Günümüz
Avrupa Birliği’nin temelini atmış olan, 1957 tarihli Roma Anlaşmasıdır.
İngiltere’nin 1961’de Avrupa Ortak Pazarı’na üye olmak için yaptığı başvurudan
sonra, Kıbrıs Cumhuriyeti de 1962’de üyelik başvurusunda bulundu. İngiltere’nin
Ortak Pazar’a girmesi halinde, onunla çok yoğun ticari ilişkiler içerisinde
bulunan Kıbrıs da, ekonomik ilişkilerinin zedelenmemesi için eski sömürgeci
ülkeyi izlemek zorunluluğunu duymuştu. 1972 yılında nihayet İngiltere’nin
ardından, 19 Aralık 1972’de, Kıbrıs Cumhuriyeti ile de ortaklık anlaşması
imzalandı. Bu anlaşmanın, zamanın Kıbrıs Türk liderliğince de onaylandığı
vurgulanmalıdır. Bu sıralarda, Kıbrıs Cumhuriyeti devlet mekanizmasından 1963
Aralık ayında ayrılmış bulunan Kıbrıs Türk liderliği ile devleti tek başına
elinde bulunduran Kıbrıs Rum liderliği arasında uzlaşma görüşmelerinin
sürdürülmekte olduğu da anımsanmalıdır.
Tarafların
resmen onayı ardından 1 Haziran 1973’de yürürlüğe giren Kıbrıs-Avrupa Ekonomik
Topluluğu (AET) Ortaklık Anlaşması, tam gümrük birliğine giden yolda gümrük
tarifelerinin ve diğer sınırlamaların yavaş yavaş kaldırılmasını öngörmekte ve
bunun için iki aşama planlanmaktaydı. İlk aşamanın 30 Haziran 1977’de sona
ermesi gerekirken, 1974 yazında Türkiye’nin adanın %37’lik kuzey kısmını ele
geçirmesi ve ekonomik-sosyal alanda meydana gelen değişiklikler, 2. aşamaya
yumuşak geçişi engelledi. 1977-1985 arasında imzalanan bir dizi protokollarla
1. aşama uzatıldı ve yapılan görüşmeler sonucu iki mali protokol kabul edildi.
30 milyon ECU’luk 1. mali protokolda, Kıbrıs’a verilen toplam yardımın %20’si,
Kıbrıs Türk tarafı için kullanılmış ve tamamiyle Lefkoşa Kanalizasyon
projesi’ne harcanmıştır. 1984-1988 yıllarını kapsayan 2. mali protokolda
öngörülen 44 milyon ECU’luk kredi ve yardım, yine Kıbrıs’taki alt yapıyı
geliştirici projeler için harcanmıştır. Örneğin Lefkoşa Kanalizasyon
Projesi’nin 2. aşaması, Vasiliko-Pentaskino Su Geliştirme ve Sağlama Projesi,
Dikelya Santralı Projesi, Güney Su Taşıma Projesi’nin 1. aşaması, Lefkoşa
Master Planı (Lidra, Onassagoru Caddesi’ndeki kazı ve yapım çalışmaları, bu ilk
iki mali protokolla sağlanan yardımlarla gerçekleştirilmiştir). 2. mali
protokola ait toplam yardımdan 1.13 milyon ECU’luk bir meblağın sadece Türk
tarafına, gerisinin bütün ada ihtiyacına yanıt verecek şekilde harcanmış
olması, bazı Kıbrıslı Türk çevrelerini hoşnut etmemişse de, Kıbrıs Türk
liderliğinin taksimci politikalarının bunda etkili olduğu aşikârdır.
1974’den
sonra kurulan “Kıbrıs Türk Federe Devleti”, 1983’de kendini “Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti” olarak ilan etmiş ve bu ayrılıkçı eylem, BM Kararları, Avrupa
Topluluğu, Avrupa Parlamentosu ve diğer uluslararası kuruluşların bildirileri
ile kınanmıştır. İşgal altında tutulan bu bölgeye Türkiye’den getirilen onbinlerce
taşıma nüfus yerleştirilmiş ve buraları terke zorlanan Kıbrıslı Rumlara ait ev,
eşya ve mülke el konarak, ganimetlendirilmiştir. Dahası Kıbrıs Türk Yönetimi,
adanın ikiye bölünmüş olarak kalmasından yana tavır koyarak, yerleşim, dolaşım
ve mülk edinme özgürlüklerine yasaklar uygulamayı sürdürmüştür. Oysa ki bunlar
AT’nin temel ilkeleridir.
Kıbrıs Türk
liderliği, gümrük birliğine yumuşak geçişli öngören 2. aşamanın Kıbrıs
sorununun çözümlenmesi sağlanmadan uygulanmaması için AT’ye başvuruda bulundu,
ama etkili olamadı. Avrupa Komisyonu, AT Bakanlar Konseyi kararı gereğince
Mayıs 1977’de Kıbrıs Türk liderliğine başvurarak, temaslar için Brüksel’e
temsilci göndermesini talep etti. 1977-1980 arasında bir Kıbrıs Türk heyeti 10
defa ziyaret yaparak, teknik düzeyde bazı isteklerde bulundu. Sunulan 7 altyapı
projesine karşılık, sınırlı bir para yardımı sağlanabildi. AT heyeti de üç defa
adayı ziyaret ederek, her iki tarafla görüştü. Fakat Kıbrıs Türk liderliği,
Kıbrıs-AT ortaklık anlaşmasının “Kıbrıs yurttaşları arasında ayrımcılık
yapılamaz” diyen 5. maddesini istismar ederek, kendi ayrılıkçı devletinin
tanınması ve Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin dışında ayrı ilişkiler kurma yönünde
davrandı. (Cyprus Mail, 7.6.1993) 1983’de KKTC’nin ilanı ardından, Avrupa Komisyonu,
Kıbrıs’ın işgal altındaki topraklarıyla ticaret yapılmasının yasadışı ve
Kıbrıs’la ortaklık anlaşmasına aykırı olduğu kararına vardı.
5 Aralık
1989’da AT Tarım Genel Müdürlüğü tarafından yayımlanan Resmi Nota ile (ki 29
Kasım 1983 tarihli Bakanlar Konseyi kararına dayanmaktaydı) Kıbrıs’tan ithali
yapılacak bütün ticari mallar üzerinde yasal Kıbrıs hükümetinin resmi damga ve
belgelerinin bulunması gerektiği ve bütün AT üyesi ülkelerin buna uymak zorunda
oldukları açıklandı.
Kıbrıs Türk
liderliği, birçok defa AET-Kıbrıs ilişkilerinin ilerletilmesinin toplumlararası
görüşmelerde ilerleme kaydedilmesine bağlı olmasını talep etmişse de, AET,
Ortaklık Anlaşması hükümlerinin bütün Kıbrıslılara yarar sağlamayı öngördüğünü
belirterek, anlaşma imzalama, uygulama ve gözden geçirme yetkisine haiz tek
taraf olarak sadece Kıbrıs hükümetini tanıdığını açıkladı.
Bir buçuk yıl
süren görüşmeler ardından 19 Ekim 1987’de, AET ile Kıbrıs Cumhuriyeti arasında
gümrük birliği anlaşması imzalanarak, 1 Ocak 1988’den itibaren uygulamaya
kondu. 1989’da imzalanan 3. mali protokolla da 1993’e kadar olan süre için 62
milyon ECU’luk mali yardım ve kredi sağlandı. Bu paranın Rumlarla Türkler
arasında %82-18 oranında paylaşılmasını kabul etmeyen Türk liderliği, %25’in
üzerinde bir pay istemiş ve üstelik kredi olarak verilecek paranın geri
ödenmesi için de yükümlülüklerini kabul etmemiştir. Türk tarafı, kredinin
tamamının Rum tarafınca ödenmesini isteyerek, Kıbrıs sorununun çözümünden sonra
yapılacak hesaplaşmada dikkate alınacağını belirtmiştir. Rum tarafı ise,
Kıbrıslı Türklerin nüfus oranının %18 olduğunu ve bundan fazla bir payın
Türklere verilmesinin mümkün olmadığını vurgulayarak, “Türkiye’den aktarılan
sömürgecileri de beslemek niyetinde değiliz” şeklinde görüş bildirmiştir.
(Proina Nea’dan aktaran Kıbrıs, 6.2.1990) Ayrıca Kıbrıs Türk liderliği, AT’nin
Kıbrıs’a yapacağı yardımdan hissesine düşecek payı, Kıbrıs Kalkınma Bankası
kanalıyla verme ve gerçekleştireceği projeleri bu bankanın denetimi altına alma
kararını reddetmiştir. Türk tarafı, buna neden olarak da, tanımadıkları Kıbrıs
Hükümetinin otoritesini tanımış olacaklarını öne sürerek, bu kanaldan parayı
kabul etmeyeceğini bildirmiştir. Öte yandan Kıbrıs Kalkınma Bankası da, Kıbrıs
Türklerine para vermek için “KKTC Mühürü” ile yapılacak başvuruları finanse
etmeyeceğini, nereye harcanacağını bilinmeden ve geri ödenmesi teminatı
sağlanmadan tek kuruş dahi verilmeyeceğini AT’ye açıkça belirtmiştir. Kıbrıs
hükümetinin paranın nereye harcanacağını denetlemek üzere BM’in bir müfettiş ataması
önerisini ise Türkler derhal reddetmişlerdir. Hükümet, bu para ve kredilerin
Kıbrıslı Rumlara ait mülklerin tamir edilerek kullanılmalarını sağlayacak
alanlara harcanmasından çekindiğini belirtmiştir. (Agon, 1.1.1990)
Kıbrıs
Cumhuriyeti ile AET arasındaki ekonomik, ticari ve siyasal ilişkilerin
gelişmesi ardından, 1988 yılında “Avrupa Siyasal İşbirliği” çerçevesinde
siyasal temaslar da başlatılmıştır. Avrupa’nın Kıbrıs sorunu ile daha yakından
ilgilenmesi, sorunun BM kararları temelinde ve adanın bağımsızlık, egemenlik ve
toprak bütünlüğüne saygı gösterilerek çözümlenmesini talep eden birçok
açıklamaların yapılmasını da getirdi. Bunların en önemlisi, Haziran 1990’da
Dublin’de yapılan Avrupa Bakanlar Konseyi Toplantısı’ndan sonra yayımlanan
ortak bildiride, Türkiye’nin toplulukla olan ilişkilerinin Kıbrıs’taki
gelişmelere bağlı tutulacağının açıklanmasıydı. Bu, AT Komisyonu’nun
Türkiye’nin tam üyelik başvurusuna ilişkin 18.12.1989 tarihli görüşünde de
şöyle belirtilmişti:
“Türkiye’nin
topluluğa katılması sorununun siyasal verileri, Türkiye ve topluluk üyesi bir
devlet arasındaki uyuşmazlık ile Avrupa Konseyi’nin geçenlerde derin
kaygılarını belirttiği Kıbrıs’taki durumun yarattığı olumsuz etkilere
değinilmedikçe eksik kalacaktır. BM’nin konuya ilişkin kararlarına uygun olarak
Kıbrıs’ın birlik, bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğü gündemdedir.”
Kıbrıs’ın
Avrupa Topluluğu’na tam üyelik girişiminde bulunacağına ilişkin haberler
üzerine, Kıbrıs Türk liderliğinin, tehditkâr bir tavır içine girdiği görüldü.
Günaydın gazetesinde çıkan bir haberde şöyle denmekteydi:
“Kıbrıs Rum
kesiminin AT’na tam üyelik için başvuru hazırlığında olması, KKTC ile
Türkiye’nin Kıbrıs politikasında yeni strateji belirlemesine yol açacak.
Dışişlerine yakın kaynaklara göre, eğer Rumlar tam üyeliğe başvurursa, KKTC de
“tam bağımsız ülke” olduğunu ilan edecek, kendi parasını basarak, milli marşını
da besteletecek.” (aktaran Kıbrıs Postası, 3.5.1989)
Rauf Denktaş
da, Kıbrıslı Rumların AT’ye giriş başvurusu yapmaları halinde, toplumlararası
görüşmelerin sona ereceği tehdidinde bulunarak, “Türkiye girmeden Kıbrıs’ın
AT’ye girmesine karşıyız” şeklinde konuşmuştu. Dışişleri Müsteşarı Osman Ertuğ
ise verdiği bir demeçte, KKTC’nin AT politikasını şöyle açıkladı:
“Kıbrıs’ın
AT’ye girmesine karşı değiliz. Hatta AT’ye girmek istiyoruz. Ancak zamanlama
konusunda Rumlarla anlaşamıyoruz. Biz, Rum tarafının tek başına AT’ye girmesine
karşıyız. Kıbrıs’ın AT’ye girişi, Kıbrıs sorununun çözümünden sonra olmalıdır.
Rumların yapacağı tek taraflı bir akit geçerli olmayacaktır. Ancak bir gün
AT’ye gireceğiz. Konuya bu gözle bakıyoruz.”
Haberde
devamla, 1988’de imzalanan protokol uyarınca Rum kesiminin AT ile olan
ticarette gümrük vergilerini indirmeye başladığı, ama Türk tarafının ekonomik
geri kalmışlığını öne sürerek, protokola uymaktan kaçındığı belirtilmekteydi.
(Kıbrıs, 1.8.1989)
Zamanın
Kıbrıs Cumhurbaşkanı Vasiliu ise, KKTC’nin ekonomik açıdan geri kalmışlığı
konusunda şunları vurgulamaktaydı:
“Ne yazık ki
Sayın Denktaş, sorunun pratik yönlerini tartışmaya yanaşmıyor. Ama ona
önerdiğimiz çözümün, iki taraf arasındaki dengesizliği hızla gidereceğini
söyledim. Şunu anlamalı ki ekonomiyi birleştirmek zorundayız.” (World Link’ten
aktaran Cumhuriyet, 24.5.1990)
Avrupa
Komisyonu, 1990 yılı Şubat’ında Kıbrıs’ta bir büro açma kararı aldıktan sonra,
Haziran’da bir büyükelçi tayin etti. 5 Temmuz 1990’da ise Kıbrıs hükümeti AT’ye
tam üyelik başvurusunda bulundu. Cumhurbaşkanı Vasiliu, KRYK-TV’sinin Aktüalite
programıyla aynı gün yaptığı bir söyleşide, bu başvurunun neden Kıbrıslı
Türklerle ortaklaşa yapılmadığı şeklindeki bir soruyu şöyle yanıtladı:
“Bunun böyle
yapılmasını biz de çok isterdik. Bundan mutluluk duyacaktık. Ancak bunun böyle
olmasını biz istemedik. Bilindiği gibi
Kıbrıs Türk tarafı, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sürecine katılmayı kabul
etmiyor ve ayrılıkçı siyasetinde ısrar ediyor.
Biz Kıbrıs sorununun en erken bir zamanda çözümlenmesi gerektiğine
inanıyoruz. Bundan önce defalarca belirttiğimiz gibi Kıbrıs’ın bütün halkının,
Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türklerin haklarının güvence altına alınacağı
federal bir cumhuriyet olmasını ve bu
federal cumhuriyetin hükümet çerçevesinde topluca kararlar alınmasını ve
bu kararların topluca yürütülmesini sağlamasını istiyoruz. Bu gerçekleşene dek,
ülkemizin, Kıbrıs’ın bütün olarak, yalnız Kıbrıslı Rumların değil, Kıbrıslı
Türklerin de geleceği için gerekli bütün kararları almakla yükümlüyüz. Çünkü
Kıbrıs’ın biraz önce belirttiğim Avrupa sürecinin dışında kalması halinde, bu
yalnız Kıbrıslı Rumların değil, Kıbrıslı Türklerin de aleyhine olacaktır. Bütün
Kıbrıs halkının aleyhine olacaktır. Bu nedenle topluluğa başvuruda bulunmaktan
başka seçeneğimiz yoktu.”
Vasiliu, Türk
toplumu lideri Denktaş’ın başvuruyu “düşmanca bir girişim” olarak nitelemesini
yorumlayan yanıtında da şöyle diyordu:
“Kıbrıs’ın
AT’ye üye olma isteminin düşmanca bir girişimle ne ilgisi var, anlamıyorum.
Bugün topluluğa üye olmayan Avrupa ülkeleri, topluluğa katılmak için can
atıyor. Ayrıca AT’nin üye ülkelerin ve tüm vatandaşların insan haklarını ve
ekonomik gelişmesini güvence altına aldığı bilinen bir gerçek. Sayın
Denktaş’ın, başvurunun toplumlararası diyaloğa öldürücü darbe vurduğu yolundaki
demeci ilginçtir. Çünkü Sayın Denktaş’ın New York’da yer alan görüşmede
izlediği tutumla toplumlararası diyaloğa darbeyi kendisinin vurduğunu, yalnız
ben değil, bütün dünya biliyor. BM Genel Sekreteri’nin Güvenlik Konseyi’ne
sunduğu ilgili raporda da bu gerçek belirtilmiştir.”
Vasiliu,
Kıbrıslı Türklerin elde edecekleri haklara değindikten sonra, bu hakların nasıl
güvence altına alınacağına ilişkin olarak da şöyle demekteydi:
“Kıbrıslı
Rumların hakları nasıl güvence altına alınacaksa, Kıbrıslı Türklerin de hakları
aynı biçimde güvence altına alınacak. Konuyu daha belirli biçimde açıklamak
gerekirse; Kıbrıslı Türklerden bazılarının bulunacak çözüm çerçevesinde
çoğunlukta olan Kıbrıslı Rumların daha fazla tercih edilebileceğini ve Kıbrıslı
Türklerin eşit vatandaş sayılamıyacakları şeklindeki bir görüş ileri
sürebileceklerini varsayalım. Böylesi görüşleri bundan önce çok kez işittik.
AT’ye üye olmayan bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nde böyle bir iddianın geçerli
olabileceğini teorik olarak kabul edelim. Halbuki böylesi bir durumun topluluğa
üye bir Kıbrıs’ta geçerli olabileceğini düşünmek, kesinlikle imkansız. Çünkü
AT’nin ırk, ulus ve toplum ayrımı yapmaksızın bütün topluluk vatandaşlarının
hak ve özgürlüklerini güvence altına aldığı çok iyi bilinmektedir. Topluluk
içinde toplulukların haklarının güvence altına alınmasının örneklerini
görebiliriz. Bu nedenlerle Kıbrıslı Türklerin, Kıbrıslı Rumlardan daha
fazla Kıbrıs’ın AT’ye üye olmasından
yana olması gerekir.”
Vasiliu, tam
üyeliğe gerektiği gibi hazırlanmak için Kıbrıslı Rum ve Türk ticaret ve sanayi
adamlarının, iktisatçı, hukukçu, eğitimci ve diğer uzmanlaşmış kişilerin bir
araya gelerek, topluluğa üyeliğin anlamı, ne gibi hazırlık gerektiği ve diğer
ilgili konuları görüşmek üzere temas kurmalarının yararlı olacağına inandığını
belirterek, bu tür temas ve görüş alış-verişlerinin geliştirilmesini sağlamak
gerektiğini vurgulamıştı. Ne var ki, Kıbrıs Türk liderliğinin, kendi denetimi
dışında yapılacak bu tür temaslardan yana olmadığı da zaman içinde
kanıtlanmıştır.
Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin 5 Temmuz 1990’da AT’ye tam üyelik için başvuruda bulunması,
ayrılıkçı Kıbrıs Türk lideri Rauf Denktaş’ın şöyle konuşmasına neden olmuştu:
“Yaptığımız
tüm uyarılara rağmen, Rum tarafı AT’ye başvuruyu gerçekleştirmiştir. Biz
yapmayın etmeyin dedikçe, gözümüzün içine baka baka bu müracaatı yapan adamlar,
Kıbrıs Cumhuriyeti olduklarını söylediler. Ben ne masaya otururum, ne de
herhangi bir uzmanı oturttururum.” (Cumhuriyet, 7.7.1990) “Rumlar AT’ye üye
oldukları takdirde kuzey, Türklerin tapusunda kalır... Kimse KKTC’yi altımızdan
alamaz. Hangi oyunu yaparlarsa, o oyuna oyun ile cevap vereceğiz. Başka çaremiz
yoktur. Bu bir Bizans oyunudur. Avrupa bunu ya görür, ya da görmez. Görmezse,
onun da tedbiri vardır... AT başvurusu Yunanistan’la entegrasyon anlamına
gelir.” (Kıbrıs, 7.7.1990)
Görüldüğü
gibi, Denktaş, kurucu ortağı olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki ortaklık haklarına
sahip çıkmak yerine, taksimci politikalar gütmekte ve yapıcı davranmamaktaydı.
Nitekim adadaki Türk askeri varlığına dayanarak, başvuru sonrasında kuzeyle
güney arasındaki Lidra Palas geçiş kapısını 24 saat kapatan Kıbrıs Türk liderliği,
hâlâ daha 1958’lerin “ya taksim, ya ölüm” politikasını güttüğünü kanıtlamış
olmaktaydı. Nitekim Denktaş, AFP’ye verdiği bir demeçte de yine işbirliği
değil, ayrılıktan yana olduğunu göstermekteydi:
“Rum
yönetiminin AT’ye başvurusuna olumlu yanıt verme, fiili olarak bir başka Kıbrıs
devletinin varlığının tanınması anlamına gelebilir. KKTC, AT’ye girmek için
başvuruda bulunmadı. Böylece iki Kıbrıs devleti olacaktır. Biri AT üyesi,
diğeri değil.” (Kıbrıs, 20.7.1990)
Kıbrıs Türk liderliği, sözümona AT’ye de
tehditler savurarak, Kıbrıs Cumhuriyeti adına yapılan başvurunun kabul edilmesi
halinde, ayrılığı daha da pekiştirecek olan bir “önlemler paketi”
uygulayacağını açıkladı. Buna göre, 1. KKTC kendi parasını basacak, 2. Maraş
“tırtıl harekâtı” ile aşama aşama yerleşime açılacak, 3. KKTC ile TC arasında
pasaport işlemleri karşılıklı olarak kaldırılacak, 4. Siyasal ve ekonomik
içerikli ikili anlaşmalar bağlanacak, 6. Tüm sınır kapıları kapatılacak.”
(Kıbrıs, 16.9.1990)
AT’nin,
Kıbrıs’ın başvurusunu işleme koyduğunu açıkladığı bildiride “ortaklıktan ada
halkının tamamının yararlanacağı ve komisyonun bu gaye ile Kıbrıs Türk toplumu
temsilcileri ile görüş alış-verişinde bulunduğu” hususu yer almaktaydı.
(Kıbrıs, 18.9.1990)
“AT ülkeleri
arasında pasaport uygulanmamaktadır. Bizim de Anavatanımızla, AT ülkeleri
arasında var olan uygulamaları gerçekleştirmemiz doğaldır” diye konuşan KKTC
Başbakanı Eroğlu (Yeni Gün, 29.7.1990) ile TC Başbakanı Akbulut arasında
imzalanan “25 Temmuz Mutabakat Belgesi”ne göre, KKTC ile TC arasında pasaport
uygulamasının kaldırılmasına karar verilmiş, ama yapılan uluslararası baskılar
sonucu çalışmalar dondurulmuş (Vatan, 4.5.1991) ve ancak 2 Eylül 1991’de kimlik
belgesiyle seyahat başlatılmıştı.
AT ve BM
yetkililerine meydan okuma olarak nitelendirilen bu uygulama, “KKTC’ye gelen
turist sayısını artırmak” amacına yönelik olarak sunulmuşsa da, “sorma-gir
hanına dönen KKTC” için başta hırsızlık ve soygun olmak üzere birçok sosyal ve
ekonomik sorunlara yol açmıştır. 1 Ocak 1994’de göreve başlayan DP-CTP
koalisyon hükümeti, söz vermiş olmasına rağmen, kimlikle girişi
kaldıramamıştır.
1989-1993
yıllarını kapsayan 3. mali protokol dönemi içinde de olumsuz tavrını sürdüren
Kıbrıs Türk lideri Denktaş, Lefkoşa Kanalizasyon Projesi için Türk tarafına karşılıksız
olarak verilecek olan 5 milyon dolarla ilgili olarak şöyle konuşmuştu:
“AT’ın Güney
Kıbrıs’taki Büyükelçisi ile görüştüm. Parayı nasıl vereceklerini sordum. Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin meşruluğunu yitirdiğini, Rum Cumhuriyeti’ne dönüştüğünü
görmezlikten gelerek, “Kıbrıs Cumhuriyeti kanalı ile” dedi. Ve parayı nereye
harcayacağımızı da, “Kıbrıs Cumhuriyeti” dediği Güney’deki Rum İdaresi bilecek,
tasvip edecek... Bu paranın direkt Türklere verilmesinin formülünü isteseler
yine bulurlar. Onların istediği, bizi Rum’a bağlamak. 5 milyon dolar da
“yemleme”. Doğal olarak böyle bir parayı alamayız. Parayı reddetmedik. Yolu
reddettik. Halkımızı Rum’un kulu, kölesi yapmayız.” (Kıbrıs, 4.6.1991)
Denktaş bir
başka demecinde, “Türkiye’nin garantörlüğüne ters düşen bir sistemin içine
Türkiye’siz girmemiz düşünülemez. Hayali ekonomik beklentilerle halkımızı
kandırmıyalım. AT, boynumuza karın doyurucu bir tasma yapılamaz” diyordu.
(Kıbrıs, 6.9.1991)
Yasadışı
olarak kurulmuş bulunan ve Türkiye dışında hiçbir devlet tarafından tanınmayan
Denktaş’ın ayrı devletçiği, her türlü durumu kendi yararına kullanma eğilimini
sürdürürken, “Rumlar AT’ye alınırsa, bölünmüşlük kalıcı olur” diyerek, kendi
taksimci politikasına yeni kılıflar aramaya kalkmaktaydı. Denktaş, hiç
çekinmeden “Kıbrıs adı altında Rum yönetimine verilen kredi ve yardımların
%30’unun Türk tarafına verilmesi için baskı yapılmasını, ambargoların
tanınmamasını ve Rumların tek yanlı olarak AT’ye giremeyeceklerinin
duyurulmasını” talep edebilmekteydi. (Cumhuriyet, 7.10.1992)
Kıbrıslı Türk
tekstil ve tarım ihracatçıları, 1987 tarihinde imzalanmış olan Kıbrıs-AT Gümrük
Birliği anlaşmasındaki gümrük indirimlerinden yararlanarak, ürünlerini başta
İngiltere olmak üzere AT ülkelerine ihraç etmekteydiler. Bu ihracatta, üzerine
ayyıldız konmuş Kıbrıs Cumhuriyeti mührü kullanılmakta ve yapılan bu sahtelik,
İngiliz makamlarınca hoşgörüyle onay görmekteydi. 1992 yılında İngiltere’deki
Rum ithalatçılar tarafından buna karşı açılan bir dava, AB Adalet Divanı’nda
sonuçlandı. 5 Temmuz 1994 tarihli kararda, Kıbrıs’ın işgal altındaki
topraklarından yapılacak ihracatta, yasal Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetine ait
sağlık ve dolaşım belgelerini taşımayan malların gümrüksüz girişten
yararlanamayacağı vurgulandı.
İhracatının
%80’ini başta İngiltere olmak üzere diğer AB ülkelerine yapmakta olan KKTC’nin
lideri Denktaş, bu karara tepkisini yine Lefkoşa’daki Lidra Palas geçiş
kapısını birkaç gün kapatarak göstermeye çalıştı ve mehter marşı ile dini
sözlerin dinletildiği mitinginde şöyle konuştu:
“Rum’a boyun
eğmemek için zirai ürünlerimizi gerekirse Atatürk Meydanı’na yığar yakarız”!
(Kıbrıs, 16.7.1994)
Öte yandan
Türkiye’nin de, Denktaş’ın yanlış hukuki yorumlarına alet olmakta oluşuna tanık
olmaktayız. Kıbrıs Türk lideri, Rum müracaatının dayandığı hukuki bir temel
olmadığını, 1960 anayasasına dayandıklarını iddia edemeyeceklerini belirtmekte
ve bunun gerekçelerini şöyle sıralamaktadır:
“Çünkü bu
anayasaya göre, dış meselelerde tarafların veto hakları vardır. Türk tarafı bu
konuda, Rumların müracaatlarına karşı çıkmıştır...Kıbrıs Cumhuriyeti’nin,
kuruluş esaslarından biri, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, Türkiye ve Yunanistan’ın
üyesi olmadıkları kuruluşlara katılamayacağıdır. Çünkü temel esas, iki toplumun
anavatanlarına, anavatanlarından herhangi birine, diğerinden fazla bir fırsat
vererek, adanın o anavatanla herhangi bir konuda entegrasyonu önlemek ve
böylelikle, toplumlar arasında güvensizliğe göz kapayarak ve tüm adalet
kurallarını çiğneyerek, Türk toplumunu mahkum etmek yolundadırlar.” (Kıbrıs,
4.10.1993)
Oysa
yıllardır değişmeyen “dava avukatı” Denktaş, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasına
sahip çıkacaksa, bir bütün olarak sahip çıkmalı ve taraf olabilmesi için de,
ortaklık sandalyesinde oturur olmalıdır. İşine geldiğinde Anayasa’ya uyulmasını
istemek, işine gelmediğinde de onu ayaklar altına alıp çiğnemek, “avukat”lığa
sığmaz, hukuka hiç denk düşmez. Kaldı ki, Denktaş, ilgili anayasa maddelerini
de kendince yorumlamaya kalkmaktadır. Garanti Andlaşmasının 1. maddesinde
açıkça görüleceği gibi, orada kastedilen, Yunanistan veya Türkiye ile siyasi
veya iktisadi birlik oluşturma, bir başka deyişle enosis ve taksim’in
yasaklanmasıdır; Avrupa Birliği denen devletler topluluğu ile siyasi veya
iktisadi birlik oluşturma, ona katılma söz konusu değildir. Benzeri bir itirazın,
Kıbrıs’ın İngiliz Uluslar Topluluğu (Commonwealth’e) katıldığı zaman Kıbrıs
Türk liderliği tarafından yapılmamış olması da anımsanmalıdır. Kaldı ki, Kıbrıs
Cumhuriyeti Anayasası ve Garanti Andlaşmasına rağmen, Kıbrıs Türk liderliğinin
1974 yazından bu yana, garantör ülkelerden biri olan Türkiye ile “Türk Lirası”
aracılığı ile oluşturduğu iktisadi birlik gözardı edilmektedir.
Avrupa
Birliği’nin 1993 yılı sonunda atadığı Kıbrıs gözlemcisi Serge Abou ile
görüşmekten kaçınan Ankara ile Denktaş, Kıbrıs’ta birlikten yana değil de,
taksimci ayrılıktan yana olduklarını kanıtlamışlardır. Serge Abou, Lefkoşa’da
toplanan Kıbrıs-AB Karma Parlamenterler Komitesi’nin toplantısında yaptığı bir
konuşmada, AB konusunda Kıbrıslı Türklerin endişelerini yatıştırmak için bir
program hazırladıklarını açıkladı. Abou, gençler ve akademisyenler arasında
temaslar sağlanması, iş fırsatları yaratılması, turizmin geliştirilmesi,
kültürel mirasın korunması, edebi eserlerin tercümesi, optik ve akustik
araçların kullanılması, ulaştırma olanaklarının geliştirilmesi ve bu çerçevede
limanlara özel önem verilmesi gibi programların öngörüldüğünü söyledi.
(Vima’dan aktaran Kıbrıs, 13.4.1995) 1993-1999 dönemi için geçerli olan 4. Mali
Protokol’daki 74 milyon ECU’dan 20 milyonu iki toplum arasındaki Güven Artırıcı
Önlemlerin uygulanması için ayrılmış olmasına rağmen, Türk tarafı bu konuda
olumlu bir yaklaşım göstermemiştir. Türkiye’nin kendisi de, 1996’da AB ile
gümrük birliğine girmiş olmasına rağmen, Kıbrıs’taki ayrılıkçı politikası ile kendi
kendine ayak bağı olmayı sürdürmektedir.
1995 yılı
Ağustos ayı içinde basında, AB’nin Kıbrıs’ın kuzeyinde bir büro kuracağına
ilişkin haberler çıkmışsa da (Kıbrıs, 28.8.1995), daha sonra bu haber AB
Komisyonu Lefkoşa Temsilciliği tarafından resmen yalanlanmış; Kıbrıs Türk
lideri Rauf Denktaş da, böyle bir irtibat bürosunun, ancak KKTC makamlarından
gerekli izinlerin alınması halinde açılabileceğini duyurmuştur. (Kıbrıs,
30.8.1995)
Bu arada ABD’nin
Lefkoşa’daki Büyükelçiliği’nin “Conflict Resolution” (Uyuşmazlıkların Çözümü)
Gruplarının yapmakta olduğu iki toplumlu buluşmalar çerçevesinde, AB üyeliği
konusuyla ilgilenen çalışma grupları da oluşturulmuş ve çeşitli iki toplumlu
toplantılar düzenlenmişti. Örneğin Lefkoşa’da ara bölgede bulunan Lidra Palas Oteli’nde
25 Ekim 1995 akşamı düzenlenen “Avrupa Birliği ve Kıbrıs: Artılar ve Eksiler”
konulu toplantı büyük ilgi görürken, Rum ve Türk genç işadamları Brüksel ve
Strazburg’u ziyaret etmiş, Lefkoşa’nın Türk kesiminde yapılan toplantılarda da
Kıbrıs Türk kamuoyu AB hakkında bilgilendirilmişti.
Bu yakınlaşma
toplantıları, AB’nin “Tam üyelik görüşmeleri şu veya bu şekilde Kıbrıslı
Türkleri de içermelidir” görüşü paralelinde, Kıbrıs Türk liderliğinin bazı
engellemelerine rağmen sürdürülmüş ve Kıbrıslı Rum ve Türk sendikacıların
katıldıkları “Ortak Sendikal Forum”lar, Brüksel Kadın Grubu’nun çalışmaları,
Kıbrıs yanında Londra ve İstanbul’daki Kıbrıslı Türklerin de AB konusunda
bilgilendirilmeleri gerçekleştirilmiştir.
Kıbrıslı
Türklerin belli bir bölümü bu aydınlatma çalışmalarından memnun kalırken,
Kıbrıs Türk liderliği, bu yakınlaşma
toplantılarından huzursuzluk duymaktaydı. Örneğin Ortam gazetesi 21 Aralık 1996
tarihli sayısında Denktaş’ın “AB’nin Kıbrıs Büyükelçisi Gilles Anouil’in Kıbrıs
Türklerini kandırmak için giriştiği yüz kızartıcı eylemlere eğilme zamanı
geldiğini” söylediğini belirten demeci için şu başlığı kullanmıştı: “Olası bir
referandumda, KKTC halkının Türkiyesiz de AB’a girmeye onay vereceğinden korkan
ve bahane arayan Cumhurbaşkanı Denktaş, AB’ın Kıbrıs Büyükelçisine ateş
püskürdü”. Bilahare, Denktaş’ın AB’ye karşı siyasal tavrını daha da
sertleştirdiği görüldü ve “Kıbrıs’ın AB’ye iki eşit devlet olarak girilebilir”
görüşü daha da öne çıkarılmaya başlandı. (Yeni Demokrat, 10.1.1997)
Öte yandan
Kıbrıs Cumhurbaşkanı Kleridis şu öneride bulunmaktaydı: “Kıbrıslı Türkleri
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin görüşme heyetine katmaya hazırız. AB ile yapılan
görüşmelere, yasal yönden geçersiz herhangi bir varlık değil, yasal Kıbrıs
Hükümeti katılmaktadır.” (Cyprus Weekly, 21.2.1997)
AB
Komisyonunun Dış İlişkilerden Sorumlu üyesi Hans Van Den Broek, Lefkoşa’nın
Türk kesiminde verdiği bir konferansta, Kıbrıs Türk toplumunun kendisi için en
kârlı olanın, statükoyu sürdürmek olduğunu düşünmesi ve seçimini bu yönde yapması
halinde, bundan çok büyük pişmanlık duyacağı ve sorunun çözümünde çok büyük
zorluklarla karşılaşacağı uyarısında bulunarak, “Bağımsız Kuzey Kıbrıs AB
tarafından tanınmayacak” diye konuşmuştu. (Birlik, 1 Mart 1997)
Gerek Türkiye
yetkilileri, gerekse Kıbrıs Türk liderliği, Kasım 1997’de “KKTC’nin
tanınması”nı talep eden yeni bir strateji başlattılar. 12-13 Aralık 1997
tarihlerinde yapılan AB Lüksemberg Zirvesi’nden, Kıbrıs Cumhuriyeti adına Rum
yönetimiyle tam üyelik görüşmelerinin başlatılması ve Türkiye’nin aday ülkeler
arasına alınmaması kararının çıkması üzerine, Türk tarafı bunu, BM çerçevesinde yapılan toplumlararası
görüşmelere oturmama gerekçesi yaptı. Kıbrıs Türk liderliği, Kıbrıs’ta
yürütülmekte olan bütün iki toplumlu temasların askıya alındığını açıkladı.
Kıbrıs-AB üyelik görüşmeleri ise, 31 Mart 1998’de, Kıbrıslı Türklerin
temsilcilerinin katılımı olmaksızın başlatıldı.
İlginçtir,
COMAR Kamuoyu Araştırma Şirketinin yaptığı bir ankete göre, Kıbrıs Türklerinin
%11’i Kıbrıs sorununun çözümünden önce AB üyeliğini desteklerken, %42.2’si de
üyeliğin çözümden sonra olmasından yana görüş belirttiler. Ankete katılanların
%41.7’si ise, AB üyeliği için hem çözümü,
hem de Türkiye’nin de AB’ye girmesini beklemekten yana. Bu durumda
Kıbrıs Türklerinin %94.9’u şu veya bu şekilde AB üyeliğini desteklemekteydi.
Ayrılıkçılığı
tescil edilmiş olan Kıbrıs Türk lideri ise, Lefkoşa Rotary Kulübü’nün bir
toplantısında şu görüşleri savunmuştu:
“Türkiye’nin
bulunmadığı bir Avrupa Birliği’ne girmemiz demek, bizim artık AB içerisinde bireyler
olarak yaşamamız demektir. Toplumsal haklar hatta iki kesimlilik, Rumların
kendi mallarına sahip çıkamayıp bizimle takas etme gibi usuller, Rum tarafıyla
anlaşsak dahi geçerli addedilmeyecek... AB’ye girmek demek, istenmeyen ne varsa
hepsinin buraya dolması demektir ve Rum kendisi yapmayacağı kötülüğü Avrupa’dan
getireceği insanlara rahatlıkla yaptırabilir, nasıl ki bugün artık silahlı
askerler almaya başlamıştır... AB’ne bizim girmemiz demek, Yunanistan kolonisi
haline gelmemiz demektir. Türkiye uzaktan bakacaktır; Türkiye ile bütün
irtibatımız kesilecektir. Garanti anlaşması da geçersiz olduğu takdirde,
buradan toparlanıp gideceğiz. Başka hiçbir çaremiz yok.” (Kıbrıs, 24 Aralık
1994)
Bu sözler,
Kıbrıs Türklerini 40 yıldan fazla bir süredir akvaryumda tuttuğu yetmezmiş
gibi, bundan sonra da okyanus içinde yüzmelerine, dünya halklarıyla yasal bir
devletin kurucu ortaklarından biri olarak temas etmelerine engel olmakta olan
Kıbrıs Türk liderliği ve arkasındaki güçlerin ideolojik yapısının ne olduğunu
çok güzel özetlemektedir.
Nitekim
Kıbrıs Cumhurbaşkanı Kleridis de, bu düşünce şeklini, 1999 Aralık ayı başında
New York’ta başlatılan yeni görüşmeler öncesinde, BM Güvenlik Konseyi’nin 5
daimi üye temsilcisine şöyle anlatmıştır:
“Troutbeck ve
Montreux’de yapılan görüşmelerde Denktaş, görüşmeler için değil, Kıbrıs’ın AB’a
üyelik başvurusunun ger çekilmesi halinde görüşme yapmayacağını, görüşmelerin
başlamasından önce, devletinin egemen olarak kabul edilmesi gerektiğini iletmek
için katıldığına açıklık getirdi. Denktaş’ın AB üyeliğine karşı çıkma
nedenlerinden biri, talep ettiği çözümün Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne
uymayan unsurlar içermesinden kaynaklanıyor. Diğer bir ifadeyle serbest dolaşım
ve yerleşim istemediğini, mecburi mal-mülk mübadelesinde ısrar ettiği için AB’a
üyeliğe karşıdır. Dekonfrontasyon ve asker indirimi konularında da sayılarını
belirtmeden önemli oranda Türk askerinin süresiz adada kalmasını ve Türkiye’nin
müdahale hakkının devam etmesini isteyen Denktaş, bu malum tezlerinden
vazgeçmeye hazır değildir.” (Mahi’den aktaran Halkın Sesi, 30.9.1999)
(Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek,
Sayı:47, Ocak 2000, ayrıca kitap içinde, Ahmet An, Kıbrıs Nereye Gidiyor?
İstanbul 2002 s.239-255)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder