10 Mart 2018 Cumartesi

PENTAGON, KUZEY KIBRIS’A ORTA DOĞU’NUN EN BÜYÜK HAVAALANINI YAPTIRIYOR


Kuzey Kıbrıs’ta Denktaş rejiminin Bağımsızlık ilanına ABD’nin birkaç üstünkörü itirazı hariç, neden göz yumduğu anlaşıldı. Kıbrıs’taki kaynaklara göre, Kıbrıs’ın kuzeyinde yapımı sürdürülen Geçitkale (Lefkonuk) havaalanının yapımı için Pentagon, tam 878 milyon dolar verdi. Türkiye aracılığıyla verilen bu muazzam miktar ile, Güney Kıbrıs’taki uluslararası Larnaka havaalanının pistlerinin beş katı uzunlukta, Orta Doğu’nun en büyük havaalanı inşa edilebilecek. Ayrıca havaalanının yapımı için Lefkonuk yöresi bizzat ABD askeri uzmanları tarafından seçildi ve plan da onlar tarafından hazırlandı.

Amerikan emperyalizminin saldırgan amaçları için kullanacağı açık olan bu yeni havaalanı, Amerikan yapısı en modern cihazlarla donatılarak ve denetimi de ABD adına Türkiye genel Kurmay Başkanlığına ait olacak. Bu modern cihazlarla Amerikalılar bütün Doğu Akdeniz’deki hareketleri rahat takip edebilecekler. Hatta Bulgaristan’a, Yunanistan’a ve Sovyetler Birliği’nin Karadeniz’deki güney sahillerine kadar uzanan bölgelerdeki bütün hareketlerin Geçitkale havaalanına inşa edilen dev kontrol kulesinin beşinci katından izlenebileceği bildiriliyor. Bu katın tamamen ABD’nin gizli haberalma örgütü CİA’nın kullanımına verileceği ve hatta çok uzak mesafelerdeki hareketleri tesbit edebilen son model elektronik cihazların kurulacağı da verilen haberler arasında. Kulenin diğer katlarına, havaalanının çalışmalarını yönetecek hizmetler yerleştirilecek. Havaalanı, bölgedeki en büyük havaalanı olacak ve dev askeri uçaklar dahil, her türlü uçağın inip kalkabileceği pistler yapılacak.

(imzasız, Dayanışma gazetesi, Duisburg, F.Almanya, Haziran 1984, Sayı:23)



FAŞİZM İŞGAL ALTINDAKİ KUZEY KIBRIS’A DA YERLEŞİYOR


9 yıla yakın bir süredir Türkiye Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetlerinin işgali altında tutulan Kıbrıs Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayan asker sivil herkesin kurşuna dizilme ve asılabilmesine cevaz veren bir yasa tasarısı, 19 Nisan 1983 günü kukla KTFD’nin Meclisi’nden geçti.

40 kişilik Federe Meclis’te yapılan oylamada, iktidardaki Ulusal Birlik Partisi ağırlıklı koalisyon hükümetine mensup 16 milletvekili, tasarı lehinde oy kullanırken, ana muhalefet partisi Toplumcu Kurtuluş Partisi’nin ikili bir tavır içine girdiği görülmüştür. 5 TKP milletvekili çekimser oy vermiş, diğerleri ise oylamaya katılmayarak, yasanın geçmesini kolaylaştırmıştır. Aleyhte verilen 7 hayır oyunun 6’sı Cumhuriyetçi Türk Partisi’ne, biri de Çalışan Halkın Partisi’ne mensup milletvekiline aitti.

Askeri Suç ve Cezalar Yasası, muğlak ve kapalı ifadelerle tanımlanan suçları işledikleri iddiasıyla sivil kişilerin de askeri mahkemeler önüne çıkarılıp, yargılanmalarını öngörmektedir. Yasaya göre, görev yapacak Askeri Mahkemelerin yargıçları, TC uyruklu Güvenlik Kuvvetleri Komutanı tarafından atanacaktır. Bu durumda, bir Türk subayının atadığı Türk subayları, bir Kıbrıslı Türkün ölümüne karar verebilecek, sonra da ölümüne karar verilen bu Kıbrıslı kişi asker ise, yine Türk subayı tarafından Kıbrıslılardan oluşturulacak bir idam mangası eliyle kurşuna dizilecektir.

Lefkoşa’da yayınlanmakta olan muhalif “Söz” gazetesi, söz konusu yasayı “Hitler Yasası” olarak nitelendirerek, yasa maddelerini yayınlamaya başlamış ve 15 Mayıs 1983’ten itibaren yürürlüğe giren bu yasaya karşı bir kampanya açmıştır. Askeri suç ve Cezalar Yasası’nı hazırlayan komitede muhalefete mensup milletvekillerinin çoğunluk oluşturmalarına rağmen, hiçbir değişikliğin yapılmamış olmasını eleştiren gazete, ayrıca yasanın ivedilik önergesi ile görüşüldüğünü de bildirmektedir.

Ceza Yasası’nın 37. Maddesinde şöyle denmektedir: “Bir yabancıyı silah zoru ile KTFD’ni işgale tahrik eden kişiler, hıyanet suçu işlemiş olurlar ve ölüm cezası ile cezalandırılırlar. Bu maddeler tahtında suç işlediği Askeri mahkemece karara bağlanacak kimse, asker kişi ise kurşuna dizilerek, sivil kişi ise asılarak öldürülecektir.”
  
Yasanın ilginç diğer maddeleri ise şöyledir:

Madde 17: “1. Ve 2. Fıkralarda belirtilen suçlar (KTFD emniyeti ile ilgili evrakları tahrip veya ele geçirme), yabancı veya düşman devlet çıkarına veya lehine veya namına işlediği veya KTFD’nin harp hazırlıklarını veya harp yeteneklerini tehlikeye koymuşsa, sanığa ölüm cezası verilir.”

Madde 26: “KTFD Güvenlik Kuvvetlerinin manevi şahsiyetini herhangi bir şekilde tahkir veya tezyif eden kimse, suç işlemiş olur ve 10 yıla kadar hapis cezasına çarptırılır.”

Madde 29: “Halkı veya asker kişileri askerlikten soğutucu nitelikte yayın yapan telkinde bulunan veya kamuya açık bir yerde söylev veren kimse, suç işlemiş olur ve 3 yıla kadar hapis cezasına çarptırılır.

Madde 37 (a): “KTFD topraklarından ayrılarak Kıbrıs’ta bu topraklar dışında kalan, herhangi bir yere gitmek isteyen kimse, ulusal güvenlik yönünden sakınca olup olmadığının saptanabilmesi için, Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’na başvurarak, izin almakla yükümlüdür. Böyle bir izin almaksızın Kıbrıs’ta sözkonusu topraklar dışında herhangi bir yere gitmek için KTFD topraklarından ayrılan kimse, suç işlemiş olur ve 10 yıla kadar hapis cezasına çarptırılır.

Türkiye’de faşistleşme sürecinin 68. Vilayet haline getirilen KTFD’ne kadar uzatılmış olması, Kıbrıs Türk halkı arasında huzursuzluğu had safhaya çıkarmış bulunmaktadır. Bir süre önce, koalisyon hükümetinde yer alan TC uyruklu bir emekli albay olan Devlet ve Sosyal İşler Bakanı ve Milliyetçi Türk Partisi Başkanı İsmail Tezer’in, sosyal konut projesine ait ihalenin, kendisine yakın bir Türkiyeli şirkete verilmesi halinde, İçişleri Bakanı’na 10 milyon TL rüşvet vermeyi teklif etmesi üzerine başlayan ve Türkiyeli Bakanın şimdilik kaydı ile görevinden uzaklaştırılması ile gelişen hükümet krizi, TC Büyükelçiliğinin müdahalesi ile donduruldu.

Öte yandan Devlet Hastanesi’nde çalışan bir doktorun rüşvet alırken yakalanması ile deşilen sağlık sorunu, gün geçtikçe artan boyutlara ulaşan esrar kaçakçılığı ve okullara kadar sokulan esrar ticareti ile vahim bir durum almıştır. Esrar kaçakçılığı konusunda meclis araştırması açılmasını isteyen bir önerge, geçtiğimiz haftalarda hükümete mensup milletvekilleri tarafından reddedilmiştir. Olay, esrar ticaretini örgütleyen ve dokunulmazlığı olan bazı milletvekillerini sevindirirken, halk arasında öfke yaratmıştır.

(imzasız, Dayanışma gazetesi, Duisburg, F.Almanya, Sayı:17, Haziran 1983)


KIBRIS SORUNUNUN ÖTEKİ YÜZÜ: AYRILIKÇILIK


        Geçen yılın Ekim ayında New York’ta yapılan ve Kıbrıs Türk tarafının ayrılıkçı görüşleri yüzünden tıkanan Kıbrıs Barış Görüşmeleri, BM Güvenlik Konseyi’nin 24 Kasım 1992 tarihinde aldığı 789 Numaralı karar ile yeni bir boyut kazanmıştır. Türkiye’de yüksek tirajlı Sabah, Hürriyet gibi günlük gazetelerin bazı yazarları, Kanal-6, interStar gibi bazı özel TV kanalları, başlattıkları yeni bir politika ile Kıbrıs sorununda Kıbrıs Türk liderliğinin hatalarını, yolsuzluklarını ve barış karşıtı tutumlarını Türkiye kamuoyunda tartışmaya açmışlardır.
            Biz de bu yazımızda, 1993 yılı ile birlikte 30. Yılına giren Kıbrıs sorununun başına dönerek, bir gerçeği belgeleriyle anlatmak istiyoruz. Kıbrıs Türk lideri Denktaş, yıllardır Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs Cumhuriyeti’nden kendi istekleriyle ayrılmadığını ve Rumlar tarafından silah zoruyla atıldıklarını söylemektedir. 1963 yılı sonunda alevlenen sorunun, Ada’nın Yunanistan’a bağlanmasını (enosis) isteyen zamanın Kıbrıs Rum liderliği ile Türkiye ve Yunanistan arasında taksim edilmesini isteyen Kıbrıs Türk liderliği arasındaki anlaşmazlıktan kaynaklandığı bilinmekle beraber; Rauf Denktaş, suçu sadece karşı tarafa yüklemeye çalışırken, Türk tarafının taksimci ve ayrılıkçılık güden politikasının unutulduğunu sanmaktadır.
            Enosisçilerin, “Akritas Planı”nı diline pelesenk eden Denktaş, taksim­cilerin “Geçici Merhale Planı”nı unutturmaya çabalamaktadır. Ama insan aklı unutsa bile, arşivler unutmaz. Denktaş’ın son zamanlarda sık sık atıfta bulunduğu Kliridis’in “İfadem” adlı anılar kitabının ilk cildinde Türkçe tam metin olarak açıklanan Türk planı, en az Akritas Planı kadar ibret vericidir. 1963-64 olaylarını yakından yaşayan İngiliz Tümgenerali Mike Carver (sonradan Mareşal Lord Carver) bir yazısında şöyle demektedir: “(Kıbrıslı Türk liderler 1964’de) kendi nüfuslarını kuzeyde yoğunlaştırmak ve Kıbrıslı Türklerin çoğunluğu­nun ne isteyip ne istemediğine bakılmaksızın taksim’i gerçekleştirmek istediler... Kıbrıslı Türklerin kendi gerçek duygularının ne olduğu­nu belirlemek güçtü. Politika açıkça Ankara’dan dikte ettiriliyordu ve bundan herhangi bir sapma, Türk savaşçılarının örgütü TMT tara­fından uygun görüldüğü bir şekilde cezalandırmaya tabi tutulurdu.” (Cyprus in Transition, s. 30-31) Kliridis’in adı geçen kitabında ise şun­lar yazıyor: “Mareşal Lord Carver, her iki ta­rafın da silahlı gruplarının eyleme geçmeye hazır olduklarını ve Türklerin ilk harekete geçme kararı aldıklarını vurguladıktan sonra, Türk planı ile ilgili olarak şunları söylemekte­dir:
“Türklerin uyguladıkları bir plan vardı. Buna göre bütün hükümet dairelerini terkettiler, kendilerine ait paralel bir yönetim kurmaya çalıştılar ve kurdular. Aynı zamanda bazı karma ve uzakta kalmış köyleri terkederek, nüfuslarını daha az saldırıya maruz kalabile­cekleri bölgelere topladılar.” (G.Klerides, My Deposition, Vol.1, Nicosia 1989, s. 226)
4 Ocak günü güvenoyu alan zamanın TC hüküme­tinin Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Kemal Satır şöyle demişti: “Kıbrıs, biri Türki­ye ile birleşecek olan iki parçaya bölünecektir. (aktaran Special Newsbulletin, 5 January 1964)
            O günleri bir de İngiliz yazar H.D.Purcell’den dinleyelim: “Dr. Küçük, 10 Ocak 1964’de “Le Monde” muhabiri ile yaptığı söy­leşide, Türkler açısından artık Makaryos hükümeti diye birşey bulunmadığını söyleyecekti. Ama Başkan Yardımcılığı’ndan istifa ettiğini söylememiş olduğundan, Makaryos, onun tavrındaki anormalliğe dikkat çekebilirdi. Var ol­mayan bir hükümetin Başkan Yardımcısı olması nasıl mümkün olurdu? Dr.Küçük aynı söyleşide, Birleşmiş Milletler’e güveni bulunmadığını söyleyecek kadar akılsızca davrandı ve böylece Makaryos’un bu örgütteki desteğini daha da güçlendirmişti.
5 Ocak’a gelindiğinde de, Dr. Küçük, (anayasaya aykırı olan) taksim’i desteklediğini ve Kıbrıslı Türk memurların Makaryos hükümetindeki işlerine dönmeyeceklerini açıkladı. Bu son karar da belki bir hataydı. Çünkü Türk kamu görevlilerinin o hükümet tarafından ödenmesi gerektiği iddiaları gibi önyargılıydı. Ama her halükarda Rumlar onlara işlerine başlamaları için izin vermedi.
10 Ocak’ta Küçük, 35. enlemin toplumlar arasında ideal bölücü hat olarak kabul edilmesini önerdi. Bu da, nüfusun beşte birden azı olan Türklerin, Lefkoşa da içinde, adanın yarısını ele geçirmeleri anlamına gelecekti! Bu, boş­lukta manevra yapmaktı. Kıbrıslı Rumlar, tak­simi önlemek için çok iyi bir durumdaydılar ve Türklerin blöfüne aldırmama durumunda, yi­ne yapmakta tereddüt etmeyeceklerdi. Türkler için daha akıllı bir yol, teknik olarak anayasa­ya her ayrıntısı ile tutunmak ve enklavları kendi kendini savunma için gerekli olarak göstermekti. O zaman, Makaryos, nitekim yap­tığı gibi, Küçük’ün resmi görevine dönmesinden önce (Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı) tavrını belirlemesi gerektiğinde ısrar edemeyecekti. Haziran 1964’de Makaryos, Küçük’ü tanımama çabasına girişti, ama BM Barış Gücü buna karşı çıktı. Aksi takdirde Rumlar, Dr. İhsan Ali’yi Cumhurbaşkanı Yardımcılığı’na kendi adayları olarak koyabileceklerdi.” (H.D.Purcell, Cyprus, London 1969, s. 334-335)
Kıbrıs Türk liderliğinin “taksim davası”nı ilerletmek için uyguladığı planlı politika, BM Genel Sekreteri’nin o yıllardaki raporlarına da yansımıştır:
 “Kıbrıslı Türklerin, kendi bölgeleri dışına çıkmayışlarının, kendi siyasal amaçları gereği olduğuna inanılmaktadır. Yani, Kıbrıs’ta herhangi bir coğrafik ayrılık olmaksızın, iki ana toplumun adada barış içinde bir arada yaşaya­mayacakları iddiasını güçlendirmeye yöneliktir.” (BMGS Raporu S/5764, Paragraf 113, 15 Ha­ziran 1964)
“Kıbrıslı Türklerin kendi kendilerini ya­lıtlama politikası, toplumu normal olanın tersi bir yöne yöneltti. Toplum liderliği, Kıbrıslı Türk nüfusun Kıbrıslı Rum yurttaşları ile kişisel, ticari veya herhangi bir başka nedenle temasa geçmeleri, idari konularda Hükümet dairelerine başvurmaları veya eğer göçmenseler, kendi evlerinin bulunduğu köylere yeniden yerleşmeleri konularında onların cesaretini kırmaktadır.” (BMGS Raporu, 11 Mart 1965)
“Kıbrıs Türk liderliği, iki toplum men­suplarının birlikte yaşamasını ve çalışmasını gerektirebilecek veya Kıbrıslı Türkleri, Hükümet organlarının otoritesini onaylayacak durumlara koyabilecek herhangi bir önleme karşı, katı bir tutuma yapışıp kalmıştır. Kıbrıs Türk liderliği, toplumların fiziksel ve coğrafik ayrılığını siyasal bir hedef olarak kabul ettiğinden, aslında Kıbrıslı Türklerin alternatif bir politikanın yararlarını gösterme olarak yorumlanabilecek etkinlikleri teşvik etmesi beklenemez. Öyle görülüyor ki, sonuç da Kıbrıslı Türklerin amaçlı olarak kendi kendilerini tecrit etme politikası olarak ortaya çıkmaktadır.” (BMGS Raporu S/6426, Paragraf 106, 10 Haziran 1965)
Kıbrıs Cumhuriyeti devletinden kopan Türk liderliği, her nedense 19 ay sonra, 22 Temmuz 1965 günü Temsilciler Meclisi’ne dönmeye karar verir. BM Barış Gücü mensuplarının koruyuculuğunda o gün Meclis’e giden Türk üyeler, Meclis Başkanı G.Kliridis ile bir görüşme yaparlar. Gerisini BMGS’nin Raporundan izleyelim:
            “Kliridis, anayasada yapılan değişiklikler üzerinde anlaşma sağlanamazsa, Türk üyelerin Meclis’e katılmalarına izin verilmeyeceğini açıkça söyledi. Bay Kliridis ayrıca Cumhurbaşkanı ve Yardımcısı tarafından yasaların yayımlanmasına ilişkin anayasa hükümlerinin artık uygulanamaz olduğunu ifade etti. Kliridis devamla kendi görüşüne göre Kıbrıslı Türk üyelerin artık Meclis’te yasal bir durumlarının olmadığını belirtti. (S/6569, 29 Temmuz 1965)
            Ertesi günkü Rum basınında yer alan bir demecinde ise Meclis Başkanı Kliridis şöyle diyordu: “Ayrılmazdan önce Kıbrıslı Türk üyeler, ertesi gün Temsilciler Meclisi’ne katılmak üzere yine gelirlerse ne olur, diye sordular. Ben de kendilerine açıkça, gelirlerse toplantıya katılmalarına izin verilmeyeceği yanıtım verdim.” (Mahi, 23 Temmuz 1965)
            Bu arada Kıbrıs Yüksek Mahkemesi’nin Türk üyelerinin, devam eden bomba patlatmaları için Türkleri cezalandırmak amacıyla İçişleri Bakanı Yorgacis’in 3 günlük ablukaya başladığı, 2 Haziran 1966 gününe kadar görevleri başında kaldıklarını anımsatalım.
           “3 Haziran’da Kıbrıs Türk liderliği, bir gün önce Kıbrıs polisinin Lefkoşa’nın Türk kesimine giriş-çıkışları durdurması üzerine Kıbrıslı Türk hakimlerin işlerine gidemediklerini bildirdi. Mahkemeye gidebilmiş olan bir hakime de aşağılayıcı koşullar altında geri Türk kesimine dönmesi emredildi.” (BMGS Raporu S/7350, 10 Haziran 1966) Leymosun Mahkemesindeki üç Türk hakim ise Eylül 1966’da işlerinden geri çekildiler. Atılma olayları böyle gelişmişti
            Kıbrıs sorununun vardığı bugünkü son aşamada, Türkiye demokratik kamuoyu, gerçek bir federal çözümden kaçan Türk tarafının ayrılıkçı ve taksim yanlısı politikalarını, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin denetimi altında tutulan Kuzey Kıbrıs’taki ganimet, yağma, yolsuzluklar ve mafya rejiminin şovenizmi körükleyen kampanyalarıyla birlikte değerlendirmelidir.

  (Bu yazının ilk şekli, “Haftanın Götürdükleri” sütununda, -yazının başlığı “ORTAK CUMHURİYET’TEN KOPUŞ” sonradan konmuştur-,Yeni Çağ gazetesi, 14 Nisan 1991’de yayımlandı. Daha sonra, ilk iki paragrafı yukarıdaki şekliyle değiştirilerek, “Ahmet An” imzasıyla ve “Kıbrıs Sorununun Öteki Yüzü: Ayrılıkçılık” başlığı altında, Birlik, aylık siyasi dergi, Ocak-Şubat 1993, Sayı:21)



KIBRIS SORUNU İÇİN ÇÖZÜM REÇETESİ

İngiliz-Amerikan Emperyalizminin, 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin NATO yanlısı değil de, bağlantısız bir dış politika gütmesinden huzursuz olduğu bilinen bir gerçektir. Anti-komünist Kıbrıs Türk liderliği ile Türkiye hükümetlerinin, bağlantısızlık yanlısı Kıbrıs hükümetine diş biledikleri bir ortamda, gerek Türk, gerekse Rum yeraltı örgütlerinin adanın taksimi veya Yunanistan’a bağlanması doğrultusunda çalışmalarını sürdürdüklerini o günleri yaşayanlar anımsamaktadır. Aralık 1963 olayları ardından çatışmaları durdurmak amacıyla adaya NATO askerleri gönderme önerisini reddeden Makaryos hükümeti, sonunda BM Barış Gücü askerlerinin gönderilmesine onay vermişti. ABD’nin eski Dışişleri Bakanlarından Dean Acheson tarafından sunulan, enosis karşılığında Türkiye’ye Kıbrıs’ta askeri üs verilmesi planı, 1964 Temmuz’unda reddedilince, adanın taksimi ve iki devlete bölünmesi projesi için 1974 Temmuz’una kadar beklenildi. Olayların nasıl geliştiği bilinmektedir.
Bu yazımızda İngiliz-Amerikan emperyalizminin taksim planını uygulatan zamanın ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile Sovyetler Birliği Dışişleri bakanı Andreyi Gromiko’nun bir söyleşisinden alıntıyla başlayarak, ABD’nin Kıbrıs sorununa ilişkin son politikasından örnekler vermek istiyoruz.
Gromiko, 1990 yılında yayımlanan anılarında, Kissinger ile Lefkoşa’da yaptığı bir görüşmeye değinerek, şunları yazıyordu: “Görüştüğümüz konulardan biri de Kıbrıs sorunu idi. Kissinger’e sordum: “ABD hükümeti, Kıbrıs’ın bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü destekliyor mu? Evet veya hayır diye cevap vermenizi isterim.” Kissinger soruma cevap vermeye çalıştı. Fakat açık konuşmuyordu. Ancak sözlerinden çıkan anlam, Washington’un Kıbrıs’ta biri Türk, biri Rum iki devlet kurulmasından yana olduğuydu. Kissinger Makarios’a karşı da eleştirilerde bulundu. Söylediklerinden anlaşıldığına göre, gerek kendisi şahsen, gerekse Amerika Birleşik Devletleri, Makarios’u bir pürüz olarak görüyorlardı. Onun siyasetten çekilip, kendini dini görevlerine vermesi gerektiğine inanıyorlardı. Kissinger’in belirttiği bu görüşe ben şaşırıp kaldım. Ben, Allahsız bir sosyalist ülkenin temsilcisi olduğum halde, Başpiskopos Makarios’un devlet başkanı olmasını kabul ediyorum. Ama Hristiyan ve kapitalist bir ülkenin temsilcisi olduğu halde Kissinger, Başpiskopos hakkında alaycı bir dille konuşuyordu. Washington bir kez daha başka ülkelerin içişlerine karışmama ilkesini çiğniyordu. Çünkü ABD’nin ve NATO’nun ekonomik ve stratejik çıkarları bunu gerektiriyordu.” (Kirikas’tan aktaran Birlik, 11 Haziran 1990)
Acheson Planı’nın tartışmasına Türkiye adına katılan Nihat Erim ise daha 1964 Temmuz’unda bakınız Türk politikasını nasıl açıklamıştı: “Karşı önerilerimizin ismi ne olursa olsun, Kıbrıs’ta Türkiye’ye arazi verilmesi ilkesinden hareket edilerek ve kriterlere dayanan bir sınır çizilerek, Türkleri bu bölgeye almak gerekir.
Kesin çözümü taksimde görüyoruz. İçten inancımız, ortaya bir takım yeni fiili unsurlar çıkmadıkça, Yunanlılara makul bir şeyin kabul ettirilemeyeceğidir. Bu yeni unsurlar Kıbrıs’a müdahale, Yunanistan dahili durumunda gelişmeler, Amerikan’nın tutumunda değişiklik şeklinde olabilir.” (Bildiğim, gördüğüm ölçüler içinde Kıbrıs, Ankara 1975, s. 360)
Temmuz 1974’de gerçekleştirilen Makarios’a darbe ve Türkiye’nin müdahalesi sonucu, bağlantısız bir dış politika güden Kıbrıs Cumnhuriyeti’nin toprağı ikiye bölünmüş, ardından da kuzeyde Türk ordusunun işgali altında tutulan %37’lik toprak üzerinde 1960 Garanti ve İttifak Andlaşmasına ters düşecek bir şekilde ayrı bir Türk devletçiği kurulmuştur. Aradan geçen 15 yıldan fazla bir süreden sonra, değişen dünya konjonktürünü göz önünde bulunduran ABD, bu kez kendisi ve işbirlikçileri eliyle yaratılan taksimi, uluslararası topluluğun onay vereceği bir şekle dönüştürme çabasına girişmiştir. Ne var ki 1958’den beri taksim’i savunan Kıbrıs Türk liderliği ile Türkiye, yeni dünya koşullarını kavrayamadıklarından fetihçi politikadan dönüş yapmak istememekte ve ayak diretmektedirler. İşte, Kıbrıs sorununun barışçı yollardan çözme çabalarında “katalizatör” olma göreviyle, taraflar arasında temaslar yürüten, ABD Başkanı’nın özel Kıbrıs Koordinatörü Nelson Ledsky’nin Türk tarafının çeşitli görüşlerine karşılık olarak verdiği yanıtlardan bir demet:
“Bir kere Kıbrıs sorununu her şeyden önce çözülmesi gereken bir sorun olarak görüyoruz. Çözümün de tarafların, müzakereler yoluyla Federasyon çerçevesinde birleşik bir Kıbrıs üzerinde anlaşmaları olduğuna inanıyoruz…

SIKILIK VEYA ESNEKLİK TOPLUMA KALMIŞTIR – TEMASLAR ARTMALI
… İki toplumun barış içinde bir arada yaşamasının sadece mümkün olduğuna değil, aynı zamanda iyi olacağına inanıyoruz. Ama federasyon konusu elbette ki masada, üzerinde çalışılmaya muhtaçtır. Bu federasyon ne kadar sıkı veya ne kadar esnek olmalı konusu iki topluma kalmıştır. Buna kendileri karar verirler. Ayrıca işleyen bir federasyona ek olarak, iki toplum arasında daha fazla temas olmalıdır. 14 yıldan beri birbirlerinden kopuklar. Bu kopukluk bölünme duygusunu artırıyor. Güven yaratacak önlemlere ihtiyaç var. Tarafları bir araya getirip, barış ve refah içinde bir arada yaşayabileceklerine ikna etmek gerektiğine inanıyoruz.
Kanımızca iki toplum, devletin birliğini ve bağımsızlığını muhafaza edecek federal bir anlayışa varmak için eşit platformda müzakere ediyor.

TEK SEÇENEK FEDERASYON VE GÖRÜŞMELERDİR
Kıbrıs’ta iki toplum olduğuna inanıyoruz. Her iki toplum da self-determinasyon haklarını kullanmış ve 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. Bu hakkı kullanmışlardır. Artık ikisinin de yeni bir bağımsızlık yolu seçmeye, bir başka devlet ile bir birlik aramaya hakkı kalmamıştır. Bizim görüşümüze göre, her iki tarafın da tek seçeneği, adada yeni bir federasyon yapmaktır. Kıbrıs Türk toplumunun, tercih edeceği bir federasyona girmeye hakkı vardır. Müzakere sonucunun referanduma sunulmasını kabul ediyoruz. Eğer referandum sonucu “”hayır” çıkarsa, Kıbrıs Türk toplumunun tek seçeneği, tekrar müzakere masasına oturmak ve kabul edilebilecek bir çözüm bulmaktır. Kıbrıs Türk toplumunun çok seçeneği olduğunu kabul etmiyoruz. Bizim görüşümüze göre tek seçeneği vardır. O da Rum toplumu ile yeni bir anlayış için müzakere yapmaktır. Rum toplumunun seçenekleri de bunlarla kısıtlıdır.” (Cumhuriyet, 18 Mart 1990)

TEK BİR KIBRIS DEVLETİ VARDIR
“Kıbrıs’ta Türk devletini kabul etmiyoruz ve etmeyeceğiz. Tek bir Kıbrıs devleti olduğunu kabul ediyoruz. İki toplum tarafından kurulmuş bir cumhuriyettir. Ama iki toplum arasında sorunlar olduğunu kabul ediyoruz. Zaten BM gözetiminde müzakerelerin gerekli olduğuna da bu yüzden inanıyoruz. Genel Sekreter New York’ta bunu iki tarafa da söyledi.

KKTC’Yİ TANIMADIK, TANIMAYACAĞIZ
Mr. Denktaş, 1977-79 müzakerelerinde iki toplumlu, iki bölgeli, federal bir kavramı kabul etti. Uluslararası camianın bir üyesi olarak biz de onu kabul ediyoruz. Uluslararası camianın diğer üyeleri de bunu kabul ediyor. KKTC’yi tek tanıyan ülke Türkiye. Biz tanımadık. Tanımayacağız da. Yeterince güçlü ifade ediyor muyum?
Ben Kıbrıs’ta kimsenin meseleyi kol kuvvetiyle sorunu çözeceğine inanacak kadar aptal olduğunu sanmıyorum. Silaha başvurmak her iki ülke için de hata olur.

BASKI DEĞİL, İKNA YOLU
Bence dostane ikna yoluyla bir şey elde etmek mümkündür. Çözüm iki toplum arasındaki müzakerelerdedir. Dışarıdan bir çözüm empoze edilmesi uzun vadede bir işe yaramaz. Geçmişteki deneyimler gösterdi ki, Türkiye baskıya tepki vermiyor. Bunun bir taktik olmadığına inanıyoruz… Bunu çözmenin yolu baskı uygulamak değil, iki toplumu, çözümün her ikisinin de menfaatine olduğuna ikna etmektir. Yapmaya çalıştığım budur. Denemeye devam edeceğim.

FEDERASYON DIŞINDA SEÇENEK YOK
… Mr. Ecevit diyor ki Kıbrıs Türk toplumunun, federasyon dışında alternatifi vardır. Biz ayrılmayı, ilhakı, bağımsızlığı, Kıbrıs Türk toplumunun seçenekleri olarak görmüyoruz. Bu Rumlar için de geçerli. Biz demiyoruz ki Rumların hakkı vardır, Türklerin yoktur. Her iki tarafın da yoktur, diyoruz.Self-determinasyon kavramının kullanılmasına da bu yüzden karşıyız. (Cumhuriyet, 19 Mart 1990)

AYRI AYRI BAĞIMSIZLIK HAKKI OLAMAZ
Ledsky, dün Ankara’da düzenlediği basın toplantısında “Kıbrıs’ta her iki toplumun da self-determinasyon konusunun, Ankara’daki görüşmeler sırasında gündeme geldiğini belirterek, Kıbrıs’ta her iki toplumun da, tek bir federasyon, tek bir devlet çatısı altında, eşit siyasi haklara sahip olduğunu, bu çatı altında iki toplumun birbirleriyle ilişki kurma hakkı bulunduğunu ifade etti. Ledsky, “Hiçbir toplumun kendi başına devlet kurma veya diğer toplumdan ayrı bağımsızlık elde etmek hakkı yoktur” dedi. (Yeni Gün, 6 Haziran 1991)

SELF-DETERMİNASYON HAKKI 1960’DA KULLANILDI
Nelson Ledsky, dün öğleden sonra ilk defa Türk gazetecilerinin yöneticileriyle bir araya geldi… Gazetecilere Kıbrıs Türk halkının self-determinasyon hakkı olmadığı şeklinde görüşlerini yeniden aktaran Ledsky, bu hakkın 1960 yılında kullanılmış olduğunu savundu… Kendisine yöneltilen soruyu yanıtlarken de Nelson Ledsky, şöyle dedi: “Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunmazdan önce güven yaratıcı bazı tedbirler alınmalıdır. Daha önceden Denktaş ve Vasiliu’ya söylediğim gibi, her iki tarafa da daha sıkı temaslar yapmalıdır. Her iki taraf da daha fazla geliş gidişler olmalıdır.  Ticari ve kültürel gruplarla, eğitimciler ve siyasiler, daha sık temaslar yapmalıdırlar. Bunlar olmazsa, durgunluk devam ederse, çözüm için bir 15 yıl daha beklemek zorunda kalınabilir.” (Yeni Gün, 8 Haziran 1990)

SERBEST DOLAŞIM BAŞLATILABİLİR
Ledsky, Kıbrıs Rum yönetimi ve Yunanistan’da temaslarını sürdürmek üzere Ankara’dan ayrılmazdan önce bir basın toplantısı düzenledi… Ledsky, atmosferin iyileştirilmesi doğrultusunda atılabilecek binlerce adım olduğunu, bu alanda bir ilk adım örneğini serbest dolaşımın oluşturabileceğini vurguladı.
… Kıbrıs’taki Türk askeri varlığının devamı durumunda bunun yasal bir çerçeveye oturtulması gerektiği yolunda daha önce yaptığı açıklamaların anımsatılması üzerine, bu demeçlerinin Atina, Lefkoşa ve Ankara’da bazı sorunlara yol açtığını belirten Ledsky, bu konudaki görüşünün Kıbrıs sorununun bütün unsurlarının genel bir anlaşma kapsamına oturtulması yönündeki eğilimin bir parçası olduğunu vurguladı. (Cumhuriyet, 23 Ekim 1990)

İKİ TOPLUM DA EŞİTTİR
(Ankara’da) düzenlenen basın toplantısında bir gazeteci, “Eşitlikten, iki toplum arasındaki eşitliği mi, yoksa yalnızca iki toplum arasındaki diyalogda eşitliği mi anlıyorsunuz?” sorusunu yöneltti. Ledsky, BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs sorununa ilişkin Mart ayı sonunda Güvenlik Konseyi’ne sunduğu sözlü raporu hatırlatarak, Cuellar’ın, iki eşit toplumu ifade ettiğini, sorunun azınlık-çoğunluk sorunu olmadığını, ancak tek bir adada iki toplumun birlikte yaşadığı, birlikte çalıştığı, eşit statüde federatif bir ortamı kastettiğini belirtti. “Bu sorunun çözüleceğine inanıyor musunuz?” şeklinde bir soruyu yanıtlarken de Ledsky, şöyle dedi: “Evet, bunun çözülebilecek bir problem olduğuna inanıyorum. Bunun ne zaman çözüleceği konusunda tarih veremem, ama ümidimiz, bu yaz önemli bir aşama kaydedilmesidir.” (Birlik, 11 Haziran 1991)   

SİYASİ EŞİTLİK ÇÖZÜMDEN ÖNCE OLAMAZ
Ankara’daki görüşmelerinde sonra dün sabah bir basın toplantısı düzenleyen Ledsky, şöyle dedi: “Denktaş’ın sözünü ettiği siyasi eşitliğin elde edilebilmesi için Kıbrıs sorununun siyasi bir çözüme kavuşturulabilmesi şarttır. Baker, Nisan ayında Denktaş’a, siyasi eşitliğin ancak siyasi bir çözüm aracılığıyla gerçekleştirilebileceğini ve siyasi eşitliğin çözümden önce olamayacağını söyledi. Müzakere sürecinin ana amaçlarından birisi, iki toplum arasında bir iktidar paylaşım düzenlenmesi yapılmasıdır.” Ledsky, Denktaş’ın “Önce siyasi eşitliğimizi tanısınlar, anlaşma sonra” şeklindeki görüşlerini desteklemediğini de belirterek, “Önce anlaşma olsun, siyasi eşitlik ondan sonra oluşturulsun” dedi. (Birlik, 3 Ağustos 1991)

DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN İKİ NOKTA
(Alexander Onassis Enstitüsü’nce New York’ta düzenlenen “Doğu ve Batı arasında Kıbrıs” konulu sempozyumda konuşan) ABD Dışişleri Bakanlığı Kıbrıs Koordinatörü Ledsky, Kıbrıs’ta federasyon kurulması konusunda iyimser olduğunu vurgularken, “dikkat edilmesi gereken iki nokta var: “1. Kıbrıs Rumları adaya Helenizm damgası vurmayı amaçlamaktan vazgeçecekler, 2. Kıbrıs Türkleri bağımsız bir Türk devletinden yana olmayacak. ABD ve BM, Kıbrıs’ta bağımsız bir Türk devletini tanımayacaktır. Bunu akıllarından çıkarsınlar. Taraflar bu çok önemli iki noktayı göz önüne alırlar ise, o zaman federasyon oluşturulması mümkün olabilir” dedi.

LEDSKY: TÜRKLERİ NASIL SAVUNDUM AMA?
Nelson Ledsky, Kıbrıs Adası’nın Türkiye’ye yakınlığı yüzünden garantiler konusunun önemli olduğu ve Türk ordusunun Kıbrıs’a yeniden müdahale etme olasılığı karşısında ne gibi önlemler alındığı yolundaki, çoğunluğu Rum ve Yunanlı izleyicilerin soru yağmuru karşısında dayanamadı ve “Kıbrıs Adası’nı coğrafik olarak Türkiye’den uzaklaştırmanız mümkün değil” diye konuştu. Ledsky, sempozyumdan sonra “Türkiye’yi ve Türkleri nasıl savundum ama değil mi?” dedi. (Kıbrıs, 19 Kasım 1991)

DENKTAŞ: ABD, KIBRIS İÇİN PARMAKLARINI YAKMAZ
Rauf Denktaş ise Vatan gazetesinin “ABD, şimdi Kıbrıs konusuna ağırlık koydu, istenmeyen bir anlaşmayı gerek size, gerekse Yunanistan’a zorla kabul ettirebilir mi?” şeklindeki sorusunu yanıtlarken, sözlerini şu şekilde bitirmiştir: “Dolayısıyla Amerika her tarafın aynı şeyi istediğini sanarak, bir deney yapıyor ve zannedersem Kıbrıs için parmaklarını yakmaz. İsrail için parmaklarını yakar, ama Kıbrıs için yakmaz. Ve Rumlar da bunun bilinci içerisinde olduğundan mütemadiyen horozlanmaktadırlar.” (13 Haziran 1991)

AMAÇ KIBRIS’I NATO ÜYESİ YAPMAKTI
Bakınız Alithia gazetesinde E. Haralambus sorunu nasıl değerlendiriyor: “Mitsodakis, Kıbrıs NATO’nun üyesi olsa idi, 1974’de çıkarmanın yapılmayacağını söyledi. Yunan Başbakanı bu şekilde Karamanlis’in 1975’de söylediklerini tekrarladı ve Makarios’un NATO’ya girmeme kararının hatalı olduğunu vurguladı. Eleftherotipia gazetesi Mitsodakis’in bu görüşünün yanlış olduğunu ve Kıbrıs NATO üyesi olsa idi, kaderinin farklı olmayacağını yazdı… Eleftherotipia’nın da bilmesi gerektiği gibi, Türk istilası ve Kıbrıs’ın silahla taksimi 1960’dan sonra, 1974’de oldu. Kıbrıs’ın bağlantısız olduğundan 14 yıl geçtikten sonra saldırıya uğradığından, sözkonusu gazetenin Mitsodakis’in ısrar ettiği görüşe katılmaması hayret yaratıyor… Kıbrıs NATO üyesi olsa idi, Türklerin saldırısına uğramayacaktı. NATO müttefikleri, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı çıkmışlardı. Çünkü, Kıbrıs ittifakın üyesi değildir. İttifakın üyesi olsa idi, neden kendisine savaş açacaklardı?” (26 Temmuz 1990)

BÖLÜNME KIBRISLILIK BİLİNCİNİN GELİŞMESİNDE ANA ENGEL
       Bu durumda çıkış yolu nedir? Bunu da ABD Senatosu Hukuk Komitesi’nin Raporundan okuyalım: “İşgal edilmiş kuzey kısmındaki Kıbrıslı Türkler… Türk saldırı ve işgalinin kurbanları olarak, güneydeki yurttaşlarıyla aynı kaderi paylaşmış görünüyorlar. Bu durum belki de ada üzerindeki hem Rum, hem de Türk toplumları içinde gittikçe artan “Kıbrıslılık” duygusunu açıklamaktadır… Aslında bu bir çeşit yeni bir milliyetçiliği temsil etmektedir… Bununla beraber, dış etkenler adayı böldüğü sürece, “Kıbrıslılık”ın birleştirici anlamı yayılamayacak ve Kıbrıs’a barış gelmeyecektir. Bugün bu (dış etken) daha çok Türk ordusudur.” (Crisis on Cyprus 1976: Crucial Year for Peace, Washington 1976, s.16)
Her iki taraftaki Türk ve Yunan milliyetçiliğinin şovenist savunucularının bir Kıbrıslılık bilincinin gelişmesi çalışmalarına neden karşı çıktıkları böylece daha iyi anlaşılmıyor mu?

(“Ahmet An” imzasıyla, Birlik, aylık siyasi dergi, İstanbul, Temmuz-Ağustos 1992, Sayı:18)



KUZEY KIBRIS’TA CTP’NİN SAĞA KAYIŞI


Geçen Ocak ayı içinde, Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin genel siyasal konumunun sağa doğru kayarak, “milli çizgi” ile büyük paralel­liklere girdiği daha da belirginleşti. Kıbrıs Türk liderliğinin politikasını onaylayan bu yö­nelimin ilk kaba çizgileri, Rauf Denktaş’ın bilmem kaçıncı kez yine lider olarak seçil­mesi ardından CTP Merkez Yürütme Kurulunun bildirisinde, şöyle dile getirilmişti:
“Hangi etkenler altında olursa olsun, alınan sonuca saygılı olmak gerekiyor... Partimiz (Denktaş) ile diyalog yollarını arayacak, toplum sorun­larının demokrasi ve hukuk kuralları çerçeve­sinde ele alınıp, çözümlenmesine katkıda bu­lunmaya çalışacaktır... Bu müdahalelere karşın, Denktaş’ın seçim kampanyası boyunca Kıbrıs sorununu ele alış biçimi toplumun duyarlı ol­duğu noktaları da ortaya koymuştur.” (Yeni Düzen, 24 Nisan 1990)
Hasan Erçakıca ise, kendi sütununda şöyle yazmıştı: “Denktaş’ın işlediği temalar, Kıbrıs Türklerinin ruh halini de iyice yansıtıyor... Kıbrıs Türklerinin korku­larını yüzeye çıkardı ve sanki bu durumlarda, Kıbrıs Türklerini sadece kendisi savunabilirmiş gibi bir hava yarattı.” (agy)
Denktaş’ın 1958’den beri yarattığı havaya kendini kaptıranlar, Kıbrıs Türklerinin çıkarlarının nerede olduğunu, gerçek korku ve tehlikelerin nasıl savuşturulabileceğinin yollarını halka göstermemiş olmanın çaresizliği içinde, daha seçim öncesinde şu satırları yazmamışlar mıydı?
“Kendimiz için değil, toplum için politika yapıyorsak, siyasal rakiplerimiz de olsa, uygulayıcıları zaman zaman destekle­mek gerek.” (H.Erçakıca’nın “Denktaş’a des­tek ve köstek” başlıklı yazısından, Yeni Düzen, 13 Mart 1990)
         Kıbrıs sorununda, liderlikten farklı bir politikaları olmadığı için 30 Mart 1990 tarihli Ortam’da İsmail Bozkurt ile aynı günkü Yeni Düzen’de Hasan Erçakıca şu şikâ­yette bulunuyorlardı: “Tartışma platformu ısrarla Kıbrıs sorununa çekmeye çalışmaktadırlar.”
         Tabii çekmeye çalışacaklar ki gerçek dava avukatının kendisi, sizin ise onun türevi olduğunuz ortaya çıksın.
***
Son 5-6 ay içinde CTP cephesindeki “başkalaşım”la ilgili bazı olgular şunlardı:
“CTP, batmakta olan geminin tüm so­rumlu ve yolcularını bir araya gelmeye, görüş ayrılıklarını bir yana iterek birlikte çıkış yolu aramaya yeniden ve ısrarla çağırır.” (CTP’nin MYK Bildirisi, Yeni Düzen, 25 Ekim 1991)
“CTP’den bir heyet bugün Türkiye’deki koalisyon hükümetine ziyaret amacı ile Türkiye’ye gidiyor.” (Yeni Düzen, 3 Aralık 1991)
“Yeni Düzen Gazetesi 16. yıldönümünü dün merkez binasında gazeteciler ve seçkin bir davetli topluluğunun katılımı ile kutladı. Demokrasimizdeki çok seslilikte özgün bir yeri olan Yeni Düzen Gazetesine bundan sonraki yayın hayatında da başarılar dileriz.” (Asil Nadir’in Kıbrıs Gazetesi, 13 Aralık 1991)
“Kıvanç günümüzden görüntüler”den biri­nin altyazısı: “Ve işte Mustafa Erbilen ile CTP Genel Sekreteri Ferdi Soyer gece boyunca bir­birleri ile şakalaşmaktan geri durmadılar ve farklı politikaların da böylesi anlamlı bir ge­cede ortak bir noktada buluşabileceğini kanıt­ladılar.” (Yeni Düzen, 14 Aralık 1991)
“(Türkiye ziyareti ardından basın toplan­tısı düzenleyen Özgür, DYP-SHP koalisyonunun oluşturulmasını örnek göstererek) Kıbrıs Türk­lerinin de zaman kaybetmeden aynı hoşgörü anlayışı içinde biraraya gelmeleri gerektiğini kaydetti.” (Yeni Düzen, 14 Aralık 1991)
“CTP heyeti yeni TC Büyükelçisi Bayar’a “hoşgeldin” ziyareti yaptılar ve çeşitli konu­larda görüş alış-verişinde bulundular.” (Yeni Düzen, 20 Aralık 1991)
“Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in katkı­larıyla KKTC muhalefeti ile yepyeni bir ilişki dönemine girildiğinin işaretleri verilmiş durum­da. Özker Özgür, Türkiye’deki görüşmeler zin­ciri sırasında az da olsa kendisini tanıtma fır­satı buldu. İstanbul’daki konferansında, dinleyi­cilerin sorularını yanıtlarken İngiltere’de eğiti­mini yarıda bırakarak mücahitler arasına nasıl katıldığını, Kıbrıs için nasıl savaştığını anlattı. Dinleyicileri, “Biz sizi Türk olduğunu iııkâr eden bir lider olarak tanıyorduk. Yanılmışız” görüş noktasına getirmeyi de başardı.” (Nokta dergisinden aktaran Yeni Düzen, 23 Aralık 1991)
“Ticaret Odası yeni Başkanı Salih Boyacı, ülkemizdeki siyasi krizin ekonomik yapıyı olumsuz yönde etkilediğini belirtti ve siyasette­ki tekli yapı ile antidemokratik eğilimleri ortadan kaldırmak için toplumsal uzlaşma ve ge­nel seçimin şart olduğunu vurguladı.” (Yeni Düzen, 26 Aralık 1991)
“Denktaş’ın dün, erken seçim için yasal hazırlık yapılmasını isteyen bir yazısının Meclis Başkanlığı ile Başbakanlığa iletildiği bildirildi.” (Yeni Düzen, 28 Aralık 1991)
“Denktaş seçiminden 7 ay sonra gerçeği vurguladı: Modern seçim yasası şarttır!” (Halkın Sesi, 31 Aralık 1991)
“Büyükelçilikte düzenlenen resepsiyonda, “uzlaşma” yönünde önemli görüntüler davetli­lerin gözünden kaçmıyordu. Resepsiyonun en çok konuşulan ve ilgi gören davetlilerinden olan Özker Özgür ile Mustafa Akıncı’nın bir ara Denktaş ve Çetin’le birlikte fotoğrafçılara poz vermeleri, gecenin önemli olayları arasın­daydı.” (Başaran Düzgün, Yeni Düzen, 6 Ocak 1992)
“Siyasi liderler, davetliler, parti üyeleri ve Rum tarafından parti başkanlarının katıldığı kuruluş resepsiyonunda bir konuşma yapan CTP Genel Başkanı Özker Özgür, partisinin 21 yıllık siyasi deneyiminden çıkardığı dersin, “halkın çıkarları doğrultusunda işbirliği ve uzlaşma olduğunu” belirtti... ve şöyle konuştu: “Kıbrıs sorununu çözmeye çalışırken iki toplum arasındaki güvensizliğin büyüklüğünü akıldan çıkarmamak gerekir. Toplumlararası güvensizli­ğin güvene dönüşebilmesi için zamana gerek­sinme vardır.” (Yeni Düzen, 11 Ocak 1992) Denktaş bu süreyi 15-20 yıl olarak belirlerken Özgür, Baf’ta yaptığı bir konuşmada “makul bir süre sonra üç özgürlük kullanılabilir” de­mişti. (Yeni Düzen, 4 Haziran 1991) Gazetenin “makul bir süre” olarak değiştirdiği konuşmada, Özgür’in “beş yıl” dediği KRYK’nin Türkçe haber bülteninde duyurulmuştu.
                                                                ***
CTP’lilerin “devlet ve egemenlik” konusun­da da kafalarının karışık olduğunu çeşitli Yeni Düzen makalelerinde okumuş ve bu sütunlarda “devlet egemenliğinin bölünmezliği” ilkesinin federasyonları konfederasyonlardan ayıran bir özellik olduğunu hatırlamıştık. Ama BM Genel Sekreteri Cuellar’ın son raporunda, oluşturulacak yeni federal dev­letteki egemenliğin ”bölünmez, ama paylaşılabilir” olduğunu belirtmesi üzerine başlayan tartışmada, CTP’liler ilk kez kamuoyu önünde AKEL’in görüşlerinin eleştirisini yapıyordu:
“AKEL Genel Sekreteri Hristofyas ise “Devlet olmanın özelliği olarak egemenlik paylaşılmaz, egemenlik birdir ve bölünmezdir” diyor. Hristofyas galiba federasyon kurulması için çalışıldığını unuttu ve üniter devletlerdeki egemenlik kavramına göre konuşuyor... Rum liderlerinin egemenlik anlayışları yanlıştır. Böyle anlayışlarla federasyon kurulmaz.” (Dr. Mustafa Yektaoğlu, Yeni Düzen, 25 Aralık 1991)
            Kıbrıs sorununu değerlendirme ve çözüm yolları konusunda “milli çizgi”nin yörüngesine giren CTP, artık ehlileştirilmiş sayılmaktadır. Kıraliyet ehlilerinden Sabahattin İsmail ise bu durum karşısında haklı olarak gurur duymakta­dır:
     “Günaydın Yekta. Geç de olsa yaptığın bu tesbit için bravo. Aramıza hoşgeldin. Ahmet Okan’ın önceki gün yazdığı gibi, “bizden üç adım geriden de olsa, bu oldukça olumlu bir gelişmedir.” (Yeni Gün, 28 Aralık 1991)
CTP Genel Başkanı Özker Özgür’ün, Rum tarafının Avrupa Topluluğu’na yaptığı başvuru­yu ileri götürme kararıyla ilgili olarak ya­yımladığı basın bildirisi, Sabahattin’in bu kez de “Aramıza hoşgeldin Sn. Özgür!” başlıklı bir yazı yazmasına neden oldu. (Yeni Gün, 17 Ocak 1992)
“Denktaş’ın, “Türkiye katılma­dan Kıbrıs’ın AT’ye girmemesi” görüşünde ol­duğunu bilen Özgür şöyle diyordu: “Kıbrıs Cumhuriyeti unvanının Kıbrıs Rum toplumunun tekelinde bulunmasından yararlanılarak yapılan bu girişim, Kıbrıs sorununa çözüm çabalarını kolaylaştırıcı olmayacaktır. Kıbrıs’ın Avrupa Topluluğu’na üyeliğine iki toplum birlikte ka­rar vermelidir. Kıbrıs Rum Ulusal Konseyi’nin Kıbrıs sorunu ile ilgili BM gözetiminde bir dörtlü barış konferansını kabul eder gibi gö­rünürken, ansızın karşı çıkarak Kıbrıs Cumhuriyeti’’nin de temsil edileceği uluslararası bir konferansı istemesini anlamak mümkün değildir. Kıbrıs Rum tarafının eşitlik ilkesini ortadan kaldıracak biçimde Kıbrıs Rum toplumunun tekelindeki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temsiliyeti üzerinde durmağa başlaması yapıcı bir yaklaşım olmaktan uzaktır.” (“Rumlar yanlış yolda” manşetiyle verilen haberden, Yeni Düzen, 16 Ocak 1992)
Yüzde 18’lik nüfus ve anlaşma sonucu belirlenecek olan yüzde 20-25 oranındaki toprakla, merkezi devlete federal bir yapı içinde katılacak olan Kıbrıs Türk tarafının görüşmecisi Denktaş, “siyasal eşitlik” deyimi ardına saklanarak, Federal Meclislerde birlikte kullanılacak olan halk ve devlet egemenliğinde yüzde 50’lik bir payı ele geçirmeyi istemektedir. Buna ulaştıktan sonra, yeni federal devletin daha çok Türklerle meskûn olacak kuzey eyaletini, uygun bir zamanda merkezden kopartıp, bu kez uluslararası kabul görebilecek ayrı bir devlete dönüştürmeyi planlamaktadır. Yıllardır verdiği demeçler ve yaptığı konuşmalarda, anlaşmaya yaklaşıldığı dönemlerde uyguladığı taktiklerde bu, açıkça görülmekte ve Kıbrıs Rum tarafınca göz önünde bulundurulmaktadır. Durum böyle iken, yanlış bir hesap sonucu parlamento dışında kalmış olan CTP ve TKP, Denktaş’ın bu “milli çizgi” sine bilinçli veya bilinçsiz olarak destek olmaktadır. Özellikle CTP, son aylarda hızlı bir başkalaşım göstererek, geleneksel rotasını değiştirmiş ve yeni politikalar uygulamaya başlamıştır. O kadar ki daha KKTC’nin ilan edildiği günlerde, Denktaş’ın yörüngesine giren CTP kökenli iki gazeteci, hayretlerini gizlememektedirler: “Sonuna kadar bunlara karşı çıkıp da, bir gecede dönmek, olacak gibi değil. Ağır ağır dönseniz de, başı­mız dönmese olmaz mı?” (Ahmet Okan, Yeni Gün, 24 Aralık 1991) “Haydi çocuklar, biraz daha gayret, biraz daha cesaret.” (Sabahattin İsmail, Yeni Gün, 17 Ocak 1992)
 “Bozkurt”dan sonra, soldan dönenlerin yayın organı olarak temayüz eden “Yeni Gün” gazetesi, Ticaret Odası Başkanı Salih Boyacının CTP ve TKP’yi ziyaretlerini bu anlamlı başlıkla vermişti: “Boyacı ”birleştirici” gibi.” (27 Aralık 1991)
Aynı gazete, 16 Ocak 1992 tarihli sayı­sında doğru olan teşhisini şu başlıkla kamuoyuna duyurmaktaydı:  “CTP şerit değiştirdi. CTP içinde sürdürülen egemenlik tartışmalarına paralel olarak, parti başkanı Özker Özgür de Rumlara karşı sert tavır alıyor.” Haberin de­vamında şöyle deniyordu: “Buna göre, CTP Genel Başkanı Özker Özgür bugüne dek izlemediği bir politika güderek, Kıbrıs sorununun çözümünde Cumhurbaşkanı Denktaş’ın da öteden beri ortaya koyduğu egemenliğin paylaşılması tezini savunmaya başladı. CTP’nin bu görüşü savunmaya başlaması ile birlikte, bu partinin öteden beri AKEL ile paralellik gösteren politikası da çelişmeye başladı. CTP’ye yakın kaynaklar, partinin Güney Kıbrıs’ta izle­nen politikalarla daha da çok çelişeceğine ta­nık olunacağı bir sürecin başlatıldığına dikkat çekiyorlar.” (Yeni Gün, 16. Ocak 1992)
Yıllarca CTP milletvekilliği yaptıktan sonra, görüş ayrılığına düşüp TKP’ye giren ve daha sonra SDP Genel Başkanlığına getirilen Ergün Vehbi’nin, CTP’nin iktidar partisi ile diyalog başlatmasını memnunlukla karşıladıkla­rını belirten açıklaması da şöyle devam ediyordu: “CTP’nin bizim uzun zamandır demokra­sinin bir uzlaşma rejimi olduğu, siyasetin ise kavga değil, rekabet içerdiği yolundaki çağrılarımız noktasına gelmiş olmasını ve iktidar partisini “düşman parti” kabul etmekten vazgeçerek diyalog başlatmasını son derece olumlu bulduğumu açıklamak isterim.” (Yeni Gün, 21 Ocak 1992)
CTP’lilerdeki AKEL aleyhtarlığının dozu giderek artarken Hasan Fadıl 24 Ocak 1992 tarihli Yeni Düzen’de “Güney’de uyuyanlar” başlıklı yazısında şunları yazdı: ‘Türk solu, ülkesinin ve ülke insanlarının geleceği için adil ve kalıcı bir çözümden yanadır. Toplumun esenliği için Kıbrıs’ta federal yapıda ülkenin bütünlüğünü savunuyoruz. Amaç toplumun esen­liği ve bu doğrultuda ülkenin federal bir ya­pıda bütünleşmesidir. Ülkenin bütünlüğü hiçbir zaman toplumun esenliğinden önde gelmez... Rum solu şovenizmin fazlaca etkilediği Rum toplumuna doğru mesajları vermek ve bunu becerebilmek için de Türk toplumunun yapısını iyi tahlil etmek durumundadır... Ulusal Kon­seyde şövenist ihtiyaçlara cevap verici olarak alınan sekter kararlara karşı çıkılmadığı sürece nasyonalizmin batağından kurtulmak mümkün olmayacaktır. Çözümsüzlük en fazla Türk emekçilerini etkilemektedir. Ülkenin kuzeyinde işçiler 806 bin TL asgari ücret temelinde se­falete talim ederken, tavırlarını sadece Güneydekilerin ihtiyaçlarına “yönelik belirlemenin ardından da tümünün siyasal birimi olduğunu iddia etmenin ne anlama geldiğini söylemeye dilim varmıyor.”
Anlaşılan H.Fadıl, Türk kesimindeki as­gari ücretin artırılmasına yönelik sınıf mücadelesinin ve bunun için gerekli bilincin AKEL tarafından verilmesini beklemekte ve “Resmi üyemiz olan herhangi bir Türk ise, ne yazık şu anda yok!” diyen AKEL Genel Sekreteri Hristofyas’ın (Şener Levent’le yapılan söyleşi, Or­tam, 10 Ocak 1990) mucizeler yaratmasını hayal etmektedir.
***
CTP’deki önemli politika değişiklikleri Kıbrıs Rum basınında da yankısını bulmakta gecikmedi. Fileleftheros gazetesinde Anthos Likavgis imzasıyla 6 sütunluk başlık altında verilen haberde şöyle deniyordu: “Şimdi değer­lendirmeye alınan diğer bilgiler, Rum tarafın­da artan oranda endişeler yaratıyor. Çünkü Kıbrıs Rumlarının güvendiği dengeler, Kıbrıs Türk toplumu içerisinde değişikliğe uğruyor ve Denktaş’ın görüşleri takviye görüyor. Böylece Kıbrıs Türk kitlelerinin milliyetçi ve şoven gruplara ve onların tutumların tepkisi azalıyor. Bunun muhakkak belirli bazı olumsuz durumlar için sonuçlar yaratacağı sanılıyor. (Fileleftheros'tan aktaran Halkın Sesi, 6 Kasım 1991)             
Bu arada CTP Genel Sekreteri F.Sabit Soyer, CTP’nin AKEL partisi tarafından Kıbrıs Türklerinin egemenliği konusunda takınılmış bulunan olumsuz tutumu yüzünden eleştirilmesine dikkat çekti. Soyer’in burada yaptığı açıklamada ise, doğruluğu kendi tekellerine almadığını belirtmesi ve kendi çevreleri dışında da doğru görüşler olabileceğini kabul ettiklerini açıklaması ilginçti.” (aktaran Halkın Sesi, 25 Ocak 1992)
   24 Ocak 1992 günü parti merkezinde bir basın toplantısı düzenleyen CTP Genel Başkanı Özker Özgür, şu görüşleri dile getirdi:
İç barışı sağlamadan dış barışa yönelen bir toplum zayıf düşer. KKTC’de erken genel seçimler için iç ve dış koşullar uygundur. Konuştuğumuz UBP’liler ve Cumhurbaşkanının kendisi bile, bu konuda rahatsızdır. Kıbrıs sorunu konusunda olası bir anlaşmayı mevcut parlamento değerlendiremez. En kısa sürede toplumsal bir konsensüs sağlayarak, halk iradesine dayalı organları mutlaka oluşturmak gerekir. Cumhurbaşkanı Seçim Yasası’nı kendileri imzaladığı halde, bugün “modern bir seçim yasası gerekiyor” diyor. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın “yetkili görüşmeci” olmasına karşı çıkmamaktayız. New York ziyaretinden sonra kendisiyle görüşeceğiz. Denktaş, toplum tarafından etkili bir görüşmeci olarak kabul edilmektedir, biz de bu görüşe katılmaktayız. Sorun parlamentodadır. Görüşmecinin arkasında halk iradesine dayalı bir parlamento olmalıdır. Adadaki Türk askerinin varlığı, 1960 anlaşmalarının sağladığı garantiler çerçevesinde şarttır. Toplumun bu varlığa güvence ve psikolojik olarak da ihtiyacı vardır. Kıbrıs sorununun çözümünden sonra bir miktar Türk askerinin adada kalmasında yarar görüyoruz.” (Kıbrıs ve Halkın Sesi, 25 Ocak 1992)

(İlk şekli,  “CTP’nin ‘Milli Çizgi’ye Kayışı” başlığı altında ve iki ayrı yazı olarak Yeni Çağ gazetesi, 16 ve 23 Mart 1992 tarihlerinde, daha sonra da yine “Ahmet An” imzasıyla ve yukarıdaki başlıkla, italik kısımlar eklenerek,  Birlik, aylık siyasi dergi, Mayıs-Haziran 1992, Sayı:17’de yayımlandı.)

AKEL’DEKİ PERESTROYKA MÜCADELESİ VE ADİSOK’UN HAZİN SONU


SBKP’nin M.Gorbaçov önderliğinde 1985 yılında başlattığı perestroyka ve glasnost politikası, dünyanın dört bir yanındaki komünist ve işçi partileri içinde yankısını bulurken, Kıbrıs’taki “Emekçi Halkın İlerici Partisi” (Rumca ilk harfleriyle A.K.E.L.)’de de kuşkusuz etkisini gösterdi. 1941’de kurulmuş olan AKEL’deki Stalinci çizginin savunucusu olan ve 1949’da “enosis ve yalnız enosis” görüşünde olanların adayı olarak partinin Genel Sekreterliğine getirilen Ezekias Papayuannu, Aralık 1986’da yapılan 16. AKEL Kongresi’nde de, değişmez genel sekreter ve tek aday olarak bir kez daha bu göreve seçilmişti. Bu arada parti kademelerindeki yaşlı kadrolar arasında bazı değişiklikler yapılmış, bazıları da sağlık nedenleriyle görevlerinden ayrılmıştı. Uzun yıllar partinin gençlik örgütü olan EDON’un genel sekreterliğini yapmış olan 41 yaşındaki Dimitris Hristofyas, MK Sekreterliğine alınması üzerine, ondan Papayuannu’nun halefi olarak söz edilmeye başlanmıştı. Çünkü yaşlı ve Stalinci kadroya yakınlığı ile tanınmaktaydı.
Bu görev değişikliklerinin yapıldığı parti kongresinin üzerinden daha bir yıl geçmeden, Kasım 1987’de AKEL’in merkez yayın organı olan Haravgi gazetesinde meydana gelen değişiklikler, parti içindeki muhalif unsurlarca yapıldığı su yüzüne çıkardı.
1968’deki Çekoslovakya olayların karşı görüş dile getirdiği için gazetenin yazı işleri müdürü, başyorumculuk yapıyordu. Onun yerine getirilen yeni müdür ise Kıbrıs Rum Gazeteciler Birliği’nin de başkanıydı. Her iki gazetecinin görevlerinden alınması üzerine, üç gazete çalışanıyla birlikte istifa ettiklerini açıklayan muhalifler, 13 Aralık 1987’den itibaren haftalık yeni bir gazete çıkarmaya başladılar.
23 Mart 1988 tarihinde yapılan bir açıklamada Papayuannu’nun Genel Sekreterlikten ayrıldığı ve “daha genç bir yoldaşa yol açtığı” duyuruldu. 12 Nisan günü geçirmekte olduğu bir rahatsızlık yüzünden ölen Papayuannu’nun yerine, acele olarak Hristofyas’ın “geçici” kaydıyla ataması muhalifler tarafından eleştirildi. 16 Nisan 1988 tarihli Embros çıkan bir makalede şöyle denilmekteydi: “Darbe ve istiladan sonra (1974) ve parlamento seçimlerindeki AKEL’in oy azalmasından sonra (1985) bir kongre toplanması gerekmekteydi. Daha sonra AKEL’in desteğinde Vasiliyu’nun seçilmiş olmasına rağmen parti, 1985’deki oy kaybını kapatamamıştır.”
22 Nisan 1988’de toplanan AKEL Merkez Komitesi’nin, Hristofyas’ı 63 oyla Genel Sekreterliğe seçmesi üzerine bir demeç veren, perestoykacıların 11 oy almış adayı ve PEO Sendikası’nın Genel Sekreteri Pavlos Dinglis, seçimin MK’nin dar sınırları içinde değil, parti kongresinde yapılması gerektiği görüşünü tekrarladı.
2 Temmuz 1988’de Embros gazetesi AKEL liderliğini şöyle suçladı: “Perestroyka ve glasnost, AKEL liderlerinin sadece dillerindedir. Zamanı geçmiş yöntem ve uygulamalara bağlı kalmışlardır. Partiye canlılık ve değişiklik getirecek olan gençliğin etkin görevlere gelmelerini engellemektedirler.” Eleştirilerin yoğunlaşması üzerine partinin Lefkoşa İlçe Örgütü, Embros’u çıkarak dört gazetecinin partiden atıldığını açıkladı.
Bu arada Nisan 1989’da AKEL’e yakın gençlik örgütü EDON tarafından yayımlanan bir broşürde, İngiliz Sömürge Yönetimine karşı savaşan EOKA örgütünün ilerici Kıbrıslıları yok etmek ve etkisizleştirmek için İngilizler tarafından yaratılmış bir örgüt olduğu şeklinde bir değerlendirme yer almış ve buna tepki gösteren sağcı örgütlerle bir polemik başlatılmıştı. AKEL içinde yürütülmekte olan enosis (Yunanistan’a bağlanma) eleştirisi ile ilgili tartışmalar daha sonra şekillendirilip, “1964-67 döneminin hatalı politikası” olarak kamuoyuna duyurulacaktı. Ama biz, Kasım 1989’daki tartışmalara dönelim.
18 Kasım 1989 günü yapılan bir parti toplantısında konuşan AKEL Genel Sekreteri Hristofyas, AKEL’in iddiaların aksine perestroykayı desteklediğini söyleyerek, Doğu’daki sosyalist ülkelerde olanların sosyalizmin başarısızlığı değil, yenileştirici gücünün kanıtı olduğuna işaret etti. Hristofyas devamla, parti üyelerine çağrıda bulunarak, “partinin halk kitleleriyle daha yakın bağlar kurmasını, siyasal gücünü artırmasını ve perestroyka ruhunu parti içinde geliştirmek için çabalarını sürdürmelerini istedi.
         21 Kasım 1989 günü PEO Genel Sekreteri ve AKEL milletvekili P. Dinglis’in sendika üyelerine verilen bir seminerde perestroyka konusunda konuşurken söyledikleri, AKEL liderliğiyle olan görüş ayrılıklarını daha da belirginleştirdi. Dinglis, AKEL’in 1968’deki Çekoslovakya işgaline destek vermiş olmasının parti tarihinde bir leke oluşturduğunu ve partiyi böylesi yanlış bir tavrı almaya yol açanların hesaba çekilmesini istedi. AKEL’in perestroykayı desteklediğini ilk defa 18 Kasım 1989’da açıklamasından çok önce, kendisinin bu politikayı benimsediğini açıklamış olan Dinglis, partinin onurlu bir özeleştiri yapmasını talep etti. Stalin’in cinayetlerinin sosyalizmin pekişmesi için kaçınılmaz olduğunu söyleyerek, onu haklı çıkarmaya çalışanların tedavi edilmez Stalinciler olduklarını vurguladı.
     5 gün süren fırtınalı MK toplantısından sonra yayımlanan AKEL bildirisinde partinin “uluslararası gerginlik, soğuk savaş ve yanlış bilgilenme koşullarında Çekoslovakya’daki 1968 olaylarıyla ilgili olarak aldığı kararların yanlış ve geçersiz addettiği” duyurulurken, Embros gazetesi de ağır bir dille suçlanmakta ve “partiyi ve partinin birliğini bozmaya çalışan bir merkez haline geldiği öne sürülen bu gazeteyle dolaylı veya dolaysız bağlantısı olan bütün yoldaşların bu kişileri durdurması” çağrısı yapılmaktaydı. Aynı gün bir açıklama yayımlayan MK üyesi ve milletvekili Mihalis Papapetru, “MK’nin, azınlıkta olsalar bile, üyelerinin kamuoyu önünde konuşma hakkını kısıtlayan kararlarına onay verdiği için, vicdanında dayanılmaz bir suçluluk duygusu taşıdığı” gerekçesiyle MK’dan istifa etti.
    Muhaliflerin durumunun görüşüleceği 26 Ocak 1990 tarihli MK toplantısı, aralarında PEO liderleri A. Jartidis ile P. Dinglis’in de bulunduğu 11 MK üyesinin istifasıyla sonlandı. Partinin gençlik örgütünün Genel Sekreteri olan muhaliflerden Mikis Şanis, basına verdiği bir demeçte, Kıbrıslı komünistlerin bir kimlik bunalımı geçirmekte olduklarını söyledi.
   27 Ocak günü devam eden toplantıda parti kongresinin Eylül’de yapılacağı kararlaştırıldı ve AKEL’in enosis’i desteklemesiyle ilgili şu açıklamanın kamuoyuna verilmesi onaylandı:
-  “Bağımsızlık’tan uzaklaşıp, “enosis”e doğru yönelme kararının sorumluluğu kollektiftir ve o zamanki MK’ya aittir. MK, bunun sorumluluğunun müteveffa parti lideri Papayuannu’ya yükleme çabalarından üzüntü duymaktadır. Ama o zamanki Genel Sekreter olarak Papayuannu’nun da bu sorumlulukta payı vardır.
- AKEL’in içine düştüğü bu hatanın nedenleri vardır: 1. İç cephenin parçalanmaması, 2. AKEL’in yalnız kalıp etkisiz duruma düşmemesi, 3. Komünizm ve AKEL düşmanlığının yeniden canlanmasından kaçınılması.
- Enosis sloganı, anti-emperyalist cephenin kurulmasına yardımcı olma bir yana, Kıbrıslı Türk kitlelerini şovenist liderliğin kucağına itmiştir. Büyük sorumluluk, enosis sloganını istismar eden aşırı sağa yüklenebilir.
- 1967’den beri parti tarafından izlenmekte olan tam bağımsızlık politikasına dönüş, haklı bir politikadır. Bütün Kıbrıs halkı için, kendi kaderini tayin hakkı veya taksim sorununun olmadığına inanmaktayız. Kıbrıs halkı kendi kaderini tayin etme hakkını 1960’da kullanmış bulunmaktadır. Kıbrıs halkı, 1960’da bağımsızlığı seçmiştir. Bağımsız ve federal cumhuriyet, daha sonra 1977 ve 1979’da yapılan Doruk Anlaşmaları ile teyid edilmiştir. Kıbrıs halkı, iki ulusal toplumdan oluşan birleşik bir bütündür. Toplumlardan birine, kendi kaderini tayin etme hakkı tanınırsa, BM üyesi bir devletin dağılmasına yol açılacağı gibi, Helsinki Sonuç Belgesi’ne de aykırı olunacaktır.
- AKEL MK, Kıbrıs sorununun çözümü konusunda şunları hedeflemektedir:
  1. Türk askerleri ve bütün yabancı askerlerin Kıbrıs’tan çekilmesi ve adanın askerden arındırılması,
  2. Türkiyelilerin adadan uzaklaştırılması
  3. İnsan haklarının ve temel özgürlüklerinin iadesi ve bunlara saygı gösterilmesi. Bütün göçmenlerin evlerine dönmeleri, serbest dolaşım ve mülk edinme haklarının tanınması,
  4. İki toplumlu, iki bölgeli, bir federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması,
  5. Genişletilmiş ve güvenilir uluslararası garantiler sağlanması ve tek yanlı müdahale hakkının kaldırılması."
  AKEL’deki muhalif reformcu liderlerden Andreas Jartidis, 8 Şubat 1990 günü yaptığı bir açıklamada, Haziran 1987’deki bir AKEL politbüro toplantısında savunduğu “aşamalı federasyon” görüşünden vazgeçmediğini söyleyerek, şöyle konuştu: “Elde edeceğimiz federasyon, federasyonun en iyi şekli olacak değildir. O nedenle biz, bunun aşılarak, geliştirilmesi için çalışmalıyız. Bu da dürüst bir tavır alınarak, Kıbrıslı Türklerin Rumların, Kıbrıslı Rumların da Türklerin güvenini kazanarak sağlanacaktır.”
      Jartidis, politbüro toplantısında ileri sürülen görüşlerin, o şahsı kötülemek için AKEL tarafından açıklanmasının dürüst bir hareket olmadığını sözlerine ekleyerek, şöyle devam etti:
    “Tüm göçmenlerin evlerine dönmelerinin bugünkü gerçekler ışığında mümkün olamayacağını söyleyen ve geçici hükümet oluştuktan sonra da, adada Türk askerlerinin bir kısmının kalacağını öneren Papayuannu idi ve bu doğrultudaki parti kararlarının metnini hazırlayıp imzalayan odur. Şimdi ölmüş olabilir, ama sorumluluğu aynıdır. Ben, oybirliğiyle gizli olarak alınmış o kollektif karardaki kendi sorumluluğumu üstleniyorum. Partimize Kiprianu darbe vurmak için bu kararı açıklayınca, gizliliği kalmamıştır. Doğru çıkmadıkları anlaşılanlar da içinde, partide ve kamuoyu önünde yaptığım bütün konuşmalarımı yayımlayacağım. Ben hata yapmaktan korkma hastası değilim.”
Kıbrıs’ta iki halk bulunduğunu belirttiğine ilişkin kendisine yöneltilen suçlamalara karşılık da Jartidis, Kıbrıs’ta Rumlardan ve Türklerden oluşan bir halk olduğunu söylediğini, kelimelerle oynamayı sevmediğini belirterek, “önemli olan, Türklerden Türk toplumu veya Türk halkı olarak söz etmemizden çok, onlara verilecek haklar üzerinde varacağımız anlaşmadır. Eğer anlaşma ile self-determinasyon hakları bulunmadığı kararına varılırsa, bu her iki toplum için de geçerli olacak. Ben ayrı self-determinasyon hakkı olmasını tasvip etmiyorum.”
Bu arada 11 Şubat 1990’da yapılan ve 9 saat süren EDON Yönetim Kurulunun toplantısında yapılan oylama sonucu, 8’e karşı, 47 oyla yenilikçi Mikis Şanis’in görevinden alınarak, yerine AKEL liderliğinin görüşlerini destekleyen Kiritsis tek aday olarak seçildi.
Kıbrıs Rum basını, Şubat 1990 başında, AKEL dışında yeni bir sol parti kurulması yolunda çalışmalar yapıldığı haberini duyurdu. 14 Şubat’ta kısa bir bildiri yayımlayan AKEL MK, Cumhurbaşkanı Vasiliyu’nun parti kuracağına ilişkin haberlerin yalanlanmış olmasına rağmen, ona dolaylı çağrıda bulunarak, AKEL’den istifa eden reformcu üyelerden oluşacak böyle bir partiyi reddetmesini istedi.
AKEL’de perestroyka mücadelesi vermekte olanların halka açık ilk toplantısı 7 Mart 1990 akşamı Lefkoşa’da “Girişimci grup” tarafından yapıldı.   Ama o günün sabahı olağanüstü olarak toplanan PEO Yönetim Kurulu, 70 bin üyeli İşçi Sendikaları Federasyonunun başkanı olan Jartidis ile Genel Sekreter Dinglis’i, Şubat ayında alınan ve hiçbir sendika liderinin AKEL’deki anlaşmazlık konusunda kamuoyu önünde konuşmama kararını ihlal ettikleri gerekçesiyle görevlerinden aldı. O geceki toplantıda konuşan Dinglis, bu kararın AKEL liderliğinin yönlendirmesiyle alındığını belirterek şöyle dedi: “Bu olay, gerçek perestroykayı uygulayacak olan demokratik solun yeniden doğuşunda bir aşamadır. Bundan sonra meydana gelecek sorunların tek sorumlusu AKEL liderliği ve onların Stalinizm’e yapışıp kalmalarıdır”.
Papapetru ise yaptığı konuşmada “PEO Yönetim Kurulu, AKEL içinde değişim ile ilgili son umudu da yok etmiştir. Yeni demokratik sol’a öncülük edecek olan yeni solcu bir partinin kurulması artık kaçınılmazdır” dedi.
8 Mart 1990, Ocak ayında AKEL MK’dan istifa eden, ama Temsilciler Meclisi’ndeki AKEL grubunda kalmayı sürdüren 5 muhalif AKEL milletvekili, AKEL grubundan ayrılarak, ayrı bir grub oluşturdular ve sözcü olarak da Dinglis’i belirlediler. Bu durumda Meclis’te 15 milletvekili ile temsil edilen AKEL’in milletvekili sayısı 10’a düşmüş oldu.
22 Mart günü toplanan PEO Yönetim Kurulu, 27 çekimser ve 2 aleyhte oya karşı 54 oyla Merkez’e yakın Antoniyu’yu sendika genel Sekreterliğine seçti. 
Olayların giderek tırmanması, sonunda ayrı bir parti oluşturma şeklinde biçimlendi. 29 Nisan 1990 günü Lefkoşa’da yapılan kuruluş toplantısına 700 kurucu üye katıldı ve partiye Yenilikçi Demokratik Sosyalist Hareket (Rumca baş harfleriyle A.D.İ.S.O.K.) adı verildi. 1980’li yıllarda sosyalist EDEK partisinden atılan veya ayrılan Troçkist eğilimli Militan grubuna yakınlığı ile bilinen grup ile bazı bağımsız kişilerin katılımı ve büyük çoğunluğu AKEL’den ayrılanlardan oluşan ADİSOK’un sözcülüğüne getirilen Jartides, kuruluş toplantısında yaptığı konuşmada, AKEL’i Stalincilik’le suçladı. Partinin kuruluş bildirgesinde yer alan “federal çözüm, iki ulusal toplumun siyasi eşitliğini güvence altına almalıdır” ifadesi, Rum basını tarafından “o güne kadar hiçbir siyasi partinin açıkça Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini tanımadığı için ilgiyle karşılandı.   
            ADİSOK’un 1. Kongresi, 7-8 Temmuz 1990’da yapıldı ve parti başkanlığına Pavlos Dinglis getirildi. Başkan yardımcılığı seçiminde “sosyalist platform”un adayı 88 oy alırken, Papapetru 291 oyla bu göreve seçildi. ADİSOK Kongre Bildirisinde, Kıbrıs sorununa da değinilmekte ve partinin iki toplumlu, iki bölgeli bir federasyondan yana olduğu yinelenerek, Türk askerleri ile Adaya gelip yerleşen Türkiyelilerin dönmesi desteklenmekteydi. Kıbrıs sorununa bulunacak bir çözümün, her iki tarafça kabul edilebilecek ve her iki toplumun da çıkarlarını dikkate alacak ve bir toplumun diğeri üzerinde hegemonya kurmasına olanak bırakmayacak bir çözüm olması gerektiği de belirtilmekteydi.
ADİSOK’un günlük yayın organı haline gelen Embros gazetesinin ekonomik nedenlerle bir süre haftalık olarak yayımlanması ardından, 1991 yılı başlında yayın yaşamına son vermesi, partinin Mayıs ayında yapılacak genel seçimlere zayıf bir şekilde gireceğinin habercisi oldu.
19 Mayıs 1991’deki genel seçimlerde AKEL Rum seçmenlerin %30.6’sının oyunu alarak Meclis’teki milletvekili sayısını 15’ten 18’e yükseltirken, ADİSOK %2.4’lük oy oranına ulaşabildi ve hiçbir milletvekili de çıkaramadı. AKEL Genel Sekreteri Hristofyas, seçim kampanyası sırasında “Sola oy verenler, ADİSOK’a verilecek her oyun, kaybedilmiş bir oy olduğunu söyleyecekler” şeklinde konuşurken, parti gazetesi Haravgi ise şöyle yazmaktaydı: “Solda herhangi bir partiye (AKEL veya ADİSOK’a) verilecek bir oyun, aynı değerde olduğunu düşünmek yanlıştır. Çünkü AKEL, aşırı sağın (DİSİ’nin) iktidara gelmesini engelleyecek olan tek güç olarak kalmaktadır.” Glafkos Klerides’in başkanı olduğu DİSİ ise küçük Liberal Parti’nin desteğiyle oyların %35.8’ini alarak 20 sandalye elde etmişti.
Seçimlerden sonra Hristofyas’ın AKEL’in kapılarının partiye geri dönmek isteyenlere açık bulunduğunu söylemesi üzerine bir demeç veren ADİSOK liderlerinden Jartides, AKEL’den ayrılanların geri dönmek niyetinde olmadıklarını, AKEL’de meydana gelen çatlağın giderilmesinin mümkün olmadığını belirterek, Hristofyas’ın “kapılarımız açıktır” sözünü demagoji olarak niteledi.
            18-20 Ekim 1991 tarihlerinde, çoğunluğu Arap ve Ortadoğu ülkelerinden gelen 16 komünist ve sosyalist partinin katılımıyla AKEL’in düzenlediği bir sempozyumun konusu şöyle belirlenmişti: “21. yüzyılın eşiğinde solun rolü ve bir ideoloji olarak sosyalizm”. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki değişikliklerden sonra, AKEL’in sosyalist ideallere bağlılığını kanıtlamak amacıyla düzenlenen bu toplantıda konuşan Hristofyas, Sovyet modelinin itibardan düşmesinin, kapitalizmin haklı olduğu anlamına gelmediğini ve sosyalizmin gerçekleşebilir olduğunu kanıtlamak için, sol kanat hareketin girişimlerini eşgüdümlü hale getirerek, neo-liberal saldırıya göğüs germek gerektiğini vurguladı.
            15 Aralık 1991’de yapılan yerel seçimlerde ise, AKEL oy potansiyelini %2 artırırken, DİSİ %1’de kaldı. Sosyalist Parti %1 oy kaybederken, ADİSOK dahil diğer küçük partiler hiçbir güç gösteremediler.
Genel seçimlerden sonra parti lideri Dinglis’in, partinin aldığı oy oranına bakmaksızın varlığını ve faaliyetini sürdüreceğini söylemiş olmasına rağmen, yerel seçimler öncesinde parti içinde bazı görüş ayrılıklarının ön plana geçmeye başladığı görüldü. Sağ kanat’ın lideri olan Papapetru, basına verdiği bir demeçte, sol kanat’ın ADİSOK’un rahat çalışmasını engellediğini, yerel seçimlerde partinin desteklediği adaylara oy verilmemesi için bir duyuru dağıttıklarını açıkladı. Sol kanat adına bir açıklama yapan Patrikios Pavlu ise, ADİSOK’un sağa kaymakta olduğunu ve kuruluş ilkelerine ters düştüğünü belirtti. Parti kurulurken kendi Militan gruplarını dağıtmadan parti içinde çalışabilmeleri konusunda anlaştıklarını söyleyen Patrikios, gruplarını dağıtacakları doğrultusunda söz vermiş olduklarını öne süren Papapetru’yu yalanladı.
            23 Aralık 1991 günü yapılan ADİSOK siyasal komite toplantısında, partinin sol kanat üyesi iki kişinin partiden atılması kararı alınması üzerine, sağ kanadı Stalincilik yapmakla suçlayan Başkan Dinglis, meydana gelen anlaşmazlıkta her iki kanadın da suçlu olduğunu ve Başkan Yardımcısı Papapetru’nun kendisinin görevden istifa etmesini önermesini reddettiğini söyledi. Sol kanadın, parti üyelerini yerel seçimlerle ilgili olarak parti tarafından alınan kararlara uymama çağrısı yapmakla tüzüğe aykırı davrandığını vurgulayan Dinglis, buna karşılık sağ kanadın da ADİSOK’u sağa çekme hedefi doğrultusunda, sosyalizm bayrağını indirip, yerine insancıl yüzlü kapitalizmi ve onun gelişmiş şeklinin bayrağını koymaya çalıştığını söyledi. Başkan yardımcısı Papapetru ile Jartides’in başını çektiği sağ kanadın bunu kişisel konuşmalarda söylediklerini, ama kamuoyu önünde söylemeye cesaret etmediklerini belirten Dinglis, sosyalizmi onların sadece bir dış örtü olarak kullandıklarına dikkat çekti.
ADİSOK Yüksek Kurulu’nun 12 Ocak 1992 günü yapılan toplantısında Dinglis tarafından getirilen “Sol kanadın dikkatli davranması için çağrı yapılması” önerisi, 6’ya karşı 35 oyla reddedilince, Troçkist grup partiden tamamen ihraç edilmiş oldu ve bu üyelerin ADİSOK’a mensup olmalarının “istenmeyen ve zarar verici” olduğu karara bağlandı. Partinin ideolojik yöneliminin belirlenmesini isteyen Dinglis ile “sosyalist platform”un sözcüsü Egumenidis’in önerisinin tartışılması ise ertelendi. 1 Şubat günü kurucusu olduğu ADİSOK’un başkanlığından istifa ettiğini açıklayan Dinglis, sosyalizme karşı savaş açan kişilerle aynı parti içinde çalışamayacağını, partinin bundan böyle izleyeceği yolun, partinin olağanüstü kongresinde alınacak kararlara bağlı olacağını söyledi. Siyasal komite tarafından istifası kabul edilen Dinglis’in yerine tüzük uyarınca Başkan Yardımcısı Papapetru getirildi. 15 Mart 1992 günü yapılan ADİSOK Olağanüstü Kongresi, partinin tüzüğü ile siyasal ilkelerinin değiştirilmesini öneren Dinglis’in yenilgisiyle sonuçlandı. Partinin sosyalizme bağlılığını güvence altına alacak değişiklik önerisine 202 red, 31 kabul, 12 çekimser oy verilmesi üzerine, Dinglis partiden de istifa ettiğini açıklayarak, salonu terketti. Sol kanadın son 14 üyesi de toplantıyı terketti, ama istifalarını vermediler. Yapılan seçimlerde Papapetru, ADİSOK’un yeni Genel Başkanı olarak seçilirken, ADİSOK’un orta sağ bir partiye dönüştüğü ve Cumhurbaşkanı Vasiliu’nun bir süreden beri kurmak istediği partinin görevini üstleneceği belirtildi.
            Siyasal gözlemciler, eski Cumhurbaşkanı Kiprianu’nun DİKO partisinin gerileyen oylarını da alacak bir ADİSOK’un %8-10 oy oranına ulaşması halinde AKEL ile birlikte Vasiliu’nun, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yeniden kazanmasının mümkün olabileceğini söylemektedirler.
AKEL’in uluslararası ilişkilerden sorumlu sekreteri Donis Hristofinis şöyle konuşmaktadır: “Bir kapitalist milyoner olmasına rağmen, biz Başkan Vasiliu’yu destekledik. Çünkü anne ve babası partinin eski üyeleriydi ve onda ailesinden bazı inançlar kalmıştır. Ülkenin komünist bir lidere değil, halkı birleştirecek bir kimseye ihtiyaç vardır. Vasiliu, bütün bu gerekli niteliklere sahiptir ve Kıbrıs sorunu konusunda şimdiye kadarki davranışlarından memnunuz.”
            Dünyada oy kaybetmeyen, aksine çalışanların çıkarlarıyla ilgilendiği için oy oranını artıran ve halkı üzerinde en fazla etkili “komünist” partisi olan AKEL’e oy veren bir üye şöyle konuşmuştur: “Kıbrıs’ta gerçek komünist yoktur. Belki partisinin ilk kurucuları komünistti. Ama hepimiz de istisnasız kapitalistiz.”
          AKEL yetkililerinden Donis Hristofinis ise şu görüşte: “Biz kendimize komünist demiyoruz. Ama Marksist olduğumuzu da saklamıyoruz. Biz emekçi halkın ilerici partisiyiz.”
            AKEL’in ne olduğunu anlamak zordur, ama perestroyka’dan sonra herhangi bir değişikliğe uğramadığı kesin. Bir yabancı diplomat AKEL’le ilgili olarak şöyle diyor: “Ben her zaman, dünyadaki son komünistin bir Kıbrıslı olacağına inanmışımdır.”  

(“Ahmet An” imzasıyla, Birlik, aylık siyasi dergi, İstanbul, Nisan 1992, Sayı:16)