yanlarına, Anayasaya aykırı maddelerine ve muhalefetin karşı çıkmasına rağmen, iktidarın oyları ile kabul edilmiştir.

PARTİLER
Önümüzdeki günlerde Kıbrıs Türk Federe Devletinde yapılan olan genel seçimlere dört siyasi parti ve bağımsız adaylar katılmaktadır:
1. Ulusal Birlik Partisi: Toplum yönetimini yıllardır elinde tutan iktidarın partisidir. 1958’lerin “Türkten Türke Kampanyası” ve savaş sonrası “Ganimet Ekonomisi” ile gelişen işbirlikçi ticaret burjuvazisinin politik örgütüdür. Anayasanın 81. Maddesinde belirtilen “Devlet başkanlığı ile parti başkanlığı aynı kişide birleşemez” hükmüne rağmen, Rauf Denktaş kurucusu olduğu UBP’nin genel başkanlığına seçilmiştir. Parti içinde, “eski kadroyu, hırsızlar ve ahlaksızlarla birlikte temizleyeceğiz” diyerek ortaya çıkan “Reformcular”ın muhalefeti, son parti kurultayında “eskiler”in üstün gelmesi ile yok edilmiştir. Lefkoşa Belediye Başkanlığı için UBP’nin gösterdiği adayın bir TMT üyesi olması, gerek parti üyeleri, gerekse halk tarafından tepki ile karşılanmıştır. Nitekim seçimlerde muhalefetin adayı büyük farkla belediye başkanlığını kazanmıştır.
2. Halkçı Parti: Kurucu Mecliste oluşan “Özgürlükçü Grup” ile Denktaş tarafından azledilen eski Planlama ve Koordinasyon Bakanı Alper Orhon başkanlığında kurulmuştur. Orhon’la sonradan anlaşamayan “Özgürlükçüler”, HP’den ayrılarak iki ay kadar önce Toplumcu Kurtuluş Partisi’ni oluşturmuşlardır. HP’nin Türkiye uyruklu eski bir “Sancaktar”ı Lefkoşa’dan aday göstermesi, muhalefet partileri arasında kurulması tasarlanan güçbirliğini engellemiştir. Yerel seçimlerde pek bir güç gösterememiştir.
3. Toplumcu Kurtuluş Partisi: Uzun yıllar Rauf Denktaş’la birlikte çalışmış, fakat onun izlediği politikayı onaylamayan “Özgürlükçü Grup” ve diğer bazı liberaller tarafından kurulmuştur. UBP ve HP gibi “Anavatanla bütünleşme”den yanadır. On bir yerleşim bölgesinde yapılan belediye seçimlerinde CTP ile güçbirliğine gitmesi, muhalif adayların üç yerde belediye başkanlığını kazanmasını sağlamıştır.
4. Cumhuriyetçi Türk Partisi: Seçimlere katılacak en eski siyasi partidir. Genel başkanı olan Ahmet Mithat Berberoğlu, 1973 yılında Kıbrıs Cumhurbaşkanı Yardımcılığı seçimlerinde adaylığını koymuş, fakat sonradan geri çekilmeye zorlanmıştı. Altı yıldır çeşitli baskı ve engellemelerle karşılaşan CTP, Kıbrıs Türkleri arasında geniş bir demokrat tabana sahiptir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını öngören anti-emperyalist bir politikadan yanadır. Bu nitelikleri yüzünden Denktaş ve TMT’nin boy hedefi haline gelmiştir.       

FAŞİST KOMANDOLAR
Türkiye’deki “Milliyetçi Cephe” iktidarı tarafından Kıbrıs’a gönderilen faşist komandoların da UBP saflarında seçim kampanyasına katıldıkları ve yönetim organlarının geniş ölçüde işbirlikçi sermayenin elinde bulunduğu bir ortamda, KTFD’nde devlet başkanlığı ve milletvekilliği seçimlerine gidilmektedir.
Yeni Yasama Meclisini oluşturacak olan 40 milletvekilliği için 170 kadar partili ve bağımsız aday yarışacaktır. İşsizlik, pahalılık, kaçakçılık, yolsuzluk, iltimas ve baskının egemen olduğu bir yönetime karşı yerel seçimlerde, sınırlı da olsa, bir başarı gösteren muhalefetin, güçbirliğini koruduğu takdirde, genel seçimlerden daha da güçlenerek çıkacağı sanılmaktadır. Ne var ki, KTFD Seçim Yasasına göre bağımsızların veya partilerin, ortak aday listeleri hazırlayarak seçimlere katılmaları yasaklanmıştır.
Seçmenlerin oyları iki kademede değerlendirilecektir: Mutlak çoğunluk esasına göre düzenlenmiş olan ilk kademede, bir seçim bölgesinde geçerli oyların yarısından bir fazlasını alan adaylar, kendi partileri çoğunluğu sağlamamış olsalar bile milletvekili seçileceklerdir. Eğer geriye milletvekilliği kalırsa, o zaman da ikinci kademede nisbi temsil esasına göre değerlendirme yapılacaktır. Bu karma sisteme göre, bir seçim bölgesinde oyların yarısından fazlasını alan bir parti, o bölgeye ayrılmış milletvekilliklerinin üçte birini otomatikman çıkaracaktır. Ayrıca seçilen bu üçte bir milletvekillerinin oyları parti listesinde yine kalacak ve bu oylar yeni değerlendirmede aynı partiye üçte bir milletvekilliği daha çıkarma olanağını verecektir. Böylelikle oy çoğunluğunu almış bir parti, peşinen üçte iki milletvekilliğini kazanacak ve halkın oy vermediği bir aday, kazanan adayların oyları yardımı ile seçilebilecektir.
Her on iki kişiye bir asker düşen Kıbrıs’ta, iç ve “dış göçmen”lere tarla, bahçe, buzdolabı dağıtarak, UBP’nin iktidarda kalmasını sağlamak isteyen Denktaş ve çevresi, seçimlerden sonra da ganimet ve yağma ekonomisini sürdürmeyi amaçlamaktadır. “Türkiye bizi tutuyor, toplumu bizden başkasının yönetmesini istemiyor, biz seçilmezsek yardım kesilecek” şeklinde bir tehdit kampanyası yürütülmektedir.        

ÇÖZÜM BEKLEYEN SORUNLAR
Oysa 1974 yazından bu yana yığılan birçok sosyal, ekonomik ve politik sorun çözüm beklemektedir. 200 bin kişinin terkettiği konutlara 40 bin kişi yerleştirilememiştir. Savaş öncesi, Kıbrıs’ın milli gelirine sebzecilikten 10 milyon Kıbrıs lirası, narenciyeden 12.5 milyon Kıbrıs lirası sağlandığı halde, bugün Türk bölgelerinde bir iki sebze ekili aile işletmesi dışında ekili alan bulunmamaktadır. Sebze ve meyveler, Türkiye’den getirilmektedir. Oysa Kıbrıslı Rumlar, güneye on binlerce kişi göç ettiği halde, “ekilmedik bir karış toprak kalmasın” sloganı ile hem kendi ihtiyaçlarını karşılamışlar, hem de dış ülkelere patates ve sebze ihracatı yapmaktadırlar. Üretim araçlarının %70’i kuzeyde kalmış olmasına rağmen, savaş öncesi ihracat düzeyine yaklaşılmıştır.
Daha iyi çalışma şartlarının sağlanması ve hızla yükselen hayat pahalılığı karşısında daha yüksek ücret için direnişe geçen petrol işçileri ve hekimlerin grevleri, Bakanlar Kurulu tarafından “toplum hayatı ve refahı tehlikeye girebilir” gerekçesiyle yasaklanmıştır. Sanayi Holding’te çalışan işçiler, ilk ve orta öğretim öğretmenleri ile hastane ve sağlık personelinin ihtar grevleri, demokratik kuruluşların çeşitli protesto bildirileri, geniş halk yığınlarının hoşnutsuzluğunu dile getirmektedir.
Öte yandan tam bir vergi adaletsizliği hüküm sürmekte vergi ve döviz kaçakçılığı yapan para babaları, Kıbrıs bankalarından düşük faizle kredi alarak Avrupa bankalarına yüksek faiz karşılığında para aktarmaktadırlar. Böylece hem faiz farkı kazanmakta, hem de borçlu görünerek, vergi ödememektedirler.
1 milyar TL’sını aşkın bütçenin yarıya yakın bir kısmının yerel gelirlerden sağlanması planlanmışken, 1975 mali yılı içinde tahmin edilen gelirlerin ancak %60’ı toplanabilmiştir. Denktaş iktidarı, Türkiye hükümetlerinden aldığı yüz milyonlarca lirayı ölçüsüz olarak kullanmaktadır. Çalışanların %8’ini oluşturan şişirme memur kadroları ve cari giderler için yılda 863.978.722 TL harcanmaktadır.

ETİ ŞİRKETİ
İhracat ve ithalatın büyük bir kısmını gerçekleştiren Endüstri ve Ticaret İşletmeleri (ETİ) Şirketi sermayesinin büyük bir kısmı, yönetime ait olmakla birlikte, bir kısım hisseler de bazı büyük tüccarlara satılmıştır. Hissedarlar arasında Denktaş ve bazı Bakanlar da vardır. 10 yıl süreyle gelir vergisinden muaf olan ETİ Şirketinin körüklediği hayat pahalılığını önlemekle yükümlü olan Devlet Başkanı ve Bakanların, bu şirketin ortakları arasında bulunması, halk arasında tepkilere yol açmaktadır. ETİ Şirketi hukuk danışmanı ve Lefkoşa Türk Bankası Yönetim Kurulu Başkanı olan Ümit Süleyman Onan’ın, Kurucu Meclis 2. Başkanı ve toplumlararası görüşmelerdeki yeni Türk temsilci olması da başka bir tartışma konusu olmaktadır.
1974 yazından beri “olağanüstü durum”un yürürlükte olduğu Türk bölgelerinde 20 Haziran 1976 günü yapılacak olan Devlet Başkanlığı ve Milletvekilliği seçimlerinde, demokratik ve anti-emperyalist bir yönetimin işbaşına getirilmesi mücadelesi, Kıbrıs sorununun adil ve barışçı bir çözüme ulaştırılması mücadelesinden ayrı düşünülemez.
Birleşmiş Milletler kararlarının iki yıla yakın bir süredir uygulanmadığı, NATO ve emperyalizmin bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin içişlerine karışmaya devam ettiği bir ortamda, demokrasiden yana olan muhalif güçlerin ne dereceye kadar üstün geleceğini önümüzdeki günler gösterecektir.

(“Dr. Ali Yüksel” imzasıyla, Cumhuriyet gazetesi, İstanbul, 15 Haziran 1976)
 

KIBRIS’TA BARIŞ VE EMPERYALİZM İLE UZLAŞMA


Cumhuriyet gazetesinde Sayın Nadir Nadi’nin Rum kadınlarının yürüyüşüne ilişkin başyazısı, Kıbrıs’taki, ilerici Rum basını tarafından ilgi ile karşılanmış ve “Türk kamuoyunda sağlıklı düşünce belirtileri” olarak nitelendirilmişti. Yazıda, Kıbrıs’ta yaşayan iki toplum kadınlarının kucaklaşarak “barış, barış!” diye tempo tutmaları isteniyor ve bu davranışın yüzyıllar boyu kardeş gibi bir arada yaşamış mazlum ulusları kendi çıkarları uğruna birbirine düşman eden emperyalist politikacılara ibret verici bir ders olacağı belirtiliyordu.
Türk basınında yıllardır Kıbrıs olaylarının genellikle şoven milliyetçi bir açıdan yansıtılması, kamuoyunda belli bir şartlandırılmayı getirmiştir. Fakat zaman içinde giderek duygusallıktan uzaklaştıkça, daha akılcı ve Kıbrıs gerçeklerine daha uygun görüşlerin de yer bulabilmesi, Kıbrıs’ta barıştan yana olanları sevindirmektedir. Doğu Akdeniz’deki bu stratejik ada üzerinde uygulanmak istenen NATO planları değerlendirilirken, Kıbrıs halkının emperyalizme ve faşizme karşı vermekte olduğu mücadelede başı çeken ilerici güçlerin sesine de kulak vermek, bizi bazı yanlış yargılara varmaktan kurtaracaktır.
Kıbrıs’ta Rumların Türklere karşı gerilla savaşı vermek üzere hazırlandıklarına değgin haberler, çeşitli dönemlerde basında yer almıştır. Geçenlerde Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir yazıda, yine aynı konu ele alınarak, göçmen durumuna getirilmiş ada halkının evlerine geri dönmesi halinde, Türklerle Rumların bir arada yaşayamayacakları ve Rumların şehir veya kır gerillacılığını başlatacakları öne sürülmektedir. Oysa Türklere karşı gerilla savaşına girişme gerektiği yolundaki anarşist görüş, bizzat Rum halkı tarafından reddedilmektedir. Öte yandan ilerici Rum basını da şunları yazmaktadır: “Gerilla savaşına girişeceğimiz yolundaki görüşler ve imalar, en hafif deyimi ile düşüncesizliğin mahsulüdür. Böyle görüşler ancak şüpheli insanlardan gelebilir. Geldiği zaman da takbih edilmelidir. Halk, maceracılığa karşı korunmalıdır.”
Kıbrıs’ın bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğü için yıllardır mücadele veren Kıbrıslı Emekçilerin İlerici Partisi, geçtiğimiz Mart ayı başında aldığı bir kararda, Rumların bundan sonraki mücadelesinin silahlı değil, siyasal bir mücadele olması gerektiği görüşünü savunmuştur. Ada halkının büyük bir çoğunluğunun desteğine sahip olan partinin bu kararında daha sonra şöyle denilmektedir: “Bugünkü koşullar içinde Kıbrıs sorununun çözümüne yol açabilecek taktik, gerek içte, gerekse dışta siyasi bir mücadele taktiğidir. Uluslararası faktörün ve özellikle SSCB’nin desteği değerlendirilmeli, yapılacak görüşmeler Birleşmiş Milletler çerçevesinde olmalıdır. Gerilla savaşını ve silahlı çatışmayı destekleyen sloganlar, bugünün gerçeklerine uymamakta ve Kıbrıs sorununun çözümüne yardım etmemektedir.”
Kıbrıs sorununun NATO strateji çemberi içinde bir çözüme bağlanmak istendiği şu günlerde ilerici Türk kamuoyu, Kıbrıs’ta barış ve demokrasiden yana olan güçleri muhatap olarak almalı, faşizm yanlısı çevrelerin savaş kışkırtmalarına ve emperyalizmin uzlaşma eğilimlerine karşı çıkmalıdır.

(“Dr. Ali Yüksel” imzasıyla, Cumhuriyet gazetesi, “Tartışma” köşesinde, İstanbul, 25 Haziran 1975)
  

KIBRIS’TAKİ SON GELİŞMELER


1 Nisan 1955 günü Kıbrıs’ın çeşitli yerlerinde bombalar patlatarak kuruluşunu duyuran EOKA (Kıbrıslı Savaşçıların Milliyetçi Örgütü), 1944’lerden Yunan iç savaşında ilericilere karşı katliamlar düzenleyen aşırı sağcı “X” örgütünü yönetmiş olan Albay Grivas tarafından kurulmuştu. Akropol’de Yunan bayrağını indirerek yerine Amerikan bayrağını çeken Amerikan emperyalizminin bu sadık adamı, Yunanistan’dan gizlice gönderilen silah, cephane ve gönüllü subaylar yardımıyla, fanatik Rum gençlerini silah eğitimine tabi tutarak, yönetimindeki sağcı gerillalarla hükümet binalarını, polis istasyonları ve askeri tesisleri bombalayarak, çeşitli sabotajlar düzenliyordu. Diğenis takma adını kullanan Grivas, kurduğu yeraltı örgütünün amacını “Kıbrıs’ı İngiliz sömürgecilerin boyunduruğundan kurtararak, Enosis’in (Ada’nın Yunanistan’la bütünleşmesi) gerçekleştirilmesi” olarak açıklamıştı.
Kıbrıs halkı arasında huzursuzluk yaratan tedhiş olaylarını önlemek için 25 bin asker kullanan İngiliz hükümeti, çetecilerin başkanı Grivas’ı bir türlü yakalayamıyordu. Günlerinin büyük bir kısmını Kıbrıs’taki Yunan elçilik binasında geçiren EOKA Lideri, tedhiş gruplarının dağlarda ve diğer gizli merkezlerde yaptıkları toplantılara katılıyor; tehlike hissettikçe yine elçilik binasına sığınıyordu.
İngilizlere ve sonraları Kıbrıs Türklerine de yöneltilen bu tedhiş eylemleri yanında, çok sayıda Kıbrıslı ilerici Rumun öldürülmesi ve ailelerinin EOKA’cılar tarafından tehdit edilmesi bu dönemin en ilginç olayları arasındadır. 1920’lerde başlatılan ve Ada’nın bağımsızlığa kavuşmasını amaçlayan Kıbrıs’taki sol hareket, sömürge yönetimini rahatsız etmiş, 1931 isyanı bahane edilerek, eğilmek istenmişse de, 1941 yılında Emekçi Halkın İlerici Partisi (AKEL) adıyla yeniden örgütlenmişti. 1955-59 döneminde kapatılan parti, Kıbrıs’ın en etkin politik güç niteliğini koruyordu. EOKA’nın ilerici Rumlara karşı giriştiği eylemler, geniş halk yığınları tarafından tepki ile karşılanıyor, Ada’nın çeşitli yerlerinde EOKA’ya karşı protesto gösterileri düzenlenmesine yol açıyordu. Ada halkına “self-determination” hakkı tanınması için çaba gösteren AKEL’in, EOKA’cıları desteklememesi, Grivas tarafından İngiliz sömürge yönetiminden yana olduğu şeklinde gösterilmek istenmişti!
1959 yılında imzalanan antlaşmalarla Kıbrıs’a bağımsızlık verilince, Grivas emperyalist ülkelerce körüklenen Kıbrıs sorununu Enosis’le sonuçlandıramamışsa da, Kıbrıs’ta yaşayan Türk ve Rum toplumlarının şovenist kesimleri arasında ekilen düşmanlık tohumları ile Kıbrıs’ı bu günlere hazırlamıştı. 1959 Ağustos’unda Kıbrıs’taki maden yataklarını işleten Amerikan CMC şirketinin Başpiskopos Makarios’a Kıbrıs’ın bağımsızlığı uğruna savaşanlar için 14 bin dolar bağışta bulunması, 1955-59 tedhiş döneminin gerçek niteliğini ortaya koymaktadır.
1963-64 ve 1967 yıllarında Türklere karşı girişilen yeni saldırıların başında, yine Grivas’ı görmekteyiz. 1955’te başlattığı görevini sürdüren General, Kıbrıs’ı bir an önce Yunanistan’a bağlayarak, NATO’nun askeri bir üssü haline getirmeyi amaçlayan planların uygulanmasında kullanılıyordu.
Son savaş denemesi olan 1967 Geçitkale olayları sonunda Türkiye’nin baskısı ile Atina’ya alınan Grivas, 1971 Eylül’ünde gizlice tekrar Ada’ya gönderildi. Kıbrıs’ta bir iç savaş çıkartmak, anti-emperyalist güçleri ezmek ve sözümona Enosis’i gerçekleştirmek için kurduğu EOKA-B adlı yeni tedhiş örgütü, bu kez Kıbrıs’ın bağımsızlığından yana olan ve faşist Yunan cuntasına karşı kesin tavır alan Makarios ve yandaşlarına karşı saldırılara başladı. Ölümüne kadar geçen süre içinde Başpiskopos’u devirmek için çeşitli yollara başvuran, birkaç kere ona karşı başarısız suikastler düzenleyen Grivas’ın 1974 yılı başında ölümünden sonra, Yunanistan’ın mutlak kontroluna geçen EOKA-B, Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleştirilmesi mücadelesini sürdüreceğini açıklamış ve Makarios’un silahları teslim önerisini reddetmişti. CIA ajanı yüksek rütbeli Yunan subayları tarafından re-organize edilerek güçlendirilen EOKA-B’ciler, Makarios’u destekleyen solcu Rumlara karşı eylemlerini sürdürmektedirler. Kıbrıs’ta Makarios hükümeti dışında Rum Milli Muhafız Ordusu Genelkurmayı ile Yunan Büyükelçiliğinin oluşturduğu faşist güçbirliği, Ada’daki demokratik yönetime karşı bir tutum izlerken, kanundışı ilan edilen EOKA-B tedhiş örgütü ise Makarios’la uzlaşmak için Kıbrıslı solcu ve komünistlerin tasfiyesi işinin kendisine bırakılmasını istemektedir.
Bugün Kıbrıs’ta sürdürülmekte olan ve her türlü çabaya rağmen Rum halkından destek görmeyen tedhiş eylemlerinin faşist Yunan generalleri tarafından yönetildiği gün gibi ortadadır. Kıbrıs Adasında gerçek demokrasinin kurulmasından yana olan AKEL ile faşizm yanlısı EOKA-B örgütü arasındaki mücadele, kamuoyuna Makarios-Grivasçı çatışması şeklinde gösterilmek isteniyorsa da, olayların ardındaki gerçek budur. Amerikan emperyalizmi ve NATO, Doğu Akdeniz üzerindeki planları terk etmemiştir. Bunları uygulayabilmek için Kıbrıs’taki gerici unsurları Ada’nın meşru hükümetine karşı baltalayıcı hareketlere, kışkırtmaya devam edecektir.

(“Ali Akansel” imzası ile, Yeni Ortam gazetesi, İstanbul, 30 Haziran 1974)


PAYLAŞILAMAYAN ADA: KIBRIS


Kıbrıs’ta 82 yıl süren İngiliz sömürge yönetiminin 1960 yılında adadan ayrılmak zorunda kalırken taraflara kabul ettirdiği Kıbrıs Anayasası ile, bir yandan Türk ve Rum toplumları arasında yaratılmak istenen ayrılıkçı tutum kurumlaştırılmış, öte yandan da İngiliz kuvvetleri, sözde bağımsızlığa kavuşan ada toprakları üzerinde İngiltere’nin egemenliğinde kalan iki üs üzerine çekilmişti.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temellerini atan 1959 Zürih ve Londra Antlaşmaları, Kıbrıs’ın iç düzenine kayıtlamalar getirerek, tam bağımsızlığı zedelerken, garanti antlaşmalarıyla da Kıbrıs topraklarında askeri birlikler bulundurma hakkını kazanan diğer NATO ülkeleri Türkiye ve Yunanistan, gerektiğinde İngiltere ile birlikte adaya müdahale yetkisini kazanıyorlardı.
Cumhuriyetin kurulmasını bir yıl kadar geciktiren üslerle ilgili üçlü görüşmelerde Rum toplumunu temsil eden Makarios, Enosis’i engelleyen antlaşmalardan intikam almak için İngiltere ile çatıştı. Stratejik ihtiyaçları için adanın tümünün gerekmediğine karar veren İngilizler, üsler için önce 167 mil kare istemişler, sonra 120 mil kareye inmişlerdi. Türk toplumunu temsil eden Dr. Küçük de Kıbrıs’a mali yardım yapılmasını istiyordu. 120 mil kare toprağı fazla bulan Makarios, 36 mil kare teklif etmiş, fakat sonunda 99 mil karede anlaşmışlardı. Ayrıca İngiltere, genç Kıbrıs Cumhuriyeti’ne mali yardım olarak 5 yıl süre için yılda 12 milyon sterlin, çeşitli kamu hizmetlerinden yararlanma karşılığı olarak da ayrıca 2.34 milyon sterlin verecekti. Makarios, bu kez kartlar kendi elinde olduğundan, süre sonunda bunların yeniden gözden geçirilmesini de sağlamıştı. Sonunda 16 Ağustos 1960 günü Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edildi. NATO ülkesi olmadığı halde, toprakları üzerinde Türk ve Yunan alayları ile İngiliz üsleri bulunan Kıbrıs adası, böylece NATO strateji çemberi içinde tutuluyor ve NATO’nun Güneydoğu kanadındaki denge, Amerikan emperyalizminin istediği biçimde kurulmuş oluyordu. Kıbrıs’ta Amerika’nın da bir donanmaya ait röle istasyonu olan, diğeri de Güney Rusya’daki radyo yayınlarını kaydeden iki dinleme istasyonu bulunuyordu. İngiliz yönetimi sırasında, İngiliz hükümetinin sağladığı olanaklarla geniş alanlar üstüne kurulan bu radyo istasyonlarına görevli personelden başka kimseler girmemekte; Amerikan uyruğu dışındaki personel de ancak görevli bulundukları yerlere girip çıkabilmektedirler. Bu radyo istasyonlarının bulunduğu bölgeler, Kıbrıs’taki Amerikalıların akaryakıt ve malzeme deposu görevini de görmektedir. Cumhuriyetin kurulmasında sonra bir de verici istasyonun kurulması için girişimde bulunulmuşsa da, Makarios’un karşılığında 75 milyon dolar istemesi üzerine Amerika bu ücreti ödemeyi reddetmiş, fakat yılda 6 milyon sterlinlik iktisadi yardım vermeyi kararlaştırmıştır.
1959 yılında Zürih ve Londra Antlaşmalarını doğuran dünya görüşünün 1974 dünyasındaki geçerliliğini düşünmek, Kıbrıs sorununun içinde bulunduğu bugünkü aşamada gereklidir sanırız. 1963 çatışmaları, kurulan yapay dengeyi bozmuştu. Aradan geçen on yılı aşkın süre içinde, soruna çeşitli çözüm yolları aranmış, fakat adadaki sosyal ve politik gerçekler yüzünden bunların uygulanma olasılığı bulunmamıştır. Amerika tarafından hazırlanan ve Kıbrıs’ın NATO etki çemberi içinde kalmasını amaçlayan Acheson Planında Türkiye’ye adanın kuzey bölgesinde küçük bir üs verilmiş, Türk toplumuna da bazı özerk bölgeler tanınmıştı. Türkiye planı benimsemiş, ne var ki planın Kıbrıs'ın bütünlüğü ile bağdaşamayacağını savunan Makarios’un baskısıyla Yunanistan görüşmelerden çekilmişti. Sonraları, 1967 anlaşmasına aykırı olarak adaya yeniden çıkan CIA ajanı Grivas tarafından askeri bir darbe ile gerçekleştirilmesi istenen bu plan,  Kıbrıs hükümetince ortaya çıkarılarak etkisizleştirilmişti.   
Geçtiğimiz aylarda, İngiltere’nin Kıbrıs’ta iki askeri üssünü, gittikçe artan masraflardan ötürü Amerika’ya veya NATO’ya devretmeyi düşündüğü haberi, dikkatleri yeniden Kıbrıs üzerine çekerken, Amerikan Deniz Kuvvetlerine mensup 300 deniz piyadesi İngiliz üslerine “geçici” kaydı ile yerleştirilmiştir. Kıbrıs’ın tam bağımsızlığından yana olan demokratik güçler, bu girişimle Kıbrıs’taki üslerin giderek ortak bir İngiliz-Amerikan üssü haline gelmesi tehlikesine işaret etmektedirler. Orta Doğu barış görüşmelerini sürdüren Amerikan ve Sovyet Dışişleri bakanlarının, bloksuz bir ülke olduğu için seçtikleri Kıbrıs’ta yaptıkları görüşmelerin önemli bir bölümünü Kıbrıs sorununa ayırmaları, toplumlararası görüşmelerin kesilmiş olduğu bir zaman rastlamaktadır. Bilindiği gibi Başkan Nixon, Şubat ayı başlarında “bağımsız ve egemen bir Kıbrıs devletinden yana olduğunu” belirtmişti. Kissinger ve Gromiko ile görüşmeler yapan Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios, iki Dışişleri Bakanının da Türkiye tarafından öne sürülen Kıbrıs’ta federatif çözüm şekline karşı olduklarını ima ettiklerini söylemiştir.

(“Ali Akansel” imzası ile, Yeni Ortam gazetesi, İstanbul, 18 Mayıs 1974)



GRİVAS’TAN SONRA


Yunanistan’ın emperyalist emeli olan Enosis rüyasının gerçekleşmesi için, Kıbrıs’ın bağımsızlığına kavuşmadan önce ve sonra yürüttüğü sağ gerilla eylemleri ile tanınan General Grivas’ın ölümü, Kıbrıs sorununda yeni bir dönem açmıştır.
İngiliz sömürgecilere karşı savaşan Grivas’ın eylem arkadaşı olan Makarios, 1959’da Kıbrıs adasına Enosis değil de bağımsızlık getiren bir anlaşmayı kabul edince, iki arkadaşın arası açılmıştı. 1967 Rum saldırılarından sonra Yunanistan’a çağrılan Grivas, 1971’de yeniden Kıbrıs’a giderek, eylemlerini başlattı. Enosis fikrinden gittikçe uzaklaşan Makarios’u devirmek için Yunan diktatörü Papadopulos’un yardımları ile sürdürülen terör hareketi, adayı bir iç savaşın eşiğine kadar getirmişti. Markezinis’in başbakanlığa getirilmesi ile Makarios-Yunan ilişkileri yumuşamış, Kıbrıs sorununun toplumlararası görüşmelerle çözümlenebileceği ümidi açıklanmıştı. Ancak, Gizikis cuntasının yönetime el koyması, Grivas’ın ölümü ve ardından EOKA-B’nin tamamen Atina’nın denetimine girmesi ile durum değişmiştir: Yunanistan’ın Kıbrıs’taki büyükelçiliği sağ kanadın siyasi ve askeri merkezi haline getirilmiş, önceden hepsi de Kıbrıs’ta bulunmuş, Grivas’ın arkadaşı olan cuntacı albaylar, bir arkadaşlarını EOKA-B’ye lider yapmışlardır. Önümüzdeki aylarda gittikçe kötüleşen ekonomik sorunları çözemeyen Gizikis cuntasının, Makarios’a karşı Enosisçilerle birlikte bir eyleme girişerek, dikkatleri dağıtması beklenebilir. Bunun yanında Makarios’a karşı girişilen müteaddit suikast hareketleri, bu kez başarı ile sonuçlandırılabilir. Rum kesiminde çoğunlukta bulunan demokratik güçlerle Grivas’ın cenaze töreninde öncü rol oynayan elçiliğin arasının açık olması da havayı gerginleştirmektedir.   
Öte yandan ekonomik bunalım içinde bulunan İngiltere, Arap-İsrail çatışma bölgesine yakın en büyük batılı üs olan Kıbrıs’taki üslerinin masraflarını Malta’daki gibi paylaşmak için adam aramaktadır. Bu işe dünden hazır olan Nixon ise, bölgeye Amerikan hava kuvvetlerini göndermek istemiş, ama İngiltere bunu kabul etmemiştir. İngiltere’den üslerin geçmiş yıllara ait kirasını isteyen Makarios’un Arap yanlısı tutumuna karşı olan İsrail, Grivas’ın gerillalarına para ve silah yardımı yaparak onun devrilmesine çalışmaktadır. Rum toplumunun çoğunluğunun adanın Yunanistan’la birleşmesini istememesi ve Makarios’un da bunun gerçekleşmesi halinde bile adanın taksimi şeklinde olmamasındaki ısrarının esas nedeni, Kıbrıs’ın birer NATO üyesi olan Türkiye ve Yunanistan aracılığı ile bir NATO üssü durumuna geçmesini önlemektir. Süper diplomat Kissinger’in Kıbrıs’ı ziyaret edeceği söylentilerinin, Kıbrıs Rum yönetimince yalanlanması da belki bu amaçladır.
Öyleyse, Grivas’tan sonra Kıbrıs’taki toplumlararası kuvvet dengesi, adanın bağımsızlığından geçmek zorundadır. Gelecek günlerde gerek EOKA-B’nin eylemleri, gerekse Yunan cuntasının tutumu dikkatle izlenmelidir. Kıbrıs’ta barışın korunması ve devamı, ancak ve ancak bağımsızlıktan yana olan demokratik güçlerin elbirliği ile sağlanacaktır.

(“Ali Akansel” imzası ile, Yeni Ortam gazetesi, İstanbul, 2 Mart 1974)

KIBRIS’TA NELER OLUYOR?


Kıbrıs Cumhuriyeti 1960 yılında İngiliz sömürge yönetimine karşı sürdürülen 5 yıllık başkaldırıdan sonra Kıbrıs nüfusunu oluşturan Rum ve Türk toplumlarının yüzde 70:30 oranında yönetime katılmaları ilkesi üzerine kurulmuştu. Kuruluşundan bir ay sonra BM’e, 6 ay sonra da Commonwealth’e katılan yeni cumhuriyet, İngiltere’nin 5 yıl içinde vermeyi taahhüt ettiği 7.5 milyon sterlin değerindeki ekonomik yardımla, kendi ekonomisini kurarak, işsizliğin giderilmesine çalışacaktı.
1964’le birlikte başlayan toplumlararası çatışmalar, Türkleri hükümetteki görevlerinden uzaklaştırırken, ekonomik yönden de tamamen Rumlara bağımlı kılıyordu. Kıbrıs ekonomisi halen geliri ve turizmi ile Rumların tekelinde olup, yabancı askeri birliklerden Rum yönetimine kalan döviz miktarı, 30 milyon sterline yaklaşmaktadır. Kıbrıs’ın politik çalkantı içinde geçirdiği savaş sonrası dönemlerinin, aynı zamanda refah düzeyinin de en yüksek noktasına eriştiği bir dönem olması oldukça ilginçtir. Adadaki İngiliz üsleri ile BM Barış Gücü’nün harcamaları arttıkça, Kıbrıs’ın ödemeler dengesi de o kadar sağlam olmaktadır. Bunun yanında turizm ve ada dışındaki Kıbrıslıların gönderdiği para – ortalama 5,000 Kıbrıslı her yıl göç etmektedir, İngiltere’de yaklaşık 100,000 Kıbrıslı yaşamaktadır- ticaret açığını kapamaktadır.
Geçtiğimiz yılın son ayı içinde, Türkiye ile Kıbrıs arasındaki ticareti artırmayı amaçlayan ortak bir ticaret odası kurulmuştur. Türkiye-Kıbrıs Türk Ticaret Odası, ticari ortaklıkların kurulmasını ve Kıbrıs Türk sanayii ile turizmini teşvik edeceğini açıklamıştır. Kıbrıs Türkleri ekonomik yönden geri kaldığından, bu konuda büyük ilerlemeler gösteren Rumlar için iyi bir pazar durumundadır. Turizm alanında da devlet desteği ile örgütlenen Rumların, tam konforlu 500’e yakın otel, motel ve pansiyon tipi turizm kuruluşu olmasına karşın, Türk bölgesinde Lefkoşa’da yalnız bir otel bulunmaktadır. Son zamanlarda gittikçe artan sayıda Türkiyeli turist gruplarının Rum otellerinde kalmak zorunda olması, milli bir politika güden Türkler açısından acıdır.
Kıbrıs’ta Rumlar arasında Grivasçılar tarafından uzun süredir uygulanmakta olan terör hareketi ile gittikçe artan hayat pahalılığı ve enflasyon, dengedeki Kıbrıs ekonomisini sarsmaya başlamıştır. Öte yandan adadaki üç Amerikan dinleme istasyonundan ikisi kapanmış, İngilizler de Kıbrıs’taki askeri üslerinden çekilmeyi düşünmektedirler. İngiltere hükümeti, Kıbrıs’taki olağanüstü durum dolayısıyla, 1962 yılından beri Kıbrıs’a herhangi bir yardımda bulunmamıştır. İngiliz üslerine sağlanan 2.5 milyon TL tutarında tazminat isteneceği, konuyu İngiltere ile görüşmekte olan Makarios yönetimince açıklanmıştır.
Giderleri gittikçe artan BM Barış Gücü’nün de adadan çekilmesi halinde, Kıbrıs’ın üzerini yeniden kara bulutların kaplayacağını şimdiden söylemek kehanet sayılmaz. Toplumlararası görüşmeler ise tarafların inatçı tutumlarını sürdürmeleri nedeniyle sonuca bağlanamamaktadır. Ertelenen Rum yerel seçimlerinin yenilenmesi ve yaklaşan genel seçimlerde iskemle sayısını artıracağı mutlak olan bazı partilerin güçlenmesini engellemek için iç ve dış güçlerin tezgâhlayacakları oyunlara karşı Türk kamuoyu uyanık olmalıdır. Orta Doğu ve Akdeniz üzerinde yapılan pazarlıklar, Kıbrıs’ta barış isteyen taraflarca ilgi ile izlenmektedir.

(“Ali Akansel” imzası ile, Yeni Ortam gazetesi, İstanbul, 24 Ocak 1974)


10. YILINDA KIBRIS SORUNU


10. YILINDA KIBRIS SORUNU:1
21 Aralık 1963’te Kıbrıs’ta Rumlar tarafından, Kıbrıslı Türklere karşı başlatılan kanlı saldırıların üzerinden on yıl geçmiş bulunuyor. Bu süre içinde, sorunun hâlâ bir çözüme bağlanmamış olması düşündürücüdür. Geçmişe bakarak, olayların gelişimini yeniden değerlendirmekte yarar vardır.
Dil, din ve milliyetleri farklı olan Türk ve Rum toplumları, Kıbrıs’ta uzun yıllar İngiliz sömürge yönetimi altında yan yana yaşamışlardır. Rum toplumunun Yunanistan’la birleşme isteği, 1878’de adanın Osmanlılarca İngiltere’ye kiralanmasında sonra ortaya çıkmıştır. Ancak bu istek, 1931 yılındaki ayaklanma hareketi dışında, 1950’ye kadar küçük çapta kalmıştır. Rumlar, 1950 yılı başında yaptıkları plebisit ile adanın Yunanistan’a ilhakını istediklerini bildirmeleri ile hızlanan Enosis kampanyası, Yunanistan’ın konuyu Birleşmiş Milletler’e götürdüğü 1954 yılına kadar dikkati çekmemiştir. Genel Kurulun, konuyu şimdilik ele almama kararından sonra, 1955’te Grivas’ın önderliğinde EOKA adlı Rum sağ gerilla örgütü tarafından sömürge yönetimine karşı uygulanan terör, 1956 Kasım’ında İngilizlerin Kıbrıs’ı Süveyş harekâtında bir askeri üs olarak kullanmaları ile doruğuna ulaştı. İngilizlerin güvenlik tedbirlerini artırmaları, Rum toplumunu EOKA’ya yaklaştırmış, sömürge yönetiminden de soğutmuştu. Bu dönemde, kuruluşu 1926 yılına dayanan Kıbrıs Komünist Partisi AKEL’in Enosis için açık destekte bulunmaması, onun EOKA tarafından İngilizlerin yanında imiş gibi gösterilmesine yol açtı. Önceleri Rumların politikası, Türkleri yalnız bırakıp, İngilizlere karşı birleşmekti. Türklerin çoğu ise, Enosis’in gerçekleşmesini istemedikleri veya İngiliz yönetimine sadık kaldıkları için Rumlara karşı İngilizleri desteklediler. Artan sayıda Türkün, İngilizlerin komando birliklerine yüksek ücretle alınması ve EOKA saldırılarında ölenlerin arasında Türklerin artışı ile Kıbrıs Türkleri de kendi yeraltı örgütlerini kurdular. Böylece gerilla savaşı giderek, Türk-Rum çatışmasına dönüştü. Çeşitli kışkırtmaların ve her iki toplumun fanatik denecek kadar milliyetçi yetiştirilmiş olmaları sonucu kanlı olaylar oldu.
İngiliz yönetimi süresince Türkler, azınlık hakları ile ilgilenmişleri Enosis’e karşı etkin kampanyalarını ise ancak 1958’den sonra başlatmışlardı. Yunanistan adayı ilhaktan söz ederken, Kıbrıs Türkü daha ne müftüsünü atama, ne de Evkaf mallarını kendi yönetme hakkını İngiliz sömürgecilerinden koparamamıştı. Olayların gelişmesi, Türkleri İngiliz koruyuculuğu olmadan nasıl davranacakları konusunda düşünmeye zorladı. Türk toplumu lideri Dr. Küçük, 1957 yılında hükümetteki görevinden ayrılan ve Küçük’ün hukuk danışmanı olan Rauf Denktaş’ı, Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu başkanlığına seçtirerek, onu ikinci adam yaptı. İngiltere’deki öğreniminden dönen Denktaş, Türklerin haklarını elde etmek için gerekirse dağa çıkarım demiş; sonra da savcı yardımcısı olarak sömürge yönetiminde görev almıştı.
Lozan Antlaşması gereğince, Kıbrıs üzerindeki haklarını İngiltere’ye devreden Türkiye’nin 1958 sonuna kadarki tutumu, diplomatik yolların denenmesinde ısrar ederek, Enosis için İngiltere ve Yunanistan’ın anlaşmasını önlemek olmuştur. Kıbrıs’ta tedhişin artması üzerine, ilgili taraflar görüşmelere başladılar. Bu arada Türkler, taksim kampanyalarını hızlandırmışlar, Türkiye’de yapılan mitingler milli heyecanı son derecede artırmıştı. Devrin Kıbrıs Valisi Foot, anılarında Türk görüşmeci Zorlu’nun vatanseverliğini övdükten sonra, Kıbrıs Türklerine Lefkoşa’da yangınlar çıkararak, ayaklanmaları için onun emir verdiğini yazmaktadır.
İngiltere’nin hazırladığı MacMillan planının Yunanistan ve Makarios tarafından reddedilmesinden sonra, EOKA Türk-İngiliz yakınlaşmasını protesto etmek için İngiliz ve Commonwealth mallarını boykot etmiş, sivil İngilizleri de öldürmeye başlamıştı. 1957’de İngiliz Savunma bakanının adayı ziyareti sonucu, Orta Doğu’da değişen politik durum nedeniyle stratejik ihtiyaçlar için adanın tümünün gerekmediğine karar verilerek, yalnız üsler üzerinde durulmuştur. Rumlar, Batı yanlısı hükümetlere sahip olan Yunanistan’ın da Türkiye gibi savaşı göze alamayacağını düşünerek, tutumlarını gevşettiler. Çünkü NATO’ya bağlı olan bu iki ülkenin savaşması halinde, Amerika’nın taraflara yaptığı ekonomik ve askeri yardım kesilecekti. Aralık 1958’de Averof ve Zorlu, Paris’teki NATO toplantısında görüşmelerin devamına karar verdileri Altı gün sonra EOKA tedhişi durdurdu. Yedi hafta sonra da politik bir çözümle Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Taksim ve Enosis yolları böylece kapatılmıştı.   

(“Ali Akansel” imzası ile, Yeni Ortam gazetesi, İstanbul, 21 Aralık 1973)  

10. YILINDA KIBRIS SORUNU:2
Zürih ve Londra Antlaşmaları formülü ile 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, iki toplumun anavatanlarının garantisi altında, birlikte yaşamalarını öngörüyordu. Fakat antlaşmayı imzalayan ülkelerden ikisinin hükümeti düşmüş, Makarios’un Londra’da başaramadığı Türklere geniş haklar ve garanti veren Anayasayı değiştirme çabaları, Türkiye ve Yunanistan’ı azınlık hükümetleri ile politik kriz içinde yakalamıştı.
Türkiye ve Yunanistan’daki politik dengesizlik sürerken, Cumhurbaşkanı Makarios, Anayasanın 1959’da da karşı çıktığı 13 maddesinin değiştirilmesi konusunda Dr. Küçük’ten görüşme istedi. 16 Aralık 1963’te Türkiye hükümeti, Anayasanın tek noktasının değiştirilemeyeceğini bildirdi. Başkan Kennedy’nin öldürülmesiyle Kıbrıs sorunu dünya kamuoyunda geri plana itildi. Fakat 13 maddenin reddinden 5 gün sonra Kıbrıs’ta toplumlararası çatışmalar başlamış, yüzlerce kişi ölmüş ve Kıbrıs yeniden uluslararası bir sorun olmuştu.  
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 10 bakanlığından üçünü (Savunma, Sağlık ve Tarım) Türkler almıştı. Dr. Küçük, Cumhurbaşkanı yardımcılığına, çevresindeki İngiliz yönetimi taraftarı Örek, Manyera ve Plümer sırayla bakanlıklara, Denktaş da Türk cemaat Meclisi Başkanlığına getirilmişti. Cemaat Meclisi Başkanı Denktaş’ın görevi ise, Türk halkının ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmasını düzenlemekti. Ama o, daha ilk günlerden liderlikte gözü olduğu için,  Rum basınının ve Makarios’un her demecine karşılık vermekten geri kalmıyor. Kıbrıs halkları arasındaki barışın yıkıcısı oluyordu. 1963 olaylarından sonra Küçük, Lefkoşa’da viskisini yudumlarken, Denktaş da verimsiz görüşmeler için Londra-Lefkoşa arasında dolaşıyordu. Adaya girişinin engellenmesiyle Ankara’da kalan Denktaş ile Küçük arasında ikilik daha da artmıştı. Kıbrıs’ta 1964-67 yılları arasında Türkiye’den gelen mali yardımla her dereceden memur 30 sterlinle geçimlerini sürdürmeye uğraşırken, Denktaş Ankara’da 200 sterlinlik maaşı ile sürgün cezası çekiyordu. Bu dönemde, Dr. Küçük sivil yönetimin sesini duyurmaya çalışarak, bir dizi manevra ile Türk Mukavemet Teşkilatı liderinin Türkiye’ye geri çağrılmasını sağlamıştı. Romantik adaya sandalla çıkma deneyiminden sonra Kıbrıs’a girmesine izin verilen Denktaş, TMT’nin kadrolarında gözde olduğundan, liderlik mücadelesini hızlandırdı. Sonunda birbirlerine düşen Kıbrıslı liderleri memnun etmek üzere adaya giden Türkiyeli diplomatların yardımı ile Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi kuruldu. Bu formüle göre, Küçük’ün ayağını kaydırması mümkün olan Denktaş, ikinci plana itilmiş oluyordu.
Kasım 1967 olayları ile yeniden alevlenen ve Türkiye’yi seferberlik ölçüsüne varan hazırlıklara iten çarpışmaların bitimiyle, Rumların dört yıldan beri Türklere uyguladıkları ekonomik baskılar yumuşatılmış, Haziran 1968’de de ikili görüşmelere başlanmıştır. Kıbrıs Türklerinin kalkınması için çeşitli atılımların yapılması gereken bu dönemde, vatan-millet edebiyatı sürdürülmüş, toplumun sorunlarına eğilinmemiştir. Rumlar ise hiçbir şey olmamış gibi ilerlemelerine devam ederek, hükümet icraatına tüm ağırlıklarını koymuşlar, bunu bütün dünyaya duyurmak için olağanüstü bir çaba göstermişlerdir. Türklerin ekonomik hayatı gazoz, ya da para ticareti yapan kişilerin şahsi kalkınma planlarına bırakılmış, yönetime bir kuruş vergi vermem diyenler, para gücüne dayanarak, liderlikçe korunmuşlardır. Ankara’nın gönderdiği yıllık 10 milyon sterlinlik yardımın 4.5 milyonu askeri amaçlara kullanılmıştır. Sıkıyönetime fazlasıyla alışmış Kıbrıs Türkü, yönetimi eleştirince, sanki bu doğrudan Türkiye’ye yapılmış gibi gösterilmek istenerek, davaya zarar verir gerekçesiyle susturulmuştur. Son çekişmeden Dr. Küçük’ün yenik çıkması ve Berberoğlu’nun saf dışı edilmesiyle, Cumhurbaşkanı Yardımcılığı koltuğuna Denktaş oturarak, yılların özlemini gerçekleştirmiştir. Kıbrıs Türkleri arasında demokrasi oyununa izin vermeyeceğini bildiren Denktaş, izlediği tutumdan TMT’yi sorumlu tutarak, masum güvercin pozuna bürünmektedir. Toplumlararası görüşmeler 5. yılını doldurmuş olmasına rağmen, soruna kesin bir çözüm şekli hâlâ getirilememiştir.
10 yıl sonra dönüp de arkamıza baktığımızda, Rumların devleti ellerinde bulundurdukları, Türklerin ise kendi bölgelerine çekilerek, kabul edilemeyecek bir baskı rejimi altında tüketici yapılarını sürdürdükleri görülmektedir. Ankara ve Atina’nın politik dengesizlik içinde bulunduğu bu dönemde, geleceğin Kıbrıs’a ne gibi gelişmeler getireceğini ilgi ile izlemek gerekmektedir.    

(“Ali Akansel” imzası ile, Yeni Ortam gazetesi, İstanbul, 22 Aralık 1973)

DOĞU AKDENİZ’DE BİR ADA


Son günlerin Arap-İsrail savaşı, Kıbrıs adasının yine ortaya çıkmasını sağlamıştır. 1967 Haziran savaşında olduğu gibi, Kıbrıs’ın tarihsel gelişim içinde Orta Doğu’daki önemi, bir kez daha doğrulanmıştır. Adanın güneyinde stratejik önemi olan İngiliz üsleri, 6 gün savaşında olduğu gibi, bu kez de emperyalist çıkarlar uğruna kullanılmıştır.
Kıbrıs’taki İngiliz sömürge yönetimine karşı, 1955’te başlatılan Grivas başkanlığındaki Rum sağcı halkının (EOKA) mücadelesi, Makarios ve diğer Kıbrıs Rum örgütleri tarafından desteklenmişti. Önceleri İngilizlere karşı olan tedhiş, sonradan Türk toplumuna da yöneltilmişti. Yıllarca süren kanlı çatışmalar ve çelişkilerle dolu Kıbrıs anlaşmazlığı, CIA ve NATO’nun elbirliği ile 15 gün süren görüşmemelerle, zamanın başbakanları Menderes ve Karamanlis arasında çözümlenmiş ve hemen ardından İngiltere tarafından onaylanmıştı. Böylece Kıbrıs’taki Türk ve Rum halklarını kısa sürede daha kanlı çatışmalara götürecek Zürih ve Londra antlaşmaları doğmuş oldu. Bu sonuçtan en kârlı çıkan İngiltere olmuş ve elde ettiği 99 mil karelik üslerine çekilerek, Orta Doğu’daki görevini sürdürmüştür.
Adada yaşayan Türk ve Rum toplumları, karşılıklı Taksim ve Enosis istemelerine rağmen, günün koşul ve gereklerine uymak zorunda kalarak, bağımsızlığı geçici bir çözüm olarak benimsemişlerdi. Kıbrıs’ı Batı bloku stratejisi içinde tutan Zürih-Londra statüsü üzerinde ısrar edilirken, sorunun çözümü Türkiye-Yunanistan veya NATO çerçevesi içinde aranmıştır. Cumhurbaşkanı seçilen Makarios, 1962 yılında, Cumhuriyetin ilanından iki yıl sonra Kıbrıs anayasasının Türkler lehine olan maddelerinin uygulanamadığını Türk hükümetine anlatmak üzere, Ankara’ya geldiği zaman, aleyhte gösterilerle karşılanmıştı. Görüşme isteği iyi kabul görmemişti. Türk toplumu liderleri de Kıbrıs statüsünü meydana geldikten sonra, Türk toplumu açısından temel sorun olan kalkınma ile ilgilenmeyerek, lehimize olan bir düzen içinde bile, yapıcı bir zihniyetle çalışmadılar. Anayasanın değişmesi için yapılan Rum tekliflerine gösterilen sert tepki, iki toplum arasındaki nazik dengeyi bozmuş ve 1963 yılı sonunda kanlı olaylar patlak vermiştir. Garantör devletlerden Türkiye ve Yunanistan, savacın eşiğine kadar sürüklenmişlerdir. Sonunda konu Birleşmiş Milletler’e götürülerek tartışılmış, Makarios’un temsilcisi taraf olarak alınarak, Türklerin katılmadığı Kıbrıs devletinin varlığı dünyaca tanınmıştır. 1964 Martında, adaya barış Gücü gönderilerek, sükûn sağlanmıştır. Saldırıların tekrarlanması karşısında, Türkiye antlaşmalarla kendisine tanınan müdahale yetkisini kullanmak istemişse de, ünlü Johnson mektubu ile eli-kolu bağlanmıştır. Kasım 1967’de başlatılan yeni saldırıların sorumlusu olan Grivas, adadan uzaklaştırılmışsa da, 1972’de tekrar adaya dönerek, bu defa da Makarios’u devirmek için yeni bir örgüt kurmuştur. EOKA-B diye anılan örgüt, Yunan milliyetçiliği adı altında Enosis için mücadeleyi amaçlamakta ve sadece azınlık Rum sağ güçlerince desteklenmektedir. Makarios ise mecliste etkin bir güç haline gelen ve ada Rumlarının yüzde 40’ının desteklediği Komünist AKEL’e arkasını dayamış, yapılan saldırıları izlemektedir. Bugün oluşmakta olan Avrupa politikası ile çatışan bloksuzlar politikasını bırakan Makarios, şimdi daha çok Avrupa ve Akdeniz’e dönük bir politika izlemekte, Enosis’e yalnız Türkiye’nin değil, Orta Doğu dengesinin de izin vermeyeceğini anlamış görünmektedir.
1968 Haziran’ında başlatılan toplumlararası görüşmelerde ise, yasama, yürütme ve yargı sorunları çözülmüş, ama can alıcı konular olan mahalli idareler ile garantiler konusunda kesin bir sonuca ulaşılamamıştır. Bu yılın sonunda açıklanacağı belirtilen anlaşmada, sızan haberlere göre, Türk toplumu aleyhine tavizler verilerek, 1960 Anayasasından çok değişik bir duruma varılmıştır. Makarios ise Garanti Antlaşmalarını feshettiğini ve geçerli saymadığını açıklamış, bununla beraber bu konunun görüşmelerin yetkisi dışında bulunduğunu, görüşmelerin sonuçlanmasından sonra, daha geniş bir düzeyde ele alınacağını açıklamıştır. Bugün 1959 Antlaşmalarından elde kalan tek yan, Lefkoşa yakınlarında üslenmiş olan ve hiçbir olaya karışmayan Türk Alayı’na bağlı birliklerin belli sürelerde değişebilmesidir.
Bugünkü dünya gerçekleri içinde Zürih ve Londra antlaşmaları ile kurulan Kıbrıs statüsünün devamı, tartışmalıdır. Sorun ancak süper güçlerin uzun ömürlü ve gerçekçi bir çözüm şekli üzerinde anlaşabilmeleri ile çözümlenebilir. Stratejik önemi çok büyük olan ve yeryüzünde bağımsızlığını kutlayamayan tek ülke olan Kıbrıs adasında bugün 600 bin kişi yaşamaktadır. Bunun yanında, Kıbrıs’ın bağımsız bir devlet olarak kuruluşuna yol açan antlaşmalar gereğince adada 650 kişilik Türk alayı ve 950 kişilik Yunan Alayı bulunmaktadır. Diğer garantör devlet olan İngiltere’nin ise iki ayrı üste 9 bin kişilik askeri gücü vardır. Altı BM ülkesinin askerlerinden kurulu 3,000 kişilik Barış Gücü’ne ek olarak, Rum Polisleri ve Milli Muhafız Gücü, Grivas’a bağlı EOKA-B güçleri, sağdan sola diğer Rum silahlı güçleri ve Türk Mücahit Ordusu ile Polisi varlıklarını sürdürmektedir.
Emperyalist güçlerin sürekli kışkırtmaları ile bu duruma gelen Kıbrıs adasında tam bağımsızlık ve egemenlik uğrunda savaşan demokratik güçlerin sonunda üstün geleceğine olan inancımızı koruyoruz.

(“Ali Akansel” imzası ile, Yeni Ortan gazetesi, İstanbul, 4 Kasım 1973)   
     


KIBRIS TÜRKLERİ VE GÖÇ


1571 yılında Osmanlı topraklarına katılan Kıbrıs adası, 1878’de Berlin Antlaşması ile İngiltere’ye kiralanmıştı. 1914’de Osmanlı İmparatorluğunun Almanya yanında savaşa katılması nedeniyle, İngiltere, Kıbrıs’ı tek taraflı olarak kendi topraklarına katmış, 1923’de Türkiye bu ilhakı Lozan Antlaşması ile tanımıştı. Ada 1925’de resmen Taç Kolonisi olarak ilan edildi. O sıralardaki Türkiye hükümetinin politikasına uygun olarak, birçok Türk köylerinden Türk halkı, toplu bir halde Anavatana göç etti.
1925’den sonra başlayan göç, 1938’de en hızlı çizgiye ulaştı, 1945’de birden nüfus akıntısında durgunluk belirdi. Kıbrıs Türkleri adadaki varlıklarını yaşatmak için sosyal ve kültürel çabaları, ekonomik alanda da göstermek gereğini anladılar. Yeni bir anlayışla varlık savaşına giriştiler. Ne var ki ada Rumları onlardan çok önce davranmışlardı. Yunanistan ve dünyadaki zengin Yunanlılar, Kıbrıs Rumlarının 1925’ten hemen sonra yanlarında olmuştu. Kıbrıs Rum toplumu, Rumların Enosis yaygaraları karşısında gittikçe endişeleniyordu. Kısa bir süre sonra toparlanarak, politik eylemli partiler kurmaya başladılar. 1943’de KATAK adıyla kurulan Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu, başlangıçta büyük bir varlık göstermeyi başarmışsa da İngiliz entrikaları ve bazı sabotaj hareketleri yüzünden kısa bir süre sonra ikiye ayrılmıştır. 1944’de Dr. Fazıl Küçük ve arkadaşları, Kıbrıs Türk Milli Halk Partisi’ni kurdular. Aynı amaç uğrunda çalışması gereken iki siyasal kuruluş da halkın büyük çoğunluğunun güvenini yitirdiklerinden, Türk halkının sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda kalkınması için sorumlu işlere girmekten çekinmişlerdir. Halbuki, Kıbrıs Rumları hemen her alanda Türkleri büyük baskı altına almak için dünden daha fazla örgütlenmeye başlamışlardı. 1949’da adadaki Türk siyasi partileri “Kıbrıs Türk Milli Birliği” adı altında birleştirilmiştir. 1960 Ağustos’unda Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasına kadar olan süre içinde Kıbrıs Türkleri, bir yandan Rumların, diğer yandan da İngilizlerin baskısıyla çırpınarak, adadaki varlıklarını yaşatmaya çalıştılar.
Kıbrıs’ta yaşayan iki ulusal toplumun birlikte yürütecekleri yeni Cumhuriyette, Kıbrıs Türklerinin yönetime katılım oranı, 1960’dan önce saptanan 120 bin nüfus üzerinden kararlaştırılmıştı. Ancak, Kıbrıs’taki Türk nüfusu, 1963 saldırılarından geniş ölçüde etkilenmiş, kendisini ve geleceğini güvenlikte görmeyen halk, kurtuluşu adadan ayrılmakta bulmuştur. Kıbrıs Türklerinin nüfusu on yıl içinde normal seyri izleyerek en azından 20 bin kişilik bir artış göstererek 140 bine çıkması gerekirken, 1969’da saptanan duruma göre, Türk nüfusun toplamı maalesef 120,975 kişiye yükselmiştir. Bu rakam, en azından 10 bin Kıbrıs Türkünün göçmek zorunda kaldığını açıkça göstermektedir. Halen Kıbrıs dışında, çoğu Türkiye ve İngiltere’de olmak üzere 150 bin Kıbrıs Türkü yerleşmiş bulunmaktadır. Kıbrıs adasının ekilebilir topraklarının yüzde 30’u Türklere ait olduğu halde, 1963 olaylarından sonra göçmek zorunda bırakılan Türklerin toprakları terk etmeleri sonucu bu oran, yüzde 18’e kadar düşmüştür. Bütün kademelerdeki Türk ileri gelenleri, durmadan ada dışına para kaçırmakta, geleceğin güvenlik getireceğine inanmadıklarından başka ülkelerde ev ve apartman satın almaktadırlar. Öte yandan bugünkü Rauf Denktaş yönetiminin gereksiz baskıları ve tutumu, Kıbrıs Türk halkını karamsarlığa itmektedir. İşsizlik sorunu da bugün Kıbrıs’ta bir bunalım halini almıştır. Göç etmeyip adada kalanların çoğu Rum bölgelerinde işçi olarak çalışmak zorunda kalmaktadırlar. Kıbrıs Türkü, Kıbrıs devleti içinde yerini almadıkça ve tüketici durumdan üretici duruma geçmedikçe, adanın girdiği refah devrinin nimetlerinden gerektiğince yararlanamayacaktır.     
Kıbrıs Türklüğünü kalkındırmada amaç, Türk nüfusunu adaya bağlamak, oran olarak da artmasını sağlamak ve ekonomik gücünü artırmaktan ibarettir. Hayat pahalılığı, ekonomik bunalım içindeki kişilere konulan çifte vergi ve kısıtlamalar, Kıbrıs Türklerini göçe zorlamaktadır. Adayı terk edenlerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Kıbrıs’ta Türklerin azalması, Türkiye’nin Kıbrıs davasını kaybetmesi demektir. Bu açıdan sorumluları en kısa bir zamanda gerekli tedbirleri almaya çağırıyoruz. Yoksa Kıbrıs Türkleri, Ankara ile Lefkoşa arasında komisyonculuk yapan yöneticilerin anti-demokratik yönetimi altında alın yazgılarının sonunu bekleyeceklerdir.

(“A. Akansel” imzası ile, Yeni Ortam gazetesi, İstanbul, 15 Ekim 1973)


KIBRIS DÜĞÜMÜ MÜ?


Aralık 1963 olaylarından sonra uygulanamaz duruma düşen Kıbrıs Anayasasını yeniden düzenlemek amacıyla başlatılan toplumlararası ikili görüşmelerde, olumlu bir ilerleme elde edilemeyince, 1972 Haziran’ında, Türkiye, Yunanistan ve Birleşmiş Milletler temsilcilerinin de katılması ile genişletildi. Resmen açıklanmış olmamakla beraber, son günlerde verilen demeçlerden anlaşıldığı üzere, bazı ilerlemeler elde edilmiştir. Yılsonuna doğru da anlaşmanın açıklanması beklenmektedir.
Öte taraftan, Rum toplumu arasında, özellikle anlaşmaya yaklaşıldığı şu son aylarda artan tedhiş hareketleri, barışçı çabaları baltalar niteliktedir. Makarios’a karşı olan piskoposların girişimleri bir sonuç vermeyince, Enosisçi Grivas, eylemlerini artırarak, görüşmeleri çıkmaza sokmayı planlamaktadır. Kıbrıs’ta bir iç savaşın başlatılmasına ilişkin bir gerilla savaş planının ele geçirildiğini açıklayan Makarios ise, Yunanistan’la birleşmeyi istememekte, bağımsızlıktan yana olduğunu söyleyerek, çok taraflı bir politikayı ustalıkla sürdürmektedir. Esasen Kıbrıs Rumlarının büyük çoğunluğu da Enosis’e karşı olup, özgürlüğün en genişine sahipken, fikir ve politika akımlarının susturulduğu, basını sansürlü bir Yunanistan’ın yönetiminde yaşamak istememektedirler. Kıbrıs’ta bugünkü hayat standardı ise Yunanistan’a oranlar her yıl iki misli artmakta olup, yüksek bir düzeydedir. Ortalama milli gelir, son on yıl içinde on kat artmıştır. Bu durumu pek iyi bilen Makarios, “bağımsız ve tarafsız Kıbrıs” politikasını savunarak, politik kuvvetler dengesi ile iktidarını sürdürmektedir. Buna karşılık başta Amerika olmak üzere, Yunanistan ve yerli sermaye çevreleri tarafından desteklenen, azınlıkta da olsa, sağ güçler, gün geçmez, huzur bozucu olaylar çıkarmaktadırlar. Yunanistan’da sol eğilimin çoğunluk kazandığı bir sırada, Amerika’nın huna nasıl engel olduğu; Kıbrıs’ta en büyük siyasi parti olan Komünist AKEL’in Rum halkının yüzde 40’ından fazlasının desteğine sahip olduğu göz önünde bulundurulursa, Kıbrıs’ta dönen oyundaki gerçek, daha iyi anlaşılmış olur. On yıldır çözümlenemeyen sorunun anahtarının kimde olduğu artık ortaya çıkmıştır.
Kıbrıs sorunu, Amerika’nın baskısı ile, taraflara sürekli barış getirmeyecek, kağıt üzerinde kalacak bir çözüme bağlanmak istenmektedir. Son zamanlarda, Amerika’nın Yunanistan’dan, Pakistan’a kadar uzanan bir alanda nüfuzunu kuvvetlendirmeye çalıştığı dikkati çekmektedir. Kıbrıs’ın bu alan dışında kalmasına, Amerika hoşgörü ile bakmayacaktır. Bu nedenle soruna aceleci bir çözüm yolu hazırlanmak üzeredir. Gelişmeleri zaman gösterecektir.

(“A. Akansel – İstanbul” imzası ile, Yeni Ortam gazetesi, İstanbul, 9 Ağustos 1973)



KIBRIS VE DENKTAŞ


Kıbrıs Türklerinin 1943 yılında kurdukları ilk siyasi partiden başlayarak, gelişen toplumumuzun sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda kalkınmasını yönlendirecek kişiler arasında, çeşitli yeni kuruluşların kurulması ile karşılıklı mücadele yıllardır süregelmiştir. Bu süre içinde oluşturulan birlikler, çalışma ve çabalarında yazık ki olumlu bir sonuç vermemişlerdir. Liderlik yarışını başkalarına bırakmak istemeyen kişiler, yıllar yılı toplumun ulusal duygularını kötüye kullanmışlar, toplumdaki ilerici çevreleri sürekli baskı altında tutarak, yeni siyasi kadroların yetişmesini önlemişlerdir. Özellikle Dr. Fazıl Küçük, uzun siyasi hayatı boyunca, kader birliği ettiği, fakat liderliği elinde bulundurma tutkusu yüzünden harcadığı Kıbrıs Türklerinin sayısı küçümsenemeyecek kadar çoktur.           
Aynı tutumun şimdi Sayın Rauf Denktaş’ta da üstün geldiğinin en son örneği, Cumhurbaşkanı Yardımcılığı için adaylığını koyan ve baskı zoruyla son anda çekilmeye zorlanan Avukat A. Mithat Berberoğlu’dur. Sayın Denktaş, seçim propagandaları sırasında, selefinin taktiklerini kullanarak, karşı grubu, Rum sosyalistleri ile işbirliği yapmakla suçlamıştı. Oysa 7 Mart 1973 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan demeciyle görüşlerini Türk kamuoyuna da açıklayan Berberoğlu, gerçekleri dile getirmekte ve halk tarafından desteklenmekte idi. Koltuklarının tehlikeye düşebileceğinden korkanlar, son anda ikinci adayın çekilmesini anti-demokratik bir şekilde sağlamışlardır.
Sayın Denktaş’ın da Dr. Küçük ile uzun yıllar süren sen-ben kavgaları ve kırgınlıkları olmuştur. Önceleri Fazıl Küçük’e karşı, gençlerin tutumunu savunan Denktaş, kendine koltuk yolunu açtırdıktan sonra, diğer yüzünü göstermeye başlamıştır. 13 Mart’ta açıklanan Kıbrıs Türk Yönetim Kurulu’ndaki yeni atamalar ve görevden el çektirmeler, bunu göstermektedir. Sağlık nedenleri ile 3 yıl önce görevinden ayrılan Dr. Niyazi Manyera, yeniden Tarım ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na getirilmiştir. Manyera ailesinin sahibi bulunduğu Bel-Kola Meşrubat Fabrikasının ortakları arasında Sayın Denktaş’ın da bulunduğu bilinmektedir. Yine son gelen haberlere göre, Anavatan’dan Kıbrıs Türk Kooperatif Merkez Bankası’na getirilen Kızılay maden suyu ve sodalarının satışa çıkması engellenmiştir.   
Dileğimiz, Kıbrıs Türk toplumundaki ilerici çevrelerin demokrasi yolundaki çabalarının devamıdır. Kıbrıs sorununun bu güçler tarafından ve gerçekçi bir görüşe dayanan politika ile çözüleceğine olan inancımızı koruyoruz.

(“A. Akansel – İstanbul” imzası ile, Yeni Ortam gazetesi, İstanbul, 21 Mayıs 1973)

KIBRIS’TA SEÇİMLERE GİDERKEN


İki ay sonra Kıbrıs Türkleri, Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Yardımcılarını seçiyor. 1960 yılında, tek aday olduğu için seçilmeden bu göreve gelen Dr. Fazıl Küçük, 1968’deki seçimde çıkan ikinci aday, adaylığını geri çekmek zorunda bırakılınca, yine koltuğunda kalmış, günümüze kadar bu görevi sürdüregelmiştir. Görev dediğimiz ise, resmi ikametgâhında oturup, yabancı ülke büyükelçilerinin ziyaretlerini kabul etmek, , onlara Kıbrıs konusundaki Türk görüşünü anlatmak, bu görüşmelerin resmi haberlerini kendi gazetesinde ertesi gün yayınlatmaktan ibarettir.
1963-67 dönemi tam bir savaş dönemi halinde geçmiş, ama olayların başlaması ile Rum ve Türk kesimleri arasındaki giriş-çıkışları önleyen barikatların kaldırılması arasındaki dört yıllık süre içinde, liderlerimiz, yeme-içme toplantıları için 20 bin sterlin harcarken; olaylar sonucu köylerini ve evlerini terk etmek zorunda kalan 10 binlerce göçmen ise, çok güç koşullar altında yaşamak, ölüm-kalım savaşı vermek durumunda idiler. 1967 Kasım krizinden sonra yılın son günlerinde kurulan Kıbrıs Türk Yönetimi, 1968 başlarından itibaren 6,000’e yakın Türk hükümet memur ve işçisini bünyesine almıştır. Bugün anavatan Türkiye’den yardım olarak gönderilen yılda 10 milyon sterlin para, Kıbrıs Türklerinin ekonomik yönden ayakta kalmalarını sağlamaktadır.
1967-72 döneminde ise toplumlararası savaş dinmiş, incir ipi gibi uzayan ikili görüşmeler başlamıştır. Türk tarafından olağanüstü koşullar ısrarla devam ettirilirken, Rum tarafı normale dönüşü tamamen gerçekleştirmiş, ekonomik durumlarını güçlendirmeyi başarmışlardır. Tâ 1960 yılında, Cumhuriyetin ilanı ile başlayan Kıbrıs yerli sanayiindeki gelişmeler, bir ara hızını keser gibi olmuşsa da, sonraları yeni döneme geçişte bir hayli ilerleme kaydetmiştir. İthal mallarına konan ağır vergiler ve bir kısmı dıştan getirtilen ham madde ile gelişen Rum sanayiinin güçlenmesi sonucu, 1964 yılında 14.4 milyon sterlin olan sanayi gelirleri, 1966’da 16.8 milyona yükselmiştir. Adaya gelen Birleşmiş Milletler Barış Gücü’ne gönderilen paralar yanında, anlaşmalarla Kıbrıs topraklarının 99 mil karesinde bağımsız üsleri bulunan İngiltere’nin her yıl ödediği 15 milyon sterlin, doğrudan doğruya Rum yönetimine aktarılmıştır. Günlük yediği sebzesine, meyvesine kadar Rum çarşısına bağımlı Kıbrıs Türklerinin, bütün limanlar Rum yönetiminin elinde olduğu için, 5.5 milyon sterlin dolaylı gümrük vergisi ödedikleri de unutulmamalıdır. Böylece 1960’da 150 sterlin olan kişi başına gayri safi milli gelir, 1971’de yalnız Rum toplumu yönünden 835 sterline yükselmiştir. Ekonomik bakımdan kaderlerine terkedilen Kıbrıs Türklerinin ise 1971’deki toplam gayri safi milli geliri 30 milyon sterlin civarında hesaplanmaktadır. Bu rakama, Anavatanın göndermekte olduğu 10 milyon sterlin de dahildir. Buna göre toplumun kişi başına düşen gayri safi milli geliri, 250 sterlin civarındadır. Bu ise Rum toplumu ile Türk toplumu arasında %37.5 oranında bir gelir noksanlığı demektir.
1963 Aralık’ından bu yana, görünen tek kazanç, Türk Mücahitlerinin koruduğu, adanın belli yerlerinde toplanan, Türk yönetimi sınırları içinde, resmen izin almadan tek bir Rumun girememesidir. Bütün Türkler her gün Rum kesimindedir, o ayrı bir iş. Bugün eldeki kıt olanaklarla küçük bir sanayi kurulmuştur. Kooperatifçilik ise Dr. Küçük’ün özel sektörden yana şiddetli engellemelerine rağmen, gelişmektedir. Türk toplumunun değişmez liderlerinin temel sorun olan kalkınma ile ilgilenmedikleri, çıkarlarına uygun olan ve böyle olduğu için de yerilen bir düzen içinde bile yapıcı bir zihniyetle çalışmadıkları görülmektedir.
Kıbrıs Türk yönetimi için tek ana sorun, ekonomik bağımsızlığa kavuşarak siyasal yönden güçlenmektir. Bu ise ancak Türkiye’nin yardımı ve Kıbrıs’taki namuslu kişilerin çalışmaları ile gerçekleştirilebilecektir. 1971 yılında Türkiye’den 815 sterlin tutarında ithalat yapılmıştır. Bu daha da artırılabilir ve ortak bir planlama ile yeni girişimlerde bulunulabilir. Yeter ki yıllar yılı süren koltuk kavgasına artık bir son verilsin; ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmaya hız ve canlılık katılsın. Orta öğrenimini tamamlayan 600, yüksek okul ve üniversite mezunu 350, halen Türkiye’de yüksek öğrenim görmekte olan 3,000’i aşkın Kıbrıslı genç, Kıbrıs’ın yarını için büyük bir güçtür.
Yazımız, tıpkı Anavatan’da olduğu gibi, Yavruvatan’da da susturulmak istenen, her zamanki sözcüklerle karalanan Kıbrıslı Türk ilkokul öğretmenlerinin sahibinin sesi Halkın Sesi gazetesine verdikleri anlamlı ve özlü cevapla bitiriyoruz: “Bu halk yıllar yılı, soygunculardan, vurguncular ve çıkarcılardan, yabancılara hizmet edenlerden çok çekmiştir; birçok ağır kayıplara uğramış, tehlikeli devirler geçirmiştir. Halk ve gençlik, herhalde artık kendisini sömürmeyen, satmayan, yabancılara kulluk, kölelik etmeyen uşak ruhu taşımayan yöneticilerden kurulu, yepyeni, pırıl pırıl bir düzen özlemektedir.”

(“A. Akansel, İstanbul” imzası ile, Yeni Ortam gazetesi, İstanbul,  15 Aralık 1972) 


21 Ocak 2018 Pazar

KIBRIS SORUNU – BARIŞ VE GÜVENLİK

KIBRIS SORUNUNUN ADİL ÇÖZÜMÜ, DOĞU AKDENİZ BÖLGESİ VE AVRUPA’DA GERGİNLİĞİN GİDERİLMESİ, BARIŞ VE GÜVENLİK AÇISINDAN ÖNEMLİ BİR KOŞUL OLMAYA DEVAM EDİYOR

Doğu Almanya Karl Marks Üniversitesi Uluslararası Öğrenci Komitesi tarafından 3 Mayıs 1978 günü düzenlenen “Dünya Devrimci Süreci, Gençlik ve Sosyal İlerleme” konulu konferansa sunulan bir yazıyı yayınlıyoruz. Konferans, Marks’ın 160. Doğum günü ve Üniversiteye adının verilişinin 25. Yıldönümü dolayısıyla da ayrı bir önem taşımaktadır. Yine bu Konferans, Havana’da yapılacak Dünya Gençlik festivali için de bir hazırlık çalışması niteliğindedir. 75 ülke temsilcisinin yanında Konferansa SED ve FDJ Bölge Sekreterleri ile Marksizm-Leninizm Kürsüsü öğretim üyeleri katılmışlardır.
***
60 yıl önce Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin tarihi zaferi ile birlikte Doğu Akdeniz ve Yakındoğu halkları için de ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinde yeni bir dönem başladı. O zamandan beri uluslararası güç ilişkileri durmaksızın, barış ve sosyalizm, demokrasi ve ilerleme güçleri lehine değişti. Buna karşılık bugün uluslararası ilişkiler, giderek daha güçlü bir şekilde, gerginliğin giderilmesi yönünde ilerleyen süreçle karakterize ediliyorlar. Bu süreç, ulusal ve sosyal kurtuluş düşmanlarının bütün çabalarına rağmen durdurulamıyor. Halk düşmanları politik gerginliğin azaldığı bölgelerde anlaşmazlık ocakları yaratmak yoluyla amaçlanan ilerlemeyi durdurmayı deniyorlar.

Emperyalizm, küçük ülkelerin hükümetlerini politik, ekonomik ve askeri baskılar altında tutuyor ve demokratik hükümetlere karşı yerel ihtilaflar, saldırılar, dış güçlerce istila, iç savaşlar ve hükümet darbeleri organize ediyor. Bu, Kıbrıs’ta ve Ortadoğu’da, bugünkü krizin nedenidir.

Kıbrıs’ta bugünkü politik durumun, Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasındaki iç çatışmaların sonucu değil, aksine, niyeti adayı paylaşmak, bağımsızlığını zedelemek ve bu bölgenin halklarına karşı yöneltilen NATO Savunma Paktı ağına onu da sokmak olan emperyalist stratejinin sonucu olduğu açıktır.

Uluslararası gericilik, şovenizmi ve yıllarca uyum içinde yaşayan her işkş halk kesimi arasındaki düşmanlıkları körüklüyor ve böylece silahlı çatışmaları kışkırtıyor. Emperyalistler, Rum ve Türk Kıbrıslılar arasındaki anlaşmazlıkları ateşleyerek, bölücü politikalarını güçlendirmeye çalışıyorlar. Onlar böyle politikalarının gerçek amacını ortaya koyuyorlar. Kıbrıs’ı, modern atom silahlarıyla yüklü, NATO’nun ve özellikle ABD emperyalizminin bir casusluk merkezi haline getirmek amacındadırlar. Yunan Cuntası’nın 1974’deki askeri müdahalesini, Türk silahlı güçlerinin adayı istilası izledi.

Kıbrıs’ın topraklarının %40’ı halen Türkiye tarafından işgal altında tutuluyor ve ekonomik potansiyelinin %75’i işgal güçlerinin elinde bulunuyor. 200,000’den fazla Kıbrıslı, hâlâ kendi ülkelerinde mülteci olarak yaşamaktadırlar. Bunların binlercesi, korkunç şartlar altında bulunuyorlar. NATO baş karargâhı hâlâ, Ada’nın de facto taksiminin devamını istiyor. Emperyalistler Kıbrıs’ı bu bölgedeki Ulusal Kurtuluş hareketlerine karşı ve Ortadoğu’nun körfez bölgesinden emperyalist metropollere petrol akımı üzerindeki denetimlerinin güvencesi olarak görüyorlar ve sosyalist ülkelere karşı adayı “batmayan uçak gemisi” olarak kullanmak istiyorlar.

Öte yandan Kıbrıs’ta bulunan iki İngiliz üssü Akrotiri ve Dhekelia, diğer 32 askeri tesis ve üç ABD radar üssü, Ortadoğu barışı için süregelen bir tehdittirler. Lübnan krizi sırasında Kıbrıs’taki bu savunma noktalarının Amerikan ve CENTO savaş güçlerinin 6. Amerikan filosu birliklerinin toplanma merkezi olarak kullanıldığı gerçeği, Kıbrıs sorununun taşıdığı önem ve tehlikeleri açıkça göstermektedir.   

Kıbrıs’ın aynı zamanda bir Avrupa sorunu ve Avrupa güvenliğinin tamamlayıcı bir unsuru olduğu da unutulmamalıdır. SBKP Genel Sekreteri Leonid Brejnev’in, SBKP 25. Parti kongresine sunduğu raporda söylediği gibi, Kıbrıs sorunu, Avrupa için, benzerlerinin yanında hâlâ çok karışık ve tehlikeli bir gerginlik ocağıdır. Kıbrıs sorunu çözümsüz kaldıkça veya barışçı ve demokratik olarak çözülmedikçe, barışı tehdit eden bir çatışma tehlikesi mevcuttur.

Kıbrıs’taki yabancı işgal, Helsinki Konferansı’nın, Avrupa’nın güvenliği ve işbirliği ilkelerinin çok açık bir ihlâlini sunuyor. Kıbrıs Cumhuriyeti başından beri, Avrupa Konferansı hazırlıklarına ve bizzat Konferansa katıldı ve sonuç belgesini imzaladı. Fakat bu tarihi belgenin imzalanması sırasında Kıbrıs, aynı belgeyi imzalayan bir diğer Avrupa ülkesi olan Türkiye’nin saldırısının kurbanı idi.

Sonuç belgesine imza koyan NATO emperyalist güçleri ve Türkiye’nin şoven militarist güçleri için altına imza koydukları ilkelere uymak bir görevdir. İflâs etmiş soğuk savaş politikasını savunan ve bunun yanında askeri-endüstriyel bloklara bağlanmış gericiler, gerginliğin giderilmesine karşı kampanyalar açtılar. Onlar hâlâ Avrupa’yı soğuk savaş çemberi içine sokmayı ve tarihi Helsinki Konferansı kazanımlarını tasfiye etmeyi deniyorlar.

Dünya çapında artan askeri harcamaların en büyük oranda Ortadoğu bölgesinde yoğunlaştığı düşünülürse –Kıbrıs sorununu da içeren” bu bölgenin sorunları, silahsızlanma genel sorununa bağlı olmak zorundadır. Kıbrıs sorununun devam etmesi bu bölgedeki durumu olumsuz yönde etkiliyor, Türkiye ve Yunanistan arasındaki silahlanma yarışını hızlandırıyor. Onlar, Kıbrıs sorunu ve Ege anlaşmazlığı gibi çözüme ulaşmamış sorunları, kılıç kullanmam politikasıyla çözebilmek için, önceden hesaplamadıkları ölçülerde silahlanıyorlar. Böylece NATO ve ABD emperyalizminin, her iki ülkenin içişlerine karışması, Kıbrıs sorununun çözümünü askıda bırakıyor, gerginliğin giderilmesini engelliyor.

Barış ve güvenlik özlemi duyan halkların bu isteklerine karşılık olarak emperyalizm, saldırgan askeri NATO ve CENTO paktları arasında doğrudan bağlar kurmaya çalışıyor. Bu konuda, biri NATO ve diğeri CENTO olmak üzere Kıbrıs’taki iki “egemen” İngiliz askeri üssünün bunlara teslimi konusunda çok ciddi görüşmeler yapılmaktadır.

Kıbrıs üzerindeki emperyalist baskı günden güne artıyor. Vaşington, NATO ve diğer emperyalist çevrelerin diplomatik çabaları, Arap halklarının haklarına saldırının yanında, Ortadoğu’daki sıcak noktada emperyalizmin global stratejisine uygun çözümleri zorlamaya yöneliyor.

Kıbrıs sorununun çözümü, Yakındoğu sorununun çözümü ile buna bağlı olarak uluslararası gerginliğin giderilmesi ve farklı toplumsal yapıdaki devletler arasındaki ilişkilerin gelişmesi süreciyle de sıkı sıkıya bağlantılıdır.

Yakındoğu ülkeleri açısından Kıbrıs sorunu, gerginliğin giderilmesi, emperyalist komplo ve müdahalelerin son bulması, kendi bağımsızlığını sağlamlaştırmak ve güvenliğini garanti etmek, sürekli ve adil bir barışı sağlamak, ekonomik ve sosyal ilerleme yolunda daha da ileriye gitmenin daha büyük olanaklarının yolunu açar. Böylece bu ülkelerin hızlı gelişmeleri ve barışçıl yapıları için koşullar yaratılmış olacaktır.

Politik gerginliğin giderilmesi ancak askeri gerginliğin giderilmesi ile geçerli olabilir. Bütün bunların karşısında ve bunun için, Sovyetler Birliği’nin, silahlanma yarışının önlenmesi yolunda, stratejik silahların sınırlandırılması ölçütünde kitle imha silahlarının ve özellikle nötron bombasının yeni çeşit ve sistemlerinin yapımının yasaklanması için, silahlı savaş güçlerinin azaltılması, uluslararası ilişkilerde ülkeler arasında güç kullanılmamasına ilişkin bir dünya anlaşması imzalanması ve tanzim edilmesi önerileri gerçekçi ve zorunlu görünmektedir.

Kıbrıs’a gelince, SSCB tarafından önerilen ve Kıbrıs hükümeti tarafından desteklenen, BM çerçevesinde uluslararası Kıbrıs konferansı çağrısı, dünya barışını ve uluslararası güvenliği tehlikeye sokan anlaşmazlığın çözümü olarak görülüyor.

Kıbrıs halkı için büyük bir yük teşkil eden insani, ekonomik ve diğer sorunlar, ancak Kıbrıs sorununun politik bir düzenlemesiyle çözülebilirler. Kıbrıs’ın ve etrafının patlamaya hazır durumu, çabuk ve etkili bir tutumu zorunlu kılıyor. Bu yüzden, dünya ilerici güçleri bu bölgede de Helsinki Sonuç Belgesinde tesbit edilen barış içinde birarada yaşama ilkesinin mantıki uygulamasına ve bu ilkelere harfiyen uyulmasına sahip çıkıyorlar.

Kıbrıs’a yerleşen tüm yabancı savaş güçleri adadan geri çekilmek zorundadırlar. Bütün emperyalist müdahalelere son verilmelidir. Kıbrıs Cumhuriyetinin bağımsızlık, egemenlik, toprak bütünlüğü ve hiçbir pakta bağlı olmaması hakkı, etkin bir biçimde garanti edilmelidir. Kıbrıs askerlerden arındırılmalı ve bu, bölgede barışın bir faktörü olmalıdır. Kıbrıs’ın askerden tamamen arındırılması, bölgede silahlanma yarışını teşvik eden son derece tehlikeli bir gerginlik ocağının keskinleşmesini önleyecektir.

Kıbrıs sorununun adil ve kalıcı bir çözümü ancak, BM Genel Kurulu’nun ve Güvenlik Konseyi’nin kararları temeli üzerinde mümkün olabilir. Adadaki adil bir düzenlemenin taşıdığı hayati önemi sadece Kıbrıs halkı için değildir. Bu, Avrupa ve Doğu Akdeniz’de gerginliğin giderilmesi ve barışın güvenliği ile de sıkıca bağlantılıdır. Kıbrıs halkının en bilinçli öncüsü, Kıbrıs İlerici Halkın Emekçi Partisi (AKEL), geçenlerde karmaşık iç durumu irdeledi ve anlaşmazlığın bir çehresi üzerine dikkatleri çekti. Bu açıklamada şöyle söyleniyordu: “Kıbrıs’ın mücadelesi, sadece bu bölgedeki halklara ve sosyalist ülkelere karşı yöneltilmiş, Yakındoğu’daki emperyalist politikaya karşı mücadele eden küçük bir halkın haklı mücadelesi değildir. Eğer, ABD emperyalizminin, NATO’nun ve onların Kıbrıs’taki yerli temsilcilerinin saldırgan planları başarıya ulaşırsa, ne biz barışa, ne de Avrupa güvenliğe sahip olabiliriz.

AKEL Genel Sekreteri Ezekias Papaioannu şöyle açıklıyordu: “Akdeniz bir barış denizi ve Kıbrıs, Akdeniz bölgesi ve üç kıta halkları arasında barış, dostluk, anlaşma, işbirliği köprüsü olabilir ve olmalıdır. Kıbrıs halkının ve tüm bölge halklarının kararlı mücadelesiyle bu yüce amaç, büyük Sovyetler Birliği’nin sağlam desteğiyle olduğu kadar tüm barış, demokrasi, ulusal bağımsızlık ve sosyalizm güçlerinin desteğiyle gerçekleşecektir.”

Kıbrıs dünya için savaşıyor, dünya Kıbrıs için savaşıyor!

(imzasız, İlke dergisi, İstanbul, Temmuz 1978, Sayı:55)