21 Mart 1992’de ani gelen bir kalp krizi sonucu 60 yaşında iken, en verimli
çağında yitirdiğimiz Haşmet arkadaşımız ile ilgili olarak, daha önce yazdığım
“Haşmet Gürkan’ın Hümanist Kültür Mücadelesi” başlıklı yazıda (Kıbrıs Kültürü
Üzerine Yazılar, Lefkoşa 1999, s.174-180) onun yaşamöyküsü ve yazılarından söz
etmiştim.
Halk Sanatları Vakfı’nın bu toplantısında, onu anarken, son dönem
yazılarına bir göz atmak, onun kültürümüze, düşün yaşamımıza yaptığı katkıları özetlemek
için yeterli olacaktır sanırım.
Galeri Kültür Yayınları arasında çıkan “Toplu Eserleri” dizisindeki beş
kitaba girmeyen ve yayımlanmayı bekleyen yazıları, sanırım yayımlananlardan
daha fazladır. Haşmet Bey, bilindiği gibi tarih yazılarına başlarken, önce
elindeki tarih kitapları ve eski gazetelerde okuduğu ilginç bölümleri Türkçeye
kazandırmış ve aktardığı konularla ilgili olarak kendi duyduğu, bildiği
bilgileri bu yazılarına eklemişti. Zamanla hem daha özgür yazma alışkanlığı
edinmiş, hem de elindeki malzeme bittiği için daha çok kendi gözlemlerini ve
düşüncelerini okuyucularına aktarmaya yönelmişti. İşte benim, ötekilerine
kıyasla daha çok zevk alarak okuduğum yazıları bunlardır. Onun bilgi
dağarcığının zenginliği, tarih, doğa ve çevre sevgisi, yazış üslubunun
güzelliği bu yazılarda çok açık biçimde görülmektedir. Bu yazılarının da bir an
önce derlenerek yayımlanması, genç nesillere bırakacağımız en değerli bir
armağan ve düşün yaşamımıza büyük bir katkı olacaktır inancındayım.
8 Kasım 1991 ile 20 Mart 1992 tarihleri arasında Yeni Düzen gazetesinde her
Cuma günü yayımlanan “Lefkoşa Notları” başlıklı ve “Haşmet M.Gürkan” imzalı
yazılardan bir demeti okuyarak onu analım:
İşte onun “Hümanist kültür olmayınca” başlıklı yazısından bir bölüm:
“Ülkemizin tarihi dokusu için en büyük tehlike tarih bilgisiyle
hümanist kültürden yoksun çevrelerden gelmektedir. Bunların elindeki mali
olanak ve güç karşısında doğal çevre gibi tarihi çevre de, onları korumağa
uğraşan aydınlar gerilemeğe, yenilmeye mahkumdur. Bu gün gerek Lefkoşa’da ve
gerekse Mağusa’da bir miktar eski ev, tarihi yapı kalmışsa, bunlara karşı
duyulan sevgiden, onları koruma duygusundan dolayı kalmış değildir. Ticari
amaçlara uygun olmayan sapa yerlerde kalmış olmalarındadır, o evlere sair
yapıların kurtuluşu kimi resmi makamlarla özel kuruluşların tarihi çevreye
bakış açıları da pratik faydacılık açısındandır. Tarihi alanlar onların
nazarında şu veya bu tesisi kurmak için parasızca veya ucuza elde edilebilen
yerler, arsalardır. Nitekim bu yüzden Lefkoşa’da hısarların üstünde ve büyük
ölçüde de altlarında halka açık bir karış yer kalmamış gibidir. Antik ya da
eski yapıların çeşitli amaçlarla kullanılmasında da o binaların tarihine de,
yapı karakterine de saygı duyulmuyor. Örneğin Mağusa’da 14. yüzyıldan kalma
Nasturi Kilisesi son zamanlarda bir kültür merkezi oldu. Oldu ama bu arada biri
apsesinin kubbesinin yanına, öteki de duvarı dibine olmak üzere lamarinadan iki
su deposu konmasında ayrıca antik duvarlar üzerinden su boruları geçirilip
girişte de duvara metal harflerle çakılmasında bir sakınca görülmedi...Biz
Mağusa’nın sergilediği kültür birikiminin değerinin farkında değiliz. Bu kentin
tarihi ve kültür açısından olduğu kadar o çok lafını ettiğimiz, uğruna el
değmemiş kıyılarımızla doğal güzelliklerimizi fedadan çekinmediğimiz turizm
açısından da önemini pek kavramışa benzemiyoruz. Nedeni de hümanist kültürden
ve onun vereceği anlayış ve sevecenlikten yoksul yetiştirilip yetiştirilmekte
oluşumuzdur. Bundan dolayı da Mağusa hendeğinde kuru otları temizleyecek diye
yakıp sur duvarlarını karartmaktan çekinmediğimiz gibi, aklımıza geldikçe sur
kompleksinin şurasına burasına dokunmadan, tarihi dokuyu tahripten geri
kalmıyoruz. (8 Kasım 1991)
Haşmet Bey, “Bir olayın ardından” başlıklı makalesinde de, 1974’den bu yana
değişen demografik yapımızın yarattığı olumsuzluklardan birine değinmekte ve
şöyle yazmaktaydı:
“Geçen hafta Lefkoşa’da vatandaşın
sağduyu ve vicdanının asla kabul etmeyeceği dehşet verici bir olay cereyan
etti. Şehrimizin tanınmış, saygın simalarından Raşit Bedevi, dükkanında,
parasını çalmaya girişen bir soyguncunun bıçaklaması sonucu ağır bir şekilde
yaralandı ve birkaç gün sonra da, aldığı yaralara dayanamayarak öldü.
...İnsanlar işyerinde veya evinde
olsun, hatta sokakta yürürken bir tecavüze uğramak korkusu içindedirler.
Eskiden Kıbrıs doğumlu bile olsa Kıbrıs vatandaşı olmayanların adaya girişleri
ve burada kalmaları çok sıkı kayıtlara bağlıydı. Şimdi böyle birşey olmadığı
gibi giriş ve çıkışta TC ve KKTC yurttaşları için pasaport zorunluluğu da
kaldırıldı.
... Üç-beş kuruşun hatırı için
Lefkoşa’da nesiller boyu oturduğumuz evleri, konakları terkedip onları
pansiyonculara, bekar işçilere kiraladık. Hepimiz tüccar kesilip kentin her
tarafını dükkan doldurduk. Lefkoşa’nın yüzyılların ötesinden gelen kendine özgü
rahat yaşam tarzını ellerimizle bozduk: Kentimizi gürültülü, patırdılı,
korkulu, tütülü, telaşlı kalabalıkların dolup boşaldığı bir garip şark pazarına
döndürdük. Bari eskiden olduğu gibi, içinde güvenle çalışılan, güvenle dolaşılan
bir yer olmasını yeniden sağlasak.” (22 Kasım 1991)
Yıllardır binlerce insanımızın yok olmasına yol açan trafik kazaları ile
ilgili olarak da “Gözlemler” başlığı altında şunları yazmaktaydı:
“Yollar toplumsal yaşamımızın bir
yerde aynası olmuştur. İnsanımızın bencilliğini, sadece kendi çıkarını düşünüp
başkalarının haklarını gözetmediğini gösteren bir ibret aynası... Bu toplumda
bencillik, nemelazımcılık eskiden de vardı. Ama hiç olmazsa trafik alanında
İngilizler bizleri biraz eğitmişlerdi. Trafik kurallarına uymak ve de
İngilizlerin “Road courtesy” dedikleri “yol nezaketi” diye kimi kavramlar
aşılanırdı sürücülere eskiden. Akıp geçen zaman içinde bu eğitim de etkisini
yitirmiş. Yerine, paranın verdiği şımarıklığın, umursamazlığın, başkalarını
küçümsemenin egemen olduğu bir kargaşa geçmiş. Kaç kişi yan yoldan anayola
çıkış için çok beklediği belli bir araca yol verir? Kaç kişi anayoldan yan yola
geçmeğe uğraşan bir araca geçiş olanağı sağlar? Şu veya bu şekilde zor durumda
olduğunu belli eden öndeki bir araca karşı anlayış ve sabırla davranan pek var
mıdır? Başkalarına nezaketten, anlayıştan vazgeçtik. Öteki araçların en basit
yol hakkına bile saygı gösterilmiyor. Bir araç yolun kenarını alıp birisini
indirmeye veya bindirmeye kalkışmasın, arkasındaki hemen boruyu basar... Kent
içinde olsun, kent dışında olsun kazaların çoğu işte böyle davranışlardan olur.
Bunu trafik kurallarını çiğneyenlerin bildiği ne var ki görgü, kültür
eksikliğinin onları umursamazlığa sevkettiği bir gerçektir. “
Haşmet Bey’in darbımeseller ile bildiklerini, duyduklarını okuyucularına
nasıl anlattığına ilişkin iki örnek vermek gerekirse, bunlardan ilki “Girne,
içine girme...” başlıklı yazısıdır:
“Girne, içine girme/ Girersen
eğlenme/ Eğlenirsen evlenme/ Evlenirsen döllenme.” Girne hakkında bu eski Türk
darbımeselini şimdi Girne’ye doluşan kalabalık kuşkusuz bilmez. Ama eminim
yukarı Girne’de oturan eski Girneliler bilir bu darbımeseli. Bu güzel kente
neden yakıştırılmıştı bu olumsuz sözler ve nitelik, bu kesinlikle bilinmiyor.
Girne için yazılmış, ya da büyük ölçüde ondan söz eden kimi İngilizce ve Rumca
kitaplara da giren bu tekerlemenin bazı tarihi nedenleri olmalı. Söylendiğine
göre, Osmanlı döneminde büyücek bir köy olan Girne’de, liman yöresindeki
ailelerin ve halkın, Kale’de bulundurulan topçular veya kimi başıbozuklar
tarafından sürekli rahatsız edilmesinden dolayı çıkarılmıştı bu darbımesel.
İngiliz dönemiyle birlikte doğal güzelliği, yumuşak iklimi ve sakin
yaşantısıyla ilkin İngilizlerin dikkatini çeken Girne’de anılan darbımesel,
geçmişe ait bir anı gibi belleklerde kalmıştı. İngiliz etkisinin egemen olduğu,
varolan birkaç oteliyle çay salonu ve sair müessesesinin İngilizce adlar
taşıdığı, küçük bir İngiliz kolonisinin zamanına göre hayli görkemli yaşamıyla
dikkati çeken Girne, 1960’dan sonra hızlı bir değişim içine girmişti. Özellikle
1968 ile 1974 yılları arasındaki dönemde kayalık kıyılarda, ya da zeytinlik ve
harupların içinde, eski bahçelerin yerinde villalar, apartmanlar yükselmeğe
başlamıştı. Bu at nalı şeklindeki küçücük limanı yeniden düzenlenerek bir yat
limanı haline getirilmişti. Gerçi bu
düzenleme yapılırken liman içinde akıntı ortadan kalktığı için hareketsiz
sularda bu kez kokuşma başgöstermişti, ama 1974’e kadar Girne yine de sessiz
bir kıyı kenti görüntüsünü ve durumunu korumuştu. 1974’ü izliyen yıllar
Girne’nin kalabalıklaştığı, her tarafında dükkanlar açıldığı, eski harup
ambarlarının lüks mağazalara dönüştüğü, telaşlı ziyaretçilerin bir dükkandan
ötekisine koşuştuğu bir ticaret merkezi olduğu görülür. Bu arada Girne gözde
bir oturma yeri halini almış ve bunun sonucu olarak deniz kıyılarından dağ
eteklerine dek her taraf apartmanla dolmuş, kent iş hanları, büyük
mağazalarıyla işlek bir alış-veriş yeri oluvermişti. Sessiz, kendi halinde,
apartman daireleriyle villalarla sahiplerinin ancak hafta sonu geldiği eski
Girne gitmiş, yerine evleri, apartmanları, yolları tıklım tıklım dolu,
gürültülü, patırtılı yeni bir kent gelmişti. Tabii gelişigüzel yerleşim ve
inşaatın sonucu olarak kentin doğal ve tarihi dokunun, çevresinde de doğal
dokunun tahribi büyük boyutlarda sürüp gitmektedir. Varılan bu korkunç nokta
ilgililerin de dikkatini çekmiş olmalı ki şimdi kent içinde tarihi çevrenin bir
bölümü için bir koruma planı uygulanması düşünüldüğü duyurulmaktadır. Kültürsüz,
geleneksiz bir sermaye Kıbrıs’ın her tarafında doğayı da, tarihi de yıkıp
dökerek beton kulelerini dikmektedir. Maddi ve siyasi gücü önünde hiç bir engel
tanımıyan bu sermaye öyle koruma planı filan dinleyecek mi? Lefkoşa’da olsun,
Mağusa’da ve Girne‘de olsun ne tarih, ne de doğa demeden istediği yere,
istediği biçimde beton kuleler diken, eski ve karakteristik yapıları yıkıp
yerlerine çevre ve geleneksel mimari stillerle bağdaşmayan sıradan binalar
dikebilen bu müthiş gücün yıkıcı, bozucu pençesinden Girne’nin sınırlı bir iki
mahallesini olsun kurtarabilmek mümkün olacak mı? Pek sanmıyoruz. Gene de,
gelişmelerin bizi yanıltması ve Girne’de eskiden, güzelden bir iki bölgenin
olsun betonlaşmadan kurtarılması dileğimizdir. Çünkü böyle giderse o eski Türk
darbımeseli tekrardan anımsanacak.” (14 Şubat 1992)
Öteki yazısı da bir deyimden hareketle unutulan tarihimize ışık
tutmaktadır:
“Geçenlerde bu sütunda çıkan, bazı
eski yer adları ile ilgili bir yazımızda, eski bir haritaya dayanarak
Lefkoşa’daki Eski Saray Sokağı adının nereden geldiğini bulmaya çalışmıştık.
Yazımı okuyan Lefkoşalı bir hanım, beni görünce yazımı okuduğunu söyleyip
yazdığımı doğrulamak için eski bir Lefkoşa darbımeseli okudu bana: “Sıngılıyı
sıyırdı, Eski Saraya kandil astı!” deniyordu bu darbımeselde! Anlamı da
“gitmediği, gezmediği yer kalmadı” demekmiş ve çok dolaşıp duran kişiler için
kullanılırmış. Bu eski darbımeselin kendisi kadar içinde geçen “Eski Saray”
deyimi de dikkatimi çekmişti. Bu sözü doğma büyüme Lefkoşalı olan yaşlıca bir tanıdığa
tekrarladığımda o da hatırladı ve buradaki “Eski Saray”ın şimdi Belediyeler
Birliği olan kadı Menteş Konağı, ya da orijinal tanımı ile Latin
Başpiskobosları Sarayı olduğunu açıklamasına ekledi.” (21 Şubat 1992)
Onun “Doğaya sırt çevirince” başlıklı yazısında ise, eşsiz bir gözlem gücü,
yurt sevgisi ve tarih bilinci yer almakta, edebi üslubunun doruğuna ulaştığını
görmekteyiz:
“Bu sene kış soğuk, karlı ve de bol
yağışlı geçiyor. Bereketli yağmurlar ve eriyen karlardan, yıllardır akmayan,,
aksa da üç beş kez akan dereler haftalar var ki akıp duruyorlar. Barajlar,
göletler dolup taşmış. Kim bilir, dağlarda, tepelerde, dağ eteklerinde
vadilerde, derelerin içinde, Girne’nin kayalık kıyılarında, kumsallarında
zamanlar vardır kurumuş olan pınarcıklar bu sene tekrar açılacaklar...
Lefkoşa’da Kanlıdere, yatağına döktüğümüz, attığımız bunca zibilin, molozun
arasında şarıl şarıl akıyor. Hem de gümüş rengi bir suyla. Belli ki Maşera
tepelerinde eriyen karların suyudur akan. Geçen gün Kumsal’da durup derenin efkaliptolar
arasında usul usul akışını seyrettim. Bizim insanlar olarak yarattığımız
çirkinliklere aldırmadan akan o güzel sular, doğayı oralardan henüz
kovamadığımızın işaretiydi. Bu arada, sulara bakarken bir an için, yaz kış
demeden akan küçük bir çayı seyredermişim gibi geldi bana. Çevre yabani otlar
ve sair bitkilerle yemyeşildi. Uzakta tarlalar da öyleydi. Gerçi soğuktan,
kırağıdan otlar, bitkiler sinmiş, pek büyümemişler ama yarın havalar açsın,
güneş yerleri ısıtmaya başlasın, göreceksiniz birden büyüyecekler. Yağışların
güzelliğine bakıp bu yıl ekinler de iyi gidiyor demek, ne yazık ki mümkün
değil. Çünkü bu işten anlayanların söylediğine göre, kimi yerlerde tarlalar iyi
hazırlanmadığı, kimi yerlerdeyse toprağa atılan kalitesiz tohumlar çimlenmediğinden
bu yıl ürün az olacak. Bu olumsuz etkenlere bir de eskiden mevcut ve Kıbrıs
köylüsünün nesiller boyu kullandığı sulama arklarının tahribi sonucu bazı
alanları dere sularının basıp göllenmesi ve bundan dolayı ekinlerin çürümesi
olgusu da eklenebilirmiş. Bu durum büyük bir ihmal ve dikkatsizliğin
sonucuymuş. Çünkü 1974’den önceki dönemlerden kalan ve derelerden tarlaları
sulamaya yarayan arklar kimi yerde ihmalden bozulmuş. Arklar üzerindeki demir
kapaklar kırılıp dökülmüş veya çalınmış. Bu nedenle artık derelerden tarla
suvarma diye birşey kalmadığı gibi taşan sular çukurca yerleri basmağa,
göllenen sular da ekinleri çürütmeğe başlamış. Eski sulama arklarının
tahribinde başlıca neden, toprakların eski tapu haritaları kaale alınmadan
yeniden ve gelişigüzel büyük bloklar halinde parsellenmesi ve bu parsellenmeye
göre toprak sahibi olanların ark, ohto, bağlama vb demeden tarlaları
sürmesiymiş. Bu yüzden eski parsellerin kenarından geçen arklar ortadan kalkmış
oluyordu. Sonuç olarak bu kadar bol yağmur yağdığı, dereler gürül gürül aktığı,
barajlar, göletler dolup taştığı halde, yukarda belirtilen nedenlerden bu yıl
doğru dürüst ürün alınamayacakmış... Bu olup bitenlere hiç şaşamamak lazım. Herşey
bizim toplum olarak tarımdan ve tarımsal üretimden koparak toprakla uğraşmayan,
üretmeyen, hazır yiyici durumuna gelmemiz veya getirilmemizdendir. Nasıl artık
zeytin ağaçlarına bakmıyor ve onları hiç acımadan kesip duruyor ve dışarıdan
zeytin getiriyoruz, aynı şekilde toprağa da gereken özeni ve de sevgiyi
göstermiyoruz. Gelişigüzel inşaatlar arsa açmalar, birinin yanında tekrardan
yapılan asfalt yollar, şu veya bu nedenle toprakları körletme sonucu ekime
elverişli alanların miktarı büyük oranda azalmıştır. Kimsenin buna aldırdığı
yok. En bereketli yıllarda bile ürün çıkmaz oluyor. Ormanları keçilere ve
yangınlara, zeytin ve harupları lahmacun fırınlarına feda ede ede adayı
kelleştirme yoluna soktuğumuz yetmedi, toprağa sırt çevire çevire, ondan özen
ve sevgiyi esirgeye esirgeye bereket içinde bereketsizliğe düşmeğe başladık.”
(28 Şubat 1992)
Ve en son yazısının girişinde yer alan “Yazın habercileri” başlıklı bölüm
ile son verirken, onun tüm kimliğini şu satırlarda yakalamak mümkün:
“Geçen gün avluya çıktığım bir
sırada farkettim: Kırlangıçlar gelmiş. Önce ötüşlerini duydum, kulaklarıma
inanamayarak seslerin geldiği tarafa baktım. İki kırlangıç tepemde uçuşup
duruyorlar. Hava bulutlu ve soğuktu. Kırlangıçları hep masmavi göklerde uçar
görmeğe alıştığımdan bir an için yadırgadım bu görüntüyü. Sonra içimi bir
sevinç doldurdu. Kırlangıçlar yazın habercisiydiler. Böylece Aralık başından
beri yaşadığımız karakışın da sonu gelmişti. Soğuk, yağmur, kar, don, kırağı
bize aylarca göz açtırmamıştı. Çokluk yumuşak geçen Şubat’ta da aynı hal sürüp
gitmişti. Baharı da, yazı da neredeyse unutmuştuk. Ama gene de doğanın
kuralları yürürlükteydi. O soğuk havalar yerini güneşli ve sıcak günlere
bırakacaklardı. Kırlangıçlar bu güzel sürecin habercisiydi. Baharı yazı bir de
1964’de unutmuştum. Aralık 1963 olayları bir kabus gibi üzerimize çökmüştü.
İnsanlar acılı, insanlar şaşkın, insanlar suskundu. Etrafta korku ve
tedirginlik kol geziyordu. Herkes ne olacağız kaygısı içindeydi. Ama yine de
umutlu olanlar vardı: Bir futbol maçının sonucunu bekler gibi kulaklar
radyolarda, gözler gazetelerde, kan dökülmesinin durmasını, bir yerlerden bir
çözüm empoze edilmesini bekleyip duruyorlardı. İşte bu günlerin hay huyu içinde
aylar ayları izliyordu ki bir gün eski bir evin önünden geçerken hoşuma giden
birşeyle karşılaştım: Kerpiç avlu duvarının ardından yükselen bir erik ağacı
vardı ve çiçekler içindeydi. Çevredeki insanların tedirginliğine,
umutsuzluğuna, günlerini aylarını unutmalarına bakmayarak zamanı geldiği için
tepeden tırnağa çiçeklere bürünmüş, bizlere savaştan, kavgadan, korkudan başka
şeyler olduğunu, adına bahar denen güzelliklerle dolu bir dönemin geldiğini
gösteriyordu. O erik ağacı içimdeki sıkıntıları biraz olsun azaltmış,
umutsuzluğu kırmıştı. Daha iyi günler görebilirdik, ülkeye hatta barış
gelebilirdi. Aslında ülkede daha uzun süre o günlerin sıkıcı, dayanması zor
havası sürüp gidecekti, ama o kasvetli günlerde bir kerpiç duvarın arkasından
yükselen o çiçekleri görmek şahsen bana moral vermişti.
Yıllarca o erik ağacının baharda
çiçeklerle donanmasını izledim. Çiçeklerinin meyveye dönüşünü, kuru dallarının
kırmızıya çalan yapraklarla doluşunu gözlemledim. Sonra bir gün o güzelim ağacı
kestiler. Bulunduğu yere dükkanlar yaptılar. Ama oralardan geçerken hep o erik
ağacını hatırladım. Bana, yaşamın tatsız bir hale getirildiği, insanlara ayları,
günleri şaşırttıkları bir dönemde o ağaç kimseden korkmadan, çekinmeden bahar
diye bir kavram olduğunu hatırlattığı, içimi yaşam sevinci ile doldurduğu için
onu hep sevgi gözüyle arayıp durdum.” (20 Mart 1992)
(25 Eylül 2005 akşamı Halk Sanatları Vakfı tarafından Lefkoşa’da düzenlenen
“Kültür ve Folklora Hizmet Edenler” etkinliğinde yaptığım konuşmanın metnidir.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder