2 Mayıs 2019 Perşembe

AYRILIKÇI KIBRIS TÜRK LİDERLİĞİ VE AVRUPA BİRLİĞİ


Günümüz Avrupa Birliği’nin temelini atmış olan, 1957 tarihli Roma Anlaşmasıdır. İngiltere’nin 1961’de Avrupa Ortak Pazarı’na üye olmak için yaptığı başvurudan sonra, Kıbrıs Cumhuriyeti de 1962’de üyelik başvurusunda bulundu. İngiltere’nin Ortak Pazar’a girmesi halinde, onunla çok yoğun ticari ilişkiler içerisinde bulunan Kıbrıs da, ekonomik ilişkilerinin zedelenmemesi için eski sömürgeci ülkeyi izlemek zorunluluğunu duymuştu. 1972 yılında nihayet İngiltere’nin ardından, 19 Aralık 1972’de, Kıbrıs Cumhuriyeti ile de ortaklık anlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın, zamanın Kıbrıs Türk liderliğince de onaylandığı vurgulanmalıdır. Bu sıralarda, Kıbrıs Cumhuriyeti devlet mekanizmasından 1963 Aralık ayında ayrılmış bulunan Kıbrıs Türk liderliği ile devleti tek başına elinde bulunduran Kıbrıs Rum liderliği arasında uzlaşma görüşmelerinin sürdürülmekte olduğu da anımsanmalıdır.
Tarafların resmen onayı ardından 1 Haziran 1973’de yürürlüğe giren Kıbrıs-Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) Ortaklık Anlaşması, tam gümrük birliğine giden yolda gümrük tarifelerinin ve diğer sınırlamaların yavaş yavaş kaldırılmasını öngörmekte ve bunun için iki aşama planlanmaktaydı. İlk aşamanın 30 Haziran 1977’de sona ermesi gerekirken, 1974 yazında Türkiye’nin adanın %37’lik kuzey kısmını ele geçirmesi ve ekonomik-sosyal alanda meydana gelen değişiklikler, 2. aşamaya yumuşak geçişi engelledi. 1977-1985 arasında imzalanan bir dizi protokollarla 1. aşama uzatıldı ve yapılan görüşmeler sonucu iki mali protokol kabul edildi. 30 milyon ECU’luk 1. mali protokolda, Kıbrıs’a verilen toplam yardımın %20’si, Kıbrıs Türk tarafı için kullanılmış ve tamamiyle Lefkoşa Kanalizasyon projesi’ne harcanmıştır. 1984-1988 yıllarını kapsayan 2. mali protokolda öngörülen 44 milyon ECU’luk kredi ve yardım, yine Kıbrıs’taki alt yapıyı geliştirici projeler için harcanmıştır. Örneğin Lefkoşa Kanalizasyon Projesi’nin 2. aşaması, Vasiliko-Pentaskino Su Geliştirme ve Sağlama Projesi, Dikelya Santralı Projesi, Güney Su Taşıma Projesi’nin 1. aşaması, Lefkoşa Master Planı (Lidra, Onassagoru Caddesi’ndeki kazı ve yapım çalışmaları, bu ilk iki mali protokolla sağlanan yardımlarla gerçekleştirilmiştir). 2. mali protokola ait toplam yardımdan 1.13 milyon ECU’luk bir meblağın sadece Türk tarafına, gerisinin bütün ada ihtiyacına yanıt verecek şekilde harcanmış olması, bazı Kıbrıslı Türk çevrelerini hoşnut etmemişse de, Kıbrıs Türk liderliğinin taksimci politikalarının bunda etkili olduğu aşikârdır.
1974’den sonra kurulan “Kıbrıs Türk Federe Devleti”, 1983’de kendini “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” olarak ilan etmiş ve bu ayrılıkçı eylem, BM Kararları, Avrupa Topluluğu, Avrupa Parlamentosu ve diğer uluslararası kuruluşların bildirileri ile kınanmıştır. İşgal altında tutulan bu bölgeye Türkiye’den getirilen onbinlerce taşıma nüfus yerleştirilmiş ve buraları terke zorlanan Kıbrıslı Rumlara ait ev, eşya ve mülke el konarak, ganimetlendirilmiştir. Dahası Kıbrıs Türk Yönetimi, adanın ikiye bölünmüş olarak kalmasından yana tavır koyarak, yerleşim, dolaşım ve mülk edinme özgürlüklerine yasaklar uygulamayı sürdürmüştür. Oysa ki bunlar AT’nin temel ilkeleridir.
Kıbrıs Türk liderliği, gümrük birliğine yumuşak geçişli öngören 2. aşamanın Kıbrıs sorununun çözümlenmesi sağlanmadan uygulanmaması için AT’ye başvuruda bulundu, ama etkili olamadı. Avrupa Komisyonu, AT Bakanlar Konseyi kararı gereğince Mayıs 1977’de Kıbrıs Türk liderliğine başvurarak, temaslar için Brüksel’e temsilci göndermesini talep etti. 1977-1980 arasında bir Kıbrıs Türk heyeti 10 defa ziyaret yaparak, teknik düzeyde bazı isteklerde bulundu. Sunulan 7 altyapı projesine karşılık, sınırlı bir para yardımı sağlanabildi. AT heyeti de üç defa adayı ziyaret ederek, her iki tarafla görüştü. Fakat Kıbrıs Türk liderliği, Kıbrıs-AT ortaklık anlaşmasının “Kıbrıs yurttaşları arasında ayrımcılık yapılamaz” diyen 5. maddesini istismar ederek, kendi ayrılıkçı devletinin tanınması ve Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin dışında ayrı ilişkiler kurma yönünde davrandı. (Cyprus Mail, 7.6.1993) 1983’de KKTC’nin ilanı ardından, Avrupa Komisyonu, Kıbrıs’ın işgal altındaki topraklarıyla ticaret yapılmasının yasadışı ve Kıbrıs’la ortaklık anlaşmasına aykırı olduğu kararına vardı.
5 Aralık 1989’da AT Tarım Genel Müdürlüğü tarafından yayımlanan Resmi Nota ile (ki 29 Kasım 1983 tarihli Bakanlar Konseyi kararına dayanmaktaydı) Kıbrıs’tan ithali yapılacak bütün ticari mallar üzerinde yasal Kıbrıs hükümetinin resmi damga ve belgelerinin bulunması gerektiği ve bütün AT üyesi ülkelerin buna uymak zorunda oldukları açıklandı.
Kıbrıs Türk liderliği, birçok defa AET-Kıbrıs ilişkilerinin ilerletilmesinin toplumlararası görüşmelerde ilerleme kaydedilmesine bağlı olmasını talep etmişse de, AET, Ortaklık Anlaşması hükümlerinin bütün Kıbrıslılara yarar sağlamayı öngördüğünü belirterek, anlaşma imzalama, uygulama ve gözden geçirme yetkisine haiz tek taraf olarak sadece Kıbrıs hükümetini tanıdığını açıkladı.
Bir buçuk yıl süren görüşmeler ardından 19 Ekim 1987’de, AET ile Kıbrıs Cumhuriyeti arasında gümrük birliği anlaşması imzalanarak, 1 Ocak 1988’den itibaren uygulamaya kondu. 1989’da imzalanan 3. mali protokolla da 1993’e kadar olan süre için 62 milyon ECU’luk mali yardım ve kredi sağlandı. Bu paranın Rumlarla Türkler arasında %82-18 oranında paylaşılmasını kabul etmeyen Türk liderliği, %25’in üzerinde bir pay istemiş ve üstelik kredi olarak verilecek paranın geri ödenmesi için de yükümlülüklerini kabul etmemiştir. Türk tarafı, kredinin tamamının Rum tarafınca ödenmesini isteyerek, Kıbrıs sorununun çözümünden sonra yapılacak hesaplaşmada dikkate alınacağını belirtmiştir. Rum tarafı ise, Kıbrıslı Türklerin nüfus oranının %18 olduğunu ve bundan fazla bir payın Türklere verilmesinin mümkün olmadığını vurgulayarak, “Türkiye’den aktarılan sömürgecileri de beslemek niyetinde değiliz” şeklinde görüş bildirmiştir. (Proina Nea’dan aktaran Kıbrıs, 6.2.1990) Ayrıca Kıbrıs Türk liderliği, AT’nin Kıbrıs’a yapacağı yardımdan hissesine düşecek payı, Kıbrıs Kalkınma Bankası kanalıyla verme ve gerçekleştireceği projeleri bu bankanın denetimi altına alma kararını reddetmiştir. Türk tarafı, buna neden olarak da, tanımadıkları Kıbrıs Hükümetinin otoritesini tanımış olacaklarını öne sürerek, bu kanaldan parayı kabul etmeyeceğini bildirmiştir. Öte yandan Kıbrıs Kalkınma Bankası da, Kıbrıs Türklerine para vermek için “KKTC Mühürü” ile yapılacak başvuruları finanse etmeyeceğini, nereye harcanacağını bilinmeden ve geri ödenmesi teminatı sağlanmadan tek kuruş dahi verilmeyeceğini AT’ye açıkça belirtmiştir. Kıbrıs hükümetinin paranın nereye harcanacağını denetlemek üzere BM’in bir müfettiş ataması önerisini ise Türkler derhal reddetmişlerdir. Hükümet, bu para ve kredilerin Kıbrıslı Rumlara ait mülklerin tamir edilerek kullanılmalarını sağlayacak alanlara harcanmasından çekindiğini belirtmiştir. (Agon, 1.1.1990)
Kıbrıs Cumhuriyeti ile AET arasındaki ekonomik, ticari ve siyasal ilişkilerin gelişmesi ardından, 1988 yılında “Avrupa Siyasal İşbirliği” çerçevesinde siyasal temaslar da başlatılmıştır. Avrupa’nın Kıbrıs sorunu ile daha yakından ilgilenmesi, sorunun BM kararları temelinde ve adanın bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilerek çözümlenmesini talep eden birçok açıklamaların yapılmasını da getirdi. Bunların en önemlisi, Haziran 1990’da Dublin’de yapılan Avrupa Bakanlar Konseyi Toplantısı’ndan sonra yayımlanan ortak bildiride, Türkiye’nin toplulukla olan ilişkilerinin Kıbrıs’taki gelişmelere bağlı tutulacağının açıklanmasıydı. Bu, AT Komisyonu’nun Türkiye’nin tam üyelik başvurusuna ilişkin 18.12.1989 tarihli görüşünde de şöyle belirtilmişti:
“Türkiye’nin topluluğa katılması sorununun siyasal verileri, Türkiye ve topluluk üyesi bir devlet arasındaki uyuşmazlık ile Avrupa Konseyi’nin geçenlerde derin kaygılarını belirttiği Kıbrıs’taki durumun yarattığı olumsuz etkilere değinilmedikçe eksik kalacaktır. BM’nin konuya ilişkin kararlarına uygun olarak Kıbrıs’ın birlik, bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğü gündemdedir.”
Kıbrıs’ın Avrupa Topluluğu’na tam üyelik girişiminde bulunacağına ilişkin haberler üzerine, Kıbrıs Türk liderliğinin, tehditkâr bir tavır içine girdiği görüldü. Günaydın gazetesinde çıkan bir haberde şöyle denmekteydi:
“Kıbrıs Rum kesiminin AT’na tam üyelik için başvuru hazırlığında olması, KKTC ile Türkiye’nin Kıbrıs politikasında yeni strateji belirlemesine yol açacak. Dışişlerine yakın kaynaklara göre, eğer Rumlar tam üyeliğe başvurursa, KKTC de “tam bağımsız ülke” olduğunu ilan edecek, kendi parasını basarak, milli marşını da besteletecek.” (aktaran Kıbrıs Postası, 3.5.1989)
Rauf Denktaş da, Kıbrıslı Rumların AT’ye giriş başvurusu yapmaları halinde, toplumlararası görüşmelerin sona ereceği tehdidinde bulunarak, “Türkiye girmeden Kıbrıs’ın AT’ye girmesine karşıyız” şeklinde konuşmuştu. Dışişleri Müsteşarı Osman Ertuğ ise verdiği bir demeçte, KKTC’nin AT politikasını şöyle açıkladı:
“Kıbrıs’ın AT’ye girmesine karşı değiliz. Hatta AT’ye girmek istiyoruz. Ancak zamanlama konusunda Rumlarla anlaşamıyoruz. Biz, Rum tarafının tek başına AT’ye girmesine karşıyız. Kıbrıs’ın AT’ye girişi, Kıbrıs sorununun çözümünden sonra olmalıdır. Rumların yapacağı tek taraflı bir akit geçerli olmayacaktır. Ancak bir gün AT’ye gireceğiz. Konuya bu gözle bakıyoruz.”
Haberde devamla, 1988’de imzalanan protokol uyarınca Rum kesiminin AT ile olan ticarette gümrük vergilerini indirmeye başladığı, ama Türk tarafının ekonomik geri kalmışlığını öne sürerek, protokola uymaktan kaçındığı belirtilmekteydi. (Kıbrıs, 1.8.1989)
Zamanın Kıbrıs Cumhurbaşkanı Vasiliu ise, KKTC’nin ekonomik açıdan geri kalmışlığı konusunda şunları vurgulamaktaydı:
“Ne yazık ki Sayın Denktaş, sorunun pratik yönlerini tartışmaya yanaşmıyor. Ama ona önerdiğimiz çözümün, iki taraf arasındaki dengesizliği hızla gidereceğini söyledim. Şunu anlamalı ki ekonomiyi birleştirmek zorundayız.” (World Link’ten aktaran Cumhuriyet, 24.5.1990)
Avrupa Komisyonu, 1990 yılı Şubat’ında Kıbrıs’ta bir büro açma kararı aldıktan sonra, Haziran’da bir büyükelçi tayin etti. 5 Temmuz 1990’da ise Kıbrıs hükümeti AT’ye tam üyelik başvurusunda bulundu. Cumhurbaşkanı Vasiliu, KRYK-TV’sinin Aktüalite programıyla aynı gün yaptığı bir söyleşide, bu başvurunun neden Kıbrıslı Türklerle ortaklaşa yapılmadığı şeklindeki bir soruyu şöyle yanıtladı:
“Bunun böyle yapılmasını biz de çok isterdik. Bundan mutluluk duyacaktık. Ancak bunun böyle olmasını biz istemedik. Bilindiği gibi  Kıbrıs Türk tarafı, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sürecine katılmayı kabul etmiyor ve ayrılıkçı siyasetinde ısrar ediyor.  Biz Kıbrıs sorununun en erken bir zamanda çözümlenmesi gerektiğine inanıyoruz. Bundan önce defalarca belirttiğimiz gibi Kıbrıs’ın bütün halkının, Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türklerin haklarının güvence altına alınacağı federal bir cumhuriyet olmasını ve bu  federal cumhuriyetin hükümet çerçevesinde topluca kararlar alınmasını ve bu kararların topluca yürütülmesini sağlamasını istiyoruz. Bu gerçekleşene dek, ülkemizin, Kıbrıs’ın bütün olarak, yalnız Kıbrıslı Rumların değil, Kıbrıslı Türklerin de geleceği için gerekli bütün kararları almakla yükümlüyüz. Çünkü Kıbrıs’ın biraz önce belirttiğim Avrupa sürecinin dışında kalması halinde, bu yalnız Kıbrıslı Rumların değil, Kıbrıslı Türklerin de aleyhine olacaktır. Bütün Kıbrıs halkının aleyhine olacaktır. Bu nedenle topluluğa başvuruda bulunmaktan başka seçeneğimiz yoktu.”
Vasiliu, Türk toplumu lideri Denktaş’ın başvuruyu “düşmanca bir girişim” olarak nitelemesini yorumlayan yanıtında da şöyle diyordu:
“Kıbrıs’ın AT’ye üye olma isteminin düşmanca bir girişimle ne ilgisi var, anlamıyorum. Bugün topluluğa üye olmayan Avrupa ülkeleri, topluluğa katılmak için can atıyor. Ayrıca AT’nin üye ülkelerin ve tüm vatandaşların insan haklarını ve ekonomik gelişmesini güvence altına aldığı bilinen bir gerçek. Sayın Denktaş’ın, başvurunun toplumlararası diyaloğa öldürücü darbe vurduğu yolundaki demeci ilginçtir. Çünkü Sayın Denktaş’ın New York’da yer alan görüşmede izlediği tutumla toplumlararası diyaloğa darbeyi kendisinin vurduğunu, yalnız ben değil, bütün dünya biliyor. BM Genel Sekreteri’nin Güvenlik Konseyi’ne sunduğu ilgili raporda da bu gerçek belirtilmiştir.”
Vasiliu, Kıbrıslı Türklerin elde edecekleri haklara değindikten sonra, bu hakların nasıl güvence altına alınacağına ilişkin olarak da şöyle demekteydi:
“Kıbrıslı Rumların hakları nasıl güvence altına alınacaksa, Kıbrıslı Türklerin de hakları aynı biçimde güvence altına alınacak. Konuyu daha belirli biçimde açıklamak gerekirse; Kıbrıslı Türklerden bazılarının bulunacak çözüm çerçevesinde çoğunlukta olan Kıbrıslı Rumların daha fazla tercih edilebileceğini ve Kıbrıslı Türklerin eşit vatandaş sayılamıyacakları şeklindeki bir görüş ileri sürebileceklerini varsayalım. Böylesi görüşleri bundan önce çok kez işittik. AT’ye üye olmayan bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nde böyle bir iddianın geçerli olabileceğini teorik olarak kabul edelim. Halbuki böylesi bir durumun topluluğa üye bir Kıbrıs’ta geçerli olabileceğini düşünmek, kesinlikle imkansız. Çünkü AT’nin ırk, ulus ve toplum ayrımı yapmaksızın bütün topluluk vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini güvence altına aldığı çok iyi bilinmektedir. Topluluk içinde toplulukların haklarının güvence altına alınmasının örneklerini görebiliriz. Bu nedenlerle Kıbrıslı Türklerin, Kıbrıslı Rumlardan daha fazla  Kıbrıs’ın AT’ye üye olmasından yana olması gerekir.”
Vasiliu, tam üyeliğe gerektiği gibi hazırlanmak için Kıbrıslı Rum ve Türk ticaret ve sanayi adamlarının, iktisatçı, hukukçu, eğitimci ve diğer uzmanlaşmış kişilerin bir araya gelerek, topluluğa üyeliğin anlamı, ne gibi hazırlık gerektiği ve diğer ilgili konuları görüşmek üzere temas kurmalarının yararlı olacağına inandığını belirterek, bu tür temas ve görüş alış-verişlerinin geliştirilmesini sağlamak gerektiğini vurgulamıştı. Ne var ki, Kıbrıs Türk liderliğinin, kendi denetimi dışında yapılacak bu tür temaslardan yana olmadığı da zaman içinde kanıtlanmıştır.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 5 Temmuz 1990’da AT’ye tam üyelik için başvuruda bulunması, ayrılıkçı Kıbrıs Türk lideri Rauf Denktaş’ın şöyle konuşmasına neden olmuştu:
“Yaptığımız tüm uyarılara rağmen, Rum tarafı AT’ye başvuruyu gerçekleştirmiştir. Biz yapmayın etmeyin dedikçe, gözümüzün içine baka baka bu müracaatı yapan adamlar, Kıbrıs Cumhuriyeti olduklarını söylediler. Ben ne masaya otururum, ne de herhangi bir uzmanı oturttururum.” (Cumhuriyet, 7.7.1990) “Rumlar AT’ye üye oldukları takdirde kuzey, Türklerin tapusunda kalır... Kimse KKTC’yi altımızdan alamaz. Hangi oyunu yaparlarsa, o oyuna oyun ile cevap vereceğiz. Başka çaremiz yoktur. Bu bir Bizans oyunudur. Avrupa bunu ya görür, ya da görmez. Görmezse, onun da tedbiri vardır... AT başvurusu Yunanistan’la entegrasyon anlamına gelir.” (Kıbrıs, 7.7.1990)
Görüldüğü gibi, Denktaş, kurucu ortağı olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki ortaklık haklarına sahip çıkmak yerine, taksimci politikalar gütmekte ve yapıcı davranmamaktaydı. Nitekim adadaki Türk askeri varlığına dayanarak, başvuru sonrasında kuzeyle güney arasındaki Lidra Palas geçiş kapısını 24 saat kapatan Kıbrıs Türk liderliği, hâlâ daha 1958’lerin “ya taksim, ya ölüm” politikasını güttüğünü kanıtlamış olmaktaydı. Nitekim Denktaş, AFP’ye verdiği bir demeçte de yine işbirliği değil, ayrılıktan yana olduğunu göstermekteydi:
“Rum yönetiminin AT’ye başvurusuna olumlu yanıt verme, fiili olarak bir başka Kıbrıs devletinin varlığının tanınması anlamına gelebilir. KKTC, AT’ye girmek için başvuruda bulunmadı. Böylece iki Kıbrıs devleti olacaktır. Biri AT üyesi, diğeri değil.” (Kıbrıs, 20.7.1990)
 Kıbrıs Türk liderliği, sözümona AT’ye de tehditler savurarak, Kıbrıs Cumhuriyeti adına yapılan başvurunun kabul edilmesi halinde, ayrılığı daha da pekiştirecek olan bir “önlemler paketi” uygulayacağını açıkladı. Buna göre, 1. KKTC kendi parasını basacak, 2. Maraş “tırtıl harekâtı” ile aşama aşama yerleşime açılacak, 3. KKTC ile TC arasında pasaport işlemleri karşılıklı olarak kaldırılacak, 4. Siyasal ve ekonomik içerikli ikili anlaşmalar bağlanacak, 6. Tüm sınır kapıları kapatılacak.” (Kıbrıs, 16.9.1990)
AT’nin, Kıbrıs’ın başvurusunu işleme koyduğunu açıkladığı bildiride “ortaklıktan ada halkının tamamının yararlanacağı ve komisyonun bu gaye ile Kıbrıs Türk toplumu temsilcileri ile görüş alış-verişinde bulunduğu” hususu yer almaktaydı. (Kıbrıs, 18.9.1990)
“AT ülkeleri arasında pasaport uygulanmamaktadır. Bizim de Anavatanımızla, AT ülkeleri arasında var olan uygulamaları gerçekleştirmemiz doğaldır” diye konuşan KKTC Başbakanı Eroğlu (Yeni Gün, 29.7.1990) ile TC Başbakanı Akbulut arasında imzalanan “25 Temmuz Mutabakat Belgesi”ne göre, KKTC ile TC arasında pasaport uygulamasının kaldırılmasına karar verilmiş, ama yapılan uluslararası baskılar sonucu çalışmalar dondurulmuş (Vatan, 4.5.1991) ve ancak 2 Eylül 1991’de kimlik belgesiyle seyahat başlatılmıştı.
AT ve BM yetkililerine meydan okuma olarak nitelendirilen bu uygulama, “KKTC’ye gelen turist sayısını artırmak” amacına yönelik olarak sunulmuşsa da, “sorma-gir hanına dönen KKTC” için başta hırsızlık ve soygun olmak üzere birçok sosyal ve ekonomik sorunlara yol açmıştır. 1 Ocak 1994’de göreve başlayan DP-CTP koalisyon hükümeti, söz vermiş olmasına rağmen, kimlikle girişi kaldıramamıştır.
1989-1993 yıllarını kapsayan 3. mali protokol dönemi içinde de olumsuz tavrını sürdüren Kıbrıs Türk lideri Denktaş, Lefkoşa Kanalizasyon Projesi için Türk tarafına karşılıksız olarak verilecek olan 5 milyon dolarla ilgili olarak şöyle konuşmuştu:
“AT’ın Güney Kıbrıs’taki Büyükelçisi ile görüştüm. Parayı nasıl vereceklerini sordum. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin meşruluğunu yitirdiğini, Rum Cumhuriyeti’ne dönüştüğünü görmezlikten gelerek, “Kıbrıs Cumhuriyeti kanalı ile” dedi. Ve parayı nereye harcayacağımızı da, “Kıbrıs Cumhuriyeti” dediği Güney’deki Rum İdaresi bilecek, tasvip edecek... Bu paranın direkt Türklere verilmesinin formülünü isteseler yine bulurlar. Onların istediği, bizi Rum’a bağlamak. 5 milyon dolar da “yemleme”. Doğal olarak böyle bir parayı alamayız. Parayı reddetmedik. Yolu reddettik. Halkımızı Rum’un kulu, kölesi yapmayız.” (Kıbrıs, 4.6.1991)
Denktaş bir başka demecinde, “Türkiye’nin garantörlüğüne ters düşen bir sistemin içine Türkiye’siz girmemiz düşünülemez. Hayali ekonomik beklentilerle halkımızı kandırmıyalım. AT, boynumuza karın doyurucu bir tasma yapılamaz” diyordu. (Kıbrıs, 6.9.1991)
Yasadışı olarak kurulmuş bulunan ve Türkiye dışında hiçbir devlet tarafından tanınmayan Denktaş’ın ayrı devletçiği, her türlü durumu kendi yararına kullanma eğilimini sürdürürken, “Rumlar AT’ye alınırsa, bölünmüşlük kalıcı olur” diyerek, kendi taksimci politikasına yeni kılıflar aramaya kalkmaktaydı. Denktaş, hiç çekinmeden “Kıbrıs adı altında Rum yönetimine verilen kredi ve yardımların %30’unun Türk tarafına verilmesi için baskı yapılmasını, ambargoların tanınmamasını ve Rumların tek yanlı olarak AT’ye giremeyeceklerinin duyurulmasını” talep edebilmekteydi. (Cumhuriyet, 7.10.1992)
Kıbrıslı Türk tekstil ve tarım ihracatçıları, 1987 tarihinde imzalanmış olan Kıbrıs-AT Gümrük Birliği anlaşmasındaki gümrük indirimlerinden yararlanarak, ürünlerini başta İngiltere olmak üzere AT ülkelerine ihraç etmekteydiler. Bu ihracatta, üzerine ayyıldız konmuş Kıbrıs Cumhuriyeti mührü kullanılmakta ve yapılan bu sahtelik, İngiliz makamlarınca hoşgörüyle onay görmekteydi. 1992 yılında İngiltere’deki Rum ithalatçılar tarafından buna karşı açılan bir dava, AB Adalet Divanı’nda sonuçlandı. 5 Temmuz 1994 tarihli kararda, Kıbrıs’ın işgal altındaki topraklarından yapılacak ihracatta, yasal Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetine ait sağlık ve dolaşım belgelerini taşımayan malların gümrüksüz girişten yararlanamayacağı vurgulandı.
İhracatının %80’ini başta İngiltere olmak üzere diğer AB ülkelerine yapmakta olan KKTC’nin lideri Denktaş, bu karara tepkisini yine Lefkoşa’daki Lidra Palas geçiş kapısını birkaç gün kapatarak göstermeye çalıştı ve mehter marşı ile dini sözlerin dinletildiği mitinginde şöyle konuştu:
“Rum’a boyun eğmemek için zirai ürünlerimizi gerekirse Atatürk Meydanı’na yığar yakarız”! (Kıbrıs, 16.7.1994)
Öte yandan Türkiye’nin de, Denktaş’ın yanlış hukuki yorumlarına alet olmakta oluşuna tanık olmaktayız. Kıbrıs Türk lideri, Rum müracaatının dayandığı hukuki bir temel olmadığını, 1960 anayasasına dayandıklarını iddia edemeyeceklerini belirtmekte ve bunun gerekçelerini şöyle sıralamaktadır:
“Çünkü bu anayasaya göre, dış meselelerde tarafların veto hakları vardır. Türk tarafı bu konuda, Rumların müracaatlarına karşı çıkmıştır...Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, kuruluş esaslarından biri, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, Türkiye ve Yunanistan’ın üyesi olmadıkları kuruluşlara katılamayacağıdır. Çünkü temel esas, iki toplumun anavatanlarına, anavatanlarından herhangi birine, diğerinden fazla bir fırsat vererek, adanın o anavatanla herhangi bir konuda entegrasyonu önlemek ve böylelikle, toplumlar arasında güvensizliğe göz kapayarak ve tüm adalet kurallarını çiğneyerek, Türk toplumunu mahkum etmek yolundadırlar.” (Kıbrıs, 4.10.1993)
Oysa yıllardır değişmeyen “dava avukatı” Denktaş, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasına sahip çıkacaksa, bir bütün olarak sahip çıkmalı ve taraf olabilmesi için de, ortaklık sandalyesinde oturur olmalıdır. İşine geldiğinde Anayasa’ya uyulmasını istemek, işine gelmediğinde de onu ayaklar altına alıp çiğnemek, “avukat”lığa sığmaz, hukuka hiç denk düşmez. Kaldı ki, Denktaş, ilgili anayasa maddelerini de kendince yorumlamaya kalkmaktadır. Garanti Andlaşmasının 1. maddesinde açıkça görüleceği gibi, orada kastedilen, Yunanistan veya Türkiye ile siyasi veya iktisadi birlik oluşturma, bir başka deyişle enosis ve taksim’in yasaklanmasıdır; Avrupa Birliği denen devletler topluluğu ile siyasi veya iktisadi birlik oluşturma, ona katılma söz konusu değildir. Benzeri bir itirazın, Kıbrıs’ın İngiliz Uluslar Topluluğu (Commonwealth’e) katıldığı zaman Kıbrıs Türk liderliği tarafından yapılmamış olması da anımsanmalıdır. Kaldı ki, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası ve Garanti Andlaşmasına rağmen, Kıbrıs Türk liderliğinin 1974 yazından bu yana, garantör ülkelerden biri olan Türkiye ile “Türk Lirası” aracılığı ile oluşturduğu iktisadi birlik gözardı edilmektedir.
Avrupa Birliği’nin 1993 yılı sonunda atadığı Kıbrıs gözlemcisi Serge Abou ile görüşmekten kaçınan Ankara ile Denktaş, Kıbrıs’ta birlikten yana değil de, taksimci ayrılıktan yana olduklarını kanıtlamışlardır. Serge Abou, Lefkoşa’da toplanan Kıbrıs-AB Karma Parlamenterler Komitesi’nin toplantısında yaptığı bir konuşmada, AB konusunda Kıbrıslı Türklerin endişelerini yatıştırmak için bir program hazırladıklarını açıkladı. Abou, gençler ve akademisyenler arasında temaslar sağlanması, iş fırsatları yaratılması, turizmin geliştirilmesi, kültürel mirasın korunması, edebi eserlerin tercümesi, optik ve akustik araçların kullanılması, ulaştırma olanaklarının geliştirilmesi ve bu çerçevede limanlara özel önem verilmesi gibi programların öngörüldüğünü söyledi. (Vima’dan aktaran Kıbrıs, 13.4.1995) 1993-1999 dönemi için geçerli olan 4. Mali Protokol’daki 74 milyon ECU’dan 20 milyonu iki toplum arasındaki Güven Artırıcı Önlemlerin uygulanması için ayrılmış olmasına rağmen, Türk tarafı bu konuda olumlu bir yaklaşım göstermemiştir. Türkiye’nin kendisi de, 1996’da AB ile gümrük birliğine girmiş olmasına rağmen, Kıbrıs’taki ayrılıkçı politikası ile kendi kendine ayak bağı olmayı sürdürmektedir.
1995 yılı Ağustos ayı içinde basında, AB’nin Kıbrıs’ın kuzeyinde bir büro kuracağına ilişkin haberler çıkmışsa da (Kıbrıs, 28.8.1995), daha sonra bu haber AB Komisyonu Lefkoşa Temsilciliği tarafından resmen yalanlanmış; Kıbrıs Türk lideri Rauf Denktaş da, böyle bir irtibat bürosunun, ancak KKTC makamlarından gerekli izinlerin alınması halinde açılabileceğini duyurmuştur. (Kıbrıs, 30.8.1995) 
Bu arada ABD’nin Lefkoşa’daki Büyükelçiliği’nin “Conflict Resolution” (Uyuşmazlıkların Çözümü) Gruplarının yapmakta olduğu iki toplumlu buluşmalar çerçevesinde, AB üyeliği konusuyla ilgilenen çalışma grupları da oluşturulmuş ve çeşitli iki toplumlu toplantılar düzenlenmişti. Örneğin Lefkoşa’da ara bölgede bulunan Lidra Palas Oteli’nde 25 Ekim 1995 akşamı düzenlenen “Avrupa Birliği ve Kıbrıs: Artılar ve Eksiler” konulu toplantı büyük ilgi görürken, Rum ve Türk genç işadamları Brüksel ve Strazburg’u ziyaret etmiş, Lefkoşa’nın Türk kesiminde yapılan toplantılarda da Kıbrıs Türk kamuoyu AB hakkında bilgilendirilmişti.
Bu yakınlaşma toplantıları, AB’nin “Tam üyelik görüşmeleri şu veya bu şekilde Kıbrıslı Türkleri de içermelidir” görüşü paralelinde, Kıbrıs Türk liderliğinin bazı engellemelerine rağmen sürdürülmüş ve Kıbrıslı Rum ve Türk sendikacıların katıldıkları “Ortak Sendikal Forum”lar, Brüksel Kadın Grubu’nun çalışmaları, Kıbrıs yanında Londra ve İstanbul’daki Kıbrıslı Türklerin de AB konusunda bilgilendirilmeleri gerçekleştirilmiştir. 
Kıbrıslı Türklerin belli bir bölümü bu aydınlatma çalışmalarından memnun kalırken, Kıbrıs Türk liderliği, bu  yakınlaşma toplantılarından huzursuzluk duymaktaydı. Örneğin Ortam gazetesi 21 Aralık 1996 tarihli sayısında Denktaş’ın “AB’nin Kıbrıs Büyükelçisi Gilles Anouil’in Kıbrıs Türklerini kandırmak için giriştiği yüz kızartıcı eylemlere eğilme zamanı geldiğini” söylediğini belirten demeci için şu başlığı kullanmıştı: “Olası bir referandumda, KKTC halkının Türkiyesiz de AB’a girmeye onay vereceğinden korkan ve bahane arayan Cumhurbaşkanı Denktaş, AB’ın Kıbrıs Büyükelçisine ateş püskürdü”. Bilahare, Denktaş’ın AB’ye karşı siyasal tavrını daha da sertleştirdiği görüldü ve “Kıbrıs’ın AB’ye iki eşit devlet olarak girilebilir” görüşü daha da öne çıkarılmaya başlandı. (Yeni Demokrat, 10.1.1997)
Öte yandan Kıbrıs Cumhurbaşkanı Kleridis şu öneride bulunmaktaydı: “Kıbrıslı Türkleri Kıbrıs Cumhuriyeti’nin görüşme heyetine katmaya hazırız. AB ile yapılan görüşmelere, yasal yönden geçersiz herhangi bir varlık değil, yasal Kıbrıs Hükümeti katılmaktadır.” (Cyprus Weekly, 21.2.1997)
AB Komisyonunun Dış İlişkilerden Sorumlu üyesi Hans Van Den Broek, Lefkoşa’nın Türk kesiminde verdiği bir konferansta, Kıbrıs Türk toplumunun kendisi için en kârlı olanın, statükoyu sürdürmek olduğunu düşünmesi ve seçimini bu yönde yapması halinde, bundan çok büyük pişmanlık duyacağı ve sorunun çözümünde çok büyük zorluklarla karşılaşacağı uyarısında bulunarak, “Bağımsız Kuzey Kıbrıs AB tarafından tanınmayacak” diye konuşmuştu. (Birlik, 1 Mart 1997)
Gerek Türkiye yetkilileri, gerekse Kıbrıs Türk liderliği, Kasım 1997’de “KKTC’nin tanınması”nı talep eden yeni bir strateji başlattılar. 12-13 Aralık 1997 tarihlerinde yapılan AB Lüksemberg Zirvesi’nden, Kıbrıs Cumhuriyeti adına Rum yönetimiyle tam üyelik görüşmelerinin başlatılması ve Türkiye’nin aday ülkeler arasına alınmaması kararının çıkması üzerine, Türk tarafı bunu,  BM çerçevesinde yapılan toplumlararası görüşmelere oturmama gerekçesi yaptı. Kıbrıs Türk liderliği, Kıbrıs’ta yürütülmekte olan bütün iki toplumlu temasların askıya alındığını açıkladı. Kıbrıs-AB üyelik görüşmeleri ise, 31 Mart 1998’de, Kıbrıslı Türklerin temsilcilerinin katılımı olmaksızın başlatıldı.
İlginçtir, COMAR Kamuoyu Araştırma Şirketinin yaptığı bir ankete göre, Kıbrıs Türklerinin %11’i Kıbrıs sorununun çözümünden önce AB üyeliğini desteklerken, %42.2’si de üyeliğin çözümden sonra olmasından yana görüş belirttiler. Ankete katılanların %41.7’si ise, AB üyeliği için hem çözümü,  hem de Türkiye’nin de AB’ye girmesini beklemekten yana. Bu durumda Kıbrıs Türklerinin %94.9’u şu veya bu şekilde AB üyeliğini desteklemekteydi.
Ayrılıkçılığı tescil edilmiş olan Kıbrıs Türk lideri ise, Lefkoşa Rotary Kulübü’nün bir toplantısında şu görüşleri savunmuştu:
“Türkiye’nin bulunmadığı bir Avrupa Birliği’ne girmemiz demek, bizim artık AB içerisinde bireyler olarak yaşamamız demektir. Toplumsal haklar hatta iki kesimlilik, Rumların kendi mallarına sahip çıkamayıp bizimle takas etme gibi usuller, Rum tarafıyla anlaşsak dahi geçerli addedilmeyecek... AB’ye girmek demek, istenmeyen ne varsa hepsinin buraya dolması demektir ve Rum kendisi yapmayacağı kötülüğü Avrupa’dan getireceği insanlara rahatlıkla yaptırabilir, nasıl ki bugün artık silahlı askerler almaya başlamıştır... AB’ne bizim girmemiz demek, Yunanistan kolonisi haline gelmemiz demektir. Türkiye uzaktan bakacaktır; Türkiye ile bütün irtibatımız kesilecektir. Garanti anlaşması da geçersiz olduğu takdirde, buradan toparlanıp gideceğiz. Başka hiçbir çaremiz yok.” (Kıbrıs, 24 Aralık 1994)
Bu sözler, Kıbrıs Türklerini 40 yıldan fazla bir süredir akvaryumda tuttuğu yetmezmiş gibi, bundan sonra da okyanus içinde yüzmelerine, dünya halklarıyla yasal bir devletin kurucu ortaklarından biri olarak temas etmelerine engel olmakta olan Kıbrıs Türk liderliği ve arkasındaki güçlerin ideolojik yapısının ne olduğunu çok güzel özetlemektedir.
Nitekim Kıbrıs Cumhurbaşkanı Kleridis de, bu düşünce şeklini, 1999 Aralık ayı başında New York’ta başlatılan yeni görüşmeler öncesinde, BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üye temsilcisine şöyle anlatmıştır:
“Troutbeck ve Montreux’de yapılan görüşmelerde Denktaş, görüşmeler için değil, Kıbrıs’ın AB’a üyelik başvurusunun ger çekilmesi halinde görüşme yapmayacağını, görüşmelerin başlamasından önce, devletinin egemen olarak kabul edilmesi gerektiğini iletmek için katıldığına açıklık getirdi. Denktaş’ın AB üyeliğine karşı çıkma nedenlerinden biri, talep ettiği çözümün Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uymayan unsurlar içermesinden kaynaklanıyor. Diğer bir ifadeyle serbest dolaşım ve yerleşim istemediğini, mecburi mal-mülk mübadelesinde ısrar ettiği için AB’a üyeliğe karşıdır. Dekonfrontasyon ve asker indirimi konularında da sayılarını belirtmeden önemli oranda Türk askerinin süresiz adada kalmasını ve Türkiye’nin müdahale hakkının devam etmesini isteyen Denktaş, bu malum tezlerinden vazgeçmeye hazır değildir.” (Mahi’den aktaran Halkın Sesi, 30.9.1999)

(Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek, Sayı:47, Ocak 2000, ayrıca kitap içinde, Ahmet An, Kıbrıs Nereye Gidiyor? İstanbul 2002  s.239-255)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder