Bilindiği gibi enosisçiler ve taksimcilerin
çatışması sonucu, Aralık 1963’’te yeniden alevlenen Kıbrıs sorununa bir çözüm
bulmak amacıyla, 24 Haziran 1968’de başlatılan toplumlararası görüşmelerde
hedef, barışçı yollardan “bağımsız, egemen ve üniter devlet” esaslarına dayanan
bir anlaşmaya varmaktı. 3 Temmuz 1972’de yeniden ve bu kez anayasa uzmanlarının
katılımı ile genişletilmiş olarak başlatılan Beşli Görüşmelerde, iki yıla yakın
bir süre içinde taraflar, yasama, yürütme ve yargı konularında anlaşmaya
varmışlar ve uzun tartışmalara yol açan bölgesel yönetim konusunda bir çözüm
bulunması için Türk ve Yunan anayasa uzmanlarına görevler verilmişti.
Anlaşmazlığa yol açan polis ve mahkemeler konularında uzlaşmaya varılmasından
sonra, 1974 yılı içinde anlaşma metninin imzalanması beklenmekteydi.
Türkiye’de CHP’nin MSP ile koalisyon yaparak
iktidara gelmesi ve hükümet programında “Kıbrıs sorununun çözümü için federal
devlet şeklinin” önerilmesi ile 2 Nisan 1974’de toplumlararası görüşmeler
kesintiye uğradı. Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanı Rauf Denktaş da ayrı bir Türk
devletinin ilan edileceği yolunda konuşmaya başlamıştı. Rum toplumunun görüşüne
göre, Türkiye’nin, görüşmelerin 1968 yılından beri üniter devlet temelinde
yürütülürken, aniden federal devlet tezine yönelmesi ve zamanın Başbakanı
Bülent Ecevit’in ağzından bunu dile getirmesi, görüşmelerin temelini yıkmış ve
devamını da gereksiz kılmıştı.
Üç ay sonra 15 Temmuz 1974’de faşist Yunan Cuntası
ve Kıbrıs Rum kesimindeki askeri güçleri eliyle Başkan Makaryos’a karşı
düzenlenen başarısız darbe girişimi ve 20 Temmuz’da Türkiye’nin Kıbrıs’a karşı
askeri müdahalesi ile oluşturulan de fakto durum, 16 Ağustos 1974’de, yani
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 14 yıl sonra, ada topraklarının kuzeyde
Türk ve güneyde Rum bölgesi olmak üzere ikiye taksim edilmesine yol açtı.
Kıbrıs’taki faşist cuntanın başına getirilen Nikos
Sampson, 1981 yılında Atina’daki Eleftheri Ora gazetesinde tefrika edilen
anılarında şöyle yazmaktaydı:
“İhanetin sorumluları, aylarca önce Ecevit’le bir
araya gelmiş ve kendisiyle anlaşmaya varmışlardı. Kıbrıs’a müdahalesine
karşılık ihanetin sorumluları Türklere Girne kasaba ve ilçelerini önermişlerdi.
Bu, Kıbrıs sorununun kesin şekilde çözümlenmesi çerçevesinde düşünülecekti.
Böylece Girne, Türklerin 1963’den beri denetimlerinde bulundurdukları Lefkoşa
kasabasının kuzey kesimi ile birleştirilmiş olacaktı. Anlaşmaların bu çerçevesi
içerisinde ihanetin sorumluları, Türkiye Başbakanı Ecevit ile nüfus mübadelesi
de yapmak üzere anlaşmış ve federal çözüm bulunması konusunda mutabakat
sağlanmıştı.” (aktaran Samson’un Anıları, KTFD Enformasyon Dairesi Yayınları,
Şubat 1983, s.81-82)
13 Şubat 1975 günü KTFD’nin ilan edilmesi üzerine,
20 Şubat-12 Mart tarihleri arasında yapılan BM Güvenlik Konseyi
toplantılarında, bütün üyelerin hassasiyetle üzerinde birleştikleri nokta,
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve bağlantısızlık
siyasetine saygı gösterilmesi esası olmuştu.
30 Aralık 1975’de Milliyet gazetesine verdiği bir
demeçte, “İki bölgeli federasyon tezinin kabul edilmemesi durumunda Kıbrıs Türk
toplumu bakımından tek çarenin Türkiye ile birleşmek olduğunu” açıklayan Rauf
Denktaş, 1976 yılı içinde yaptığı çeşitli açıklamalarda böyle bir durumda,
bağımsız bir Türk devletinin kurulması yoluna gidebileceğini belirtmişti. 12 Temmuz
1976’da açıklanan ilk UBP hükümetinin programında ise, Kıbrıs’ta bağımsız ayrı
bir Türk devleti ilan etme hakkı saklı tutulmuştu. (Milliyet, 13 Temmuz 1976)
15 Kasım 1983’de KKTC’nin ilan edilmesi ile, Kıbrıs
Cumhuriyeti ile olan bağlar tamamiyle kopartılmış oluyordu. 18 Kasım günü kabul
edilen BM Güvenlik Konseyi’nin 541 No’lu kararında KKTC ilanının yasadışı
olduğu ve geri alınması gerektiği vurgulanarak, BM Genel Sekreterinin bir an
önce toplumlararası görüşmeleri başlatması isteniyordu. 10 Eylül 1984’de
başlatılan bu görüşmeler, çeşitli zorlu aşamalardan geçerek, 26 Şubat 1990’daki
Denktaş-Vasiliyu zirvesine kadar getirildi. Bir anlaşma taslağının imzalanması
beklenen bu görüşmede, Rauf Denktaş’ın şimdiye kadarki çerçevenin dışına
çıkarak, Kıbrıs Türk toplumu için ayrılma hakkı talep etmesi, zirveyi akamete
uğrattı.
5 Mart 1990 günü yazılı bir açıklama yapan Kuzey
Kıbrıs fatihi ve günümüzün DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, şu görüşü öne
sürdü: “Bir ara çözüm olarak KKTC yalnızca dış ilişkileri ve dış güvenliği
bakımından Türkiye’ye bağlı, fakat rejimi kendisi belirleyen ve tüm içişlerini
kendi bildiği gibi yürüten bir özerk devlet durumuna gelebilir. Tabii böyle bir
ara çözüm, ancak Kıbrıs Türk halkınca demokratik bir halk oylamasıyla uygun
bulunursa yürürlüğe girmelidir.”
Rauf Denktaş, “üzerinde düşünülmesi gereken gerçekçi
bir yaklaşım” olarak nitelendirdiği bu öneri hakkında şöyle demiştir:
“Türkiye’nin elçiliklerinde, Kıbrıs’ın temsilciliğini de yürütmek ve böylelikle
dünyaya girmek akıl işidir, mantık işidir. Aleyhimizde yaratmış oldukları bir
durumun gereğidir. Bu anlaşma yapılabilir ve yararlı olduğu görüşündeyim.”
(Kıbrıs, 7 Mart 1990)
UBP Genel Başkanı ve Başbakan Derviş Eroğlu da,
Ecevit’in önerisini memnunlukla karşıladığını ve UBP’nin kurulduğu gün
Kıbrıs’ta ayrı bir Türk devleti kurma düşüncesiyle yola çıktığını açıklamıştır.
Öte yandan Rum basınında 11 Mart 1990 günü çıkan ve
“Corriera della Sera” adlı İtalyan gazetesinden aktarılan bir habere göre, 8
Mart’ta New York’ta İtalyan Başbakanı Andreotti ile BM Genel Sekreteri de
Cuellar arasında yapılan bir görüşmede, de Cuellar Andreotti’ye “Kıbrıs’ın bir
bölümü, Türkiye’nin Puerto Riko’su olamaz” demiştir.
Aslında Ecevit’in yaptığı öneri ile BM Genel
Sekreteri de Cuellar’ın benzetmesi birbirini tamamlamaktadır. Ünlü Karayipler
Denizi’ndeki Adaların en doğusunda yer alan Puerto Riko adası ile ABD arasında,
KKTC ile Türkiye arasında olması önerilen ortak devlet ilişkisi aynen söz
konusudur. 1898 yılından beri adayı işgali altında tutan ABD’ye ait olan Puerto
Riko adası üzerinde yaşayan 3 milyon insan, 1917’den beri ABD vatandaşı
sayılmaktadır. 1948 yılında kendi valisini seçme hakkına kavuşan Puerto Riko,
1952 yılında yapılan bir referandumla kendi anayasasını onaylamış ve ABD
Kongresi tarafından da kabul edilen anayasası ile bu ada devletçiğine ABD’ye
bağlı serbest bir devlet statüsü tanınmıştır. Puerto Rikolular’ın ABD
Kongresi’nde temsilcileri yoktur ve federal vergi ödememektedirler. Ecevit’in
önerdiğine benzer şekilde, Puerto Riko’nun savunma ve dış politikasından ABD
hükümeti sorumludur. 23 Temmuz 1967’de yapılan halk oylaması sonucunda
seçmenlerin yüzde 61’i ABD ile ortak devlet statüsünün devamını isterken, yüzde
39’u da ABD ile tamamen birleşmeden, yani ABD’nin 51. eyaleti olmaktan yana görüş
belirtmişti. 1972 yılında yapılan seçimlerde ise, 1940’dan beri iktidarda olan
Halkçı Demokrat Parti ile Yeni İlerici Parti, yüzde 95 oyu toplayarak, ABD ile
sürekli birleşme taraftarı politikanın egemenliğini kanıtlamışlardı. 1968
yılında başlayan Puerto Riko’nun bağımsızlığı yanlısı hareket ise baskı altında
tutulmaktadır.
Tekrar Bülent Ecevit’in önerisine dönersek, şu
görüşle karşılaşırız: “Bu öneri, federal çözümü gündemden kaldırmayacak ve
engellemeyecektir. Tam tersine Kıbrıs Rumlarının geçmişe dönüş hayallerini sona
erdireceği için federal çözümü belki de kolaylaştıracaktır.” Görüldüğü gibi,
burada da 1964 yılından beri Türkiye’nin Kıbrıs sorununda yürütmekte olduğu
ikili politika ve sahtekârlık ortadadır. Hatırlanacaktır, zamanın Türkiye
Başbakanı İsmet İnönü “Muahede hükmü dahilinde bulunmak için resmi ağızdan
taksim sözü ile değil, federasyon şekli ile münakaşaya başladık” diyerek, Türk
politikasının hedefinin adayı taksim etmek olduğunu açıklamıştı. (Nihat Erim,
Bildiğim ve gördüğüm ölçüler içinde Kıbrıs, Ankara 1975, s.427-428)
Nitekim Nisan 1977’de Viyana’da Rum tarafına sunulan
ilk yazılı Türk önerilerinden, son olarak 26 Şubat 1990’da New York’ta sunulan
27 sayfalık belgeye kadar olan dönemde egemen olan görüş, federasyon maskesi
altında Kıbrıs’ta iki ayrı devletin kabulünü dayatmak olmuştur. Madalyonun
öteki yüzündeki gerçek ise, 1974 Temmuz’undan beri pratik olarak Kuzey
Kıbrıs’ın Türkiye’nin bir vilayeti olarak işlem gördüğüdür. Rum tarafını
federasyon istemiyor diye suçlamak, Türk tarafının kendisinin istemediğini
karşı tarafa yakıştırmasıdır. Federasyon diye diye bugün varılan aşama, Kuzey
Kıbrıs’ın Türkiye’nin Puerto Riko’su haline gelmesinin dünyaca kabul edilmesi
talebidir. 16 yıldır askeri güce dayanılarak sürdürülen bu de fakto durum,
uluslararası hukuk kurallar, BM Kuruluş Bildirgesi ve Helsinki Nihai Senedi’ne
ters düştüğünden de jure olarak kabul edilemez. Kıbrıs adasının
birleştirilmesi, ancak uluslararası hukuk kurallarına saygı göstererek, gerçek
bir federal devletin kurulması için yapıcı tutum içine girmekle olasıdır.
Konfederal öneriler, ya da Türkiye Cumhuriyeti ile KKTC arasında federasyon
oluşturma önerileri, barışa hizmet etmez. Ancak Türkiye’nin Kıbrıs adası
üzerindeki şoven ve yayılmacı emellerine hizmet eder. 1974 yılında adanın
taksimi kastedilerek federal devlet tezine dönüş, 1964’de İnönü’nün çizdiği
hedefi bir kez daha açığa çıkarırken, bugünkü uzlaşmaz Kıbrıs Türk liderliğinin
de stratejisini ve federasyondan ne anladığını ortaya sermektedir. Gerçek
federalistler ile Kıbrıs’ın bağımsızlık, egemenlik, toprak bütünlüğü ve
bağlantısızlığını savunanlar, bu stratejinin yanlışlığını ve barış düşmanı
yönünü sürekli olarak gündemde tutmak zorundadırlar.
(Bu makalenin Rumca çevirisi, Ahmet An imzasıyla 20
Mayıs 1990 tarihli Embros gazetesinde yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder