Kıbrıs
halkının seçtiği, yasal Makarios hükümetine karşı, 15 Temmuz 1974 günü
Lefkoşa’daki Yunanlı subaylar tarafından, NATO ve CIA’nın desteği ile
gerçekleştirilen faşist darbe, Kıbrıs sorununda yeni bir dönemin başlamasına
yol açmıştır.
Kıbrıs’ın
bağımsızlığına kavuştuğu 1960 yılından bu yana, NATO ve emperyalizmin
Yakındoğu’da yeni bir kalesi durumuna getirme çabaları sürekli olarak
körüklenmiştir. Kıbrıs’ta, gün geçtikçe gelişmekte olan tam bağımsızlıktan yana
emekçi halk hareketinin sindirilmesine yönelik ve adada kurulmuş olan
demokratik rejimin başkanı Makarios’un faşist Yunan cuntası eliyle devrilmesini
amaçlayan darbe olayı, dünya kamuoyunun dikkatlerini derhal Doğu Akdeniz’deki
bu küçük ada üzerine çevirmiştir.
Başpiskopos
Makarios, darbe sabahı kendisini öldürmek isteyen faşist subayların elinden
kaçmayı başarmış ve daha sonra da sığındığı Baf kasabasından Rum halkına
hitaben yaptığı konuşmada, “Yunan cuntası Kıbrıs’ı mahvetmeye ve taksim etmeye
karar vermiştir. Fakat cunta başa geçmemiştir ve ben yaşadığım sürece Kıbrıs’ta
cunta geçmeyecektir” diyerek, “bütün büyük ülkeleri, barışsever bütün hakları;
bağımsızlık, egemenlik, demokratik hakları savunma ve Yunan diktatörlüğüne baş
eğmemem mücadelesinde Kıbrıs halkını desteklemeye” çağırmıştı.
Emperyalizmin
21 Nisan 1967’de Yunanistan’da, 12 Mart 1971’de Türkiye’de uyguladığı
yöntemler, 15 Temmuz 1974’de Kıbrıs’ta deneniyordu. Adanın bağımsızlığını
sözümona “korumak” için gelmiş olan Yunan subayları, darbeden hemen sonra
Lefkoşa’da bilinen terör ve tutuklama sahnelerini tekrarlamışlar, solcu ve
Makariosçu avına başlamışlardı. Bir yandan binlerce ilerici Rum tutuklanırken,
öte yandan da kanlı cinayetler işleniyordu. Darbecilerin Cumhurbaşkanlığına
getirdikleri eski EOKA’cı Nikos Sampson ve kurduğu yeni kukla hükümetin, ilk
resmi teması ABD ve İngiltere Büyükelçilikleri ile yapmış olması, darbe
arkasındaki güçlerin kimliğini göstermesi yönünden ilginçtir.
Kıbrıs
Elen Cumhuriyeti’nin kurulduğu dünyaya duyurulurken, adada yaşayan Türk
toplumunun “seçilmemiş”, tepeden inme lideri Rauf Denktaş, olayları Rumların
bir iş sorunu olarak nitelemiş ve yaptığı radyo konuşmasında Kıbrıslı Türkleri,
evlerinden çıkmamaya ve sakim olmaya davet ederek, “olayların salimen atlatılacağına
eminim” demiştir. Siyaset sahnesine çıkmasından bu yana yıllardır Kıbrıs
Rumlarına ve Enosis propagandasına karşı fanatik milliyetçi bir tutum izleyen
Rauf Denktaş, cuntacıların paralelindeki bu görüşleri savunurken, ertesi gün
Türkiye Savunma Bakanı H. E. Işık “Kıbrıs’taki olayların uluslararası bir sorun
olduğunu” söylüyordu.
Türk
ve Rum Kıbrıslıların faşizme ve emperyalizme karşı ortak bir savaş vermeleri
gerektiği bir dönemde Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanı Denktaş, Kıbrıs Türklerini
tarafsız ve olayların dışına tutma çabaları ile emperyalizmin ada üzerinde
uygulamak istediği planları dolaylı olarak desteklemiş oluyordu. Nitekim darbe
sabahı, CIA’nın yardımları ile kurduğu gazetesinde bastırdığı el ilanlarını
Lefkoşa’da dağıtarak, cuntacıların ortaya attığı Makarios’un öldüğü haberini
yaygınlaştırmaya çalışırken, çabaları boşa çıkıyor ve radyolar Makarios’un
ölmediğini duyuruyordu.
Faşizmin
boyunduruğu altına girmemek için derhal direnişe geçerek, emekçi halkın
demokratik atılımlarını engelleme girişimlerine karşı koyan Kıbrıslı Rum
ilericileri bir hafta içinde binlerce kayıp vermişler ve Atina cuntası, NATO ve
Amerikan emperyalizmine karşı savaşmışlardı. Bu arada ada üzerinde dağınık
halde bulunan Türk bölgelerine sığınmak zorunda kalan bazı yurtseverlerin, Türk
Mukavemet Teşkilatı (TMT) tarafından verilen bir emirle cuntacılara geri
verilmesi, Kıbrıs Türk liderliğinin faşizm yanlısı tutumunun somut
örneklerindendir.
Kıbrıslı
Rumlar arasında gelişen direniş hareketi karşısında emperyalizmin bir
oldu-bitti ile faşizmi Kıbrıs’ın Rum bölgelerinde de yerleştirme çabaları bir
sonuç vermeyince, ABD ortaya bir barış planı atmış ve 8 gün başkanlık
koltuğunda oturtulan Sampson istifa ettirilerek yerine, yıllardır sürdürülen
toplumlararası görüşmelerdeki Rum temsilci Glafkos Klerides getirilmişti.
Kıbrıs’ta
gelişen olaylar karşısında, Kıbrıs’ın bağımsızlığını garantileyen üç NATO
ülkesinden biri olan İngiltere’nin, Türkiye hükümetinin ortak müdahale
önerisini kabul etmemesi üzerine, Türkiye 20 Temmuz 1974 günü, 1960 Garanti
Antlaşmasına dayanarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin zedelenen “bağımsızlık ve toprak
bütünlüğünü korumak ve Kıbrıs’taki Türk ve Rum toplumlarına barış getirmek”
üzere adaya askeri müdahalede bulunduğunu açıkladı. Son güne kadar Kıbrıs’taki
kanlı darbeden Yunanistan’ı sorumlu tutmaktan kaçınan ABD Dışişleri Bakanlığı, müdahale üzerine yaptığı açıklamada Ankara’nın davranışından “üzüntü”
duyduğunu belirtirken, bunalımı tahrik eden Yunan cuntasını kınamamaktaydı.
Çıkartma
sabahı Türkiye başbakanı Ecevit, “Savaş için değil, barış için Yeşiladayı kanlı
bir ada olmaktan kurtarmak, yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek
için adaya gidiyoruz” derken, hükümet sözcüsü Orhan Birgit de müdahalenin
amaçlarını şöyle özetliyordu: “Bu barışçı hareketimizin gayesi, Kıbrıs Cumhuriyetinin
varlığına ve tüm Kıbrıs halkının haklarına yönelik tehlikeyi bertaraf etmek ve
Kıbrıs’ın bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasanın temel
maddeleriyle ihdas edilmiş düzeni yeniden ihya etmektir.”
Bu
karar, kısa bir süre için başta Sovyetler Birliği olma üzere, diğer sosyalist
ülkeler tarafından da desteklemişti. Özellikle Sovyetler Birliği, darbeden
önceki aylar içinde Kıbrıs’ta oynanmak istenen oyunlar karşısında Yunan
cuntasını uyarmış, 7 Temmuz 1974 tarihli İzvestia gazetesinde yayınlanan bir
yazıda da Makarios’un başkanlığındaki yasal Kıbrıs hükümetinin zorla devrilmesi
için ortam hazırlandığı ve bundan endişe duyulduğu açıklanmıştı. 21 Aralık
1963’te, Kıbrıs Cumhuriyeti henüz üç yaşında iken emperyalist ülkelerin
Kıbrıs’ı NATO strateji çemberi içine sokmak amacıyla sürdürmekte oldukları
politikanın bir uzantısı olarak başlattıkları toplumlararası çatışmalardan
günümüze kadar geçen süre içinde Sovyetler Birliği, daima Kıbrıs adasının
bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünden yana olduğunu çeşitli
vesilelerle açıklamıştı. 1955’lerden beri Kıbrıs’taki sağcı unsurların
istekleri ve adanın NATO’laştırılmasını sağlayacak olan ENOSİS ve TAKSİM
tezleri, Sovyetler Birliği tarafından hiçbir zaman desteklenmemişti. Her iki
görüşün de Kıbrıs’ın bütün veya bölünmüş olarak NATO’nun eline geçmesiyle
sonuçlanacağı bir gerçekti. Oysa Kıbrıs’ta bağımsızlığın kazanılmasından sonra
gittikçe gelişen emekçi halk hareketi ve Makarios başkanlığındaki hükümetlerin
tarafsız dış politikası, emperyalizmi rahatsız etmekteydi. Amerikan
emperyalizmine bağlı NATO’nun savaş kırkırtıcıları, Kıbrıs’ı Doğu Akdeniz’deki
kurtuluş hareketlerine karşı bir saldırı üssü olarak kullanmak istiyorlardı.
Kıbrıs
Cumhurbaşkanı Makarios ise içte uyguladığı denge politikasına karşılık, dışta
anti-emperyalist bir politikayı sürdürüyor ve ada üzerinde NATO üsleri
kurulmasına kesin olarak karşı çıkıyordu. Özellikle 1967 yılında Yunanistan’da
faşist cuntanın yönetimi ele geçirmesinden sonra kesinlikle Ada’nın
bağımsızlığının sona ermesi ve NATO üssü haline getirilmesi demek olan enosise
karşı tavır almıştı. Makarios, enosisin gerçekleşmesi halinde, her zaman ve ne
şekilde olursa olsun Türkiye’nin adaya müdahalesine yol açacağını biliyordu. Nitekim
15 Temmuz darbesinden sonra da öyle oldu.
Makarios
ile cunta arasındaki anlaşmazlıklar sadece siyasi ve askeri konulara ilişkin
değildi. Yunanistan’ın askeri rejimleri Makarios’u hiçbir zaman istememişler ve
bizzat Başpiskopos’un açıkladığı gibi Yunan Silahlı Kuvvetleri Komutanlığının
talimatı değilse bile onayı ile Yunan subayları, kendisini öldürmek için birkaç
kez komplo hazırlamışlardı. Dolayısıyla ortadaki sorun bir görüş ayrılığı
değil, bir ölüm-kalım sorunuydu.
Faşist
Atina cuntası, Kıbrıs’ın Rum kesimlerini tam kontrolü altına almak amacıyla
kurmuş olduğu EOKA-B örgütünü yaşatmak için milyonlar harcamıştı. Bunları
kaybetmeye pek razı olmayacaktı. Makarios’un Temmuz ayı başında Atina’ya
gönderdiği mektupta, Rum Milli Muhafız Ordusunda görevli Yunanlı subayların
adadan uzaklaştırılması konusunda gerçekten kararlı görünmesine rağmen,
cuntanın herhangi bir darbe teşebbüsüne girişmeden buna boyun eğebileceğine
inanmak güçtü. Yunan cuntası Kıbrıs’ın içişlerine bir müdahalede bulunmayı
tasarlıyorsa, beş bin muhafızın terhis edilmeleri beklendiği 20 Temmuz’dan önce
harekete geçmek durumundaydı. Nitekim de öyle oldu. Yunanlı generaller enosis
için bir adım atmışlar ve CIA’nın desteği ile Makarios’u devirmişlerdi.
Sovyetler Birliği ise oynanmakta olan oyunu sezmekte gecikmedi ve Türkiye’nin
yanında yer aldı. Fakat siyasi gözlemcilere göre, Moskova, Türkiye, Kıbrıs’taki
yasal düzenin geri getirilmesinden söz ederken, bunu “darbe öncesi düzen”
anlamına yorumlamıştı. Ankara’nın Makarios’u geri getirmekle uğraşmayacağını,
fakat ülkede Ecevit hükümetini güçlendirmek ve Türkiye’nin Kıbrıs’taki
varlığını kalıcı ve sürekli hale getirmek istediğini anlamakta biraz gecikti.
Türkiye’nin müdahalesi, adanın Türk ve Rumlar arasında taksimi demekti. Türk
Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı birliklerin adaya çıkmasından sonra gerçekler ortaya
çıktı. Çıkartma günü Moskova’daki Türk elçisi ile Gromiko arasındaki görüşmeden
sonra resmi bir açıklama yapılmayışı bunu kanıtlıyordu.
20
Temmuz 1974’de toplanan BM Güvenlik Konseyinin 353 sayılı kararı ile ateşkesin
derhal ı-uygulanması, adanın toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi, yasal
hükümetin işbaşına dönmesi ve tüm yabancı güçlerin adadan çıkması gerektiği
ilgili ülkelerce de onaylanmasına rağmen, bu hükümler de
gerçekleştirilmemiştir.
Kısa
bir süre uygulanan ateşkes kararından sonra ABD, garantör ülkeler olan Türkiye
ve Yunanistan’a yeniden silah satmak için faaliyete geçerken, Londra’da yapılan
görüşmelerde Amerikan temsilcisi Joseph Sisco, kendisi ile görüşen Türkiye
Başbakanı Ecevit’e 4 yıldır verilmeyen Amerikan yardımının tümünün verileceğini
söylüyordu. Geçen ay içinde Amerikan Associated Press ajansının açıkladığına
göre Türkiye, Temmuz ile Eylül ayları arasında ABD’den 40.5 milyon dolarlık
askeri borç almış, her biri 84 milyon TL değerinde olan 4 Fantom uçağı bu
hesabın dışında tutulmuştur. Öte yandan bugünkü bütçede Kıbrıs çıkartması
yüzünden 20 milyar TL açık bulunduğu belirtilmektedir. Müdahalenin Türkiye’ye
getirdiği ekonomik ve politik sonuçların incelemesi ayrıca yapılabilir.
“Birinci
Barış Harekâtı”nı izleyen günlerde Cenevre’de başlayan barış görüşmelerine
Kıbrıs halkının temsilcileri çağrılmıyor ve taraflar adayı kendi aralarında
paylaşmaya kalkışıyorlardı. İkinci tur görüşmelerde de ilk iki gün NATO’ya bağlı ülkelerin Kıbrıs’ın geleceği
üzerinde “kantonal mi, federatif mi” diye pazarlık yapmalarından sonra,
Kıbrıslı temsilciler toplantılara katılabiliyordu.
Tarafların
anlaşamamaları üzerine başlatılan İkinci Harekât sonunda, Kıbrıs toprağının
yüzde 40’ına yakın bir kısmı, Türk Silahlı Kuvvetlerinin denetimine geçiyordu.
Ecevit, “harekâtı adayı bölmek için yapmadık” derken, Denktaş yine falso
yapıyor ve “Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin sınırlarının Türk ordusu tarafından
çizildiğini” söylüyordu. Rauf Denktaş, müdahalenin yapıldığı sabah Bayrak
Radyosundan yaptığı konuşmada, Türk birliklerinin adanın dört bir yanından
çıkartma yaptığını açıklarken, TMT’nin Lefkoşa Merkez Komutanlığı da tüm Türk
bölgelerine, Rumlara karşı taarruz emri veriyordu. Oysa çıkartma sadece Girne
kıyılarından yapılıyor ve eldeki kurşunlarını harcayarak, deniz veya havadan
Türk askerlerinin gelmesini bekleyen güneydeki Türkler, sonunda Rum Milli
Muhafızlarına teslim olmak durumuyla karşı karşıya bırakılıyordu. Güney
Kıbrıs’ta kalan Türk bölgelerinde yüze yakın mücahidin ölmesine Rauf Denktaş’ın
radyo konuşması sebep olmuştur.
Enosis
planı suya düşünce, Amerikan emperyalizmi taksim planını uygulamaya koymuştur.
Kıbrıs’ta gelişmekte olan, halkın bağımsızlık, demokrasi ve sosyal ilerleme
yolundaki kazançlarını engellemek ve adayı bölerek kendi planlarını uygulamak
isteyen NATO çevreleri, Cenevre görüşmelerinden sonra alınan kararlarda,
Kıbrıs’ın bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne yer verdirmemiş ve yabancı
askerlerin adadan çekilmesinden de söz edilmemiştir. Ağustos ayı içinde Washington Post gazetesi
yazarlarından John Anderson, yayınladığı bir makalede, ABD Dışişleri bakanı
Kissinger’in adayı taksim etmek istediğini açıklamıştır. Anderson’a göre
Kissinger, sadece, Türklerin sürekli olarak Kıbrıs’ta kalmasının adayı
Sovyetler Birliği’mim elinden kurtaracağına inanmaktadır.
ABD’nin
Kıbrıs adasını bölme politikası, Acheson Planı ile ilk defa 1963 olaylarından
sonra ortaya atılmıştı. Emperyalistler, 1963 Aralık ayı sonunda Türklerle
Rumların birbirlerine karşı kışkırtılmasıyla başlayan çarpışmalar sonunda,
Kıbrıs’ta bozulan anayasal düzeni kendi çıkarlarına daha çok hizmet edecek bir
şekle sokmak için yoğun çalışmalara başlamışlardı. Garanti Antlaşmaları,
Kıbrıs’ın bağımsızlığını zedeleyen bir paravana olup Kıbrıs’ın içişlerine
karışmayı sağlıyordu. Oysa bağımsız bir devlet için NATO garantisine ihtiyaç
yoktur, topraklarında da yabancı asker ve üslerin bulunmaması gerekir.
15
Ocak 1964’de Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından Kıbrıs sorununa bir
çözüm yolu bulmak için Londra’da başlatılan görüşmelerde İngiltere,
arabuluculuk görevinin NATO’ya verilmesini önermişti. Plana göre, Kıbrıs’ın iç
düzenini korumak ve çarpışan toplumları ayırmak amacıyla NATO ülkelerinden
oluşacak bir Barış Gücü kurulacaktı. Sonradan güvenliği sağlama düşüncesi ile
NATO birlikleri sürekli olarak adada kalacak ve İngiltere’nin Kıbrıs’taki
üslerinden ayrılması ile yerine NATO, yani ABD emperyalizmi girmiş olacaktı.
Planı
Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Türk liderliği kabul ettiği halde, Makarios
reddetmişti. NATO yerine BM Barış Gücü’nün adaya gelmesinden sonra da Amerikan
emperyalizmine bağlı Türk ve Rum fanatiklerin ve NATO’nun savaş kışkırtıcılığı
devam etti. Temmuz 1964’e kadar 5,000 Yunan ve 600 de Türk askeri gizli
yollardan Kıbrıs’a sokuldu. Bağımsızlığın koruyucusu olan garantör devletlerden
Türkiye ve Yunanistan’ın bu hareketi, adaya NATO adına girilmesinden başka bir
şey değildi. Bu dönemde adaya gönderilen eski CIA ajanı Grivas’ı yeniden
kurulan Rum Milli Muhafız Ordusu ve Yunan kuvvetlerinin başında görmekteyiz.
Birçok Türk köylerine saldırarak 1955’de başlattığı Enosis kavgasını devam
ettiren Grivas, Ağustos 1964 Erenköy saldırısıyla Türkiye’nin adaya ilk
müdahalesine yol açmış ve birçok can kaybına sebep olmuştu. Bu olayların hemen
ardından ABD Başkanı Johnson tarafından Cenevre’ye gönderilen Dean Acheson,
Türkiye ve Yunanistan’a kendi adı ile anılan Acheson Planını sunmuştur. Genel
çerçevesi itibarı ile Enosisi öneren bu planın Amerikan ajanı Grivas’ın adaya
gönderilmesi ile aynı dönemde ortaya çıkışı çok ilginçtir. Acheson Planına
göre,
1. Kıbrıs, Yunanistan’la birleşecek
2. Kıbrıs Türklerine Karpaz burnunda iki küçük kanton
verilecek
3. Türkiye, Kıbrıs’ta bir askeri üsse sahip olacak
4. Türkiye’ye, Yunanistan’a ait olan küçük Meis adası
verilecekti.
(31 Temmuz 1964, New York Times)
Kıbrıs’ın
bağımsızlığını yitirecek olan bu planın Türkiye ve Kıbrıs Türk liderliği
tarafından kabul edilmiş olması “milli dava” savunmalarında ne kadar samimi
olduklarını ortaya koyar. Politikasını emperyalist çıkarlara göre devamlı
değiştiren Türkiye hükümeti, böylesi bir planı kabul ederken, soruna 120 bin
Kıbrıslı Türkün mü, yoksa kendi çıkarları açısından mı baktığını ortaya
koyuyordu.
21
Nisan 1967 darbesiyle Yunanistan’da başa geçen faşist cuntayı ilk tanıyan
ülkelerden olan Demirel hükümetinin, Makarios’u devirme planlarına hazırlık
olarak ABD’nin baskısıyla yapılan Keşan-Dedeağaç görüşmelerindeki
pazarlıklardan kısa bir süre sonra, Denktaş gizlice adaya girme teşebbüsünde
bulunuyor, ardından da Grivas tarafından düzenlenen Geçitkale ve Boğaziçi saldırıları
gerçekleştiriliyordu.
Toplumlararası
çarpışmalarla soruna bir çözüm getirilemeyeceğini anlayan, hatta NATO’nun
güneydoğu kanadını oluşturan Türkiye ve Yunanistan’ı savaşın eşiğine getiren bu
girişimlerden vazgeçen ve Yakındoğu’daki sosyal ve milli kurtuluş hareketleri
ile durumunun tehlikeye girdiğini gören ABD, nüfuzunu bölgede kuvvetlendirmek
ve Kıbrıs sorununa kendi istediği bir çözümü sağlamak için, iki toplumun
temsilcilerini 1968 Haziran’ında görüşme masasına oturtmuştur. Denktaş’ın adaya
gizlice sandalla çıkma serüveni, 4 yıl süreyle ada dışında kalan “toplum
lideri”nin Kıbrıslı Türkler arasında düşmüş olan itibarını yükseltmek ve onu
kahramanlaştırarak, görüşme masasında söz sahibi yapmak için planlanmıştı. 1964
Temmuz’unda da bir grup öğrenci ile Erenköy’e çıkan serüvenci liderin adaya
resmi yolla geri dönmesini sağladıktan sonra, Yunanistan’a geri çektirilen
Grivas’ın kışkırtıcılık görevi ona devrediliyordu. Cumhuriyet dönemi öncesinde
İngiliz emperyalizminin hizmetinde çalışmış ve sınanmış olan Klerides ve
Denktaş’ın önce üçlü, sonra beşli olarak sürdürdükleri görüşmeler, darbe
öncesine kadar devam ettirilmişti.
Kıbrıs’taki
Türk askeri varlığının baş savunuculuğunu yapma çabasında olan Rauf Denktaş’ın
1973 Cumhurbaşkanı yardımcılığı seçimlerinde anti-demokratik bir uygulama ile
başbaşa getirildiği bilinmekte iken, Kıbrıs’taki Türk halkının gerçek
temsilcisi olduğunu öne sürülemez ve onlar adına görüşme yapma yetkisine sahip
olmaması gerekir. Kıbrıs’ın seçimle işbaşına gelmiş Cumhurbaşkanı Makarios’a
karşı sürdürülmekte olduğu olumsuz tutum, onun hangi amaç ve çıkarlar uğruna
çalıştığını göstermektedir.
Rum
toplumunun temsilcisi Glafkos Klerides için de durum farklı değildir. Başkanı
olduğu Birleşik Parti’nin var olup olmadığı veya gerçekten birleşmiş mi, yoksa
gevşek bir cephe mi olduğu kuşkuludur. 1970 genel seçimlerinde en çok oyu
toplamasına rağmen, başkanı olduğu Rum Temsilciler Meclisindeki 35 sandalyeden
sadece 15’ini kazanabilen ortanın sağcılarını temsil etmektedir. Partisinin
resmi görüşü, Enosisten yanadır. Tıpkı Denktaş’ın Ulusal Dayanışma Grubu’nun
politik görüşünün taksim olduğu gibi.
Nitekim
adanın bağımsızlığını savunan Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı düzenlenen faşist
darbeden sonra, toplumlar arası ilk bağlantıyı, emperyalizmin Kıbrıs’taki bu
sadık adamları kurmuştur. Klerides, “Denktaş’la her şeye rağmen iki iyi dostuz.
Bu gelişmekte olan olayları etkileyemez” diye konuşmuştur. Geçici olarak Kıbrıs
Cumhurbaşkanlığı görevini sürdürürken de, Kissinger’in Ankara’ya gelişinin
ertelenmesinden bir gün önce, senaryo uyarınca kendisine verilen rolü
oynayarak, “Rumların ister istemez coğrafi temele dayalı federasyon fikrine
kendilerini alıştırmaları gerektiğini” söylemiş ve emperyalizmin adayı bölme
planlarına hizmet etmekte olduğunu ortaya koymuştur. Bu arada “insancıl
sorunların görüşülmesi” perdesi ardında, Denktaş’la yaptıkları görüşmelerde,
Türkiye’nin adaya müdahalesinden sonra oluşan Türk ve Rum kesimleri arasında
nüfus kaydırmasını da gerçekleştirerek, Kıbrıs’ın ikiye bölünmesini
sağlamışlardır. 20 Eylül 1974’de Kıbrıs’a dönen Türkiye’nin görüşmelerdeki
anayasa uzmanı Orhan Aldıkaçtı da, danışmanlık görevini sürdürmektedir.
Karşılıklı olarak 3,308 Türk ve 2,479 Rum savaş tutsağının değiştirilmesinden
sonra Rum tarafı, Türkiye’nin adaya müdahalesinden sonra 3,000 kişinin
kaybolduğunu öne sürmektedir.
Kıbrıs’ı
kuzey ve güney diye iki parçaya ayıran ilk hattın kuzeyinde kalan bölgede,
müdahale öncesi 162 bin Rum ve 71 bin Türk yaşamaktaydı. Bugün güneyde kalan
Türklerin sayısının 8,200’ü Ağrotur İngiliz üssünde olmak üzere 30 bin kadar
olduğu tahmin edilmektedir. Bir BM Raporu’na göre 8 bini Karpaz bölgesinde
olmak üzere, kuzeyde dağınık halde yaşayan 13 bin Rum kalmıştır.
Kıbrıs
Coğrafya Derneği’nin Türk müdahalesinin Kıbrıs’a getirdiği değişiklikler
hakkında hazırladığı raporda, üç kasaba ile 107 Rum köyü ve 55 karma köyün
Türkler tarafından işgal edildiği belirtilerek, şu bilgiler verilmektedir:
“İşlenebilir toprağın %55’i ile 25 bin dönümlük narenciye bahçesi, Kıbrıs’ın
%38.5’ini elinde tutan Türk işgali altında bulunmaktadır. Zahire yetiştiren
Mesarya ovası ile zeytin ürününün %45’i, patates ürününün %25’i, tütün ürününün
%100’ü, çeşitli sebze ürününün %32’si, otlakların %55’i ve harup ürününün %30’u
Türklerin elindedir. 20 bin baş sığır, 80 bin domuz, 7 milyon piliç ve 500 bin
koyun ve keçi, Türklerin eline geçmiştir. Bombalamalar sonucu Kıbrıs devlet
ormanlarının beşte birini oluşturan 340 km2’lik çam ormanı yanmıştır. Yeniden
ağaçlandırma, 5-10 yıl içinde 3-4 milyon Kıbrıs lirasına mal olacaktır. Kıbrıs’ın
iki büyük pınarı olan Değirmenlik ve Lapta başpınarları ile yeraltı su
kaynaklarının %60’ı, Karadağ’daki en büyük maden ocağı ile Beşparmak’taki taş
ocakları da Türk bölgesinde kalmıştır. En büyük liman olan ve ticari deniz
trafiğinin %83’ünü çeken Mağusa Limanı ile Lefkoşa ve Mağusa sanayi bölgeleri
Türklerin elindedir.
Darbe
olayı ve ardından Türkiye’nin adaya askeri müdahalesinden sonra Kıbrıs’ta meydana
gelen değişmeler, sorunun çözümünü daha karmaşık bir duruma sokmuştur. 17 Ekim
1974 günü İngiliz Times gazetesinde “Kıbrıs niçin politik bir volkan olmaya
mahkûm görünüyor?” başlıklı bir yazı yayınlayan Kıbrıs’taki BM Barış Gücü eski
komutanlarından Michael Harbottle, görüşlerini şöyle anlatıyor: “Kıbrıs’ta iki
toplum barış içinde birlikte yaşamak istiyor. Geçenlerde Kıbrıs’ta iki hafta
kaldım. Bu inancım daha da güçlendi. Taksim, ya da coğrafi federasyon, ada
halkı tarafından istenen bir çözüm şekli değildir. Türklerin pek çoğu
doğdukları, yaşadıkları yerlerde kalmak istiyorlar. Kıbrıs’ta yerinden ve
malından mülkünden edilen ve şimdi güneyde kalan 200 bin insana iş bulmak, ev
bulmak için 950 milyon sterlin gerekiyor. Adanın taksimi, onlara evlerine geri
dönme özgürlüğünü tanımıyor… Pek çok köyde Türkler ve Rumlar dostça komşu
olarak yaşıyor, toplum konularında işbirliği yapıyor. Son olayların bunu
sarstığı akla gelebilir. Ama hayır; işbirliği ve birlikte yaşama isteği hem
Rumlar, hem de Türkler arasında her zamankinden güçlü. Örneğin, bir köyde
polisin makineli tüfek taşıdıkları şüphesiyle rehin aldıkları Kıbrıslı
Türkleri, Rumlar serbest bıraktırdı. Her gün böyle haberler geliyor ve adayı
bilenler buna hiç şaşmıyor.”
Gerçekten
de yüzyıllar boyunca barış içinde birarada yaşamış olan Türk ve Rum toplumları,
1955’lerden beri uygulanan emperyalizmin adayı bölme planlarından tedirgin
olmakla beraber, yine de savaş dönemlerinden sonra kısa bir süre içinde
kaynaşmışlar; tarlada, fabrikada ve işyerlerinde dostça çalışabilmişlerdir.
1958, 1963 ve 1967 çarpışmalarından sonra Türk ve Rum Kıbrıslılar,
emperyalizmin kışkırtmaları olmadığı dönemlerde birarada yaşayabileceklerini
dünyaya göstermişlerdir.
Kıbrıslı
Rumlar arasında 1965 yazında yapılan bilimsel bir kamuoyu araştırmasında şu
ilginç sonuçlar ortaya konmuştu (Bak. Cyprus, Constitutionalism and Crisis
Government, Stanley Kyriakides, University of Pennsylvania Press, 1968):
“Kıbrıs sorununu doğuran nedenler nelerdir?” sorusuna cevap veren halkın %85’i
Zürih ve Londra Antlaşmaları ve NATO, %5’i Kıbrıs Türkleri ve %9.2’si de öteki
faktörler diye cevap vermiştir. “Öteki faktörler” adı altında “Amerika ve
İngiltere’nin emperyalist politikaları” şeklinde açıklama yapılıyordu. “Kıbrıs
sorununa en iyi çözüm yolu nedir?” sorusuna cevap veren halkın %71.8’i BAĞIMSIZ
KIBRIS, %18’i Enosis ve %10.2’si diğerleri şeklinde cevap vermişti. Dikkati
çeken nokta, Enosis isteyenlerin %90 kadarının 1955-60 döneminde EOKA’da aktif
görev almış gençlerin olmasıdır.
Görüldüğü
gibi, Kıbrıs Rum halkının çoğu, Türkleri düşman olarak görmüyor, sorunu
emperyalizmin zorladığı anlaşmaların ve NATO’nun kışkırtmalarının doğurduğunu
biliyordu. Gerçeklerden uzak tutulan Kıbrıs Türk halkında ise, kendilerine,
olayların Rumların saldırması ile başladığı yutturulmaya çalışıldığı halde,
genel olarak Rumlara karşı bir düşmanlık görülmüyordu.
Öte
yandan 5 Nisan 1974 günü Milliyet gazetesinde yayınlanan Yunanlı Prof. Panzati
Terlikçi’nin düzenlediği anketin sonuçlarına göre, Yunanistan halkı da “Kıbrıs
için Türkiye’ye karşı bir savaşı göze alır mıydınız?” sorusuna, “Hayır”
cevabını vermekte, Enosis kapılarını kapatacak “Bağımsız bir Kıbrıs tezine
çoğunlukla “Evet” demektedir.
Kuruluşunun
14. Yılında bağımsızlığı NATO zincirleri ile prangaya vurulmak istenen Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin yurttaşları, barış ve güvenlik istemektedir. Oysa Emperyalizmin
dün olduğu gibi bugün de ada üzerinde planlarından vazgeçmemiştir.
BM
üyesi bağımsız bir devletin yurttaşları olan Kıbrıslı Türkler ve Rumlar, kendi
sorunlarını kendileri, dıştan karışma olmadan çözebilme hakkına sahip
olmalıdır. NATO’ya bağlı garantör ülkelerin aldığı ve alacağı kararların, son
tahlilde Amerikan emperyalizminin çıkarlarını savunacağı açıktır.
1974
yılı başında yeniden başlayan Kıbrıs’taki İngiliz üslerinin devredilmesi
pazarlıkları henüz bitmemiştir. Ekonomik bunalım yüzünden savunma harcamalarını
kısmak zorunda kalan İngiltere, adadaki stratejik önemi Süveyş kanalının
açılacağı önümüzdeki günlerde daha da artan üslerindeki asker sayısını
azaltarak, geri çekilmek ve bunları NATO’nun dolaysız denetimine vermek
istemektedir.
Amerikan
emperyalizmi, Ortadoğu’da gerilerken Kıbrıs’taki askeri üslere ve imtiyazlara
sahip olmak ve bunları gerektiğinde bölgedeki savaşlarda kullanmak yetkisini
istemektedir. Bu amaçla, Kıbrıs’taki iki toplumu birbirine düşürerek,
aralarında karışıklık çıkarmak suretiyle Kıbrıs halkını –Türklerle Rumları-
hedeflerinden saptırmak ve böylece emperyalizmin üslerinde rahatça
mevzilenmesini ve çıkarlarını koruyacak şartları denetiminde tutmasını sağlamak
için uğraşmaktadır. Oysa tüm ayrılıkçı ve şovenist propagandaya rağmen,
Kıbrıslı Türklerle Rumların çıkarları ortaktır. Birbirine ters düzen ve
uyuşması asla mümkün olmayan Kıbrıslılarla emperyalistlerin çıkarlarıdır.
Türkiye’nin
adaya müdahalesinden sonra, TSK’nın denetimindeki bölgede kalan Girne
yakınlarındaki Karava Radyo ve TV Dinleme İstasyonunda darbe öncesinde 50’ye
yakın CIA personeli ve memur çalışmaktaydı. Çarpışmalardan sonra buradaki
personel Beyrut’a taşınmış ve Lefkoşa yakınlarındaki ikinci dinleme istasyonu
da çalışmalarını azaltmıştı. Eylül ayı ortalarında yeniden çalışmalarına
başlayan Amerikan dinleme istasyonları, CIA’nın Dış Yayın Enformasyon Servisi
(FBIS) tarafından işletilmektedir. Makarios hükümetine açıklanmayan miktarda
bir kira ödediği bilinen ABD’nin bu dinleme istasyonları hakkında, bugünkü
Kıbrıs Otonom Türk Yönetiminin ne düşündüğü siyasi gözlemciler tarafından merak
konusu olmaktadır. Geçmişte İngiliz üsleri için “Madem ki bize bir zararları
yok, varsın kalsınlar” diyebilen Kıbrıs Türk Yönetiminin bugünkü başkanı Rauf
Denktaş, 20 Ağustos 1974 günü Ankara dönüşü, yabancı gazeteciler tarafından
kendisine yöneltilen üslerin geleceği ile ilgili bir soruya şu karşılığı
vermiştir: “Biz Kıbrıs Cumhuriyeti hakkında konuşuyoruz. İngiliz üsleri, Kıbrıs
Cumhuriyeti topraklarına dâhil değildir.” (Special News Bulletin, 27 Ağustos
1974) Adanın NATO’laştırılması için emperyalizmin eski-yeni tüm planlarının
pazarlık konusu edildiği şu günlerde, Kıbrıslı Türk Yöneticiler, Ortadoğu ve
bütün dünyadaki anti-emperyalist mücadelenin içinde bulunduklarını, bu
mücadelenin bir parçası olmaları gerektiğini artık anlamak zorundadırlar.
Savaşın
getirdiği sosyal ve ekonomik çöküntü, bugün Kıbrıs halkının geleceğini tehdit
eder bir durum almıştır. Üretim %60 düşmüş, normalde %1.2 olan işsizlik oranı
%10’a ulaşmıştır. Halen 22 bini çadırlarda yaşamakta olan Kıbrıslı Rumların
üçte biri, göçmen durumuna düşerken, 1963 çatışmalarından sonra 23 bin göçmen
veren Kıbrıslı Türkler de bugün, “kurtarılmış” topraklar üzerinde çetin bir
yaşama ve varolma mücadelesi vermek durumundadırlar.
Harekâtı
izleyen günlerde ülkemizdeki radyo ve gazeteler, görevli veya görevsiz bir sürü
kişi veya heyetin inceleme yapmak üzere Kıbrıs’a gittiğini duyurmuşlardı.
Türkiye’yi kalkındıran bu seçkin zevat, sıranın şimdi de Kıbrıs’a geldiğine
karar vererek, hazırlıklara başlamışlardı. Oysa bugün Kıbrıslı Türklerin içinde
bulunduğu duruma yakından baktığımız zaman, çözüm bekleyen tüm sosyal ve
ekonomik sorunlara hâlâ el atılmadığını ve yılların kökleştirdiği keyfi yönetim
ile anti-demokratik uygulamaların sürdürülmekte olduğunu görmekteyiz. Hayat
pahalılığı ve karaborsacılık başını almış giderken, ekonomik sorunlarla görevli
yönetim sorumlusu New York’a temsilciliğe gönderilmiştir. Rum kesimi ile
bağlantının kesilmesiyle sebze ve meyve darlığı başgöstermiş, Türkiye’den ithal
edilen yiyecek maddeleri %250-500 kârla satılmaya başlanmıştır. Örneğin Mersin’den 2 liraya alınan elmanın
kilosu, Lefkoşa’da 10-15 liraya satılmaktadır. Çeşitli ihtiyaç maddelerinin
ithal yetkisini tekeline alan ve Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanının da
hissedarları arasında olduğu bilinen bir ticari kuruluş, bu yüzden vurgunlar
vurmaktadır. Öte yandan kuzeydeki evlerini terkeden Rumlara ait taşınabilir ve
taşınamaz malların paylaşımında eski ve yeni göçmenler arasında ayrıcalıklar
güdüldüğü, yetkili kişilerin nüfuz suistimali yaptıkları haberleri Kıbrıslı Türkler
arasında hoşnutsuzluklara yol açmaktadır.
Kıbrıs
Otonom Türk Yönetimi Başkanı Rauf Denktaş’ın halen mevcut Yönetim Meclisi’ni
kaldırarak, yeni bir anayasa hazırlatacağı ve atama suretiyle oluşturulacak bir
Kurucu Meclisi toplayacağının açıklanması, halk arasında geniş tepkiler
yaratmıştır. 8 milletvekilinin “Özgürlük Grubu” adı altında toplanarak, tüm
anti-demokratik uygulamalara karşı sonuna kadar mücadele edeceklerini
duyurmaları, kurulmak istenen diktatörlük rejimine karşı ilk direniş niteliğindedir.
Kıbrıslı
Türklerin demokratik hak ve özgürlüklerine getirilen kısıtlamalar ve halkın bu
yolda örgütlü mücadelesine karşı uygulanan faşizan baskılar, Kuzey Kıbrıs’ta
gün geçtikçe yaygınlık kazanmaktadır.
Kasım
ayı başında adayı ziyaret eden Kanada Savunma Bakanı Richardson ile yaptığı
görüşmeden sonra, “Askerlerin adada ebediyen kalması mı gerekeceği” yolundaki
bir soruya cevap veren Rauf Denktaş, sorunun %90’ının halen çözülmüş
bulunduğunu, buna Türk bölgesinin kurulmasının yol açtığını, geriye kalan
%10’unun da “akıl ve izan yoluyla” halledilebileceğini belirtmiştir.
Lefkoşa’daki ABD Büyükelçiliği ise Rum göçmenlere evlerini unutmaları
gerektiğini ve tazminat vereceklerini söylemektedir. Kıbrıs kaynaklı diğer bir
haber de CIA ve EOKA ileri gelenlerinin Mağusa’nın güneyinde, Türk denetiminde
bulunan bir turistik sitede müteaddit toplantılar yaparak, görüş teatisinde
bulunduklarını öne sürmektedir.
Kıbrıs
halkının büyük tezahüratla, “O geri döndü” diye bağırarak, yüzlerce, binlerce
kişiyle karşıladığı Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’un adaya dönüşü ile
toplumlararası ilişkilerin nasıl gelişeceğini önümüzdeki günler gösterecektir.
Kıbrıslı Rumlar arasındaki olayların, burjuva basınının yazdığı gibi Makariosçu
ve Grivasçı çatışması değil, Kıbrıs’ta gerçek demokrasinin savaşını veren
Emekçi Halkın İlerici Partisi (AKEL) ile faşizmin savunuculuğunu yapan EOKA
arasında olduğunu artık dünya demokratik kamuoyu anlamıştır. Amerikan
emperyalizmi için önemli olan adanın gerçek bağımsızlığa kavuşması, yani Kıbrıs’ın
Yunanistan, ya da Türkiye’nin denetiminden çıkmaması, resmi olmasa bile fiilen
taksimin gerçekleşmesidir.
Kıbrıs
adasının bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğü için savaşan demokratik
güçlerin anti-faşist ve anti-emperyalist birliği er veya geç başarıya
ulaşacaktır.
(“Mehmet
Yüksel” imzası ile, İlke dergisi, Ocak 1975, Sayı:13)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder