İngiliz sömürge
yönetimine karşı verilen anti-kolonyalist mücadele sonunda 1959 yılında
imzalanan Zürih ve Londra Antlaşmaları ile bağımsızlığına kavuşan Kıbrıs
Cumhuriyeti, 16 Ağustos 1960 günü ilan edilmişti. Fakat Kıbrıs halkına dıştan
zorla kabul ettirilen bu antlaşmalar ve bunlara dayanılarak hazırlanan Kıbrıs
Anayasası, emperyalizmin yerli faşist örgütleri tarafından birbirine kırdırılan
Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumları birleştirip kaynaştırmaktan çok, yeni
ayrılık ve düşmanlık tohumlarını da birlikte getirmekteydi. Özellikle Türk
tarafı, “Bağımsız Kıbrıs devletinin varlığını uzun süre devam ettirebileceğine
inanmıyoruz. Çünkü bu varlığın temeli zayıftır. Kıbrıs Antlaşmaları, iki
topluluğun birleştirilmesi değil, birbirinden ayrılması esasına
dayandırılmıştır. Bunun böyle olması da zorunluydu. Kıbrıs sorunu için tek
çözüm taksimdir” görüşünde ısrar ediyordu.
Gerçekten de Zürih ve
Londra Antlaşmaları Türkiye, Yunanistan ve İngiltere ile Kıbrıs’ta yaşayan Türk
ve Rum toplumlarının isteklerinin bir uzlaşması şeklinde hazırlanmıştı. Fakat
herkes, bir şeyler alıyor görünmesine rağmen, bu işten en fazla yararlanan
İngiltere oluyordu. Ada üzerinde bulunan ve emperyalizmin Ortadoğu’daki
çıkarlarını korumada önemli rol oynayan askeri üslerdeki İngiliz egemenliği
devam edecekti. Bunun yanında Kıbrıslı Türkler de merkezi devlet yetkilerinin
dağıtılması pahasına elde ettikleri geniş haklarla, karlı çıkan bir kesimdi. Kıbrıs
anayasası ile, ada nüfusunun %18’ini oluşturan Türk azınlığına verilen
hakların, dünya üzerindeki azınlıklara verilen en geniş haklar olduğu siyasi
gözlemciler tarafından itiraf edilmekteydi. Bu haklara dokunulması, ya da
anayasal düzenin ihlali halinde, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere hükümetleri
gerek ortaklaşa, gerekse tek tek adanın iç işlerine müdahale etme yetkisini
alıyorlardı.
Kıbrıslı Türklere
tanınan bu geniş haklar, Türkiye hükümetinin ve Kıbrıs Türk liderliğinin
İngiltere’ye yaptığı hizmetin bir karşılığı idi. Adanın taksim edilmesi için
çalışan İngiliz Entellijans Servisinin yetiştirmesi Rauf Denktaş, “Kıbrıs
Cumhuriyeti nasıl kuruldu?” başlıklı anılarında, “Zürih Antlaşmasına giden o
günler ve Zürih Antlaşmalarından sonra Londra Konferansı ile başlayıp, onsekiz
aylık bir faaliyetten sonra Cumhuriyetin doğuşu ile sonuçlanan o dönem bizim
için çok civcivli ve hareketli günlerdi” diye yazmaktadır.
İngiltere hükümetinin,
Türkiye’yi Kıbrıs sorununa taraf yapmak üzere tertiplediği Birinci Londra
Konferansından sonra, Kıbrıs’ta yerel bir yönetimin kurulması için 1956 yılı
başından itibaren, başta Rum toplumu liderleri olmak üzere, her iki toplumun
temsilcileri Türkiye ve Yunanistan ile temaslara başlamıştı. İlk temaslar
Kıbrıs’taki İngiliz valisi Mareşal Harding ile Başpiskopos Makarios arasında
olmuş; Makarios’un adadaki tedhiş hareketlerini kınamaması ve tam özerklik
istemekte ısrar etmesi nedeniyle bir sonuca ulaşamamıştı. Makarios’un reddine
ve Türkiye’nin itirazlarına rağmen İngiltere, Kıbrıs’a yerel özerklik verilmesi
yolundaki hazırlık çalışmaları devam etmiş ve bu amaçla Lord Radcliffe’e bir
anayasa tasarısı hazırlama görevi verilmişti.
Radcliff’in hazırladığı
anayasa tasarısı Aralık 1956’da Londra’da açıklandı. Yunanistan ve Kıbrıs
Rumları “Kıbrıs halkına kendi kaderini tayin hakkı tanınmadığı ve ada valisine
geniş yetki verilmesini öngördüğü” gerekçesiyle Radcliffe anayasasını
reddettiler.
Radcliffe anayasası ile
self-determinasyon hakkının her iki topluma da ayrı ve eşit olarak uygulanacağı
ve taksime de gidilebileceğini İngiltere’nin belirtmesi üzerine, Türkiye
hükümeti, bir yandan bu anayasa tasarısını bir görüşme konusu olarak kabul
ederken, öte yandan da 1954’den beri benimsediği “İngilizler Kıbrıs’tan
ayrılırsa ada Türkiye’ye verilmelidir” tezini terkederek, taksim tezini
benimsemişti.
İngiliz emperyalizmi
Ortadoğu’daki Arap halklarının uyanışı karşısında yeni tedbirler alma gereğini
duyarken, Kıbrıs’ta Rumların başlattığı anti-kolonyalist terör hareketi ve
halkın güçlenen bağımsızlık isteği karşısında gerilemek zorunda kalıyordu.
İngiltere Savunma Bakanının adayı ziyareti sonunda, Ortadoğu’da değişmekte olan
politik durum nedeniyle stratejik ihtiyaçlar için adanın tümünün değil, yalnız
askeri üslerin korunması gerektiği kararı alınmıştı.
1956 yılının son
günlerinde, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Washington’da verdiği bir demeçte
şöyle diyordu: “Kıbrıs’ta özerk bir yönetim kurulmasını öngören İngiliz
önerileri, Kıbrıs sorununun barışçı bir şekilde çözümlenmesi yolunda atılmış
bir adım olabilir. ABD, üç müttefikin Kıbrıs halkıyla birlikte, gerek kendileri
ve gerekse hür dünya için büyük bir önemi olan bu soruna bir hal çaresi bulmak
için çaba harcamaya devam edeceğini ümit etmektedir”. New York Times gazetesi
de aynı günlerde Amerika’nın adanın taksiminden yana bir tutum içinde olduğunu
ve Kıbrıs’ın Türkiye’ye bakan kuzey kısımlarının Türklere, güney kısımlarının
da Rumlara verileceğini yazmaktaydı.
ABD’nin Türkiye ve
Yunanistan’a birer nota vererek, Kıbrıs sorununun bir an önce bir sonuca
ulaştırılmasını istediğini belirten haberler, gazetelerde yayınlanırken, Türk
hükümeti Radcliffe tasarısına cevabını hazırlamak üzere eski bakanlardan Prof.
Nihat Erim ile Dışişleri Bakanlığı hukuk danışmanlarından Doç. Dr. Suat
Bilge’yi görevlendirmişti. Ankara’ya çağrılan Kıbrıs Türk liderleri ile yapılan
görüşmeleri, Ocak 1957’de Kıbrıs’ta İngiliz valisi ile yapılan görüşmeler
izlemişti.
Prof. Erim, 2 Şubat’ta
Londra’da verdiği bir demeçte, Yunanistan’ı anayasa konusunu incelemek üzere
üçlü bir konferansa çağırarak, “Yunanistan, bunun aksine, tedhiş faaliyetine
devamında ısrar ederse, İngiltere, Türkiye ve NATO’ya dâhil diğer ülkeler
toplanarak, alınacak tedbirleri kararlaştırmalıdır” şeklinde konuşmaktaydı.
Kıbrıs Türk devletinin
ilan edilmesi fikrinin daha o günlerde ortaya atıldığını gösteren, Prof.
Erim’in 12 Ocak 1958 günü Ankara’da yaptığı bir basın toplantısındaki görüşleri
şöyleydi. Prof. Erim’in taksim esasına dayanan yeni formülüne göre, Kıbrıs
Türkleri adada ayrı bir bağımsız devlet meydana getirmeliydiler. Bu kadar küçük
bir devletin olup olmayacağı konusunda ileri sürülebilecek itirazlara karşılık
olarak, İzlanda devletini gösteren Erim, bu devletin nüfusunun Kıbrıs
Türklerinden daha fazla olmadığını söylüyordu.
27 Ocak 1958’de Kıbrıs
Türk liderliği, aynı gün Ankara’da başlayan Bağdat paktı görüşmelerini
etkilemek üzere Lefkoşa’da “Ya taksim, ya ölüm” gösterileri düzenlerken,
İngiliz gazeteleri de Ankara görüşmelerine İngiltere’nin Türkiye’ye Kıbrıs’ta
bazı askeri üsler kurma önerisinde bulunduğunu açıklıyordu. Buna göre Kıbrıs’a
verilecek özerklik rejimi içinde Türkiye, Kıbrıs’ta asker bulundurabilecekti.
Sonradan Zürih ve Londra Antlaşmalarına da konan hükümler, bu haberleri
doğrulayacaktı.
19 Haziran 1958’de
açıklanan yeni ortaklık planına göre, İngiltere üç tarafı da uzlaştırdığını
müjdeliyordu. Planın açıklanmasından önce, İngiltere başbakanı MacMillan’ın
ABD’yi ziyaret ederek yeni planın Türkiye ve Yunanistan tarafından kabulü için
Amerika’nın baskısını kullanmak istemesi yanında, yeni MacMillan Planını
taraflarla birlikte NATO Konseyine de sunmuş olması dikkate değerdi. Konsey
toplantısında NATO Genel Sekreteri Spaak, Kıbrıs sorununun NATO aracılığı ve
üçlü görüşmeler yoluyla çözümlenmesi üzerinde durmuştu. Bugün de adayı bölme
planlarını uygulayan emperyalist NATO çevrelerinin Kıbrıs sorununu NATO’nun dar
sınırları içinde ve üçlü görüşmelerde çözümlemeye çalışmalarındaki ısrarı
ilginçtir.
Türk ve Yunanistan
hükümetlerince reddedilen MacMillan Planı, İngilizler tarafından NATO Konseyine
getirilerek, Genel Sekreter Spaak tarafından bazı değişikliklere tabi tutuldu.
Sonradan açıklanacak bu değişikliklere göre ortaklık yerine, Türkiye,
Yunanistan ve İngiltere’ye garantörlük veriliyordu. İngiltere 15 Ağustos
1958’de açıklanan yeni NATO planını, 1 Ekim 1958’den itibaren Kıbrıs’ta
uygulamaya karar verdiğini açıkladı. Türkiye Dışişleri Bakanı Zorlu, “İngiliz
planı Kıbrıs Türkleri için ideal bir hal çaresi olmamakla beraber, şimdilik bu
planı kabul etmiş bulunuyoruz. Zira Türk ve Rum toplumları için ayrı meclisler
öngören bir plan” diyerek, planın adeta bir taksim unsuru ihtiva etmekte
bulunmasına önem vermişti. Türkiye derhal Burhan Işın’ı Türkiye’nin Kıbrıs’taki
temsilcisi olarak tayin ederek, 6 Ekim’den itibaren bazı şehirlerde ayrı ayrı
Türk ve Rum belediyelerinin kurulması için gerekli çalışmalara başladı. İngiliz
emperyalistlerinin “böl ve yönet” taktiği gereğince, olağanüstü dönemde
Türklere beş büyük şehirde ayrı belediyeler kurma yetkisi vermeleri, “Rum
çoğunluğu Türk mahallelerinin kalkınmasını ikinci plana ittikleri”
gerekçesiyle, 1957 Haziran’ından beri belediye üyeliklerinden çekilmiş bulunan
Türklerin ilk ayrılıkçı kurumu oluşturmalarına yol açtı. Oysa ortak belediyeler
1882 yılından beri aksaksız olarak görevlerini sürdürmekteydi. Kıbrıs Türk liderliğinin
organı durumundaki Halkın Sesi gazetesinin 30 Eylül 1958 günkü sayısında şöyle
denilmekteydi: Şimdi Lozan’dan bu yana ilk defa olarak yarından itibaren
Türkiye ada idaresine bilfiil iştirak edecektir. Bu olay Kıbrıs tarihinin bir
dönüm noktasıdır.”
Türkiye’nin Kıbrıs’ın
yönetiminde söz sahibi olması, her iki toplum için ayrı meclislerin
kurulmasının kabulü ve ayrı belediyeler kurulmasına karşı çıkan Yunanistan,
değişiklik önerilerinin kabul edilmemesi ile bu planı da reddetmiştir. Türkiye
ile işbirliği sağlayan İngiltere hükümetinin, yeni NATO planını her ne pahasına
olursa olsun uygulama kararı alması üzerine Makarios ve Yunan hükümeti,
Kıbrıs’a bağımsızlık verilmesi fikri üzerinde durmaya başladılar.
Öte yandan 1924’lerden
beri Türk-Rum ayrımı gözetmeden Kıbrıs halkının İngiliz sömürge yönetiminden
ayrılarak bağımsızlığa kavuşmasını savunan Kıbrıslı sosyalistler, 1950’den
sonra hızlanan mücadelede de “Tam Bağımsız Kıbrıs”ın gerçekleşmesi için
emperyalizme karşı mücadele veriyor ve İngiltere’nin Ortadoğu’daki kara ve hava
kuvvetleri karargâhını Kıbrıs’a taşımasını şiddetle kınayarak, emperyalizmin
Kıbrıs’ta sosyalist ülkelere karşı bir saldırı üssü kurmasına çeşitli direniş
hareketleriyle tepki gösteriyorlardı. İngiliz sömürge yönetimine karşı Enosis
mücadelesini yürüten Kıbrıs Ortodoks Kilisesi başkanlığına yapılan milli cephe
önerisinin reddedilmesine rağmen AKEL, EOKA’nın İngilizlere yönelttiği silahlı
mücadeleye taktik görüş farkları yüzünden fiilen katılmamış, fakat yığınsal
grev ve protesto gösterileriyle sömürge yönetimine karşı yürütülen mücadelede
yerini almıştı.
Ada halkının
bağımsızlık isteğinin Kıbrıs görüşmelerinde Makarios tarafından ilk defa resmen
öne sürülmesi, 1958 Eylül’ü sonlarında Atina’yı ziyaret etmiş olan İngiliz İşçi
Partisi milletvekili Barbara Castle’la yaptığı görüşmede gerçekleşmişti. Buna
göre ilk önce İngiltere ile adadaki toplum temsilcileri arasında yapılacak
görüşmelerde bir özerklik statüsü saptanmalı, bu statüde Kıbrıs Türk toplumunun
hakları garanti altına alınarak, geçici bir özerklik devresinden sonra adaya
bağımsızlık verilmeliydi.
Makarios’un bağımsız
Kıbrıs önerisine karşı ilk tepki Dr. Küçük’ten geldi. Bunu bir süre sonra Türkiye
hükümetinin “bağımsızlığın ancak taksim esası üzerinden kabul edilebileceği”ni belirten
görüşü izledi.
Emperyalizmin Kıbrıs
halkını bölme ve birbirine düşman etme yolundaki tertiplerinin adadaki
uygulayıcıları olan faşist nitelikteki Rum EOKA ve Türk TMT yeraltı örgütleri,
ada halkının anti-emperyalist ve anti-faşist güçbirliğini parçalamak ve
toplumlararası şovenizmi ve düşmanlığı körüklemek için Enosis ve Taksim
tezlerinde ısrar ediyor ve karşılıklı saldırılarla halkı korku ve terörle
tedirgin etmeye devam ediyorlardı. Adadaki bu kanlı olaylar, bir yandan
Türkiye’yi, öte yandan da İngiltere’yle ABD’ni Kıbrıs sorununa bir an önce
çözüm yolu bulmaya sevketmiş ve sonunda 1959 Şubat’ında bağımsızlık formülü ile
sorunu kapatmaya zorlamıştır. Kuşkusuz bu sonuçta, gerek Ortadoğu’daki, gerekse
genel olarak uluslararası plandaki gelişmeler de belirli derecelerde rol
oynamıştır.
16-18 Aralık 1958
tarihleri arasında Paris’te yapılan NATO Bakanlar Konseyi toplantısında Türkiye
ve Yunanistan Dışişleri Bakanları Zorlu ve Averof, anlaşmaya doğru giden
görüşmelerin devamına karar verdiler. Altı gün sonra emperyalist anayurtlardan
verilen emirlerle, EOKA ve TMT eylemlerini durdurdular. Yedi hafta sonra da
Zürih’teki Zorlu-Averof görüşmelerinde uzlaşmaya varıldığı açıklandı. Sonradan
Londra’da düzenlenen bir konferansta antlaşmanın ayrıntıları saptanarak,
taraflarca imzalandı.
Kıbrıs halkına NATO
ülkeleri tarafından zorla kabul ettirilen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş
antlaşmalarına göre hazırlanan Anayasa, her ne kadar çalışama, toplumlararası
işbirliğini engelleyici ve normal devlet fonksiyonları ile kalkınmayı aksatıcı
olursa olsun, Kıbrıslılar tarafından değiştirilemeyeceğini 182/1 maddesinde
belirtiyor, bu da onun niteliğini ortaya koyuyordu. Antlaşmalarla Yunanistan
adada 950, Türkiye de 650 kişilik askeri bir birlik bulundurma hakkını
kazanırken, İngiltere, Ağrotur ve Dikelya’daki üsleri üzerinde egemenliğini
korumaya devam ediyordu. Her üç NATO ülkesi ayrıca adanın bağımsızlık, toprak
bütünlüğü ve anayasasını garanti altına almaktaydı.
İşte 16 Ağustos 1960da
zedelenmiş egemenlik ve bağımsızlık hakkı ile toprak bütünlüğü bozulmuş olarak
kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasası, federal bir devlet düzenini getirmeyi
amaçlıyordu. Getirilen uzun ve karmaşık tedbirlerle, tarafların yetkilerini
kötüye kullanmaları önlenmek istenirken, öte yandan da etkin bir devlet
örgütlenmesi gerçekleştirilemiyordu.
Rum Cumhurbaşkanı ve
Türk yardımcısı ayrı ayrı kendi toplumlarınca seçilirken, devletin iki tane resmi
dili olduğu kabul ediliyor ve milli bayramlarda Kıbrıs bayrağının yanında milli
bayrağın da kullanılması öngörülüyordu. Başkanlık yetkilerinin iki kişiye
dağıtılmış olmasının getirdiği aksaklıklar, devletin alt kademelerinde de
tekrarlanıyordu. Bakanlar Kurulu 7 Rum ve 3 Türk’ten oluşmakta ve ayrı ayrı
olarak Rum Cumhurbaşkanı ve Türk Yardımcısı tarafından atanmaktaydı. Yargı
yetkisi yanında, tüm yürütme organlarında da %70 Rum ve %30 Türk oranının
sağlanması şartı istenmekteydi. Kurulacak Temsilciler Meclisi’nde 35 Rum ve 15
Türk üye bulunacaktı. Ayrı Cemaat meclisleri de kendi toplumları tarafından
seçilmekte ve bir anlamda klasik federal sistemdeki bölgesel yönetimdeki
yürütmeyi temsil etmekteydi. Fakat açıkça belirlenen yürütme yetkilerine sahip
olmaması yanında, ikili yapı, kamu hizmetlerindeki ayrılıkçı eğilimlerin
güçlenmesine yardım ediyordu. Bu durumda toplumlararası işbirliği için gerekli
olan kuruluş güvenlikleri ihmal edilmiş ve federal ilişkiler ortadan kalkmıştı.
Anayasa mahkemesi ve Yüksek Mahkemelerde aynı ikili yapı getirilerek, Türk ve
Rum hâkimlere ek olarak yabancı bir başkanın bulunması öngörülmüştü. (“İkiliğin
Tehlikeleri: Kıbrıs” bölümü, Carl J. Friedrich, Trends of Federalism in Theory
and Practice, Praeger Publishers, New York, 1968)
Cumhuriyetin
kurulmasından sonra Kıbrıslıların barış ve işbirliği içinde yaşamasından yana
olan ilerici Türk ve Rumların yılmaz çabalarına rağmen, adayı taksim ederek
emperyalizmin savaş örgütü NATO’ya bağlamak isteyen faşist yeraltı örgütleri,
eylemlerini sürdürmeye devam ettiler. Antlaşmalarla NATO’ya bağlı Türk ve Yunan
alaylarının adaya girmelerine ve İngilizlerin egemenliğinde kalan askeri üslere
karşı çıkarak, Kıbrıs’ın tam bağımsızlığından, egemenliğinden ve toprak
bütünlüğünden yana olduğunu açıklamış olan Kıbrıs Emekçilerinin İlerici Partisi
(AKEL)’in bu barış politikası, Kıbrıs halkının %40’ından fazlası tarafından
desteklenmekteydi. Parti genel Sekreteri Papaioannu, 19 Nisan 1962 günü verdiği
demeçte ada halkına şöyle sesleniyordu: “Kıbrıs için tek ve gerçek tehlike
emperyalizmdir. Türk-Rum, Sağcı-Solcu bütün Kıbrıslılar bu tehlikeye karşı
birleşmelidir. Bugün Kıbrıs’ın mücadelesi esas itibariyle emperyalizme karşı
bir mücadeledir ve adanın bağımsızlığını tamamlamak amacına sahiptir. Bugün
batılı emperyalistler, Kıbrıs’ı NATO’ya ve Avrupa Ortak Pazarına sokmaya ve
kendisini mahvederek emperyalist emelleri ile tekelci çıkarlarına alet etmeye
çalışmaktadırlar. Kıbrıs halkı bu tuzağa düşmemelidir.”
Kıbrıs Türk
liderliğinin ayrılıkçı ve uzlaşmaz tutumunu sürdürerek, emperyalizmin planı
olan taksim fikrinde ısrar etmesine karşı çıkan ve Rumlarla aynı topraklar
üzerinde, barış içinde birarada yaşamak isteyen ilerici Kıbrıs Türkleri,
cumhuriyetin ilan edildiği gün “Cumhuriyet” adlı bir gazete çıkararak, bu yolda
yayın yapmaya başlamışlardı. Bir buçuk ay sonra Kıbrıs Türk Halk Partisi’ni
kurarak Baflı bir doktor olan İ. Ali’yi Genel Sekreterliğe, gazetenin
kurucuları M. Gürkan ve A. Hikmet adındaki avukatları da Parti Yönetim Kuruluna
seçmişlerdi. Yeni partinin organı haline gelen ve Türkler tarafından yaygın
olarak okunan Cumhuriyet gazetesi, bir yandan “ordu kurulmamalıdır, askeri
üsler kaldırılmalıdır, tarafsızlık politikası izlenmelidir” görüşlerini
savunurken, öte yandan da yeni kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşaması için
Kıbrıslı Türklerle Rumların anlayış ve iyi niyet içinde olmaları gerektiğini
yazılarında vurguluyordu. Emperyalizmin ada halkı arasında kin ve nefret
tohumları saçarak, Kıbrıs’ı bölme ve NATO’nun dolaysız denetimi altına sokma
politikasına hizmet eden Kıbrıs Türk liderliği ve çevresindeki faşist unsurlar,
Türkler arasında geniş destek bulan barıştan yana bu ilerici hareketi sindirmek
için ilerici gazetecilere karşı tehdit ve teröre başladılar. Gazeteci
avukatların 23 Nisan 1962 gecesi faşist yeraltı örgütü TMT tarafından hunharca
katledilmesi, tüm Kıbrıs halkı arasında büyük bir infial yarattı. 1958 yılı
Mayıs ayında Türk ve Rum işçilerin omuz omuza emperyalizm ve yerli ajanlarına
karşı sürdürdükleri mücadelede ön sıralarda yer alan Fazıl Önder Saraç (32),
Ahmet İbrahim (46), Ahmet Yahya (26) da aynı şekilde katledilmiş, Türk
sendikacılardan Ahmet Sadi, Hasan Ali ve Arif Hulusi Barudi ise kurşun
yağmuruna tutulmalarına rağmen, öldürülememişlerdi. Bu yiğit yurtseverlerin
hepsi de Kıbrıs’ta Türk ve Rumların barış içinde birarada yaşamaları için halk
düşmanlarına karşı savaş vermekteydiler. Amerikan, İngiliz ve NATO
emperyalizmine, Grivaslara, Denktaşlara karşı Kıbrıs halkının birliği ve
kardeşliği için mücadele eden Türk Sendikacı Derviş Kavazoğlu’nu 1965’te Rum
arkadaşı ile birlikte öldürecek olan da yine aynı eli kanlı Denktaş-Grivas
çetesiydi.
Bugünkü Kıbrıs dramının
ilk halkalarını Zürih ve Londra antlaşmalarının teşkil ettiğini, daha
antlaşmanın imzalanacağı günlerde Klerides ve Denktaş “çatışmaya açık”
sözleriyle itiraf etmişlerdi. Nitekim Kıbrıs anayasasının uygulanması,
yorumlanması konusunda Türklerle Rumlar arasında ciddi sorunlar ortaya çıktı.
Kıbrıslı Türklerle Rumlar arasında, antlaşmalara göre kurulması gereken Kıbrıs
Ordusu üzerinde (2 bin kişilik ordu %60 Rum ve %40 Türklerden oluşacaktı)
tartışmalar başladı. 20 Ekim 1961’de Türk yardımcı Dr. Küçük, Cumhurbaşkanı
Makarios’un, silahlı kuvvetlerin tüm kademelerinde ayrılığın kaldırılarak, bir
bütünlük sağlanması yolundaki kararını veto yetkisini kullanarak reddetti.
Kamu hizmetlerinde %70
Rum - %30 Türk oranlarının sağlanmasında da güçlükler çıktı. Öte yandan
Temsilciler Meclisinde mali sorunlar, örneğin gümrük vergileri ve gelir vergisi
kanunlarında da sürtüşmeler oluyordu. 1962 yılı boyunca İngilizler tarafından
ortaya atılan beş büyük şehirde ayrı Türk ve Rum belediyeleri kurulması
üzerindeki anlaşmazlıklar, büyümeye devam etti. 29 Aralık 1962’de Türk Cemaat
Meclisi, 1 Ocak 1963’ten itibaren beş şehirdeki ayrı Türk belediyelerinin
faaliyetlerine devam etmesi ve Türklerin çoğunlukta bulundukları Lefke’de yeni
bir Türk belediyesi kurulması hakkında bir kanun çıkardı. Başkan Makarios da 1
Ocak 1963’ten itibaren hükümetin atayacağı organların tüm adadaki belediye
örgütlerini denetlemesini öngören bir karar aldı. Türk liderliği bunu
“anayasaya tecavüz” olarak nitelendirdi.
Kıbrıs Anayasa Mahkemesi
mali anlaşmazlıkları çözümlemek üzere Şubat 1963’te toplanarak, 1961’den beri
Temsilciler Meclisi Türk üyeleri tarafından kullanılan veto hakkının tüm ada
halkına uygulanabileceğini bildirdi. Fakat bu veto yetkisinin, ada halkından
vergi toplanmasında kullanılabilecek yasal bir mekanizma olmadığını da
açıkladı. Nisan ayında aynı mahkeme, hükümetin kendi seçeceği organlar
aracılığı ile belediyeyi denetlemeye yetkili olmadığını ve Türk Cemaat
Meclisi’nin Kıbrıs hükümetine meydan okuyarak, ayrı belediyelerde ısrarının
geçersiz olduğuna karar verdi.
Küçük ve Makarios
arasında yapılan görüşmeler, Mayıs 1963’te kesildi. Aynı yılın Kasım ayında
Başpiskopos Makarios, Kıbrıs anayasasında bazı değişiklikler yapılması
yolundaki 13 maddelik önerilerini getirdi. Bir yıl önce de Ankara’yı ziyaret
ederek, antlaşmalarda Kıbrıs anayasasının Türkler lehine olup da bir türlü
uygulanamayan hükümlerinin uygulanması için Türk hükümeti ile temasa geçmişti.
Değişiklik önerilerine göre, devlet başkanı ve yardımcısının veto kullanma
yetkileri alınıyor. Temsilciler Meclisinde mali yasaların çıkarılmasında ayrı
ayrı Türk ve Rum çoğunluğun sağlanması koşulu kaldırılıyordu. Türk ve Rum
üyelerden oluşacak tek belediye meclisleri ayrı belediyelerin yerini alacaktı.
16 Aralık 1963 günü Türkiye hükümeti, Kıbrıs anayasasının bir tek noktasının
değiştirilemeyeceğini açıkladı.
Öte yandan
toplumlararası silahlı çatışmayı ve şiddet olaylarını başlatmak için fırsat
kollayan ve emperyalizmin yerli ajanlarınca desteklenen faşist EOKA ve TMT
yeraltı örgütleri, Aralık ayı sonlarında karşılıklı olarak kanlı saldırıları
başlattılar.
25 Aralık günü
İngiltere, Kıbrıs’taki Türk, Yunan ve İngiliz askerlerinden oluşacak ortak bir
birliğin anayasal düzeni sağlamak içim kurulmasını önerdi. Ankara, Atina ve
Lefkoşa hükümetleri, bunu kabul ettikleri Bu sırada adadaki Türk alayı,
Lefkoşa’nın kuzey bölgesini işgal ederek, adanın kuzey sahilindeki Girne’ye
giden önemli karayolunu denetimi altına aldı. 28 Aralık günü Türk Cemaat
Meclisi Başkanı Rauf Denktaş, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin artık var olmadığını
söylerken, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük de 5 Ocak’ta anayasaya
aykırı olarak, adanın taksiminim gerçekleştirilmesinden yana olduğunu ve Türk
memur ve işçilerin hükümetteki görevlerine dönmeyeceklerini açıkladı. Beş gün
sonra da “Kıbrıs’ın taksimi için 35. Enlem ideal çizgi olacaktır” dedi. 10 Ocak
1964 tarihli Le Monde’a verdiği demeçte Dr. Küçük, “Ayrı bir devlet oluşturmak
istiyoruz. Şimdiden ayrı bir yönetimi kurma yolundayız. Kendi polis ve haberleşme
örgütümüze sahibiz. Londra Konferansından sonra özerk bölgemizi genişleteceğiz.
Bizim açımızdan Başpiskopos Makarios hükümeti artık yoktur” diyordu.
15 Şubat’ta Londra’da
toplanan konferansta, Kıbrıs Rumları devletin tek ve birleşik yapıya kavuşturulması
yanında, garanti ve ittifak antlaşmalarının kaldırılarak, tam bağımsızlığa
kavuşmak istediklerini bildirdiler. Yasama yetkisi ortak seçimle oluşturulacak
Temsilciler Meclisine verilmeli, yürütme yetkisi bu meclise karşı sorumlu
olacak bakanlar kurulunda toplanmalıydı. Türk toplumuna din, eğitim ve kültür
konularında özerklik verilecek, anayasanın ortak noktaları ile sağlanan
uluslararası insan haklarının ihlali halinde uluslararası bir kuruluşa başvurma
hakkı mahfuz tutulacaktı.
1964 yılı ortalarında Amerika’nın
arabuluculuğu ile “Enosis karşılığında Türkiye’ye Kıbrıs’ta bir üs verilmesi”ni
öngören Acheson Planı, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Türk liderliği tarafından
kabul edilmesine rağmen, Makarios tarafından reddedildi.
Taraflar arasında
uzlaşmayı sağlamak üzere Birleşmiş Milletler örgütünün atadığı arabulucu Dr.
Galo Plaza’nın 26 Mart 1965’te Genel Sekretere sunduğu raporda da belirtildiği
gibi, Türkiye hükümeti ve Kıbrıs Türk liderliği adanın iki bölgeye taksim
edilmesini ve her bölgenin federal sorunlar dışında ayrı olarak kendi kendini
yönetmesi fikrinde ısrar etmekteydiler.
Türklerin hükümetteki
görevlerinden çekilmelerinden sonra Türk üyelerin katılmadığı Kıbrıs
Temsilciler Meclisi, 1 Haziran 1964’de önemli bazı kararlar aldı:
1.
Yüksek Mahkeme ile Yüksek Anayasa
Mahkemesinin birleştirilmesi,
2.
Rum Cemaat Meclisinin kaldırılarak
yerine Eğitim Bakanlığının kurulması
3.
Ayrı belediyelerin birleştirilmesi
4.
Polis ve jandarma birliklerinin
birleştirilmesi
5.
18-50 yaş arasındakilerin askere
alınması sağlanarak, Milli Muhafız ordusunun kurulması
6.
Cumhurbaşkanı ve Temsilciler Meclisi
üyelerinin görev sürelerinin, 1965 yılından itibaren 1968 Şubat’ındaki
Başkanlık ve 1970 Ağustos’undaki genel seçimlere kadar birer yıllık sürelerle
uzatılması
7.
Yeni seçim tedbirleri getirilerek, Türk
ve Rumların ayrı ayrı seçim yapmalarının kaldırılması
Temsilciler Meclisinin
Rum Milli Muhafız Ordusu kurulmasıyla ilgili yasanın çıkarılmasındaki
amaçlardan biri de, kurulu rejimin kontrolundan çıkmaya yönelmiş Rum faşist
birlikleri ile düzensiz çetelerin dağıtılması idi. Atina’dan Kıbrıs’a
gönderilen General Grivas’ın, Kıbrıslı Rumlar arasında oluşan özel ordular ve
dağınık birliklerin Kıbrıs hükümetinin denetimine sokmada yararlı olabileceği
düşünülmüştü. Kıbrıs’ın toprak bütünlüğü, egemenliği ve bağımsızlığına karşı
içten veya dıştan gelebilecek saldırılara karşı koymak gerekçesiyle kurulan Rum
MMO’unda görevlendirilen Yunanlı subayların, Kıbrıslı Rumlar arasındaki
anti-emperyalist ve anti-faşist ilerici unsurlara karşı başlattıkları faşist
baskıları ve askerlik hizmetini 6 aydan 12 aya çıkaran kanunu protesto etmek
üzere, 28 Mayıs 1965’te AKEL tarafından Leymosun’da büyük bir gösteri
düzenlendi. 1963 sonunda başlayan toplumlararası çatışmalarda AKEL,
çatışmaların dışında kalmış ve olayları tasvip etmediğini açıklamıştı. Kıbrıs Emekçilerinin
İlerici Partisi, ada halkının esas düşmanının emperyalizm olduğu bilimsel
gerçeğinden hareketle, çatışmaların emperyalizmin eskiden beri yürüttüğü “böl
ve yönet” taktiğinin bir sonucu olduğunu belirtiyordu.
1966 Mart’ında Başkan
Makarios, emirlerini Atina’dan alan ve RMMO ile gönüllü Rum birliklerini
yöneten General Grivas’ın yetkilerini ve faaliyetlerini sınırlandırma girişiminde
bulundu. Başpiskopos, RMMO’nun Kıbrıs Savunma Bakanlığına bağlanmasını, oradan
denetlenmesini istiyordu. Atina ile Grivas’ın bunu kabul etmemeleri üzerine,
Makarios ile Grivas arasında güvensizlik ve ayrılık meydana gelmiş, Cumhurbaşkanının
amaçları hakkında Atina kuşkulanmaya başlamıştı.
Bu arada Haziran
1966’da Atina ile Ankara arasında gizli görüşmelere başlandı ve temaslar yıl
boyunca devam etti. Kasım 1966’da İngiltere, Kıbrıs’taki askeri birliklerinde
azaltmaya gitmek istediğini açıkladı. 1967 yazına kadar 2 bin kadar asker geri
çekilecek, Lefkoşa’daki RAF istasyonunda sadece uçak bakım işlemleri yapılacak,
esas görevler Ağrotur’daki ordu karargâhına bırakılacaktı.
Başkan Makarios’un
Kıbrıs polis örgütü içinde ayrı silahlı birlikler oluşturmak istemesi ve
Çekoslovakya’dan alınan silahlarla ilgili olarak başlayan gerginlik üzerine,
Grivas Atina’ya, “adada kendi denetimi dışında silahlı birlikler olursa,
Kıbrıs’taki düzenin bozulmasından kendisinin sorumlu tutulamayacağını”
bildirdi. Aralık 1966’da Atina, Kıbrıs’a giden silahların Yunan birliklerinin
denetimde tutulacağını açıklarken, 1967 Şubat’ında Ankara, Çek silahlarının
Kıbrıs’taki BM askerlerine tesliminde ısrar ediyordu. Aynı yıl içinde Kıbrıs
sorununun çözümlenmesi yolundaki temaslar, Yunan cuntası ile Demirel hükümeti
arasında sürdürüldü. Eylül 1967’de Keşan-Dedeağaç görüşmelerinde, Kıbrıs’ın
Yunanistan’a bağlanması ve Türkiye’ye Kıbrıs Türklerinin haklarını koruyacak
bir üs verilmesi, tartışılan NATO planları arasındaydı. 31 Ekim 1967’de, 1964
yılından beri Kıbrıs dışında bulunan Türk toplum lideri Denktaş’ın gizlice
Kıbrıs’a girmeye teşebbüsünün ardından, Grivas’ın Kasım ayında Makarios’un
onayı olmadan Geçitkale saldırısını düzenlemesi gerçekleştirildi. Baskılar
sonucu bir kısım Yunan askeri ile birlikte adadan çekilmek zorunda bırakılan
Grivas, RMMO komutanlığından uzaklaştırıldı.
29 Aralık 1967’de
Kıbrıs Türk liderliği, “1960 Anayasası hükümleri tam olarak uygulanıncaya
kadar” ada üzerinde dağılmış Türk bölgelerinin yönetimi için “Geçici Kıbrıs
Türk Yönetimi”nin kurulduğunu açıkladı. 9 kişilik yönetimin başkanı Dr. Küçük,
yardımcısı da (Nisan 1968’de adaya dönmesine izin verilecek olan) Denktaş
olmuştu. Temsilciler Meclisi Türk üyeleri ile Türk Cemaat Meclisi üyeleri
yasama meclisi oluşturuyordu.
Kıbrıs hükümetinin
tepki ile karşıladığı bu tek taraflı kararın alınmasına kadar, 1964 yılından bu
yana Türk toplumu arasında geçen politik mücadeleye göz atmakta yarar var.
Cumhurbaşkanı
Yardımcısı Dr. Küçük, bir süre suskunluktan sonra 1964 yılı içinde, sivil
kadrolar üzerinde etkinlik ve baskısını artıran askeri yöneticilere karşı
başlattığı kavgasını kazanmıştı. Türkiye Dışişleri bakanlığına gönderdiği
raporlarla Genel Kurmay Başkanlığı’nı etkilemiş ve “Bozkurt” diye anılan
TMT’nin başkanı Kemal Coşkun’un Türkiye’ye geri çağrılmasını sağlamıştı. Dr.
Küçük ve arkadaşları tarafından yürütülen “sivil yönetime dönüş” kampanyasının
amacı, Küçük başkanlığında Türk bakanlarla Temsilciler Meclisi ve Cemaat
Meclisinin bazı üyelerinden oluşturulan “Genel Komite”nin yetkilerini
sivillerin eline geçirmekti. Genel Komite, toplum yönetimiyle ilgili bütün
işlerde söz sahibi olacak, Cemaat Meclisi ise eskiden olduğu gibi yalnız
eğitim, din ve evkaf isleriyle uğraşacaktı. Fazıl Küçük ve üç bakanı, önce Ekim
1962’den beri Türkiye’nin Lefkoşa Büyükelçiliği Askeri Ateşesi olan K. Coşkun’un
kurduğu bu komitenin toplantılarını boykot etmeye başladılar, sonra da
Ankara’ya istifa ettiklerini bildirdiler. Ankara hükümetine kendi görüşlerini
kabul ettirmeyi başaran Dr. Küçük, ayrıca askeri liderliğin muhalefetine
rağmen, lise mezunlarının yüksek öğrenim için Türkiye’ye gelmelerini de
sağlamıştı.
1958 yılında kurduğu
TMT’nin komutanından yana olan Rauf Denktaş kliği, onun yerine Türk Cemaat
Meclisi Başkanlığı görevinde bulunan Şemsi Kazım ve Dr. Fazıl Küçük klikleri
arasında başlayan çıkar kavgası, giderek Türkiye basınına “gazoz savaşı”
şeklinde yansımıştı. Birbirine düşen Kıbrıslı Türk liderleri uzlaştırmak için
28 Aralık günü Lefkoşa’ya giden Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Zeki
Kuneralp ile Hukuk danışmanı Suat Bilge, 29 Aralık 1967 günü “Geçici Kıbrıs
Türk Yönetimi”ni açıklamışlardı. Böylelikle Kıbrıslı Türk liderler arasında
iyiden iyiye açığa çıkan çekişme ve suçlama kampanyasına sözde bir formül
getirilmişti. Yetkiler Dr. Küçük’e teslim edilirken, ayağını kaydırması mümkün
olan Denktaş ise ikinci plana itiliyor, Şemsi Kazım ise kızağa çekiliyordu.
Makarios hükümetinin, serüvenci lider Denktaş’ın Kıbrıs’a yasal yollardan
girmesine izin vermesi ile 4 yıllık aradan sonra görevi başına dönen
emperyalizmin bu sadık adamı, sonradan toplumlararası ikili görüşmelere Kıbrıs
Türklerinin temsilcisi olarak katılacaktı.
Kıbrıs Türk halkına
dayatılan Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi’nin Temel Kuralları (Anayasa)’na göre Dr.
Küçük, otomatikman Yönetim Kurulu Başkanlığına, Denktaş da yardımcılığına
getirilmişti. Bütün temel görevlere yapılacak atamalar, ikisinden birinin
önermesi ve diğerinin de onaylaması ile olacaktı. Yürütme Kurulu üyeleri
(bakanlar) ise toplumun iradesi dışında atanmış, örneğin 9 kişiden 6’sı hiçbir
seçimden geçmemişti. Yasama Meclisi, Yönetim Kurulu’nun denetleme yetkisinden
yoksun olup, bütçenin onaylanmasına yer verilmemişti. Yürütmenin, Yasama
Meclisi’nden güvenoyu alması sözkonusu bile değildi. Yürütme Kurulu Başkanı,
yardımcısı ve diğer üyelerinin yaptıkları eylem ve işlemleri denetleyecek
hiçbir organ yoktu.
Bunlar sadece
Küçük-Denktaş yönetiminin ilk göze batan anti-demokratik yanlarıydı. Bunların
altında, yönetimin hukuka bağlı olmaması, mevcut anayasa ve kanunların halka
tanıdığı en basit insan haklarından olan düşünce ve kanaatlerini açıklama,
dernek ve siyasal parti kurma vb gibi vazgeçilmez özgürlüklerin fiilen
önlenmesi de yatmaktaydı.
Sonradan “geçici”lik
sıfatı kaldırılacak olan bu faşist yönetim, yıllarca baskı ve terör altında
tutulmuş yoksul emekçi Türk halkını amansızca vergilendirirken, büyük işletme
sahipleri ile aracıları denetlememekte, onlardan vergi almak bir yana, devlet
eliyle kişi zengin etme mekanizması ile büyük vurgunlar vurmalarına yardım
etmekteydi. Gene bu yönetim sorumluları, bankalarına olan borçlarını ödemeleri
için yapılan baskıların altında ezilen yoksul halkın yaşamak için tek
alternatifi olan “toprağını en çok verene -ki bunlar Rumlardır- satmasını”
terörist yollarla önleyerek, söz konusu toprakları kendi şebekeleriyle ucuza
kapatıp, astronomik rakamlarla Rumlara satma imkânlarını yaratmaktaydılar.
1968 yılı başında
Makarios, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Şubat ayında yapılacağını açıkladı.
Makarios’un amacı, Türk ve Rum toplumları arasındaki ayrılıkları ortadan
kaldırmaya yönelik politikasının halk tarafından onaylanmasını sağlamaktı. Rum
toplumu arasında Enosis isteyenler kendi adaylarını çıkardılar ve seçim, Enosis
ile Kıbrıs’ın bağımsızlığını isteyenler arasında oldu. 25 Şubat 1968’de
Makarios’un politikasının ezici bir çoğunlukla (%90) Kıbrıs halkı tarafından
desteklendiği kanıtlandı. Aynı ay içinde Kıbrıs Türkleri de Rumlara uyarak,
yalnız Cumhurbaşkanı Yardımcılığı için seçim yapmak durumunda kaldıklarını
açıkladılar. Dr. Küçük, Şemsi Kazım kliğinin adayını çekilmeye zorlayarak, yine
seçim yapmadan sandalyesinde oturmaya devam etti.
Toplumlararası barıştan
yana, anti-emperyalist ve anti-faşist bir politika izleyen Başkan Makarios,
Kıbrıs Türklerine üniter Kıbrıs devleti içinde özel hak ve imtiyazlar tanıyacak
yeni anayasal reform önerileri hazırlıyordu. Bu amaçla iki toplum arasında
anlaşma zemini yaratmak üzere 1964 yılından beri Kıbrıs Türklerine uygulanan
sınırlamaları kaldırdı. 1968’in ilk aylarında alınan bir dizi tedbirlerle,
seyahat özgürlüğü genişletildi. Türk bölgelerine çimento, kereste ve demir gibi
ihtiyaç maddelerinin girmesine izin verildi.
1968 ve 1969 yıllarında
toplumlararası görüşmelere devam edilmesine rağmen, çok az bir ilerleme kaydedilmişti.
Grivas’ın tekrar adaya dönerek, Rum toplumu içinde tedhiş eylemlerini
başlatması, yeni siyasi partilerin kurulması ve 8 Mart 1970’de Makarios’a karşı
düzenlenen başarısız suikast teşebbüsüne rağmen, 1970’de, 1960’dan beri ilk
defa genel seçimler yapıldı. Türk liderliği de kendi bölgelerinde Temsilciler
Meclisi ve Cemaat Meclisi üyelikleri için göstermelik bir seçim yaptırdı.
TMT’nin desteklediği “Ulusal Dayanışma Programı” şemsiyesi altında milli
bütünlüğümüzün bozulmaması gerekçesi ile tek liste olarak seçimlere giren
Küçük-Denktaş Yönetimi, kendi adamlarını Yasama Meclisine doldurdu. Rum toplumu
ile işbirliği ve barıştan yana olan sosyal demokrat Türklerin kurduğu
“Cumhuriyetçi Türk Partisi”ne karşı yapılan anti-demokratik baskılar, 1973 Cumhurbaşkanı
Yardımcılığı seçimlerinde de tekrarlandı. 12 Mart olağanüstü yönetimleri
döneminde, yıllanmış lider Dr. Küçük’ün, Denktaş’a karşı adaylığını koyması
engellenirken, diğer aday olan CTP Başkanı Berberoğlu da susturulmuştu. Türk
toplumunun başına, emperyalizmin ortaklarının yardımıyla, faşist yöntemlerle,
zorla, silah tehdidi ile lider kesilenler, halkın, gerçek arzularını,
emperyalizme ve faşizme karşı olan nefretini, barış isteklerini ifade etmesine
izin vermiyorlardı.
Kıbrıs Cumhuriyetinin
seçimle işbaşına gelmiş Cumhurbaşkanı Makarios ile onun hükümetine karşı,
faşist Yunan cuntası eliyle girişilen darbe hareketi ve onu izleyen günlerde
Kıbrıs’ın bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü garanti etmiş olan
Türkiye’nin adaya askeri müdahalesi sonunda uygulamaya konan NATO’nun TAKSİM
PLANI, 13 Şubat 1975’de özerk Kıbrıs Türk Devletinin ilanı ile bir adım daha
ileriye götürülmüştür. Kıbrıs sorununa barışçı bir çözüm bulmak üzere yeniden
başlatılan toplumlararası görüşmeleri baltalamayı amaçlayan Kıbrıs Türk
liderliğinin bu girişimi, demokratik ülkeler ve dünya kamuoyu tarafından
yapılan şikâyet üzerine toplanan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de üç
haftalık görüşmelerden sonra aldığı 12 Mart 1975 tarihli kararda, Kıbrıs Türk
liderliğinin tek yanlı kararını esefle karşılamış ve tarafların, BM örgütünün
ısrarlı kararlarının uygulanmasını tehlikeye sokabilecek tek yanlı tüm
girişimleri karşısında endişelerini belirtmiştir. Bu arada ABD Dışişleri Bakanı
Kissinger’in Ankara’ya yaptığı gezi, Türkiye’nin iç ve dış politikasında ilginç
yönlendirmeleri de beraberinde getirmiştir. Özellikle Kıbrıs konusunda sivil ve
askeri yetkililerle yapılan görüşmelerde, Kıbrıs’la ilgili bazı haritaların
toplantılara getirilerek, taksim çizgisi üzerinde pazarlıklar yapıldığı basına
da yansımıştır.
Emperyalizm, adayı
NATO’nun batmaz bir uçak gemisi haline getirme planlarından hâlâ
vazgeçmemiştir. 1958’lere, 1963’lerde ve nihayet 1974’lerdeki olayların
düzenleyicileri, yine Amerika, NATO ve onun adadaki kuklalarıdır. Faşist Yunan
cuntasının düzenlediği darbe ve onun ardından gelen Türk askeri müdahalesi,
adaya barış getirmedi. 1955’lerde emperyalizmin sahneye koyduğu “böl ve yönet”
politikasını güçlendirdi. Kıbrıs halkını bölmek isteyenler, planlarını gizlemek
için “iki toplum bir arada yaşayamaz” masalını uydurarak, yerli faşist
örgütleri yardımıyla, yalanla, tehditle, yüzbinlerce Kıbrıslıyı yerinden,
yurdundan kaldırarak, adanın başka bölgelerine sürmüşlerdir.
Bugün Kıbrıs’ta barışın
sağlanması için ilk olarak Kıbrıs devletinin birliğini, toprak bütünlüğünü ve
bağımsızlığını tescil etmiş olan BM örgütünün, durumun normalleştirilmesi
yolunda aldığı çeşitli kararların bir an önce hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Bunun için de adanın her türlü askerden arınması, Türk ve Rum yeraltı
örgütlerinin yasadışı ilan edilmesi, BM Genel Kurul kararında da belirtildiği
gibi göçmenlerin güvenlik içinde evlerine dönmeleri, ada ekonomisinin tekrar
canlandırılması kaçınılmazdır. Ancak bu yol izlendiği takdirde, Kıbrıs adası
sükûn ve refaha kavuşacak, açılan yaralar yavaş yavaş sarılacak, bölge ve dünya
barışına hizmet edilecektir.
(“Mehmet Yüksel”
imzasıyla, İlke dergisi, İstanbul, Nisan 1975, Sayı:16)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder