30 Ocak 2025 Perşembe

2003’DE GEÇİŞ KAPILARININ AÇILMASINA YOL AÇAN BAŞVURUMUN ÖYKÜSÜ

1974 olaylarından sonra iki toplumdan gelen sıradan Kıbrıslıların ilk buluşması, BM Barış Gücü’nün Nobel Barış Ödülü’nü alması dolayısıyla, Lefkoşa’daki Ledra Palas Otel’de 24 Ekim 1988 günü düzenlenen törende gerçekleşti. İkinci kitlesel buluşma ise, yine aynı otelin bahçesinde 16 Nisan 1989’da Uluslararası Öğrenci Birliği tarafından örgütlendi. Her iki toplantıya yaklaşık 100 kadar Kıbrıslı Türk izin alıp katıldı ve Kıbrıslı Rum yurttaşlarıyla görüş alış verişinde bulunma olanağını buldu.

10 Mayıs 1989’da ilk defa Prag’da buluşan Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum siyasal parti yetkilileri, 10 ve 17 Haziran 1989’da Ledra Palas Otel’de buluşarak, günümüze kadar gelen aylık toplantılarının temelini attılar.

TEMAS GRUBU’NUN KURULMASI

“Bağımsız ve Federal Kıbrıs için Temas Grubu” adı verilen ortak bir siyasal hareket ise, önce Mart 1989’da Batı Berlin’de, daha sonra da Lefkoşa’daki ara bölgede, 24 Eylül 1989’da Ledra Palas Otel’de toplandı. Bu örgütlenme, ilerici Kıbrıslı Rum ve Türklerin, Türk yeraltı örgütü TMT’nin 1958’deki tedhiş dalgasından sonra, ilk defa gerçekleşiyordu. Temel ilkelerimizi ve görüşlerimizi kamuoylarımıza duyurduk ve sonra da, “Kıbrıs’ta federalizm” konusu üzerine hazırlanmış olan her iki taraftan yazılı bildirileri tartışmak üzere buluştuk. “Bağımsız Kıbrıs” konusunu inceleyecek zamanımız olmadı ve Ledra Palas’ta ancak üç defa toplanabildik.

18 Aralık 1989’da 12 Kıbrıslı Türk ve 34 Kıbrıslı Rum hekimle birlikte Kıbrıslı Tıbbi Profesyonellerin İşbirliği Komitesi’ni oluşturduk. 15 Ocak 1990 günü 4 Kıbrıslı Rum hekim arkadaş, Lefkoşa Türk Devlet Hastanesini ziyaret etti. Ama Şubat 1990’da Leymosun’da yapılan Uluslararası Kanser Sempozyumuna Kıbrıslı Türk hekimlerin katılmasına izin verilmedi.

ETKİNLİKLER 

Bağımsız ve Federal Kıbrıs için Temas Grubu olarak, birçok siyasal, kültürel, tıbbi ve sosyal toplantı düzenledik. Örneğin Kıbrıslı Türk muhalif liderler Alpay Durduran, Mustafa Akıncı ve Özker Özgür, Lefkoşa’daki Mağusa Kapısı Kültür Merkezi’nde düzenlediğimiz üç ayrı etkinlikte, ilk defa Kıbrıslı Rum dinleyicilere hitap etme olanağını buldular. Ama bu ortak etkinliklerden en çok ses getireni, Aziz Nesin’in Kıbrıs Yazarlar Birliği’nin çağrısı ile 17-19 Aralık 1990 tarihlerinde Lefkoşa’yı ziyaret etmesi ve kuzeye geçerek Saray Otel’de iki defa halka açık toplantı düzenlemesiydi.

Kıbrıs Türk liderliği, gerçek federal sistemin ilkeleri hakkında kamuoyunu aydınlatma çalışmalarımıza karşıydı. Bir süre sonra geçiş izinlerimizi vermemeye başladılar.

ATAKOL’U ZİYARET

6 Mayıs 1991’de Temas Grubu Hareketimizden 4 kişilik bir heyet, resmi olarak geçiş izinlerini veren sorumlu dairenin bağlı olduğu Dışişleri Bakanı Kenan Atakol’u ziyaret etti. Bakan bize, Kıbrıslı Rum yurttaşlarımızla her buluştuğumuzda, Kıbrıs Rum basınının bizim, “işgal altındaki bölge”den geldiğimizi yazdığını ve bizim de “işgal” altında yaşamadığımıza dair bir şey söylemediğimizi ifade etti. Ben, Atakol’a Hareketin Kıbrıslı Türk koordinatörü olarak “işgal” değerlendirmesini, Kıbrıs’ta bir gerçek olarak kabul ettiğimi söyledim. Biz o gün Bakanlık’tan ayrıldıktan sonra, Kenan Atakol, bu olayı Rauf Denktaş’a rapor etti. Denktaş da “Türk Barış Kuvvetleri”nin komutanına bir mektup yazarak, bana ve o ziyarette bana eşlik eden diğer üç kişiye asla geçiş izni verilmemesini bildirdi.

İLK BAŞVURU

13 Mayıs 1991’de Bağımsız ve Federal Kıbrıs için Temas Grubu Hareketi’nin Kıbrıslı Türkler Komitesi, Strazburg’daki Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu’na, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “Kıbrıs Türk makamları” aleyhine bir şikayette bulundu. Bu başvuru, Kıbrıs Türk liderliğini öfkelendirdi ve basında bize karşı tepki koydu. Komisyon, Kıbrıs hükümetinin “Sözleşme’nin 1. maddesine göre, Kıbrıs’ın kuzeyindeki Kıbrıs Türk makamlarının eylemlerinden sorumlu tutulamayacağı”na karar verdi ve başvurumuzu kabul edilemez bulduğunu açıkladı. (Başvuru No.18270/92, Ahmet Cavit An ve diğerleri, Kıbrıs’a karşı, 8 Aralık 1991)

RESMİ MAKAMLARLA YAZIŞMALAR

3 Şubat 1992 tarihli ve “KKTC Sağlık Bakanlığı”ndan aldığım bir yanıt mektubunda, “KKTC Bakanlar Kurulu tarafından alınmış ve benim Kıbrıslı Rumlarla temasımı yasaklayan bir karar”ın bulunduğu bana bildirildi.

7 Mayıs 1992’de, KKTC Başbakanı’na bir mektup yazarak, yukarıda sözü edilen mektuptaki Bakanlar Kurulu kararının içeriği hakkında bana bilgi verilmesini talep ettim. Ama hiçbir yanıt almadım.

29 Mayıs 1992’de Türkiye Dışişleri Bakanlığına bir protesto mektubu gönderdim, o da yanıtsız kaldı. 18 Mayıs 1994’de “KKTC Dışişleri ve Savunma Bakanlığı, Konsolosluk ve Azınlık İşleri Dairesi”nden aldığım bir mektupta, 19 Nisan 1994 tarihli izin talebinin bana verilmeme gerekçesi olarak, “Güney’de bulunduğum zaman “devlet aleyhinde propaganda yaptığım” için “güvenlik nedenleri ve kamu yararı” gerekçesiyle bana izin verilmediği bildirildi.

İKİNCİ BAŞVURU 

24 Eylül 1989 ile 8 Eylül 1992 tarihleri arasında, ben, hem kendi adıma, hem de Hareket’in Kıbrıslı Türk üyeleri adına, Dışişleri Bakanlığı’na 87 defa başvurarak, “Yeşil Hat”tı geçip Ledra Palas Otel’e veya Lefkoşa’nın Kıbrıs Rum kesimine geçmek için izin istedim. Sadece 15 defa olumlu yanıt alabildim.

Reddedilen başvurular arasında, 9 Mayıs 1992’de Lefkoşa Uluslararası Havaalanı’nda BM Barış Gücü tarafından düzenlenen “Bahar Şenliği” ve 29 Haziran 1992’de BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin örgütlediği iki toplumlu tıbbi seminere katılmam da vardı. Ayrıca, 17 ve 24 Mayıs 1992’de, aynı makamlar, Hareketimiz tarafından Lefkoşa’nın kuzeyinde düzenlenen bir toplantıya Kıbrıslı Rumların katılması için izin vermeyi reddetti.

BM Göçmenler Yüksek Komiserliği (UNHCR) tarafından düzenlenen iki toplumlu tıbbi seminerlere başvuran bütün hekimler gidebiliyorken, sadece bana izin verilmiyordu. Siyasal görüşlerim nedeniyle ayrımcılığa tabi tutuluyordum. Bu şekilde 5 tıbbi seminere katılmam engellendi. Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu’na bu durumları şikayet etmek için bir yol bulmaktan başka bir şansım kalmamıştı.     

İşte AİHK’una ikinci başvuruyu 8 Eylül 1992’de mesleki gelişmeme engel olunması nedeniyle yaptım. (Başvuru No.20652/92) O sıralar Rum kesiminde, özel geçiş izni almış 1,500'den fazla Kıbrıslı Türk çalışmaktaydı. Ben de Lefkoşa'nın Rum kesimindeki bir özel hastanede iş bulmuştum ve zamanın ABD Büyükelçisi Robert Lamb'ın da aracı olmasına rağmen, askeri ve sivil makamlar bana çalışma ve geçiş izni vermediler. Bana karşı uygulanan bu ayrımcılık, 1993 yılında yayımlanan ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Kongre Dış İşleri Komitesi'ne sunduğu yıllık raporda da yer aldı.   

Öte yandan da 1993 yılından başlayarak, ABD Büyükelçiliğinin himayesinde düzenlenen “Conflict Resolution” (Uyuşmazlıkların Çözümü) gruplarının toplantılarına katılan yüzlerce Kıbrıslı Türke, sürekli geçiş izinleri sağlanmaktaydı. Ama onların temaslarına da Aralık 1997'den itibaren yasak kondu.

Benim Komisyon’a başvurma nedenlerimden ilki, örgütlenme özgürlüğü üzerineydi. Seyahat özgürlüğü anlamında bir başvuruda bulunmadım. Zira bildiğim kadarıyla Türkiye, henüz seyahat özgürlüğü ile ilgili maddeyi imzalamış değildi.

İkinci başvurma nedenim, yerli hukuk yollarını sonuna kadar kullanmış olmamdı. Buradaki Dışişleri Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı’ndan sonra, Başbakanlık’a da başvuruda bulundum. O sıralarda Özker Özgür Başbakan Yardımcısı’ydı ve ona yazdığım mektupta, Bakanlar Kurulu’nun aldığı kararla ilgili bana bilgi verilmesini talep ettiğimde de hiçbir yanıt almadım. Bilahare Türkiye Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’e yazdığım mektuplar var. Bunlara da yanıt almadığım için yerli hukuk yollarının sonuna kadar kullanıldığı kararına varıldı ve doğrudan mahkemeye yapılan başvurum uygun görüldü. Zaten başvurunun önce haklı veya haksız olduğuna karar verilir, başvuru kabul edilir, ikinci aşamada başvurunun niteliği üzerinde görüşme yapılarak kişinin ne derecede zarar gördüğü konusunda veya özgürlüğünün ne derecede kısıtlandığı doğrultusunda karara varılır.

Kıbrıs Rum toplumundaki gelişmeleri kitle iletişim araçlarından her gün izlediğim için, Kıbrıs’taki İnsan Haklarının Korunması için Uluslararası Dernek adlı kuruluşa bir mektup yazarak, yardım istemeye karar verdim. Şikayetimi Strazburg’a iletmeme yardımcı oldular ve ikinci davamın avukatı olan İngiltere’deki Leicester Üniversitesi Uluslararası Hukuk Profesörü Malcolm Shaw’u buldular. 

Kıbrıslı Türk avukatlar, bu tür konulara ilgi göstermediklerinden ve Türkiye’ye karşı bir dava açmaya cesaret edebilen bir Kıbrıslı Türk avukat bulamadığımdan, bu yolu seçmiştim. İlk davadaki Kıbrıslı Türk avukatımız (Ergin Ulunay), kendisinin, üyesi olduğu Lefkoşa Baro Konseyi’nden gelen mesleki ve psikolojik baskı altında bulunduğunu bana söylemişti. Tek oy farkıyla (4’e karşı 3 oyla) Baro’nun Disiplin Kurulu tarafından cezalandırılmaktan kurtulmuştu.

Komisyon’a başvurduğumun açıklanması akabinde yazılı bir tehdit mektubu aldım. Bütün temaslarımın kamuoyuna açık olmasına inandığım için basına hep bilgi verirdim. Bildirileri, haberleri, tartışmaları, gerek Yenidüzen gazetesinde, gerekse diğer yayın organlarında o dönemde hep yayınlatmıştık. İşyerimin kapısı altından atılan tehdit mektubunu da kamuoyuna duyurmuştum. İmzasız bir mektuptu; akan suları geri döndüremeyeceğimi söyleyen, bu konularda daha fazla ısrarlı olmamam konusunda tehditkâr bir mektuptu, onu da kamuoyuna duyurmuştum. Onun dışında belki bir-iki defa da telefonda sövme almıştım.

İngiltere’deki avukatım vasıtasıyla işlemleri izleyebildim. Tabii başvuru yapıldıktan sonra bir süre beklemeye alındı. O dönemde komisyon vardı, Mahkeme henüz kurulmamıştı. Önce Titina Loizidu davasının sonucu beklendi. Loizidu davasında Kuzey Kıbrıs’taki yönetimin Türkiye’nin bir alt yapı yönetimi olduğu kararına varıldıktan sonra, bizim başvurumuzun daha güçlü bir şekilde kabul edileceğine inancımız arttı.

DAVANIN SONUCU

Yaptığım 2. başvuru ile ilgili karar, 20 Şubat 2003’de açıklandı. AİHM, Türkiye’yi işgal gücü olarak suçlu buldu ve bana 15,000 Avro manevi tazminat ve 4,715 Avro da yargı masrafı olmak üzere toplam 19 bin 715 Avro ödeme cezasına çarptırdı.    

Mahkemede Türkiye adına savunma yapan KKTC eski başsavcılarından Zaim Necatigil, 2005 yılında Ankara’da yayımladığı “Kıbrıs uyuşmazlığı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kıskacında Türkiye: Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Mahkemesi'nde Kıbrıs Rum yönetimi ve Kıbrıslı Rumlar tarafından Türkiye aleyhine getirilen davalar” başlıklı kitabında şöyle yazmaktadır:

“Yeşil Hat”taki kapıların 23 Nisan 2003 tarihinde açılmasına Djavit An başvurusunda AİHM’nin 20 Şubat 2003 tarihinde vermiş olduğu hükmün büyük etkisi olmuştur. Kapıların bu hükümden sonra açılmasını bir rastlantı olarak görmek mümkün değildir.”(s.189)   

Radikal gazetesi, Ledra Palas barikatının geçişlere açılmasından bir hafta sonra, 30 Nisan 2003’de şu haberi verdi:

“KKTC ve Rum Kesimi'ne göre, geçişin serbest bırakıldığı 23 Nisan'dan pazartesi akşamına dek, kuzeye geçen Rumların sayısı 80 bini, güneye geçen Türklerin sayısı 30 bini bulurken, Rumlar KKTC ekonomisine pazartesi akşamına dek 2.5 milyon dolar (4.2 trilyon TL) girdi sağladı.”

3 Nisan 2008’de Lefkoşa’daki Ledra Sokağı (Lokmacı) geçiş kapısının açılması ile 1974’den beri teması kesilmiş olan Lefkoşa’nın Rum ve Türk çarşıları da birbiriyle birleşmiş oldu.       

TAK ajansının 28 Nisan 2023 tarihli bir haberinde ise, kapılarının geçişlere açıldığı 23 Nisan 2003’ten bu yana geçen 20 yıllık süre içinde, kara sınır kapılarından 141 milyon kadar giriş-çıkış işlemi yapıldığı açıklandı. Başta ticaret, eğitim, sağlık ve turizm olmak üzere sosyal ve ekonomik yaşamın birçok alanında gelişen toplumlararası karşılıklı ilişkiler sayesinde Kıbrıslılar arasında barış ve anlayış ortamına katkılar sağlanmış oldu. Ortak siyasal örgütlenmenin hala daha gerçekleştirilememiş olması ise beni en çok üzen konudur.

Dikkatiniz için teşekkür ederim.        

(30 Ocak 2025 akşamı KTOEÖS Lokalinde Kıbrıs Türk İnsan Hakları Vakfı tarafından düzenlenen “Temel Haklar ile İlgili Stratejik Davalar ve Dünyayı Değiştiren Davalar” konulu etkinlikte okuduğum metin.)

16 Kasım 2024 Cumartesi

Kıbrıs sorununda hedeflenen federal çözüme ne kadar yakınız?

Bu yıl, Kıbrıs sorununda hedeflenen federal çözümden neden uzak olduğumuza değinmek istiyorum. İsterseniz önce, Kıbrıslı Türklerin ayrı devlet isteğinin geçmişine bir bakalım.

Bilindiği gibi 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üniter yapıdaki anayasası, uygulamada bazı güçlüklerle karşılaştı ve Cumhurbaşkanı Makarios’un 30 Kasım 1963’de açıkladığı 13 maddelik değişiklik önerileri ardından, bu öneriler Kıbrıslı Türklere sadece azınlık hakları vereceği gerekçesiyle, Kıbrıs Türk liderliğinden önce, Türkiye tarafından reddedildi ve 21 Aralık 1963’de toplumlararası çatışmalar başladı.  

Dr. Küçük, 30 Aralık 1963 günü “Anayasanın öldüğünü” ve kendisini artık Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak görmediğini, kendisi ile Kıbrıslı Türk bakanların hükümet toplantılarına katılmayı reddettiklerini açıkladı. Türk liderliği ayrıca, Kıbrıslı Türk devlet memurlarını görevlerine gitmeyerek, Türk denetimi altındaki bölgelerde paralel hizmetler oluşturmaya başladı.

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr. Küçük, 10 Ocak 1964 tarihli Fransız Le Monde gazetesinde, muhabire “35. enlemin Kıbrıs’ın taksimi için ideal çizgi olacağını söyleyerek, Girne ve Mağusa limanları da içinde adanın kuzey yarısının Kıbrıslı Türklere verilmesini istiyordu. Dr. Küçük, şunları ekliyordu: “Biz ayrı bir devlet oluşturmak istiyoruz. Rum-Türk karma köyler artık var olamaz. Yurttaşlarım, Rum komşularının tedhişi altında yaşamaktadır. Kıbrıs Türkleri bir azınlık değildir. Kendi dili, dini ve gelenekleri olan bir halktır. Bu adada Rumlar kadar bizim de hakkımız vardır.”

Başkan Makarios, 1964 yazında Cenevre’de ABD’li temsilci Acheson’un sunduğu ve Karpaz yarımadasında Türkiye’ye (NATO’ya) askeri bir üs verilmesi koşuluyla adanın Yunanistan’a bağlanması önerisini reddetti. 

Türkiye adına görüşmelere katılan Prof. Nihat Erim, anılarında şunları yazdı:

“General Turgut Sunalp, askeri bakımdan Karpas Yarımadasından daha büyük bir bölgeye ihtiyacı anlattı. Magosa körfezi kuzeyinde Boğaz’dan, Akantu bölgesi çizgisini, Mr. Acheson ve Amerikalı subaylar kabul ettiler. Kıbrıs’ın yüzölçümü 3572 mil karedir. Kabul edilen sınır ile bunun 300-350 mil karesi Türklere verilen bölge olacaktı, yani adanın yaklaşık olarak % 11’i... Ayrıca en az 5 Türk kanton bölgesi olacaktı. Böylece Türkler Ada’nın %25-30’unda söz sahibi olacaktı.” (Bildiğim ve Gördüğüm Ölçüler İçinde Kıbrıs, Ankara 1975, s.374)

Başbakan İsmet İnönü’nün 8 Eylül 1964’de TBMM’de söylediği şu çok önemli sözler, Türk tarafının ta baştan beri Kıbrıs için yapılacak yeni bir anayasadan neyi algıladığını açıkça göstermektedir: “Muahede hükmü dahilinde bulunmak için resmi ağızdan taksim sözü ile değil, federasyon şekli ile münakaşaya başladık.”

TOPLUMLARARASI YENİ ANAYASA GÖRÜŞMELERİ (1968-1974)

Haziran 1968’de başlatılan toplumlararası görüşmelerde oluşturulacak olan yeni anayasa “üniter bir devlet”i esas almaktaydı. Kıbrıslı Türk görüşmeci Rauf Denktaş’ın, anayasal konularda çeşitli tavizler verdiği ve % 30 olan devletteki toplumsal temsiliyet oranının %20’ye indirilmesini kabul ettiği kayıtlara geçmiştir. Ancak Cumhurbaşkanı Makarios, bu tavizler karşılığında Kıbrıslı Türklere adanın belli bölgelerinde toplanarak oluşturdukları ve ada toprağının %3’üne karşılık gelen kendi bölgelerine özerklik vermeyi reddetti. Çünkü bunun ileride adanın taksimine yol açabileceğini düşünmekteydi.

Anılarında bu konulara ayrıntılarıyla yer vermiş olan Kıbrıslı Rum görüşmeci Glafkos Kleridis, 10 Nisan 1973’de Makarios’la hem enosis'i, hem de taksim’i yasaklayan 1960 Anayasası'nın 185. maddesinin yeni Anayasa'ya dahil edilmesi konusunu görüşürken, Makarios’un Yunanistan ve Türkiye bir protokolle bu yasakları kabul etmeden “enosisi dışlayan hiçbir Anayasa’yı tekrar imzalamayacağını söylediğini yazdı. (Kıbrıs: İfadem, Cilt: 3, Lefkoşa 1990, s.270)  

Toplumlararası görüşmelerin, Başbakanı Ecevit'in 2 Nisan 1974'te Rauf Denktaş'la görüşmesinin ardından Kıbrıs sorununa federal bir çözüm önermesiyle sona erdiği bilinmektedir.    

4-7 Haziran 1971'de Lizbon'daki NATO toplantısı sırasında Yunanistan temsilcisi Hristos Palamas ile Türkiye temsilcisi Osman Olcay'ın, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Başkanı Makarios'tan kurtulup, "çifte enosis" ilan etme doğrultusunda bir plan hazırladıkları da kayda geçmiştir. İşte bu plan, 15 ve 20 Temmuz 1974’deki çifte ihanet marifetiyle uygulandı ve adamız iki bölgeye taksim edildi.  

FEDERAL ANAYASA GÖRÜŞMELERİ (1977-2017) SONUNDA KUZEYDE YAPILAN ANNAN PLANI OYLAMASININ DEĞERLENDİRİLMESİ

1977 ve 1979’daki doruk anlaşmalarından sonra, toplumlararası görüşmelerin “federal bir devlet” temelinde sürdürülmesi kararlaştırıldı. Çeşitli aşamalardan geçen bu süreç, 24 Nisan 2004’de BM Genel Sekreteri’nin adıyla anılan “Annan Planı”nın tarafların onayına sunulmasıyla sona erdi.  

Bu çözüm planı, adanın her iki bölgesinde yapılan referandumlarda, Türk tarafında % 64,91 oranında kabul görürken, Rum tarafında % 75,38 oranında reddedildiğinden uygulanamadı ve ortadan kalktı. Aslında AB ve ABD’nin desteklediği bu plan, Kıbrıs’taki İngiliz üslerine dokunmazken, kuzeydeki ayrılıkçı yapının tanınmasını öngörüyordu. Öte yandan, 1974’den beri adanın TC işgali altındaki bölgesine, 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesi hilafına taşınan yerleşimcilerin de referandumda oy kullanmasına karşı çıkılmaması dikkat çekiciydi.

Taksim çizgisinin kuzeyinde yapılan referandumda çıkan %65’e yakın olumlu oy oranı, uzun yıllar gerek Kıbrıs Türk tarafı, gerekse Türkiye tarafından abartılarak, yanlış yorumlandı. Oysa Kıbrıs Sosyal Araştırmalar Merkezi (SOAR) Direktörü Kudret Akay tarafından, 4-11 Haziran 2003 tarihleri arasında 960 kişi arasında yapılan anketin sonuçları bir yeniden birleşmeyi vadetmiyordu ve şöyle özetlenmekteydi:

“Evet” oyu kullanan kuzeydeki seçmenlerin görüşleri:

1.%69,7'si, kendi devletlerinin uluslararası alanda tanınacağına inanmakta ve olumlu bir gidişat öngörüyordu.

2.% 67,3’ü AB üyeliğini desteklemekteydi.

3. %66,1'i ayrı bir egemenlikten yanaydı.

4. %58,5'i, kullanmakta oldukları toprakların sahipliğinin yasal açıdan kendilerine geçeceğine inanmaktaydı.

5. %57.7’si, KKTC’nin uluslararası alanda tanınan bir devletin bir parçası olacağını düşünmekteydi.

6. Kıbrıslı Rumlarla birlikte ortak bir devleti düşünenler, “evet” oyu kullananların %33.7’si kadardı.

7. “Anayurdumun yeniden birleşmesi için “evet” dedim” diyenler, sadece %28.1 oranındaydı.

“Hayır” oyu kullanan kuzeydeki seçmenlerinin görüşleri:

1.% 54,3’ü “vatan yapılan topraklar”ı geri vermek istemiyordu.

2.% 44’ü Türkiye üye olmadan AB'ye girmek istemiyordu.

3. %36,5'i Kıbrıslı Rumlarla ortaklığa karşıydı.

4. %29,2'si yeni mülkiyet ilişkilerinden olumsuz etkileneceğine inanmaktaydı.

5. %27,3’ü toprak ayarlamalarından olumsuz etkileneceğine inanmaktaydı.

6. %19,2'si uluslararası alanda tanınan ve kendilerine ait bir devletin olmayacağını düşünüyordu.  (Radikal gazetesi, İstanbul, 30 Temmuz 2004)

Bütün bu cevaplardan açıkça görüleceği gibi, ankete katılanların çoğunluğu “vatan”, “toprak” ve “Türkiye” ile ilgili milliyetçi duygularla hareket etmekte ve TC’nin himayesindeki ayrılıkçı “KKTC” devletçiğinin, AB üyeliği ile birlikte tanınacağına inanmaktaydı.

SON GÖRÜŞME TURLARININ VARDIĞI NOKTA

Eylül 2008’de başlayan Talat-Hristofyas görüşmeleri, 2010’da Eroğlu’nun başkan seçilmesiyle 2013’e kadar sürdü. 2013’de Anastasiadis seçildi, ama görüşmeler ancak bir yıl sonra, iki liderin 11 Şubat 2014’de mutabakata varmasıyla başlayabildi. 2015’de görevi Akıncı devraldı. Anastasiadis ile Ocak 2017’de Mont Pelerin’de ve Haziran 2017'de Crans Montana’da yapılan görüşmelerde önemli yakınlaşmalar sağladı.

Aradan geçen 50 yıl içinde Kıbrıs sorununda Türk tarafının federasyon derken, adanın ve Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin taksimini istediği, verilen yüzlerce federasyon yanlısı demece rağmen, olayları yakından izleyen siyasal gözlemcilerce bilinmektedir. Nitekim Kıbrıs Cumhurbaşkanı Vasiliu, BBC’ye verdiği bir demeçte açık konuşmuş ve Kıbrıs Türk tarafının çözüm önerilerinin farklı bir algılamaya dayandığımı söylemişti: “Biz bir federasyonu konuşmaktayız, ama tek bir ülke için federasyon. Kıbrıs Türk önerileri, iki ayrı ülkeyi, iki bağımsız devleti konuşmamızı istemektedir. Bu temel üzerinde konuşamayız.” (Cyprus Mail, 5.3.1989)

İşte toplumlararası görüşmelerdeki tıkanıklıklar, bu anlayış farkı yüzündendir. Türkiye’nin 1974 yazında “bozulan Kıbrıs’taki anayasal düzeni yeniden sağlamak” gerekçesiyle yaptığı askeri müdahale sırasında söylenenler ile sonradan gerçekleştirilenler arasındaki çelişkiler ortadadır. Kaldı ki 1960’da üç garantör ülke tarafından imzalanan anlaşma hilafına, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğü korunamamış ve adanın kuzeyinde kalan %36’lık toprak parçası, 50 yıldır etnik temizlik ve askeri işgale maruz kalmaktadır.

Rauf Denktaş’ın resmi olarak ilk defa konfederasyondan, 9 Temmuz 1983 günü KTFD Meclisinde yaptığı Devlet Başkanlığı andı konuşmasında söz ettiğini belirtmeliyiz. Ama ondan sonra da Türk tarafı yeni federal anayasa için görüşmelere her oturduğunda, içten olmadığını her türlü davranış ve demeçleriyle kanıtlamıştır. Oysa uluslararası hukukun yıllardır belirlenmiş bazı ilkeleri ve kavramları vardır. Bunlar algılanmadan politika yapılamaz. Bunlara kişilerin yorumlarına göre farklı anlamlar yüklenemez. Taksim yerine federasyon, konfederasyon yerine federasyon yorumu yapılamaz.

TAKSİM ÇİZGİSİNİN HER İKİ YANINDA YAPILAN BAŞKANLIK SEÇİMLERİNDEKİ FEDERALİST ADAYLAR

Bilindiği gibi 7 Temmuz 2017’de İsviçre’nin Crans Montana kasabasında yeniden kesintiye uğradı. Federal anayasa hemen hemen bitmiş ve en son “Güvenlik” başlığı görüşülürken, anlaşmazlık baş gösterdi ve ardından Türk tarafı BM parametrelerinden uzaklaşarak “iki ayrı devlet” politikasına yöneldi.  

11 Ekim 2020’de işgal altındaki bölgede yapılan başkanlık seçimlerinin ilk turuna katılan ve Kıbrıs sorununun federal bir anayasa ile çözümlenmesinden yana olan adaylardan, bağımsız aday Mustafa Akıncı 35,053 oy alırken (%29.84), CTP adayı Tufan Erhürman 24,008 oy aldı (%21.67). Halkın Partisi Genel Başkanlığından istifa etmiş bağımsız aday Kudret Özersay ise 6,574 oy (%5.74) alabilmişti.

Bir hafta sonra 18 Ekim 2020’de yapılan 2. Turda federal çözüm yanlılarının tek adayı olarak yarışan Mustafa Akıncı, 62,910 oy (%48.31) topladı. Ama kazanan, işgal gücü Türkiye’nin yeni politikası “iki ayrı devlet”i savunan Ersin Tatar oldu. 67.322 oy (%51.69) ile seçilen Tatar ile seçimi kaybeden Akıncı arasındaki oy farkı, sadece 4,412 idi. Federal çözüm yanlıları, Türkiye’nin işgal bölgesinde yapılan bu seçimlere müdahale ettiğine ilişkin bir rapor yayımlandı. Seçimlere katılmayanların oranı %32.71 idi.

12 Şubat 2023 tarihinde taksim çizgisinin güneyinde yapılan Başkanlık seçimlerinde federal çözüm yanlılarının adayı olan Mavroyannis’in aldığı oy ise 189,335 (%48.03) idi, ama yarışı 204,867 oy ile (%51.97) Hristodulidis kazandı. Burada kazanan ve kaybeden aday arasındaki oy farkı 15,532 oy iken, seçimlere katılmayanların oranı %27.55 idi.

Rakamlardan da görüleceği gibi, her iki tarafta federalist oylar %48’i bulurken,  ne yazık ki ortak federal bir Kıbrıs cephesi kurulamamıştır. Çünkü her iki ..taraftaki federalistler arasında bir fikir birliği yoktur. Crans Montana’da üzerinde yakınlaşma sağlanmış konuları içeren bir özet, ne AKEL, ne de CTP tarafından hazırlanmamıştır. Toplumlar bu konuda aydınlatılmış değildir.

ADANIN FEDERAL BİRLİĞİNDEN YANA OLAN KIBRISLI TÜRKLERİN ORANI NE KADAR?

Avrupa Parlamentosu’na gönderilecek olan Kıbrıslı temsilciler için 9 Haziran 2024 tarihinde yapılan seçimler için Kıbrıs Cumhuriyeti makamları tarafından yapılan açıklamaya göre, seçmen olmaya hak kazanmış 18 yaş üzerindeki kayıtlı Kıbrıslı Türk sayısı 104,118 idi. Bunlardan 103,281’i adanın işgal altındaki kuzey bölgesinde, 837’si de güneyinde ikamet etmekteydi.

Bu arada Kıbrıs Cumhuriyeti kimliğine sahip Kıbrıslı Türk sayısının 110,734 olduğunu ve bunlardan 83,950’sinin pasaport aldığını da hatırlatalım.  (Fileleftheros, 1 Nisan 2018)

Avrupa Parlamentosu seçimlerine, ada çapındaki seçmenlerin genel katılım oranı %58.86 idi. 104,118 kayıtlı Kıbrıslı Türk seçmenden sadece 5,676’sının (toplam seçmen sayısının %6.8’sı) oy kullanmış olması düşündürücüdür. TC işgali altındaki kuzeyden gelip oy kullananların sayısı ise 5,523 idi.

O zaman sormak gerek: Adanın yeni federal bir anayasa çerçevesinde yeniden birleşmesinden yana olan kuzeydeki federalist aday Mustafa Akıncı’ya oy vermiş 62,910 Kıbrıslı Türk seçmen, neden AP seçimlerine katılmaktan geri durdu? Federal çözümden yana olduğunu söyleyen CTP’ye ilk turda verilen oyların 34,008 olduğunu yukarıda belirtmiştik. Demek ki onlar da samimi bir şekilde federal bir birleşmeden yana değildirler.

Kıbrıslı Rum toplumu içinde federal çözüm yanlılarının samimiyeti ise, Kıbrıslı Türk federalistler ile ortak bir siyasi cephe kurma yönündeki isteksizlik ile değerlendirilebilir.

Kıbrıslı Türk toplumu ile Kıbrıslı Rum toplumu arasındaki taksim çizgisinin geçiş noktalarıyla aralandığı 23 Nisan 2003’den bu yana geçen süre içinde, tüm Kıbrıslıların federal birliği için mücadele edecek siyasal güçler, ne yazık ki henüz ortak siyasi bir program çerçevesinde örgütlenememiştir ve Kıbrıs sorununda hedeflenen federal çözümün çok uzağındayız.

(Lefkoşa’daki Dayanışma Evi’nde 18 Kasım 2024 günü “Sol ve Kıbrıs Sorunu” Grubu tarafından düzenlenen 6. Yıllık Konferans’ta okundu.)

 

18 Ekim 2024 Cuma

İşgal altındaki bölgedeki yeni tarih kitaplarında milliyetçilik öne çıkacak

13 Eylül 2021-Kıbrıs Radyo Yayın Kurumu (KRYK)

Rumcadan Çeviren: Vula Harana

Dünkü Haravgi gazetesinde “İşgal altındaki bölgedeki yeni tarih kitaplarında milliyetçilik öne çıkacak” başlığı altında Kıbrıslı Türk analizci Ahmet Cavit An’la yapılmış bir söyleşi yer alıyordu. Kostas Pitsilludis imzalı röportaj yazısını aktarıyoruz:

Başlık: “İşgal altındaki bölgedeki yeni tarih kitaplarında milliyetçilik öne çıkacak”

Gazete Ahmet An’ın “İslamcı faşist bir çizgide… İki devlet çözümü desteklenecek – Kıbrıs Rum tarafını düşman gösterecekler” sözlerini alt başlık olarak vurguluyor. Şöyle yazıyor:

Çocuk doktoru ve Kıbrıs, politika konulu 24 kitabın yazarı Dr. Ahmet Cavit An 11 Temmuz 2021’de federasyon taraftarları listesinde adı geçtiği için Türkiye’ye girişine izin verilmemişti. An yeni tarih kitaplarının “iki devlet”liliğin yerleşmesine çalışacağına vurgu yaptı.

“Tüm okul kitapları Türkiye’den getiriliyor. 2000’li yıllara kadar sadece tarih kitapları Kıbrıs’ta yazılıyordu. Yazarı Vehbi Zeki Serter’di. Serter milliyetçi bir öğretmen ve daha sonraki dönemlerde UBP üyesiydi” diyen Ahmet Cavit, Serter’in kitapları’nın 30 yıl boyunca okullarda okutulduğunu vurguladı. Kitaplar etno-santrik Türk milliyetçi çizgide yazılmıştı, “Kıbrıs Türk toplumunun “milli hedefini” resmileştiriyordu ve “öteki” toplumun legalitesini inkâr ediyordu.

“Annan planı çalkantılı tartışmalarının ardından CTP’nin iktidara gelmesi ve yeni eğitim bakanının görevi devralmasıyla birlikte yeni öğretim teknikleri temelinde çok yönlü perspektifler ve eleştirel düşünce ışığında tarih kitaplarının yeniden yazılmasına karar verildiğini” söyleyen Ahmet Cavit An şöyle vurguladı: “Yeni, resimli kitaplar eski etno-santrik yaklaşımdan çok uzaklar. Yeni pedagojik metotlar izliyor ve toplumsal tarihe odaklanıyor. Kıbrıs tarihini ve Kıbrıslı Türklerin tarihini ele alan kitapların yanısıra o dönemde ülke coğrafyası gibi başka yerli kitaplar da yazıldı ve okullarda okutulmaya başlandı. Ancak 2009 Haziran’ında UBP yeniden iktidara geldiğinde bunlar kenara atıldı, zira “milli kimliğimizden uzak” olduklarına karar verilmişti.”

UBP’nin Türkiyeli ve Kıbrıslı Türk öğretmenlerden oluşan yeni bir komite kurduğunu ve yeni kitaplar hazırlattığını söyleyen Ahmet Cavit, bunun, ortaokul ve liselerde okutulan kitaplarda yapılan üçüncü değişiklik olacağını ve İslamcı faşist bir perspektife sahip olup Kıbrıs Rum tarafını tekrardan düşman olarak yansıtacaklarının kesin olduğunu vurgulayarak şöyle dedi:

“Yeni kitaplar eskiden de olduğu gibi “iki devlet” politikasını öne çıkaracak, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin özgür bölgesini ve Kıbrıs Rum toplumunu olası düşman olarak gösterecekler.”

Ahmet Cavit An, “Yeni tarih kitaplarının Kıbrıs Türk Sağının (UBP, DP vs.) ve Türkiye Hükümetinin öne çıkardığı geniş çerçeve dâhilinde yer aldığını düşünüyor musunuz sorusuna, “Elbette” cevabını verdi. “Erdoğan’ın talebi sonucunda 11 Ağustos’ta Girne’de düzenlenen “Kıbrıs Türk tarihi ve eğitimi” konulu panelde “Tarihin geleceğe yönelik değerlere dayalı bir kimlik oluşturulması ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bilinmeyen Kıbrıs tarihinin öne çıkarılması doğrultusunda bir araç olarak kullanılması gerektiği” belirtildi. Panelde yer alan çeşitli konuşmacılar “Kıbrıslı Türklerin adaya 450 yıl önce ayak basan Osmanlının torunları olduğunu” söyledi. Sanki ondan öncesi yokmuş ve adamızda ondan önce başka toplumlar yaşamamışmış gibi.”

Ahmet Cavit şöyle devam etti:

“Türkiye’nin ajandasında, 1974’ten bu yana, adamızın kuzeyinin “Türkleştirilmesi” var. Türkiye Hükümetleri Kıbrıslı Türkleri hep “daha fazla Türk ve daha fazla Müslüman” yapmaya çalıştı. AKP iktidarı döneminde bu politik çizgide daha da yoğunlaşıldı. Öte yandan bu doğrultuda yarım asırdır adada yaşayan Anadolulu yerleşimcileri ve çocuklarını hedef alıyorlar. Onlara KKTC vatandaşlığı verdiler ve sayıca onlardan daha az olan Kıbrıslı Türklerle birlikte oy kullandırıyorlar.”

Son olarak Ahmet Cavit “Seçimlerin ikinci turunda Tatar’ın 4.412 oy farkla kazandığı ve bu oyların yerleşimcilerin yoğunluklu yaşadığı Mağusa ve Trikomo bölgelerinden geldiği biliniyor” dedi.

22 Ağustos 2024 Perşembe

Dr. Hasan Tahsin Gözmen'in “Bladan’dan Batum’a” başlıklı hatıraları

Benim Dr. Tahsin Gözmen adıyla ilk tanışmam, 1953 yılında ölen dayım ve matbaacı M. Akif’in Birlik Matbaası çalışanlarından Ahmet Nidai Özan’ın kütüphanesinden bize kalan “Müstacel Tababet” adlı bir kitapla oldu. Sonradan Gözmen soyadını alacak olan Dr. H. Tahsin Salih imzasıyla, 1931 yılında Birlik Matbaası’nda 537 sayfalık bir kitap olarak basılan bu eserin tanıtımını, Mart 1987’de hem Kıbrıs Türk Tabipleri Birliği’nin her yıl çıkardığı dergide (Sayı:21, 14 Mart 1987) , hem de Yeni Kıbrıs adlı aylık dergide (Mart 1987) basılan makalem ile yapmıştım. Aynı makale, 1999’da basılan “Kıbrıs Türk Kültürü Üzerine Yazılar” ve 2014’de 2. Basımı yapılan “Tıp Alanındaki İlk Kıbrıslı Türkler” başlıklı kitaplarımda da yer almıştı. Dr. Hasan Tahsin Gözmen’in yaşamöyküsüne ilişkin üç sayfalık biyografik bilgiler ise, 2002’de Ankara’da basılan “Kıbrıs’ın Yetiştirdiği Değerler (1782-1899)” kitabımda özetlenmişti (s. 401-404).   

Daha sonra yaptığım Kıbrıs Türk basını taramalarında rastladığım bir haber, yine benim Dr. Tahsin Gözmen tarafından hazırlanan başka eserleri de aramama yol açtı. Kasım 1957’de Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu tarafından yayımlanan bir duyuruda, “Kıbrıs Türklerinin sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmesi” adı altında Türkçe ve İngilizce bir kitap yayımlama fikrinde olduğu belirtilmekte ve yazılar gönderilmesi istenmekteydi. Kitap yayımlandıktan sonra Federasyon yararına satışa çıkarılacaktı.

20 Şubat 1958 tarihli Halkın Sesi gazetesinde ise şu bilgi var: “Pek değerli göz doktorumuz Dr. Tahsin Gözmen’in göndermiş olduğu yazı, muhteviyatı ve uzunluğu dolayısıyla hazırlanmakta olan “Sosyal Tarih”imize ayrılmıştır. Esaslı bir tetkik ve uzun bir tecrübeye dayanan bu yazıyı –SOSYAL TARİH-imizde bekleyiniz.”

1997’de ilk basımı yapılan “Kıbrıs’ta Türkçe Basılmış Kitaplar Listesi” adlı kitabımı hazırlarken, bu başlıkla yayımlanmış bir kitaba rastlamamıştım. Girne’deki Milli Arşiv’deki “Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu” dosyasında da böyle bir çalışmanın bulunmadığını öğrendim.  

2014 yılı Nisan ayında, Kıbrıs gazetesinde çıkan bir söyleşiden hareketle, önce Sarper Gözmen’e, daha sonra da onun babası ve Dr. Tahsin Gözmen’in İsviçre’de yaşayan oğlu diş hekimi Soyer Gözmen’e ulaştım ve babasının yazdığı bu “Sosyal Tarih” adlı çalışmayı sordum. İlk defa duyuyordu. Tahsin Bey’in evinde daktilo edilmiş 2. bir kopya varsaydı, belki de evin boşaltılması sırasında büyük ihtimalle çöpe atılmıştı. Soyer Gözmen, babasının çocukluğundan başlayarak 1975 yılına kadar olan yaşamını anlatan ve kendi el yazısıyla yazıp, çeşitli orijinal belgelerle süslediği 325 sayfalık iki hatıra defterinin, abisi Turhan Gözmen’in ölümünden sonra, kendisine intikal ettiğini söyledi. Bu çok güzel bir haberdi. Ona yazdığım mektupta şöyle demiştim: “İnşallah bir gün elinizdeki 325 sayfalık ve belgelerle süslü “Hatıralar”ı, toplumsal bir sorumluluk ve kadirbilirlik olarak yayımlayıp, toplumumuza kazandırırsınız. Bunu sizden talep ve rica ediyorum! (…) Bu hatıraların yayımlanması, çok değerli bilgilerin toplum tarafından öğrenilmesine yarayacak ve belki de bazı bilinmeyenlerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır.”

Bu haberleşmeden 10 yıl sonra bile olsa, Soyer Gözmen arkadaşımızın babasının, Mayıs 1975’e kadar kaleme aldığı hatıralarını “Bladan’dan Batum”a adıyla yayımlamış olması ve kendi hatıralarını da onun ölüm yılı olan 1983’e kadar eklemesi beni hayli sevindirdi. İmzalayarak üç gün önce bana verdiği 480 sayfalık bu hatıraları, büyük bir ilgiyle ve bazı satırların altını çizerek okudum.   

Fotoğraf ve belgelerle 480 sayfa tutan hatıraların 1.Bölümünde (1891-1920) Tahsin Bey’in Kıbrıs’taki çocukluğu ile Türkiye’deki tıp eğitimi ve 1. Dünya Savaşı-Kurtuluş Savaşı sırasındaki yaşamı anlatılırken, 2. Bölümde (1920-1953) ülkesine geri dönerek, bir hekim olarak yaptığı görevler ve yaşamından kesitler anlatılmaktadır. Bunların içinde en önemlisi, körlüğe yol açan bir bulaşıcı hastalık olan Trahom ile mücadelede yaptığı çalışmalardır.

1950 yılında 25 yıllık hükümet doktorluğundan sonra emekli olan Dr. Tahsin Gözmen’i bu defa sosyal ve siyasal yaşam içindeki gönüllü hizmetleriyle tanıyoruz. 3. Bölüm (1953-1961), Kıbrıs Türk toplumundaki insan ilişkileri açısından da birçok ilginç gözlemi bize aktarır. Lefkoşa Türk Bankası’nın Yönetim Kurulunda önce üye, sonra başkan olarak 1972 yılına kadar görev yapar. Çetinkaya Türk Spor Kulübü’nün başkanı olarak kulüp binasının yapımında katkıları olur. 1953’de başladığı Lefkoşa Belediye Meclisi üyeliğini, 1958 yılına kadar sürdürür. 16 Haziran 1958’de kurulan Lefkoşa Türk Belediyesi’nin onursal başkanlığını üstlenir ve 16 Ekim 1961’deki istifasına kadar yürütür. Bu arada 1956’da kurulan Atatürk Enstitüsü’nün de yöneticiliğini yapar.  

1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması üzerine Kıbrıs Türk liderliği tarafından Kıbrıslı Türk bakanların ve milletvekillerinin seçimiyle ilgili gözlemleri çok ibret vericidir.       

Dr. Küçük’ün Evkaf Yüksek Meclisi Başkanı bulunduğu sırada Kuruçeşme Apartmanı, İşhanı ve daha sonra Saray Otel gibi büyük üç inşaatın belediye inşaat ruhsatlarının alınmadan inşaat işlerinin tamamlandığını belirten Dr. Tahsin Gözmen, Evkaf’ın Lefkoşa Türk Belediyesini tanımayarak ne harç ve ne de vergi verdiğini yazar. Adadaki ayrı Kıbrıs Türk belediyelerinin Türk Cemaat Meclisi’ne bağlanmasından sonra da, bazı Kıbrıslı Türk kişi ve kurumların belediye vergilerini vermekten kaçındıkları ve liderliğin bundaki rolüne değinir.

Babasının anılarını topluma kazandıran oğul Soyer Gözmen’in kitabın sonunda yer verdiği “Penceremden Milliyetçilik ve Son Söz” başlıklı yazısı ise okuyuculara günümüz için de bir yol göstermektedir. Dr. Tahsin Gözmen “hiçbir koşulda feragat etmediği demokratik, hakçı ve sorgulayıcı yapısı sebebi ile dokuz köyden kovulmuş olması bile onu kıramamıştır” diye yazan Soyer Gözmen, şu sözlerle babası ile ilgili kişisel görüşlerini özetlemektedir: “Bir toplum kurtarıcısı, bir toplum kahramanı olmasa da prensiplerinin kendinden sonraki nesillere örnek olabileceğine inanıyorum.”

(21 Ağustos 2024 akşamı, Lefkoşa Türk Belediyesi’nin Merkez adlı salonunda yapılan kitabın tanıtım toplantısında yaptığım konuşma.) 

22 Nisan 2024 Pazartesi

ADADA KIBRISLI RUMLAR İLE KIBRISLI TÜRKLERİN BİRLİKTE VAROLUŞLARINI SAVUNAN TEK GAZETE OLARAK “CUMHURİYET”İN BU KONUDAKİ YAYINLARI (1960-1962)

“Cumhuriyet” gazetesi, Kıbrıs adasında İngiliz sömürge yönetiminin sona erdiği ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak kurulduğu tarih olan 16 Ağustos 1960 günü ilk sayısını yayımlamıştı.

Gazetenin yayımlanmış 89 sayısının gözden geçirilmesi, bize Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk iki yılı hakkında önemli bilgiler sağlamaktadır. Ama biz bu bildiride, sadece gazetenin, yayım süreci boyunca Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk toplumlarının işbirliği ve birlikte varoluş sorunlarını nasıl ele aldığını örneklerle belirtmeye çalışacağız.

Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türklerin birlikte yöneteceği Kıbrıs Cumhuriyeti devletine inanmış bir grup Kıbrıslı Türk aydın tarafından çıkarılan bu haftalık gazetenin sürekli yazarları arasında şu isimler vardı:

“Cumhuriyet” imzalı başyazılar, önceki yıllarda gazete yazarlığı yapmış olan Ahmet Muzaffer Gürkan tarafından kaleme alınırken, onun gibi sonradan avukat olan Ayhan M. Hikmet ise “İktisadi Davalarımız” köşesinde, daha çok Kıbrıs Türk toplumunda işsizlik, köylünün durumu ve diğer ekonomik sorunları incelemekteydi. Ahmet M. Gürkan’ın kardeşi olan diş hekimi Haşmet Muzaffer Gürkan, 2. sayfadaki “Düşünceler” köşesinde yazarken, “İlhan Gündüz” takma adıyla da “Panorama” başlıklı haftalık haber özetleri ve yorumları hazırlamaktaydı. Kıbrıs Türk liderliğinin ayrılıkçı politikalarına muhalefeti ile bilinen Dr. İhsan Ali de “Cumhuriyet” gazetesinde yazanlar arasındaydı. 3. Sayfadaki “Çalışma Hayatımız” köşesi, sendikacı Derviş Ali Kavazoğlu tarafından hazırlanmakta, ama imzası kullanılmamaktaydı. Aynı sayfada “Haftanın gazetelerinden” köşesinde ise, Kıbrıs Rum basınından haberler aktarılmaktaydı.

GAZETENİN YOLU VE ÜLKÜSÜ

Lefkoşa’nın Türk kesimindeki M. Fikri Matbaasında 4 sayfa ve tabloid boyda basılan “Cumhuriyet” gazetesi, 16 Ağustos 1960 tarihli ilk sayısında, ön sayfada yayımlanan “Yolumuz ve Ülkümüz” başlıklı ve “Cumhuriyet” imzalı başyazısında, gazetenin, yıllardan beri Kıbrıs Türk toplumu için küçümsenmeyecek bir boşluğu doldurmak ve bağımsız bir Türk gazetesinin eksikliğini tamamlamak için yayım hayatına atıldığını belirtilmekte ve şöyle denmekteydi:

“Kıbrıs Cumhuriyetinin ilanı gibi tarihi bir hadiseyle yaşıt olarak yayım hayatına atılan “Cumhuriyet” büyük Atatürkün “Yurtta sulh cihanda sulh” prensibine ayak uyduracak ve yurdumuzun, Kıbrısımızın, Akdeniz’de barışın en güzel bir örneğini vermesi için yayım yoluyla gayret sarf edecektir.” Nitekim “Yurtta sulh cihanda sulh” sözleri, gazetenin başlığı altında sürekli olarak yer almıştı. 

Aynı başyazının devamında şu ideolojik yayın ilkeleri dikkati çekmekteydi: “Gazetemiz, Kıbrıs Türk köylüsünün ve işçisinin haklarını daimi surette savunacak, köylümüzün ve işçimizin daha iyi hayat şartlarına kavuşması için gayret sarfedecektir.”

Gazetenin 14 Ağustos 1961 tarihli nüshasında yer alan “İki yıldönümü” başlıklı ve “Cumhuriyet” imzalı başyazıda, bir yıllık deneyim şöyle özetlenmekteydi:

“Biz öyle inanıyoruz ki iki toplumun karşılıklı saygıya dayanan işbirliği zihniyetiyle hareket etmesi, memleketimizde huzur ve asayişin hüküm sürmesi ve Kıbrıs’ın ekonomisinin planlanması halinde iktisadi buhrana çare bulunabilir. Gazetemiz, daha iyi günler görmekliğimiz ümidiyle, bütün yurttaşlara Cumhuriyetin yıldönümünü kutlar.”

Haşmet M. Gürkan, aynı tarihli gazetede “Bağımsızlık Günü” başlıklı makalesinde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yıldönümü kutlamalarının yapılmayacağı yönündeki açıklamalara değindikten sonra “Bağımsızlığının yıldönümünü kutlamıyan memleket olur mu?” sorusunu sormaktaydı. Daha sonra Cumhuriyet hükümetinin bir yıllık icraatındaki olumsuzlukları şöyle dile getirmekteydi: “Yüzde 30-70 nisbetinin tatbiki veya belediyelerin taksimi gibi problemlerin çözümünde tatminkar ilerlemeler elde edilmemesi, iç huzuru iyice sarsan asayişsizlik olaylarının önlenememesi işsizlikle iktisadi krize çareler bulunmaması gibi hususlar, bir yıllık icraatın başarısız yönleridir.”

BASININ SORUMLULUĞU

“Cumhuriyet” gazetesi, Kıbrıs Türk basınında olduğu gibi, Kıbrıs Rum basınında çıkan ve iki toplumun arasını bozmaya yönelik yazıları da eleştirmekteydi. Örneğin 13 Eylül 1960 tarihli gazetede (Sayı:5) yer alan “Yıkıcı Münakaşalar” başlıklı başyazıda şöyle deniyordu: 

“Gerek Türk, gerek Elen gazetelerinin bazıları, Kıbrıs Cumhuriyeti genç bünyesini yıpratabilecek bir mahiyet arzeden bazı müfrit yazılara maalesef yer vermektedirler. Bu, genç Cumhuriyetimizin geleceği bakımından makul düşünen her Kıbrıslıyı üzse gerektirir. Bu üzüntüyü endişe haline getirmemek için her iki esas cemaate mensup sorumlu şahsiyetlerin bir araya gelerek, gerilen sinirlerin yatıştırıcı yola yönelen bir işbirliği programı üzerinde anlaşmaları icab etmektedir. Çünkü her geçen gün sinirler biraz daha gerilmekte ve iki esas cemaat arasındaki duygu ve düşünce farkı gittikçe artmaktadır.

Mazideki kara günlerin geri gelmesini asla istemiyen vatandaşlar olarak biz öyle inanıyoruz ki, her iki cemaatin de aşırı milli duygulardan ve birbirine karşı yersiz nefretten vazgeçmesi zamanı çoktan gelip geçmiştir. Genç Kıbrıs cumhuriyetinin vatandaşları olarak yeni devletimize karşı mesuliyetli bir yolda yürümez isek mazinin karanlık uçurumuna tekrar düşebilir ve bugün Kongo’yu kemiren kangren olmuş yara genç Kıbrıs Cumhuriyetinin bünyesini de kemirebilir. 

Her Kıbrıslıya düşen vazife aşırı duyguları bir yana bırakarak, maziyi unutup bu güzel vatanın iktisaden kalkınması yolunda gayret sarfetmek ve halen bize uzatılan Birleşmiş Milletlerin yardım elini olgun vatandaşlar olarak sıkmaktır. En acil davamız adamızın iktisadi buhrandan kurtulmasıdır. Şövenizme germi vermek değil!”

MUHALEFET PARTİSİ DE KURULUYOR

Cumhuriyet gazetesinin 3 Ekim 1960 tarihli (Sayı:8) nüshasının manşetinde şu haber yer almaktaydı: “Kıbrıs Türk Halk Partisinin dünkü toplantısı. Toplantıya her sınıf halktan iştirak oldu. Gürsel’e ve İnönü’ye devrimlere bağlılık mesajları gönderildi.” Haberde, partinin kuruluş toplantısında Genel Sekreterliğe Avukat Ahmet Muzaffer Gürkan’ın seçildiği duyurulmaktaydı. “Kıbrıs Türk Halk Partisinin halkımıza seslenişi” başlıklı ve 2 Ekim 1960 tarihli bildirisinde ise “İç siyaset” başlığı altında, “Zürih ve Londra anlaşmalarının bir neticesi olan Kıbrıs Cumhuriyetine ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının lafzına ve ruhuna bağlılığımızı da belirtmek iç siyaset alanındaki tutumumuz bakımından esastır” denmekteydi.

Aynı tarihli gazetenin başyazısı da “Demokrasiye doğru” başlığı altında şunları yazmaktaydı: “Geçen Salı günü Limasolda kurulduğunu ve dünkü Pazar günü Lefkoşa’da teşkilatlanıldığını memnuniyetle öğrendiğimiz KIBRIS TÜRK HALK PARTİSİ halkımızın bağrından doğmuş ana murakabe veyahut –halk deyimiyle- ana muhalefet partisidir.”

“CUMHURİYET”İN BİTMEYEN UYARILARI

14 Kasım 1960 tarihli “Cumhuriyet”in manşetinde ise şu uyarı vardı: “Cemaatlararası çarpışmalardan fayda umanlara ihtar… Şöven Neşriyata artık son verilmelidir”

Manşetin altında şu görüşlere yer veriliyordu: “Son günlerde her iki tarafın bazı yazarları tarafından, bütün Kıbrıs halkının menfaatlerine zarar getiren şöven neşriyata hız verilmiştir. Bilindiği gibi bu neşriyata hız verilmesinin sebebi, yabancı memleketlerin bazı siyasi çevreleri tarafından ortaya bir “Kıbrıs Milleti” atılmış olmasıdır. Bu neşriyat yekdiğerinin milliyetine küfredecek derecede ileri götürülmüştür. Türkiye Hükümeti Dışişleri sözcüsünün de yapmış olduğu beyanata göre, Kıbrısta Türk ve Rum cemaati arasındaki ahengi ve karşılıklı itimat havasını bulandıracak bu kabil neşriyat zararlıdır ve iki cemaat arasında yeni bir çarpışma zemini hazırlayacak derecede tehlikelidir.

(…) Kıbrıs  Anayasasında Kıbrıs Türklerinin Türklüğünü ve Kıbrıs Rumlarının Elenliğini inkar eden bir madde yoktur. Kıbrıs Cumhuriyeti iki milli cemaattan teşekkül etmiş bütün bir devlettir. Ortada mevcut olan Kıbrıs Milleti değil, Kıbrıs Devletidir. Çok milletli bir devlet tarihte ilk defa görülmüş değildir. Türk olsun, Rum olsun basına ve mesuliyetli çevrelere düşen vatani ve milli vazife, Kıbrıs Cumhuriyetini yaşatmak ve tekamül ettirmektir.”

“ENOSİS VE TAKSİM ÜLKÜLERİ TERKEDİLMELİ”

“Cumhuriyet” gazetesi daha ilk sayılarından başlayarak, sürekli olarak adanın bütünlüğünü ve kurulan yeni devletin devamını savunmuş ve her iki toplum liderliğinin savunduğu enosis ve taksim ülkülerine karşı çıkmıştı.

23 Ağustos 1960 tarihli (Sayı:2) Cumhuriyet gazetesinde yer alan “Anayasa üzerine etüdler: Kıbrısın Bütünlüğü” başlıklı makalenin girişinde, Zürih ve Londra anlaşmasında yer alan şu önemli madde aktarılmaktaydı: “Cumhuriyetin ülkesi bir bütün olup parçalanamaz. Kıbrısın tamamen veya kısmen herhangi bir devletle birleşmesi veya ayrılığı güden bir bağımsızlık konu haricidir.”

Makale, bu maddenin şu gerçeği haykırdığını belirterek şöyle sonlanmaktadır:

“Yeni bir devre giren bu memlekette artık, iki cemaat bir arada yaşayamaz gibi müfrit fikirlere yer yoktur. Ayrılmaz bir bütün olan bu vatan topraklarında iki cemaat yekdiğerinin hususi sahadaki haklarına hürmet ederek ve umumi sahada yardımlaşarak, işbirliği yaparak, dostluğunu fazla perçinleştirerek, daha demokratik ve daha müreffeh bir hayata doğru büyün adımlarla ilerleyeceklerdir.”

 “VATANDAŞIN ÖDEVİ”

“Vatandaşın Ödevi” başlıklı ve 5 Haziran 1961 tarihli gazetede yer alan başyazıda şöyle deniyor:

“Biz öyle inanıyoruz ki adamızda huzur ve sükun kökleşince ve cemaatlerarası münasebetler tamamen normalleşince Kıbrıs anlaşmalarının tatbikince rastlanacak pürüzler ortadan kalkacaktır. Bununla beraber şimdiki halde ada statüsünde herhangi bir değişiklikten dem vurmak ve daha da ileri giderek, taksim ve enosis gibi iki ayrı kutuptaki statülerin özlemini belirtmek ne Kıbrıs halkının ve ne de Türkiye ve Yunanistanın menfaatlerine hizmet sayılabilir.

Bu gibi aşırı özlemlerin belirtilmesi ancak ve yalnız Kıbrıs halkının düşmanı olan bazı yabancı devletlerin sinsi ve bozguncu maksatlarına hizmet edebilir. Bu böyle bilinmeli ve her Kıbrıs vatandaşı Cumhuriyet rejimi çerçevesindeki sorumluluğunu kavrıyarak, yıkıcı ve ayırıcı özlemleri belirtmekten daima sakınmalıdır.”

 Aynı tarihli gazetede bu başyazının yanında yer alan “Kıbrıs’ın İstikbali” başlıklı yazıda ise şu uyarılar yer almaktaydı:

“Hayat pratik sahada isbat etmiştir ki, güzel yurdumuz –Akdenizin İncisi- Kıbrıs’ın istiklali, Kıbrısta yaşayan iki esaslı toplumun –Türk ve Rum halkının- karşılıklı anlayış ve hürmete dayanan samimi iş birliğine bağlıdır. (…)

Bütün ilgili tarafların imzasını taşıyan Anayasasıyle de reddedilen Enosis ve Taksim hülya ve hayallerine artık bir son verilmelidir. Tarihi olaylar da isbat etmiştir ki, bu iki parola, iki cemaat arasında sadece husumet, kin ve kanlı hadiseler yaratmaktan öteye geçmemektedir.”

“KIBRIS KIBRISLILARINDIR”

2 Ocak 1961 tarihli (Sayı: 21) Cumhuriyet’te çıkan “Kıbrıs Kıbrıslılarındır” başlıklı yazıda ise adanın bağımsızlığının formülü şöyle verilmekteydi:

“(…) Vatanını ve milletini seven her Kıbrıslı Türk ve Ruma düşen vazife, yek diğerinin haklarına hürmet etmek, hür Kıbrısın yaşamasını ve tekamül etmesini sağlamak, cemaatlerini daha demokratik, daha müreffeh, daha mesut ve sulhçu bir hayata ulaştırmak için bütün gücüyle çalışmaktır. Bunun aksini iddia etmek –bizim fikrimizce- gerçeği görmemek, gerçeği anlamamak veya maksatlı olarak gerçeğe göz yummak demektir.

Kısaca Kıbrısın istiklaliyeti, her hangi bir millete veya devlete ilhak edilmesi değil, Kıbrısın Kıbrıslılar tarafından idare edilmesi demektir. Kaldı ki bu, esas prensip olarak, Kıbrıs Anayasasına da geçirilmiş ve ilgililer tarafından imzalanmıştır.”

ANAYASAL SORUNLAR

Kıbrıs Anayasasının uygulanması sırasında ortaya çıkan sorunlar, “Cumhuriyet” gazetesi yazarları tarafından objektif bir şekilde ve sağduyu ile değerlendirilmişti. 3 Nisan 1961 tarihli gazetenin (Sayı:34) manşeti şöyleydi: “Vergi Kanunu Tasarısı Meclisten geçmedi.”

Haberin ayrıntısında Lefkoşa’da  yüzde 70-30 nisbetiyle Belediyeler meselesinin bir an önce hallini isteyen gençlerin  yaptığı nümayişten söz edilmekte ve “Berberoğlu Meclis Grubundan istifa etti” haberi şu gerekçesiyle verilmekteydi:

“Meclisteki Türk grubunun grup müzakerelerindeki tutumuyla müzakerelerde takip ettiği sistemi beğenmediği ve grubun hala bir tüzüğü olmadığı keyfiyetini tasvip etmediğinden Meclis Grubundan istifa etmiştir.”

“BAŞKANIN SÖZLERİ ÜZERİNE”

8 Mayıs 1961 tarihli “Cumhuriyet”deki (Sayı:39), “Düşünceler” köşesi yazarı Haşmet M. Gürkan, “Başkanın Sözleri Üzerine” başlığı altında şunları yazmıştı:

“Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios, bir müddet önce yabancı bir gazeteciye verdiği bir mülakatta Kıbrıstaki toplumlararası durumun realist bir tablosunu çizmiştir. Kıbrıs’ta bir nevi ırk ayrılığı olduğunu, Rumlarla Türklerin ne sosyal, ne de ticari bakımlardan kaynaşmadıklarını belirten başkan, “Olağanüstü Durum” zamanında başlıyan bu halin, gerek Rum ve gerekse Türk olarak Kıbrıs halkının, zamanla, artık yeni bir halk olduklarını anlamalarıyle düzeleceğini ümit ettiğini söylemiştir.

Cumhurbaşkanı acı bir gerçeği ifade ediyor. Olağanüstü durum günlerine kadar Kıbrıs’ta Rumlarla Türkler arasındaki münasebetler normaldi. Geri hiçbir zaman arada sosyal bir kaynaşma olmamıştı, lakin o günlerde normal vatandaşlık münasebetlerinin vardığı seviye, bu gün için ideal denecek derecedeydi.

Aradan geçenlerin üzerinde durmakta fayda yok. Önemli olan Kıbrısın bu yeni devrinde yeni bir hayat başlatabilmektir. Cumhuriyet hükümeti bu bakımdan özel çabalara girişmek zorundadır. Düşüncemizce bu gün için yapılacak şeylerin başında, tartışma konusu olan meselelerin yani Anayasanın henüz uygulanmamış bazı maddelerinin öncelikle uygulanmasının sağlanması gelmelidir. Böylelikle kolayca tartışma ve huzursuzluk konusu olan meseleler ortadan kalkacaktır. (…) Devlet kendini halka sevdiren, benimseten teşebbüslere girsin, Türküyle Rumuyla bütün Kıbrıslılar müşterek devletlerinin pratik faydalarını görsünler, o zaman kim dinler politikayı ayağa düşürmekte fayda uman politikacıları. Kim kulak asar tahriklere, kışkırtmalara.”

GAZETECİLERİN ORTAK ÇALIŞMALARI

“Cumhuriyet” gazetesi, Kıbrıs’ta Rumca ve Türkçe yayın yapan gazetelerin iki toplum arasındaki ilişkileri bozacak yayınlarını eleştirirken, her iki tarafın gazetecilerinin de işbirliği yapmasından yana bir politika izlemekteydi.

Örneğin 23 Ocak 1961 tarihli (Sayı:24) nüshasındaki manşet haberi şöyle idi:

“Cemaatlararası münasebetlerde müsbet adımlar. Türk ve Rum gazeteciler müşterek toplantı yaptı. Dr. Küçük’ün beyanatı iyi karşılandı.” Haberde, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük’ün Lübnan ziyareti dönüşü, oradaki cemaatlerin işbirliğini örnek göstermesi takdir edilmekteydi.

15 Mayıs 1961 tarihli (Sayı:40) gazetede ise Kıbrıslı Rum ve Türk gazeteciler heyetinin, 17 Mayıs günü Kıbrıs’tan uçakla Ankara’ya hareket edecekleri duyurulmaktaydı. Habere göre gazeteciler, Türkiye’de 12 gün kalıp temaslar yapacak, İstanbul ve İzmir de ziyaret edilecek, daha sonra 29 Mayıs’ta Atina’ya geçecek olan heyet, bir de Batı Trakya gezisi yapacaktı. Adaya dönüş ise 10 Haziran’da olacaktı. Haberde, geziye Cumhuriyet gazetesi adına Haşmet M. Gürkan’ın katılacağı belirtilmekteydi.

Haşmet M. Gürkan, bu gezilerle ilgili izlenimlerini, 5 Haziran 1961 tarihli gazetedeki (Sayı:43) “Düşünceler” köşesinde, “Bir “iyi niyet” gezisinden notlar:1” başlığı altında anlatmaya başlamış ve 24 Temmuz’a kadar 8 yazı halinde sürdürmüştü. Gürkan, ilk yazısında “Birlikte yaşamak lüzumu” başlığı altında, Kıbrıslı gazetecilerle Selim Sarper’in yaptığı konuşmaya değinerek, izlenimlerini şu ara başlıklarla aktarmıştı: Birlikte yaşamak, Yıkmak kolay, yapmak zor ve Askıdaki meseleler.

Gürkan bu yazıda ayrıca, Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk gazetecilerin “Müşterek beyanname”sini de yayınlayarak, şu ortak dileği alıntılamıştı: “Yeni kurulan devletlerde vukuu tabii olan müşküller bulunmakla beraber, karşılıklı anlayış ve iyi niyetin kısa zamanda bunları telafi edeceğine eminiz.”

Türkiye ve Yunanistan’a yapılan bu gezilere şu gazetelerden temsilciler katılmıştı: Bozkurt, Fileleftheros, Kypros, Cumhuriyet, Haravghi, Phos, Nacak, Mahi, Halkın Sesi.

19 Haziran 1961 tarihli gazetede ise, 3 Haziran Cumartesi günü Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni ziyaret eden Cumhurbaşkanı Makarios ile birlikte Kahire’ye giden Kıbrıs basın heyetinde Cumhuriyet gazetesini temsil eden Ayhan M. Hikmet, “Birleşik Arab Cumhuriyeti Gezisinden Notlar” başlığı altındaki izlenimlerini 3 Temmuz’a kadar 3 yazıda anlatmıştı.

DR. İHSAN ALİ’NİN UYARILARI

“Cumhuriyet”in yazarları arasında yer alan Dr. İhsan Ali, gazetenin 20 Şubat 1961 tarihli (Sayı:28) nüshasının ön sayfasındaki sağ alt köşede yer alan “Rum vatandaşlarımız realiteye dayanan bir siyaset takip etmelidir” başlıklı yazısında, bazı Kıbrıslı Rum politikacıların, Kıbrıs Rum basınına verdikleri demeçleri eleştirmiş ve şöyle yazmıştı:

“Olan olmuştur; kurulan bu Cumhuriyet bir ucube da olsa Türk, Rum bu adada yaşayan herkese düşen vazife onu yaşatmaktır. Her ferdin Kıbrıslı zihniyeti ile hareket ederek memleketin terakki ve tealisine çalışması lazımdır. Başka hülyalar arkasında koşmak ancak huzursuzluğu ve düzensizliği intaç eder. Halbuki iki unsur arasında meydana gelen buz yığınlarının erimesi ancak yine bu iki unsurun birbirine karşı yaklaşmaları ve eski dostluğu ihya etmeleri ile mümkün olabilir. Bunun için de karşılıklı iyi niyet esastır. Yalnız bir taraflı fedakarlık ve taviz beklenemez elbette. (…)

Dr. İhsan Ali, gazetenin 21 Ağustos 1961 tarihli sayısında yer alan “Memleketteki Siyasi Huzursuzluk” başlıklı yazısında, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum basınının ülkedeki siyasi huzursuzluğu körüklememesi gerektiği üzerinde duruyor ve şunları yazıyordu:

“Bir müddetten beri Türk ve Rum basını adeta düello halindedir. Ne gariptir ki aradaki gergin durum, yapılan iyi niyet gezilerinden sonra daha da kötü bir hal almıştır… Uygunsuz ve münasebetsiz polemiklerle umumi bir huzursuzluk yaratmak bu memlekete hiçbir fayda sağlamaz… Bu gidişata bir son verilmesi için Türk, Rum elele vererek çalışmak icabeder. (...) Aynı zamanda her iki tarafın şövenistleri ve demagogları bu memleketin menfaatı namına artık susmalıdırlar. Enosis ile Taksim her iki taraf için artık bir hayal olmuştur. Kıbrıs’ta asırlarca dost ve kardeş olarak yaşamış iki unsurun bundan böyle de aynı şekilde yaşamamaları için bir sebep yoktur…

Netice itibarıyle, memleketteki siyasi huzursuzluğu gidermek için Enosis ile Taksim tezlerinin bir tarafa bırakılması ve iktidardakilerin ise tehdit ve tedhişi önlemeleri ve vatandaşlara partizanca muamelede bulunmak gibi hareketlerden vazgeçmeleri şarttır.”

TÜRKÇE’YE ÖNEM VERİLMESİ

Sayı:26, 6 Şubat 1961 tarihli (Sayı:26) Cumhuriyet’in ön sayfasında yer alan “Haftanın Konusu: Televizyon üzerine” başlıklı yazıda, Haşmet M. Gürkan, radyoda olduğu gibi, televizyonda da ayrı bir “Türkçe Yayın Müdürlüğü” kurulması gerektiğini vurgulamakta ve “Türkçe programların ıslahı ve kaliteli bir seviyeye yükseltilmesi için galiba başka çıkar yol yoktur” demekteydi

5 Mart 1962 tarihli gazetenin 4. Sayfasındaki “Zoraki Türkçe” başlıklı yazıda ise, resmi gazetenin Türkçeye gerekli saygıyı göstermediğinden şikayetle, 1 Mart tarihli sayıda yer alan bir kanun metnindeki Türk hukuk diline ve dolayısıyla Türkçeye uymayan kelimelerin kullanıldığı belirtilmekte ve “kanun metinleri, açık ve kesin ifadeler taşımalıdır” vurgusu yapılmaktaydı. Yazı şu uyarıda bulunulmaktaydı: “Dilin en iyi şekliyle yazılmasına dikkat edilmediği için kanun diye Türkçe gramer hatalarıyla dolu metinler yayınlanmaktadır… Dilimize daha fazla saygısızlıkta bulunmalarını önlemek zamanı gelmiştir.”

“BASININ VAZİFESİ”

Cumhuriyet gazetesinin 2 Ekim 1961 tarihli sayısında Ayhan Hikmet’in “Basının Vazifesi” başlıklı yazısında, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum basını “tahrikten uzak yayın yapmaya” çağrılmaktaydı. Ayhan Hikmet yazısında şu görüşlere yer veriyordu:

“Memleketin geleceği için Türküyle Rumuyla bütün Kıbrıs basınına büyük vazifeler düşmektedir: Memlekete sulh ve sükûnu getirecek, iktisadi kalkınmaya giden yolu açacak, sefaletin ortadan kalkmasında en büyük hizmeti geçecek olan basındır. Bugün Türk veya Rum olsun her Kıbrıslı, fakir veya zengin, genç veya ihtiyar olsun, bu vazifeyi basından beklemektedir.

Bugün biz bütün samimiyetimiz ve hüsnüniyetimizle Türk ve Rum bütün yerli basına dostluk münasebetleri kurmaları için sesleniyoruz ve daha evvel varılan anlaşmalar çerçevesi içinde, her türlü tahrikten uzak olarak, memleketin ve toplumların yüksek menfaatlerini göz önünde bulundurarak yayım yapmıya devam ediyoruz. Yurdumuzun menfaati bizden bunu beklemektedir.”

Gazetenin 16 Ekim 1961 tarihli manşeti ise şöyleydi: “Toplumlararası münasebetler baltalanmamalıdır. Anlaşmazlık ve gerginlik konuları ilkin yetkililerce ele alınmalıdır.”

23 Ekim 1961 tarihli gazetenin manşetinde ise şu uyarılar vardı: “Türk semti diğer unsurlardan tecrit edilmemelidir. Haklarımızı taşkınlıkla değil, vakarla savunmasını bilelim.” Haberde Dr. Küçük’ün Rum esnafın Lefkoşa merkez çarşısına dönmesi çağrısı yer alırken, Denktaş’ın demeci sonrasında Bozkurt’un “dönerlerse ciddi olaylar çıkar” diye yazması eleştirilmekteydi. Manşetteki haber şu dilekle sona ermekteydi: “Türk semtlerinin eskisi gibi muhtelif unsurların kaynaştığı ve alış verişin ideal bir seviyeye yükseldiği bölgeler haline tekrar gelmesi temin edilmiş olur.”

Aynı tarihli Cumhuriyet’teki bu manşet haberin altındaki başlık ise şöyle idi: “Cemaatimiz yeni maceralara mı sürükleniyor? Zürih ve Londra Anlaşmalarını yıkmak toplumumuzun mahvı demektir.” Haberde ise üç Kıbrıslı Türk bakanın, üst düzey memurlarıyla bir önceki hafta içinde toplantı yayıp, Kıbrıslı Rum amir ve bakanları dinlememelerini, bir nevi sivil itaatsizlik kampanyası başlatılması gerektiğini telkin ettikleri belirtilerek, “Şimdilik sağduyu üstün geldi” görüşü dile getirilmekteydi.

KIBRIS RUM BASININA UYARILAR

6 Kasım 1961 tarihli Cumhuriyet’te yer alan “Eleftheria’nın Garip Tutumu” başlıklı bir yorumda, bu gazetenin Yunan genel seçimlerinden sonra KR halkının Yunan iktidar ve muhalefeti ile birlikte “acaip Zürih ve Londra anlaşmasının “adalet ve ahlak” esaslarına göre yeniden gözden geçirilmesini hedefleyen bir dış politika gütmelerini isteyen bir yorum yazdığı belirtilerek, şöyle denmekteydi: “Bugün bunun yapılmasını isteyen fanatik çevreler yarın anlaşmaların feshini de isteyebilirler. Zürih anlaşmasının kusursuz olduğunu iddia edecek değiliz. Ama bu anlaşmanın Kıbrıs’a önce barış, sonra da bağımsızlık sağladığı bir gerçektir. Daha sonra yapılan Londra anlaşması ve hazırlanan anayasa, Kıbrıs’taki iki esas topluma, elele vererek, sahibi bulundukları topraklar üzerinde kendi başına buyruk bir devlet kurmak imkanı sağlamıştır.

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir yıllık mazisi, çeşitli dahili ve harici menfi tesirlere, telkin ve tahriklere rağmen, Cumhuriyetin yaşama kabiliyeti olduğunu göstermiştir. Cumhuriyetin yaşamasına uygun ortamı sağlayan Zürih anlaşmasıydı.”

Yorum yazısı, Eleftheria gazetesine “menfi neşriyattan vazgeçmelidir” diyerek, şöyle sonlanmaktaydı: “Barışın geç geldiği bu güzel topraklarda yeniden ıstıraplı, karanlık devirlerin başlamasını istemiyenlerin, sadece barış karakterine dahi bakarak, Zürih anlaşmasına saygı duyması gerekmektedir.”

13 Kasım 1961 tarihli (Sayı:66) Cumhuriyet’te de Kıbrıs Rum gazetelerine eleştiriler şu başlıklar altında sürdürülür: “Kül eşeleme Mahi”, “Eleftheria buna ne der”, “Onlara gelince” (Eleftheria’nın yazısına), “Gerçeklerle uzlaşmıyan görüşler” (Kypros’un yazısına).

20 Kasım 1961 tarihli gazetenin manşeti ise şöyle: “Dr. Spiridakis’e halisane tavsiyemiz, siyasi başarı uğruna memleketin havasını bulandırmamaktır. Rum Cemaat Meclisini savunurken, anlaşmalara saldırmak, siyasi olgunlukla bağdaşamaz.”

TEMSİLCİLER MECLİSİ’NDEKİ KRİZ

Cumhuriyet’in 25 Aralık 1961 tarihli manşeti ise “Gelir Vergisi Kanun Tasarısı geçirilemedi” şeklindeydi ve şu uyarı yapılmaktaydı: “Kıbrıs Türk ve Rum halkı iktisadi kriz ile pençeleşirken, Temsilciler Meclisi üyeleri siyasi kriz yaratma yoluna gitmemelidir. Siyasi mevki sahiplerinden beklenen itidalle hareket etmektir. Cumhurbaşkanı Yardımcısının beyanatının ruhu, hükümet sorumlularına örnek olabilecek mahiyettedir.

Peşinen şunu belirtelim ki, bugünkü siyasi kriz, bir taraftan “Türklerin her isteğine evet mi diyeceğiz” kompleksi içinde bulunan bir kısım şöven düşünceli Rum mebuslarıyla, öte taraftan Cumhuriyet rejiminin normal çalışmasını köstekleyici fikir ve icraatlarıyla tanınmış çevrelerin direktifi ile hareket eden bazı Türk üyelerinin inatçı tutumları neticesidir. Ne kadar acıdır ki, yapıcı fikir ve icraatıyla tanınmış Türk üyelerinden Berberoğlu’nun gayretleri dahi bu inatçı tutuma tesir edememiştir. (…) Bu hatalar zincirine daha büyük bir halka ekliyen, elbette ki Rum muhalefet partisinin organı olan “Ethniki” gazetesinin şövenistçe kaleme alınan makaleleridir.”

1 Ocak 1962 tarihli (Sayı:73) gazetenin manşeti de “Gelir Vergisi Tasarısının geçmemesinin yarattığı acaip durum” şeklinde olup, şu uyarı yapılmaktaydı: “Hükümet mekanizması aksayacağı gibi vatandaş çifte vergi ödeyecektir. Temsilciler Meclisi üyelerini halka karşı olan ödevlerini ifaya davet ederiz.”

Cumhuriyet gazetesi, 8 Ocak 1962 tarihli (Sayı:74) nüshasında şu manşeti kullanmıştı: “Cumhurbaşkanının sözlerine hissiyat değil mantık hakim olmalıdır… Kıbrıs basını memleket davalarına ciddiyetle eğilmelidir.”

Haberde Makarios’un dini bir kurum toplantısında yaptığı konuşmada, Kıbrıs Anlaşmalarının, zafere bir sıçrama tahtası olduğundan ve anayasayı değiştirmeye çalışacağından söz ettiği ve bundan sonra işçi sendikalarının BM’e telgraf göndererek, yüzde 70-30 nisbetinin yeniden gözden geçirilmesini talep etmelerine zemin hazırladığı belirtilmekteydi. Gazete haberini şu sözlerle sonlandırmaktaydı: “Genel efkara müspet yönde ışık tutmakla görevli olan Kıbrıs basınına düşen vazife, yurdumuzdaki huzursuzluğu körükleyici her türlü neşriyattan sakınmaktır.”

12 Şubat 1962 tarihli Cumhuriyet’te yer alan “Yorgacis’in affolunmaz gafı” başlıklı yazıda, İçişleri Bakanı’nın Limasol’daki bir açılış töreninde Kıbrıs Türk toplumunun duygularını incitici ve Türk ulusu hakkında ithamlarla dolu bir söylev verdiği duyurulurken, gazetenin bir hafta sonraki sayısında Haşmet M. Gürkan, “Bıkıp usandık” başlıklı köşe yazısında şu uyarıyı yapmaktaydı: “Sorumlu makamlardaki politikacılar söz düellosunu bir yana bıraksınlar, meseleleri masa başında çözsünler.”

Aynı gazetede yer alan “Asayişsizlik önlenmelidir” başlıklı haberde ise şu uyarılar yapılmıştı: “Alış-veriş yapmak için Rum mahallelerine giden bazı Türk seyyar satıcıların bir kısım Rum gençleri tarafından tahkir edilerek kovuldukları haber verilmektedir… Polis Kumandanı ve İçişleri Bakanı bu haberleri tekzip etmedi, yoksa aciz mi polis?”

Cumhuriyet gazetesinin 19 Şubat 1962 tarihli nüshasında yer alan “Dr. Küçük’ün Anayasa mahkemesine müracaatı münasebetiyle” başlıklı yazıda şöyle denilmekteydi:

“Kıbrıs’ın dış siyaseti ile ilgili birçok meselelerde, gerek kendisine, gerekse Türk bakanlarına söz hakkı tanınmadığını ileri sürerek Yüksek Anayasa Mahkemesine müracaatta bulunmuştur. Cumhuriyet hükümetindeki Türk yetkilileri baştan savmakla cemaatlerarası münasebetlerin gelişmesine hizmet edilemez.”

 12 Mart 1962 tarihli gazetenin manşeti ise şöyle: “Cumhurbaşkanı Makarios ile Cumhurbaşkanı Yardımcısı tekrar görüşecekler. Toplumlar arası yakınlaşma bazı hürriyetlerin kısılması pahasına mı gerçekleşiyor?

Haber şöyle devam ediyor:“Makarios ve Küçük’ün bir hafta önce yaptıkları görüşmede, toplumlararası yakınlaşmayı güden ilk görüşme idi. Bu hafta tekrar buluşarak, iki toplum arasında askıda kalan bazı meseleleri etraflıca gözden geçirecekler.”

Haberin sonunda yine bir uyarı var : “Toplumlararası huzuru, yurttaşların fikir ve söz hürriyetleri pahasına ele edilmesi yurt için asla bir kazanç sayılamaz.”

Cumhuriyet gazetesinin 26 Mart 1962 tarihli nüshasında şu haber önemli haber var: “Bayraktar ve Ömerge camilerine yapılan tecavüz neticesi, Bayraktar’ın kabri tahrip edildi, minareye önemli hasar oldu. Menfur tecavüzü şiddetle telin ederiz.” Haber şöyle sonlanmaktaydı: “İki cemaat arasındaki münasebetlerin müspet yönde inkişafını özliyen bir gazete olarak, toplumlararası münasebetlere bir suikast teşkil eden bu tecavüzleri yaratan karıştırıcı zihniyeti şiddetle telin ederiz.”

GAZETE VE YAZARLARINA YAPILAN BASKILAR, TEHDİTLER

Cumhuriyet gazetesinin 18 Eylül 1961 tarihli sayısında ön sayfadan yayımlanan “Baskıcılar ve İdealistler” başlıklı ve herhangi bir imza kullanılmayan yazıda, gazetenin dağıtımına ve fikirlerin paylaşılmasına engel olunmak istendiği belirtilmekteydi. Kıbrıs Türk liderliğinin sesi Nacak gazetesinin yaptığı yayınların kastedildiği ilgili paragraftaki ifadeler şöyleydi: “Malûm ve mahut baskıcı ve tedhişçi çevreler ‘Cumhuriyet’ aleyhine yeni bir kampanya başlattılar. Bunların gayesi Cumhuriyet’in okunmasını, tevziini, yazdığı fikirlerin yayılmasını her ne pahasına olursa olsun önlemektir.”

Gazetenin 1 Ocak 1962 (Sayı:73) tarihli manşetinin altında “Vatandaş uyanık ol: Tethiş Kol geziyor” başlığı altında Avukat Ayhan Hikmet’in 28 Aralık gecesi arabasına hasar verilmek istendiği kaydedildi. 2. sayfada ise Ayhan Hikmet’in “Faşizme giden yol” başlıklı yazısı yer aldı.

9 Nisan 1962 tarihli Cumhuriyet’te “Müfritler Yüzünden” başlıklı makalesinde Haşmet M. Gürkan, şunları yazdı: “Her iki tarafta da müfrit elemanların olduğu gerçeğini gören ve bir önceden memleket ve toplum menfaatları uğruna bunlarla bir mücadeleye girişen bir gazete olarak Sayın Cumhurbaşkanının (bir İstanbul Gazetesine verdiği demeç) teşhisine işaret etmek isteriz.”

İKİ AVUKAT ÖLDÜRÜLEREK, MUHALEFET SUSTURULUYOR

Cumhuriyet, Ömerge ve Bayraktar Camilerine konan bombalarla ilgili olarak 23 Nisan 1962 tarihli (Sayı:89) son nüshasında “Vatandaş bildiğini söylesin” başlığı altında şu çağrıda bulunmuştu: “Bu olaylar hakkında bilgisi olan vatandaşların hiç çekinmeden Tahkikat Komisyonlarına bildirmesi memleketimizin selameti ve adamızda huzurun kökleşmesi bakımından elzemdir.”

Aynı gazetede yer alan “Nacak’a hatırlatırız ki” başlıklı yazıda ise şöyle denmekteydi: “Evet tekrar ediyoruz: Bomba hadiselerinin sorumlusu alçak, adi ve satılmış herifin kim olduğunu aklı selim sahibi herkes tahmin etmiştir. Bu alçağın, bu satılmışın yüzündeki maskenin indirileceği gün yakındır. Ve o gün geldiğinde bu alçakça bomba hadiselerinden dolayı Türk toplumunun sorumlu tutulamıyacağını kat’iyetle ifade edebilecek olan yine biz olacağız.”

Bu satırların gazetede yer aldığı günün gecesinde, önce saat 20:30 sıralarında arabasıyla evinin önüne gelen Ahmet Gürkan otomatik silahla vurularak öldürülür. Daha sonra, gecenin ilerleyen saatlerinde, saat 01:45 sularında Ayhan Hikmet, evindeki yatağında, karısının gözleri önünde av tüfeği ile vurularak öldürülür. Bundan sonra Kıbrıs Türk toplumu içinde var olan muhalif sesler, derin bir sessizliğe gömülecektir!

 

(Bu bildiri, Kıbrıs Tarih Çalışmaları Derneği’nin, Kıbrıs Üniversitesi’nin Tarih ve Arkeoloji Bölümü ve Lefkoşa Üniversitesi’nin Hukuk Bölümünün işbirliği ile, Lefkoşa’da 1-2 Aralık 2023 tarihinde, Kıbrıs Araştırma Merkezi’nin müteveffa Başkanı Kostas Kyrris (1927-2009)’in anısına düzenlediği, “Kıbrıs’ta Rumlar ile Türklerin birlikte var olma dönemi (1960-1963)” konulu uluslararası konferansta İngilizce olarak okunmuştur.)