Türkiye Cumhuriyeti, 24 Temmuz 1923'de müttefik ülkeler
ile imzaladığı Lozan Barış Andlaşmasının 20. maddesi ile, 300 yıldan fazla süre
Osmanlı toprakları arasında bulunan ve 1878 yılında yönetimini İngiltere’ye
devrettiği Kıbrıs adasının, 1914’de Birleşik Krallık topraklarına ilhak
edilmesi kararını onaylamıştı. Böylelikle Türkiye, Kıbrıs'ın hukuksal durumunu
ilgilendiren 16. madde ile "andlaşmada belirtilen sınırlar dışında bulunan
topraklar üzerindeki, ya da bu topraklara ilişkin olarak, her türlü haklarıyla
sıfatlarından ve egemenliği işbu andlaşmada tanınmış adalardan başka bütün
öteki adalar üzerindeki her türlü haklarından ve sıfatlarından vazgeçmiş"
oluyordu.
Daha 1954 yılında TC Dışişleri Bakanı Prof.Fuat Köprülü
"Türkiye'nin bir Kıbrıs davası yoktur" derken, ondan sonra göreve
gelen Selim Sarper de Kıbrıs için yapılan bir açık oturumda "Türkiye'nin
1947'ye kadar bir Kıbrıs meselesi yoktu" demekteydi.
Yazar Şevket Süreyya Aydemir ise, şöyle yazmaktadır:
“Kıbrıs işinin bizde, kamu efkarını işgal eden bir mesele
haline gelişi, Selanik'te Atatürk'ün doğduğu evin bahçesinde bir bombanın
patlayışı vesile edilerek, 6/7 Eylül 1955'te İstanbul, İzmir ve Ankara'da
meydan alan hadiselerle başlar. Bu hadiseler karşısında hükümet, 6 Eylül 1955
tarihli ve Başvekaletin bir tebliği ile, Anayasa'nın 86. maddesine dayanarak,
İstanbul, İzmir ve Ankara'da örfi idare ilanına gitmişti. Ondan önce de gerçi
Kıbrıs üstünde, Basın sahasında ve daha ziyade Hürriyet gazetesinin yürüttüğü
bir propaganda kampanyası devam ediyordu. Fakat Kıbrıs işinin bir hükümet
meselesi haline gelişi, denebilir ki, bu 6/7 Eylül hadiseleri ile başlamıştır.
Daha sonraki gelişmeler ise malûmdur...” (Cumhuriyet, 4 Aralık 1967)
Yunanistan’ın
16 Ağustos 1954 tarihinde Birleşmiş Milletler’e başvurarak, Kıbrıs’ın kendi
kaderini tayin hakkını kullanmasını talep etmesi, Türkiye’deki milliyetçi
çevrelerde büyük tepki yarattı. Zaten başta Hürriyet gazetesi olmak üzere Türk
basını bir süreden beridir Kıbrıs konusunda geniş yayınlar yapmakta ve bir
kamuoyu oluşturmaya çalışmaktaydı.
Yunanistan’da
Kıbrıs için yapılan mitinglere paralel olarak Türkiye’de de Türkiye Milli
Talebe Federasyonu, “Kıbrıs’ın Türk olduğunu bir kere daha bütün dünyaya ilan
etmek üzere” olağanüstü bir faaliyete geçti ve ilk iş olarak 23 Ağustos 1955
günü bir beyanname yayımladı. 24 Ağustos günü federasyon merkezinde basın
mensupları ile birlikte bir toplantı yapıldı ve basın ile gençliğin işbirliğini
sağlamak üzere, “Kıbrıs Türktür Komitesi” adlı bir örgüt kurulmuş oldu.
KIBRIS TÜRKTÜR KOMİTESİ
Bu
komitenin başkanlığına seçilen avukat ve Hürriyet gazetesi yazarlarından Hikmet
Bil, o günleri şöyle anlatmaktadır:
“Bir
zamanlar “Girit”in başına gelenler mutlaka yakında “Kıbrıs”ın da başına
gelecekti. Henüz Ankara’daki hükümet uykudaydı, ama “Hürriyet” gazetesinin
yayınları özellikle gençlerin dikkatlerini çoktan Kıbrıs olayı üzerine
toplamıştı. Üniversite gençliğinin o devirde en dinamik örgütü olan “Türkiye
Milli Talebe Federasyonu” 24 Ağustos (1954) günü Kıbrıs konusunda daha yaygın
ve sürekli bir faaliyet saptamak ve bunu yürütmek amacıla gazete sahip ve baş
yazarlarıyla Anadolu basını dahil tüm basının temsilcilerini ve bazı üniversite
öğretim üyeleriyle gençlik temsilcilerinden oluşan bir büyük toplantıyı (Kongreyi)
Federasyon merkezinde toplantıya davet etti.
O günkü toplantının başkanlığına “Sedat Simavi”nin hatırasına saygı
olarak büyük oğlu “Haldun Simavi” seçilmişti. Dört saat süren toplantı boyunca
konuşmacıların hemen hepsi, Kıbrıs konusundaki çalışmaların kısırlığından,
yetersizliğinden, hükümetin ilgisizliğinden, davanın halka henüz indirilmemiş
olduğundan yakındılar. Sürekli çalışmalar yapacak, Rumların AHEPA’sına benzer
bir örgütün kurulması işte o gün kararlaştırıldı. Bu kongre adına faaliyet gösterecek
olan bir “komite” de seçildi. O komiteye seçilenler şunlardı:
Dr.Hüsamettin
Canöztürk (Federasyon Genel Başkanı), Orhan Birgit (Avukat ve gazeteci,
sonraları Ecevit hükümetinde bakan), Ahmet Emin Yalman (Vatan gazetesi
Başyazarı), Dr.Ziya Somer (Üniversitede öğretim üyesi), Nevzat Karagil
(Kıbrıslı avukat), Kamil Önal (Anadolulu gazeteci) ve ben.” (Kıbrıs Olayı ve
İçyüzü, İstanbul 1976, s.89-90)
Bu
toplantıda kurulan Kıbrıs Komitesi, ertesi gün, yani 25 Ağustos’ta Türk
kamuoyuna bir bildiri yayımlayarak, “Türk varlığı noktasından ele alınmayan
hiçbir hal yolunun kabul edilmeyeceğini”
ve BM’in alması muhtemel herhangi bir karara karşı çıkılacağı duyurmuştu. 28
Ağustos 1954 günü Türkiye Milli Talebe Federasyonu tarafından İstanbul’da
düzenlenen bir kapalı salon toplantısı öncesinde Kıbrıs Komitesi üyeleri ile
bir görüşme yapan Başbakan Adnan Menderes, onlara şöyle konuşmuştu:
“Kıbrıs
asla Yunanlıların olmayacaktır. Hükümet olarak gerekli bütün tertibat
alınmıştır. Onun için Türk milletinin Kıbrıs davasında itidal ile hareket
etmesi çok yerinde olur.”
Bu
sözler, 1948’den bu yana verilmiş olan resmi demeçler nazara alınınca, kesin ve
ileri bir durumu ifade etmekteydi. (Dr.Fahir H.Armaoğlu, Kıbrıs Meselesi
1954-1959, Ankara 1969, s.64) İstanbul’daki Talebe Federasyonu toplantısına
bütün siyasi partilerin temsilcileri, işçi sendikaları ve Kadınlar Birliği
temsilcileri de katılmışlardı. Muhalefetteki CHP’nin Genel Başkanı İsmet İnönü,
toplantıya gönderdiği mesajda şöyle demekteydi:
“Kıbrıs’ın
statükosunda değişiklik yapılmasının kati surette aleyhindeyiz. Kıbrıs bugünkü
idare elinde kalmalı ve Türk vatandaşları her türlü emniyet, huzur ve haklara
sahip olarak yaşamalıdır. Kıbrıs Yunanistan idaresine verilmemelidir.”
İktidar
organı Zafer gazetesinin 24 Ağustos 1954 tarihli nüshasında yer alan bir
başyazıda da Kıbrıs meselesinin esas itibarıyla adadaki komünistler tarafından
yaratıldığı ve Yunan hükümetinin de bu oyuna geldiği belirtilerek, idaresi
altındaki bir adada komünizmin bu kadar yayılmasına göz yumduğu için İngiltere
kusurlu bulunmaktaydı. (agy, s. 65)
YAPILAN ÇALIŞMALAR
Armaoğlu
şöyle yazmaktadır:
“Yunanistan’ın
BM’e başvurmasının Türkiye’de uyandırdığı sinirlilik ve tepkinin sonucu olarak,
TMTF, İzmir’in Yunan istilasından kurtuluş yıldönümü olan 9 Eylül bayramını bu
sefer özel bir şekilde kutlamağa karar vermiş ve o gün İzmirde civar illerden
gelecek olan halkın da katılmasile, büyük bir Kıbrıs Mitingi tertiplemek üzere
teşebbüse geçmiştir. Şüphesiz, İzmirin 9 Eylül bayramı ile Kıbrıs Mitinginin
birleştirilmesi çok manalıydı. Fakat Hükümet bu mitingin yapılmasına izin
vermemiştir.” (agy, s.66-67)
Hükümet
ile gençlik arasında, 9 Eylülün heyecanı içinde geçen bu çatışmadan sonra hava
yumuşayınca, gençliğin Kıbrıs meselesi üzerindeki faaliyetine yeniden hız
verdiği görülmektedir. “Türk Kıbrıs için Anavatan Komitesi” adlı teşekkül,
memleket içindeki teşkilatlanmasını
birdenbire hızlandırmağa başlamıştır. Bu teşkilat, Anadoludaki bütün gazetelere
birer mektup yazarak, kendi çevrelerinde Anavatan Komitelerini
teşkilatlandırmalarını istemiştir. (Hürriyet, 15 Eylül 1954)
Öte
yandan, TMMF da, 15 Eylülde, 9 Eylül bildirisinin tamamen zıddı bir bildiri
yayınlayarak, Kıbrıs davasının siyasi bir dava değil, milli bir dava olduğunu,
tüzüğü mucibince siyasetle uğraşmamak durumunda olan TMTF’nun milli bir
teşekkül olmak dolayısile milli bir dava ile ilgilenmeye hakkı bulunduğunu
belirtmiş ve şöyle demiştir:
“Umumi
efkara bir kere daha açıklamak isteriz ki, Kıbrıs mevzuundaki çalışmalarımız
asla hızından kaybetmiyecektir. Bu çalışmalarda kuvvetimizi umumi efkarın
desteğinde bulmaktayız.” (Hürriyet, 16 Eylül 1954)” (agy, s.70-71)
KOMİTE, CEMİYET OLUYOR
24
Eylül 1954 günü yapılan BM Genel Kurulu toplantısında Kıbrıs meselesinin
görüşme gündemine alınması kararının alınması, gerek Türkiye’de, gerekse Kıbrıs
Türkleri arasında hoş karşılanmamıştı. TMTF, 27 Eylül günü yaptığı bir
toplantıda, Kıbrıs Türklerinin endişelerini hafifletmek amacıyla Kıbrıs Milli
Türk Birliği’ne bir telgraf çekme kararı almış ve kendilerini daima
destekleyeceklerini duyurmuştu. Kıbrıs Türktür Komitesi de, 2 Ekim 1954
tarihinden itibaren adını değiştirmiş ve Kıbrıs Türktür Cemiyeti adı ile (hemen
hemen aynı kurucularla) ayrı bir dernek haline gelmişti. 48 il ve ilçede şube
açmış olan bu Cemiyet’in gayesi, “Kıbrısın Türk olduğunu dünya umumi efkarına
tanıtmak, Türklerin hak ve hukuklarını Kıbrıs etrafında her yönden savunmak ve
Türk umumi efkarını bu mevzuda teçhiz etmek” idi. (agy, s.76-77)
MENDERES HÜKÜMETİ OLAYA SAHİP
ÇIKTI
Hikmet
Bil, Başbakan Menderes ile 28 Ağustos günü İstanbul’da yaptıkları toplantıda,
devletin Kıbrıs olayına sahip çıktığını ve “Neden bir büyük dernek halinde
kanunlara uygun kuruluş olmuyorsunuz?” dediğini kaydetmektedir (agy, s. 96):
“Artık
Komitemiz dernekler kanununa göre “Kıbrıs Türktür Cemiyeti” olmuştu. Müteşebbis
heyeti kongreler kovalamağa başladı. Her gün yurdun bir köşesinde şubemiz
açılıyordu ve faaliyete geçiyordu. Bir çığ misali büyüyorduk. Üye sayımız bir
sayıma göre iki yüz bine ulaşmıştı. İstanbul, Cemiyetin genel merkezi olmuştu.
Artık hükümet miting taleplerimize müsaade ediyordu. Taksim meydanında
toplanıyorduk. İzmirde (9 Eylül’de), Bursa’da, Eskişehir’de, Anamur’da büyük
toplantılar yapıyorduk.
Muhalefet
lideri İnönü de bir mesaj yayınlamış ve “Hiçbir insaflı dost Kıbrıs’ı bizden
isteyemez” demişti.
O
günlerdeydi. Genel merkezde yaptığımız bir toplantıda Kıbrıs konusunda dünya
kamuoyunun daha çok aydınlatılması bizden istenmişti. Benim önce Kıbrıs’a
gitmem, sonra oradan Londra’ya geçerek özellikle Kıbrıs’ta Türklerin de
yaşadıklarından habersiz batılıları basın toplantılarıyla uyarmam
öngörülmüştü.” (agy, s.96-97)
HİKMET BİL’İN HAZIRLADIĞI BROŞÜR
Hikmet
Bil, Kıbrıs Türktür Komitesi tarafından hazırlanan tarihi broşürün nasıl
hazırladığını da şöyle anlatmaktadır:
“(Komite’nin
kurulmasından sonra) İlk iş olarak Kıbrıs’ın niçin Türk olduğunu kanıtlayan bir
“Broşür” hazırlayacaktık. Bu broşürü İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Almanca,
hatta Arapça olarak bastırarak, bütün dünya parlamentolarına, basın-yayın
organlarına, Birleşmiş Milletlere, Elçiliklere, Üniversitelere postalayacaktık.
Hiç
unutmam böyle bir broşürü 16 madde halinde kaleme almağa başlamıştım bile.
Kıbrıs önce tarihin hiçbir devrinde Yunanlı olmamıştı. Kıbrıs coğrafya olarak
da Anadolu’nun bir parçasıydı. O kadar ki Beşparmak dağlarındaki kaynak
sularıyla bizim Toroslardan çıkan suların kimyasal nitelikleri bile aynıydı.
(...)
Kıbrıs
stratejik açıdan da Türkiye’nin bir parçasıdır. Anadolu’nun savunmasında
Kıbrıs’ın payı büyüktür. Türkiye Akdeniz’e açılan “Mersin” ve “İskenderun” gibi
önemli limanlarının önünde yüzen bir uçak gemisi gibi Kıbrıs’ı elbetteki
yabancı ama düşman güçlerin elinde bulundurmak istemeyecekti. Kaldı ki Kıbrıs
Türk kıyılarının sadece 40 mil yakınındayken, Yunanistan, tam 1100 kilometre
uzaktaydı.
Broşür
kaleme alındıktan az sonra yurdun çeşitli köşelerinde faaliyete geçmeğe
başlamış bulunan “Kıbrıs Türktür” komitelerinden de maddi yardımlar gelmeğe
başladı. Broşürün ilk baskısı Türkçe olarak yapıldı. Sonra İngilizcesi basıldı
ve derhal dünyanın dört bir köşesine komitemiz tarafından postalanmağa
başlandı... Broşürden sonra komitemiz bir de “pankart” hazırladı. Bu pankart
yeşil Kıbrıs’ı bir ay-yıldız içinde gösteriyordu. Onbinlerce pankartı büyük
şehirlerimize ve hatta köy kahvelerimize kadar sevkettik. istiyorduk ki
Kıbrıs’ın Türk olduğunu gözlere hitap yoluyla da anlatalım. Önce şoförler
arabalarını bu pankartlarla süslediler. Sonra İstanbul’un hemen bütün
dükkanlarının vitrinlerinde bu pankart uzun süre kaldı. Şimdi bu pankartlardan
kaç defa yeniden bastırdığımızı hatırlamıyorum bile. Hele “rozetlerimiz” peynir
ekmek gibi satılıyordu.
Bir
öyle heyecan ve şevkle çalışıyorduk ki günlerimiz bazen gecelerimize
karışıyordu. Biz çalıştıkça kamuoyu oluşuyordu. Artık Kıbrıs meselesi yalnız
“Hürriyet”in değil, tüm Türk basınının başlıklarına oturmuştu. Öte yandan
hükümetin daha fazla susması davamıza yabancı kalması da zorlaşıyordu.” (agy,
s.91-93)
Hikmet
Bil, Yunanistan’ın Kıbrıs sorununu artık BM’e götürmüş olmasına rağmen
Türkiye’nin pek birşey yapmadığından şikayet etmekteydi:
“Ne
hazindir ki Başbakan Menderes, “Kıbrıs hiçbir zaman Yunanlıların olmayacaktır,
hükümet olarak geçerli bütün tertibat alınmıştır” demiş olmasına rağmen, Türk
devletinin bu alanda en ufak bir hazırlığı bile yoktu. Onun için Türk
temsilcisi “Selim Sarper” Birleşmiş Milletler kürsüsünde, Türk tezi olarak
aylarca önce “Kıbrıs Türktür Komitesi” iken bizim birkaç dilde hazırlayıp
bastırdığımız 16 maddelik broşürümüzü kelime kelime okumak zorunda kalmıştı!
Sadece bir kaç kelimesi değiştirilmişti, o broşürün... Biz “Kıbrıslı Rumlar”
demiştik, Selim Sarper “Lövantenler” diyordu.”
KIBRIS’TAKİ YANSIMALAR
9
Eylül 1954 tarihli Halkın Sesi gazetesi, “Türkiye hususi muhabirimiz Talat
Taşer bildiriyor” imzasıyla çıkan ve İstanbul’da kurulan “Kıbrıs Türktür”
Komitesi’nin çalışmalarından söz eden bir haber yayımlamıştı. Haberde, Londra
ve Amerika’ya, Türkiye’den de Kıbrıs için bir heyet gideceği duyurulmaktaydı.
Halkın Sesi, 10 Eylül’de de, Ankara’da da bir “Kıbrıs Türktür” Komitesi
şubesinin kurulacağı haberini vermekteydi.
Halkın
Sesi gazetesi, 14 Eylül 1954 tarihli nüshasında, “Kıbrıs Türk Heyetinin TC
Hariciye Vekili Fuat Köprülü’ye sunduğu ariza”nın tam metnini yayımladı.
Gazete, Heyet’in Amerika’da olduğunu 23 Eylül tarihinde duyururken, 25 Eylül’de
de ABD’ye sunulan mektubun metnini vermekteydi: “The Cyprus Turkish Point of
view on the Cyprus question”. Metinde, Kıbrıslı Türklerin, o günkü yönetimden
memnun oldukları ve adanın egemenliğinde bir değişiklik istemedikleri
belirtilmekte ve Kıbrıslı Türklerin 1944’den beri Türk Milli Birliği çevresinde
örgütlü olup, enosis fikrine karşı olduklarını vurgulamaktaydı.
26
Eylül 1954 tarihli Halkın Sesi gazetesi ise, “Anavatanın muhtelif şehirlerinde
kurulan Kıbrıs Türktür Komitesinin programını” tam metin olarak vermekteydi.
Talat
Taşer, 5 Ekim 1954 tarihli Halkın Sesi’nde “Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin
faaliyetleri” başlığı altında verdiği haberde, bu komitenin Ankara Şubesi Reisi
Bay Mehmet Ertuğruloğlu’nun şöyle dediğini aktarmaktaydı:
“Kıbrıs
günün birinde anavatana katılacaktır!”
7
Aralık 1954 tarihli Halkın Sesi gazetesinde şu haber yer almaktaydı:
“Kıbrıs
Türktür Rozetleri-Federasyonumuza gönderilen “Kıbrıs Türktür” rozetleri 3
şilinden satılmaktadır. Bir rozet alarak hem göğsünüzü süsleyip milli imanınızı
tazeleyebilir, hem de Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu’na ufak bir yardımda
bulunabilirsiniz. Müracaat yeri : Dr.Fazıl Küçük”
EOKA TEDHİŞİ VE SONRASI
1
Nisan 1955 günü Kıbrıs Rum yeraltı örgütü EOKA’nın, adadaki İngiliz sömürge
yönetimine karşı tedhiş hareketlerini başlatması ardından, Kıbrıs sorunu yeni
bir boyut kazandı. İngiltere, 30 Haziran 1955 tarihinde Türk ve Yunan
hükümetlerine gönderdiği notalarla, bu iki devleti “Kıbrıs da dahil olmak üzere,
Doğu Akdenizi ilgilendiren siyasi meseleleri ve savunma meselelerini” görüşmek
üzere, “erken bir tarihte” Londrada bir konferansa davet etti. Türk Hükümeti bu
daveti 2 Temmuzda ve Yunan Hükümeti 8 Temmuzda kabul etti. Üç hükümet arasında
yapılan temaslardan sonra da, bu konferansın 29 Ağustosta toplanmasına karar
verildi.
Türkiyenin
Kıbrısla ilgili bir konferansa resmen davet edilmesi, İngiltere tarafından
Türkiyenin bu meseleye taraf olduğunun resmen tanındığı manasını taşıdığından,
bu olay Türkiyede büyük bir sevinç ve Yunanistanda da bir hoşnutsuzluk
uyandırmıştı. (Armaoğlu, agy, s.117)
“CONDOMİNİUM” VE “TAKSİM”
ÖNERİLERİ
Bu
arada Türk basınında da, Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin ilginç öneriler
yapılmakta olduğunu görmekteyiz. Örneğin Ulus gazetesinin başyazarı Hüseyin
Cahit Yalçın, 10 Temmuz 1955 tarihli bir makalesinde Adanın Yunanistana geçmesi
fikrine şiddetle karşı koyarak, Adada bir NATO “condominium”u teklif ederken,
Fahir Armaoğlu da Forum dergisinin 15 Temmuz 1955 tarihli 32. sayısında farklı
bir görüş ortaya atarak, adanın taksim edilmesini savunmaktaydı.
Yine
Temmuz ayı içinde, 23 Temmuzda Kıbrıs’taki İngiliz idaresi, Kıbrıs Türklerinin uzun yıllardır ileri
sürmekte oldukları bir isteği yerine getirmiş ve Kıbrıs’taki Türk evkaf mallarının
idaresini Türklere devretmişti. Bu kararın Londra Konferansı arifesinde alınmış
olmasının, Türk-İngiliz münasebetlerine olumlu bir etki yaptığına şüphe yoktu.
Yine bu ay içinde yer alan bir başka önemli olay, 27 Temmuz’da yayımlanan bir
kararname ile Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun
Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü ile makam değiştirmesi ve Dışişleri Bakanlığına
getirilmesiydi. (agy, s.127)
HİKMET BİL KIBRIS’TA
Londra
Konferansının başlamasından önce yer alan önemli olaylardan bir başkası da,
Kıbrıs Türktür Cemiyeti Başkanı Hikmet Bil’in Kıbrıs’a yaptığı ziyarettir.
Halkın
Sesi gazetesi, 22 Temmuz 1955 tarihli nüshasında haberi manşetten şöyle
vermekteydi:
“Kıbrıs
Türkleri, davalarının öncülerini dün büyük bir sevinçle bağırlarına bastılar-
“Kıbrıs Türktür” Cemiyetinin Genel Başkanı Hikmet Bil ile Genel Sekreteri Kamil
Önal coşkun tezahüratla karşılandı”
25
Temmuz 1955 tarihli Bozkurt gazetesi, “Kıbrıs Türktür” Cemiyeti’nin Genel
Başkanı ile Genel Sekreterinin birkaç günden beri adamızda bulunduğunu haber
vermekte ve ayrıca şu haberi duyurmaktaydı:
“Dün
Kıbrıs Milli Türk Birliği binasında toplanan Milli Birlik fevkalade
kongresinde, bütün kongre azalarının ittifakıyle Kıbrıs Milli Türk Birliği’nin
ismini değiştirerek, “Kıbrıs Türktür” koymuşlardır.
26
Temmuz 1955 tarihli Halkın Sesi de, “Kıbrıs Milli Türk Birliği, 24 Temmuz günü yapılan olağanüstü kongrede
partinin ismini “Kıbrıs Türktür Partisi” olarak değiştirmiştir” haberini
vermekteydi. Aynı tarihli Hürsöz gazetesi de bu haberi verirken, Partide Genel
Sekreterlik yerine Genel Başkanlık mevkiinin oluşturularak, bu mevkiye Dr.Fazıl
Küçük’ün getirildiğini duyurmaktaydı. Gazetenin yazdığına göre, “Kıbrıs
Türktür” Cemiyeti’nin Türkiye’de 83 şubesi olup, Kıbrıs’ta açılan 84. şube
olmaktaydı.
Böylece
Türkiye’deki “Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin Kıbrıs’ta bir kardeş örgütü
oluşturulmuş oluyordu. Hikmet Bil, iki örgütün olabildiğince yakın işbirliği
içine girmelerini istiyordu. Dr.Küçük ise Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin hedeflerini
hemen benimsemişti. İngiliz Sömürge Yönetimi, Rumların Yunanistan’a bağlanma
(enosis) hedefini lanetlerken, Hikmet Bil’in Kıbrıs’a yaptığı ziyarete ve
Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağlanmasını hedefleyen siyasal bir parti kurulmasına
karşı çıkmayı gereksiz bulmuştu. (Christos P.Ioannides, In Turkey’s Image, New
York 1991, s.99-100)
6
Eylül 1955 günü İstanbul’da Rumlara karşı ayaklanma planlamakla suçlanan Hikmet
Bil ve Kamil Önal ile ilgili olarak hazırlanan resmi iddianamede, Kıbrıs
Türktür Cemiyeti’nin İdare Heyetinin “Kıbrıs davası için dış ülkelerde tepki
gösterilmesini güvenceye almak için” Kıbrıs ve Londra’ya birer seyahat
düzenlenmesi kararı alındığı kaydedilmektedir. (İddianame 1150) Buna göre iki
kişi Kıbrıs’a gelerek, Kıbrıs Türk toplumu ile görüşmüştü.
Tanınmış
İngiliz gazeteci Charles Foley, “Bil’in, Ankara’dan Kıbrıs Türklerinin siyasal
partisini yeniden örgütlemeye yardımcı olmak gibi önemli bir görevle Kıbrıs’a
geldiğini yazmaktadır. (Legacy of Strife, s.29) Foley, Lefkoşa’daki Türkiye
Konsolosu tarafından verilen bir resepsiyon’da Bil ile karşılaşmıştı. Bil’e
resepsiyonda eşlik eden, Kıbrıs Türk lideri Dr.Fazıl Küçük idi. Bil, Foley’le
konuşurken ona aşırı Pan-Türkçü görüşlerini şöyle tekrarlamıştı: “Eğer
İngiltere Kıbrıs’tan vazgeçecek olursa, biz de adanın yeniden Türkiye’ye
verilmesi önerimizi ileri süreceğiz. Gerekirse de savaşacağız.” (agy)
HİKMET BİL’İN KALEMİNDEN
Kıbrıs’a
yapılan ziyaret olayını, Hikmet Bil’in kendi kaleminden izleyelim:
“Kıbrıs
o günlerde hâlâ bir İngiliz sömürgesiydi. Uçaktan Kıbrıs Havaalanına indiğim
anı hiç unutamam, Lefkoşe Havaalanı ana baba günüydü. Davullu zurnalı
gruplardan ve bayraklı insanlardan geçilmiyordu. İngiliz meydan yöneticileri ve
Rum memurlar bu kalabalık karşılamayı şaşkın şaşkın seyrediyorlardı... Sayısız
otomobilden oluşan uzun bir kervan beni Lefkoşe’nin Türk mahallesine
götürdü...” (agy, s.97)
“O
zamanlar Kıbrıs’ta Türklerin bir “federasyon”u vardı. Bu federasyon acaip bir
kuruluştu. Adada ne kadar yardım derneği, spor kulübü, talebe cemiyeti varsa
toplanmışlar, bu federasyonun çatısı altında buluşmuşlardı. Ne var ki Rumlar
siyasi davalarını Enosis (ilhak) gibi bir tek kelimeye indirip, bunu tüm dünya
kamuoyuna kabul ettirdikleri halde, bizim Türklerin federasyonu daha henüz
siyasi bir hüviyet bile taşımıyordu. Federasyon Başkanı “Faiz Kaymak” isminde
eski bir öğretmendi. Faiz Kaymak, çarşı içinde zahire ticareti yapıyordu.
Dükkanında misafirlerini ters döndürülmüş küfeler üzerinde oturtarak kabul
ediyordu. Rumlarla böylece karmakarışık ve gayri siyasi bir cemiyetle savaşa
girmek olanaksızdı. İlk iş olarak soydaşlarıma derhal siyasi bir kuruluşa
gitmeleri gereğini söyledim. Acele ve olağanüstü bir kongreye karar verildi.
Telefonla kasabalardan temsilciler Lefkoşe’ye çağrıldılar. Sıcak bir öğleden
sonra saatler süren tarihi kongre yapıldı. Kongreyi konuşmamla ben açmıştım.
Yeni bir tüzük hazırlanmalı ve Türkler adada siyasi bir parti kurmalıydılar.
Onlar böyle bir siyasi partiyi İngiliz yöneticilerin kabul etmeyeceklerini
söylüyorlardı.
-
“İster etsinler, ister etmesinler, önce siz böyle bir kuruluşa sahip
çıkmalısınız, önce Türk basını, sonra da dünya basını ondan söz ettikçe o var
demektir...” diye direttim. Tezim kabul oldu. Madem anavatan Türkiye’de güçlü
bir örgüt olarak Kıbrıs Türktür adlı bir örgüt var, neden bizim siyasi
partimizin de adı Kıbrıs Türk veya Kıbrıs Türktür Partisi olmasın dediler. Türk
partisi böylece kuruldu.
Şimdi
onlara bir parti lideri lazımdı.
“Faiz
Kaymak” iyi niyetli bir insandı, amma önce yaşlanmıştı, sonra da yeterince
halka heyecan kaynağı olamıyordu. Zaten işi gücü, ticareti önde geliyordu.
İş
başa düşmüştü. Kongre gündüzleri devam ederken, ben de geceleri bir lider
arıyordum. “Rauf Denktaş”tan söz etmişlerdi. Fakat o olmadı. Çünkü o sıralarda
kendisi İngiliz Adliye örgütünde görevliydi. Resmi işini bırakamazdı. Bana en
çok sempatik görünen isim “Dr.Fazıl Küçük”tü. Önce fakir bir aileden geliyordu.
Babası rivayete göre nalbantdı. Sonra kendisi doktordu. Doğumdan, sıtmaya kadar
bakıyordu. Türkiye’de ve Lozan’da okumuştu. O lider olursa “Kıbrıs Türktür
Partisi Lideri Dr.Küçük” diye adı geçecekti dünya basınında zaman zaman.
Bunun
da benim için anlamı büyüktü. Demek ki, diyecekti dünya, önce Kıbrıs’ta
Kıbrıs’ın kendilerine ait olduğunu iddia eden bir Türk toplumu vardır. Onların
siyasi örgütlerinin başındaki insan da bir doktordur, bir aydındır...
Yunanlıların Enosis’ine güzel bir karşıt olurdu bu bir tek cümle...
Ben
Dr. Fazıl Küçük ile konuşmalarımı yaparken, Yunanistan da Kıbrıs olayını
Birleşmiş Milletlere götürmek üzereydi. Kıbrıslı Rumların lideri Makarios, o
günlerde ensesindeki topuzuyla sırtındaki cüppesiyle ve boynundaki o kocaman
haçıyla “New York”a uçmağa hazırlanıyordu. Her halde “Makarios”a özenmiş olacak
ki Lefkoşe’de Türk Müftüsü “Dana Efendi” de tıpkı bir zamanların Kudüs Müftüsü
“El Hüseyni” gibi Türk cemaatinin temsili yetkisini kendisinde bularak
başındaki sarıkla Amerika’ya uçmak hazırlıkları içindeydi.
Onu
önlemek lazımdı. Kıbrıs sorunu biz Türklerin bir din kavgası değildi.
Hıristiyan dünyaya bu dava haçlı kavgası gibi takdim edilirse kaybolurdu. Zaten
Türkiye artık lâik bir ülkeydi. Ankara’ya başvurarak “Dana Efendi”nin
durdurulmasını sağladık. İtiraf etmem gerek bu durduruluşta en büyük dayanak
bize Cumhurbaşkanı “Celal Bayar” oldu.
“TÜRKLERE BİR PARTİ BAŞKANI
LAZIMDI”
Şimdi
ada Türklerine bir parti başkanı, bir lider lazımdı. Bu bence “Dr.Fazıl
Küçük”tü. Ne var ki Dr.Küçük kendinde yeterince cesaret bulamıyordu. Zorlayınca
evet dedi. Kongrede ilk önerim şu oldu. Şimdi partimizin tüzüğünü ada kanunlarına
uyarak resmi makamlara yollayınız. Siz de Sayın Küçük kendinize bir kart
bastırın ve İngiliz valisinin ziyaretine gidin. Uşağın uzatacağı gümüş tepsinin
içinde “Kıbrıs Türktür Partisi genel başkanı Dr.Fazıl Küçük” yazılı kartınızı
bırakınız. Vali sizi isterse kabul etsin, isterse etmesin, amma Türklerin
örgütü artık sizleri karşısında bulacaktır.
Kıbrıs’ı
kasabalarıyla, köyleriyle dolaşmam programlanmıştı. Ama benim gözüm hâlâ
Lefkoşe’deydi. Çünkü Makarios’un Başpiskoposluk binasında Yunan bayrağı
dalgalanırken, bizim müftülük dairesinin önünde İngiliz bayrağı asılıydı!
Nedenini
şöyle anlatmışlardı bana: Rum-Ortodoks Kilisesi bağımsız bir kiliseydi. Parası
vardı. Papazlar maaşlarını kiliseden, cemaat yardımlarından, gelirinden
alıyorlardı. Onun için, Rum cemaatini temsilen İngilizler Başpiskoposun Yunan
bayrağı çekmesine bir şey demiyorlarmış. Fakat Kıbrıs adasını İngiliz Kralı
Osmanlı Padişahlarından devir almıştı. Osmanlı Padişahı ise, hem Devlet
Reisiydi, hem de Halife olarak islam dininin başıydı.
O
halde Türk vakıflarını yönetmek ve Müslüman din adamlarını murakabe hakkı tıpkı
Halife gibi İngiliz Kralınındı. Kralın bir memuru olan müftü de müftülüğe
İngiliz bayrağı çekmek zorundaydı. Bence İngilizlerden maaş alan müftü Dana
Efendi’nin sadece bu nedenle Birleşmiş Milletlere gitmesi ve İngilizlere karşı
çıkması da sadece komik olurdu.
Amma
asıl dava o İngiliz bayrağıydı. Onu oradan indirip Türk bayrağını çekmek
gerekti. Cesur Türk gençleri, bir gün çekingen Müftü’ye rağmen bu işi yaptılar.
İngilizler ses edemediler ve bayrak o günden beri hâlâ yerinde
dalgalanmaktadır.” (agy, s.100-104)
“TÜRKLERİN SİLAHLANMALARI DA
LAZIMDI”
“Yeni
Kıbrıs Türk Partisine bağışlara başlamışlardı. Bağış listeleri Türk
gazetelerinde çıkıyor, bundan Kıbrıs’taki İngiliz yöneticilerin elbette
haberleri oluyordu. Oysa Türklerin artık nefislerini müdafaa için
silahlanmaları da lazımdı. Zira Rumlar gırtlaklarına kadar (Kilise parasıyla)
daha o günlerde silahlanmışlardı.
Bir
gün Dr.Küçük’ün muayenehanesindeydim. Bir adam doktoru ziyarete geldi.
İtalyandı. Doktora silah satmak istiyordu. Yeter ki doktor para bulsundu,
istediği kadar silah verecekti İtalyan...
İşte
o günlerde Kıbrıs bu haldeydi. Silah tacirleri sokaklarda cirit atıyorlardı:
Kıbrıs’ın
birçok Türk bölgelerini hep Türklerin coşkun karşılayışları arasında dolaştım.
Onlara moral vermeğe çalıştım. Doktor hep yanımdaydı.
-
“Bu böyle giderse bir gün Türk ordusu buraya gelir. Türkiye Cumhuriyeti artık
Osmanlı İmparatorluğu değildir. Enosis imkansızdır” diyordum.
Kıbrıs’taki
İngiliz radyosu her emisyonunda Rumca ve Türkçe benim gezilerimi ve demeçlerimi
muntazaman yayınlıyordu. Bana öyle geliyordu ki azgın Rumlara karşı İngiliz
yönetimi şimdi derlenip toparlanmağa çalışan Türk cemaatine dayanıp aklınca
sömürgesinde yeni bir denge yaratma ümidindeydi!” (agy, s.105)
Nitekim
bir süre sonra Kıbrıslı Türkler de, bazı yeraltı örgütleri kurarak, bunları
Kasım 1957’de Türk Mukavemet Teşkilatı adı altında toparlayacaklar ve
İngilizlerin böl-yönet politikalarının uygulayıcıları olacaklardı.
PARA YARDIMI
Ionnides,
adı geçen çalışmasında şöyle demektedir:
“Kıbrıs
Türktür Cemiyeti, Dr.Küçük’ün Kıbrıs Türktür Partisi’ne örgütlenmesi için
yardımcı olurken, parasal olarak da yardımcı oldu. Bil ve Önal, Kıbrıs’a iken
Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu’nun hâlâ daha başkanı olan Faiz Kaymak ile
görüştüler ve Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin Türkiye’den Kıbrıs’a Kaymak aracılığı
ile para gönderilmesi konusunda anlaştılar. Bu söz, 5 hafta sonra Kaymak’ın
Türkiye’yi ziyaretinde yerine getirildi. Önal, Kıbrıs Türktür Partisi’ne 17.000
TL (6.000 dolar) verilmesini sağlayacaktı. (İddianame 1150)
Hikmet
Bil ve Kamil Önal, 25 Temmuz 1955’de Londra’ya gitmek üzere Kıbrıs’tan
ayrıldılar. Londra’da binlerce Kıbrıslı Türk yaşamaktaydı ve ayrıca Üçlü
Konferans Ağustos ayı sonunda Londra’da yapılacaktı. İngiliz başkentinde bir
hafta kaldılar ve Necati Sağer başkanlığında Kıbrıs Türktür Partisi’nin Londra
şubesini kurdular. Bil ve Önal, Londra’da Kıbrıslı Rumlar tarafından yapılmakta
olan ve Makarios ile kendi kaderini tayin hakkına destek için yapılan
gösterilere karşı, onların da gösteriler yapmalarını istiyordu.” (agy,
s.100-101)
Bozkurt
gazetesi, 1 Ağustos 1955 tarihli nüshasında Kıbrıs Türktür Partisi’nin
bildirisine yer vererek, Londra’ya gidecek heyet için para yardımı listesi
açıldığı ve halktan teberrü (bağış) beklendiğini haber vermekteydi.
Halkın
Sesi, 7 Ağustos 1955 tarihinde de, Osman Türkay’ın kaleminden “Londra Kıbrıs
Türk Birliği de “Kıbrıs Türktür” Cemiyetine inkılap etti” haberini duyuracaktı.
LONDRA’DA DA PARTİ ŞUBESİ
KURULUYOR
Ioannides’ten
aktarmayı sürdürelim:
“Bil
ve Önal 2 Ağustos’ta Londra’dan ayrılıp Paris’e gittiler. Orada harekete
geçirecekleri herhangi bir Kıbrıs Türkü yoktu. Daha sonra da 5-9 Ağustos’ta
Roma’da kalıp, 9 Ağustos 1955’de İstanbul’a döndüler. Önal’ın Roma’da Bil ile
birlikte olup olmadığı kesin değildi. (İddianame)
Bil
ve Önal İstanbul’a döndüğü zaman, Türkiye’deki iç politik yaşam daha da
karmaşıklaşmıştı. Muhalefetteki CHP, 12 Ağustos’ta, yaklaşan yerel seçimleri
boykot edeceğini açıkladı. Menderes Hükümeti, CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’i
tutukladı. Başbakan Yardımcısı Fuat Köprülü muhalefeti, hükümete karşı komünist
taktiklere benzeyen yöntemlere başvurmak ve ihanet içinde olmakla suçladı.
Temmuz
1955 başında Türk basını Yunan aleyhtarı kampanyayı yoğunlaştırmıştı. Patrik
Atenagoras ve İstanbul’daki Rum azınlık hedef alınmıştı. Türkiye’deki Rumların
Kıbrıs’taki enosis hareketini ve özellikle Makarios’u kınamaları istenmekteydi. Türkiye ile Yunanistan’dan
hangisine sadık olduklarını bu şekilde kanıtlamış olacaklardı. Hürriyet ve
vatan gazeteleri, bu kampanyanın başını çekmekteydi. Türk basını, Yunanlıların
Megali İdea’yı canlandırmalarının yakın olduğunu yazmaktaydı. (ABD İstanbul
Konsolosu’nun 116 numaralı raporu)
ASLI OLMAYAN SÖYLENTİ
1955
Ağustos’unun 3. haftasında, hiç yoktan bütün Türkiye’ye yayılan bir söylentiye
göre, Kıbrıs’taki Türk azınlığının başına kötü birşeyler geleceği ortalığa
dağıldı. Buna göre,
“Kıbrıs’taki
Rum tedhişçiler silahsız Kıbrıslı Türklere saldırıp onları katledecekler. Bu
saldırı 28 Ağustos Pazar günü olacak Aynı gün Kıbrıslı Rumlar, bir gün sonra
(29 Ağustos) Londra’da başlayacak olan Üçlü Konferansı protesto etmek için
büyük bir miting düzenleyecekler. Katliam, 28 Ağustos günü gerçekleştirilecek.”
(Katliamın 28 Ağustos 1955 günü yapılacağını ilişkin söylenti için bkz.
Amerikan Başkonsolosluğu, İstanbul, Rapor 306; Amerikan Büyükelçiliği, Ankara,
Rapor 153, Amerikan Büyükelçiliği, Ankara, Rapor 228)
İşte
bu söylentilerin yayılması ve Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin bu söylentiyi
manipule etmesi, 6 Eylül günü İstanbul’daki ayaklanma olayına yol açtı. Ama bu
söylentinin kaynağı ne idi? Bazı siyasal söylentiler, aslında gerçek bazı
olaylara dayanmakta ve uygun siyasal ortamda yayılırlar. Oysa Kıbrıslı
Türklerin 28 Ağustos’ta Kıbrıslı Rumlar tarafından katledileceğine ilişkin
söylenti, hiçbir gerçek olaya dayanmamaktaydı. Kıbrıs Türktür Cemiyeti
tarafından uydurulmuş ve uygun siyasal ortamda bütün Türkiye’ye yayılmıştı. Kıbrıslı
Rum tedhişçilerin Kıbrıs Türk toplumuna bir saldırı hazırladıklarına ilişkin
herhangi bir kanıt yoktu. EOKA ile savaşan Kıbrıs’taki İngiliz makamları da
böylesi bir saldırının planlanmakta veya hatta düşünülmekte olduğuna ilişkin
hiçbir kanıt ortaya koymamışlardı. Dahası o sıralar EOKA tarafından yürütülen
politikaya göre, Kıbrıslı Türklere karşı bir saldırı düzenlenmesi uygun
düşmezdi. Çünkü saldırı yapılacağı söylentisi, 13 Ağustos’ta yayılmaya
başlamıştı, yani EOKA’nın, Kıbrıs Türk toplumunu, iyi niyetinden şüphe
edilmemesi için bir bildiri dağıtmasından sadece 5 hafta sonra. EOKA lideri
Grivas-Diğenis, bildirisinde, Kıbrıslı Türklerin, toplum olarak bir tehlike
içinde olmadıklarını belirterek, Kıbrıs Türk toplumuna zarar vermemek, EOKA
gerillalarına verilmiş bir emir olmanın yanında, askeri bir onur konusudur da,
demekteydi. Gerçekten de 1955 yılının yaz ve sonbaharında EOKA Kıbrıs Türk
toplumuna saldırmayarak, verdiği sözü tutmuştu. O nedenle EOKA’nın Kıbrıs Türk
toplumuna saldırıp katliam yapacağı söylentisi, hiçbir dayanaktan yoksundu.
Söylentinin
geçersizliğini kanıtlayan ikinci husus da, katliamın yer alacağı koşullar ve
tarih ile ilgiliydi. Söylentiye göre Rum tedhişçiler, katliamı Londra’daki Üçlü
Konferansın protesto edileceği genel mitingin yapılacağı 28 Ağustos günü
yapacaktı. Ama aslında Etnarhlık Konseyinde etkin olan EOKA yanlısı
milliyetçiler, AKEL’in yaptığı Üçlü Konferansı protesto etmek üzere komünistler
ile milliyetçilerin ortak miting yapmaları önerisini reddetmişlerdi. (The Times,
9 Ağustos 1955) AKEL’in, 28 Ağustos
mitingi çağrısında Türkler aleyhinde hiçbir şey yoktu. Aksine AKEL, Kıbrıslı
Türkler ile Kıbrıslı Rumların işbirliğinden yanaydı. Gerçekten de AKEL, EOKA
kampanyasını desteklememekteydi. Çünkü komünist parti, EOKA’yı, Kıbrıslı Rumlar
ile Türkler arasındaki barış içinde yanyana var olma ve “sınıf dayanışması”nı
bertaraf edecek olan Yunan milliyetçi duygularının kışkırtıcısı olarak
görmekteydi. AKEL’in gösterileri 28 Ağustos günü yapıldığı zaman, parti
liderliği Kıbrıslı Türklere değil, EOKA’ya bir uyarıda bulunmuştu. EOKA’nın
anti-komünist tavrından rahatsız olan AKEL liderleri, komünist işçi hareketinin
önderlerine karşı herhangi bir saldırı veya tacizde bulunulmaması için ihtarda
bulunmuştu. (The Times, 29 Ağustos 1955) 28 Ağustos günü AKEL tarafından
yapılan toplantılar esnasında veya sonrasında Türkleri ilgilendiren herhangi
bir olay olmamıştı.
O
nedenle 28 Ağustos günü yapılan miting ve toplantılarda Kıbrıslı Rumların
Kıbrıslı Türklere saldırıp, katliam yapacakları söylentisi, bu toplantılarla
ilgili bütün olgulara ters düşmekteydi. AKEL, tarihi boyunca Kıbrıslı Türklere
saldırma fikrini asla savunmamış ve gerçekten de her zaman karşı olmuştu.
AKEL’in 28 Ağustos günü Kıbrıslı Türklere saldırı başlatabileceği fikri tamamen
anlamsızdı.
Türkiye’de
ise 28 Ağustos tarihi, 1921 ve 1922’de Küçük Asya’daki Türk ve Yunan
ordularının çarpışmalarının tarihiydi. 1922’de Türkiye’nin kazandığı zaferin
kutlanmasına, Atatürk tarafından “Büyük Taarruz”un başlatıldığı 26 Ağustos’ta
başlanmakta ve 30 Ağustos günü Zafer bayramı olarak kutlanmaktaydı. 9 Eylül
tarihi de, Atatürk’ün İzmir’e girdiği ve Yunanlıların denize döküldüğü gündü.
Milli duyguların yoğun olduğu bu kutlamalar sırasında, böylesi Yunan aleyhtarı
haberlerin yayılması, eski tarihi olayları hatırlatmakta ve milliyetçi duygular
daha da kabarmaktaydı.
SÖYLENTİNİN KAYNAĞI KIBRIS TÜRK
LİDERLİĞİ
Görüldüğü
gibi, Kıbrıslı Rumların 28 Ağustos’ta Kıbrıslı Türkleri katliama tabi tutmayı
planladıklarına ilişkin haberler uydurma olup, hiçbir gerçek habere
dayanmamaktaydı. Ayrıca bu söylentinin Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin Kıbrıs’taki
kardeş kuruluşu olan Kıbrıs Türktür Partisi’nin Başkanı Dr.Fazıl Küçük
tarafından başlatıldığına ilişkin belgelenmiş kanıt da vardı. Türkiye’deki Kıbrıs
Türktür Cemiyetleri aracılığı ile yayılan söylentinin merkezi Hikmet Bil idi.
Dr.Küçük, İstanbul’daki Hikmet Bil’e yazdığı 13 Ağustos 1955 tarihli bir
mektupta, Kıbrıslı Rumların artık dayanılmaz hale geldiğini, durumun giderek
daha da kötüleştiğini ve Kıbrıslı Rumların bir katliam hazırlığında olduğuna
ilişkin korkular bulunduğunu yazmıştı. (İddianame 1150)
Dr.Küçük’ün mektubunda ayrıca şöyle
denmekteydi:
“Sizden
ricam, erken bir zamanda vaziyetten bütün şubeleri haberdar ederek harekete
geçmelerini temin etmenizdir. Bana öyle geliyor ki, Anavatandaki mitinglerin
büyük faydası olacaktır. Çünkü bunlar 28 Ağustosta umumi bir toplantı
yapacaklar, ya o gün veya üçler toplantısı bittikten sonra bize saldırmak
isteyeceklerdir. Malûm, onlar silahlı, bizde ise hiçbir şey yok.” (aktaran
Armaoğlu, agy, s.130)
Dr.
Küçük’ün, bu mektubu yazmazdan önce Hikmet Bil ile haberleşip haberleşmediği
bilinmemektedir. Ama Dr.Küçük’ün mektubunu 16 Ağustos günü alan Bil, Kıbrıs
Türktür Cemiyeti’nin Türkiye’nin dört bir yanında bulunan bütün şubelerine
gönderdiği acil ve gizli bir mektupta, Kıbrıs’taki Dr.Küçük’ten aldığı mektuba
değinmekte ve EOKA üyesi silahlı Kıbrıslı Rumların, 28 Ağustos günü silahsız
Kıbrıslı Türklere saldırarak, onları katledeceğini duyurmaktaydı. Bil devamla,
Kıbrıs Türktür Cemiyeti şubelerinden şu istekte bulunuyordu:
“Ne
uygun görülürse, merkez hangi ek gözlemleri yaparsa yapsın, lütfen bütün
örgütlerimizi, özellikle Anavatandan yükselecek bu gür sesle Londra ve Atina’yı
korkutacak olan uygun gördükleri eylemleri yapmaları için haberdar ediniz.”
(Ioannides, agy)
Bu
gizli belgeden de görüleceği gibi, Hikmet Bil, katliam söylentisini bir gerekçe
olarak kullanarak, yaklaşmakta olan Üçlü Konferans öncesinde Türkiyedeki Kıbrıs
Türktür Cemiyeti’nin şubeleri tarafından gösteriler yapılmasını talep etmiştir.
DİĞER KIŞKIRTICI DEMEÇLER
Dr.Küçük’ün
yakın çalışma arkadaşı olan Faiz Kaymak, Bil’in Kıbrıs Türktür Cemiyeti
şubelerine mektubu gönderdikten bir gün sonra, yani 17 Ağustos’ta Ankara’ya
gitti. Kaymak, üç buçuk hafta önce Hikmet Bil ve Kamil Önal ile Kıbrıs’ta
görüşmüştü. Kaymak, Ankara’ya varışında basına yaptığı açıklamada, Kıbrıslı
Rumların, silahsız Kıbrıs Türklerine saldırmayı planladıklarını söyledi. 18
Ağustos günkü Türk basını, Kaymak’ın açıklamasını yayımladı. Yine aynı gün,
İstanbul’daki Türk Talebe Birliği Başkanı Tonguç Göker de Kıbrıslı Rumların 28
Ağustos’ta Kıbrıslı Türkleri öldürmeyi planladıklarını söyledi. Bu açıklama ertesi günkü Hürriyet gazetesinde
yer aldı. (Crouzet, Le Conflict de Chypre, s.689) Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin esas kışkırtıcısı olan Kamil Önal,
18 Ağustos günü Adana’daki Kıbrıs Türktür Cemiyeti şubesinde bulunmaktaydı.
Kıbrıs’taki gelişmelerden basını haberdar etmek üzere bir basın toplantısı
düzenleyen Önal, Kıbrıslı Rumların adadaki Türk mezarlıklarına saldırdıklarına
ilişkin uydurma bir haber verdi. (İddianame’den) Önal’a göre, Kıbrıslı Rumlar
birçok Türk mezarlığını ateşe vermişler, ardından Kıbrıslı Türklerin karşılık
olarak bir Rum mezarlığını yaklamaları üzerine, korkak Rumlar
susturulmuşlardı.(agy) Hiçbir gerçek olaya dayanmayan bu hikaye, ertesi gün
Adana’daki Demokrat gazetesinin ilk sayfasında manşetten yayımlanmış ve
Kıbrıslı Türklerin yaklaşan katliamı haberlerini daha da inanılır kılmıştı.
LONDRA KONFERANSINA KATILACAK
KIBRISLI TÜRKLER
Londra’da
yapılacak olan Kıbrıs ile ilgili üçlü konferansla ilgili olarak, 20 Ağustos
1955 tarihli Hürsöz gazetesi şu haberi vermekteydi:
“Kıbrıs
Türk Kültür Derneği İstanbul Şubesi tarafından gazetemiz muhabiri Avukat Nevzat
Karagil ile Başkan Manizade’nin Vekili Dernek Genel Sekreteri Dr.Burhan
Nalbantoğlu Londra’da yapılacak Türk-İngiliz-Yunan üçlü görüşmelerini takip
etmek üzere Londra’ya gönderilmişlerdir.”
Hürsöz,
21 Ağustos 1955 tarihli nüshasında da, Kıbrıs Türktür Partisi Genel Başkanı
Dr.Fazıl Küçük, Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Asbaşkanı Ahmet Midhat
Berberoğlu ve Kıbrıs Türktür Partisi Mağusa Şube Sekreteri Ahmet Zaim’den
oluşan Kıbrıs Türk heyetinin bir gün sonra Londra’ya hareket edeceğini ve
konferansın 29 Ağustos günü başlayacağını duyurmaktaydı.
ÖZKER YAŞIN’IN YAZDIKLARI
Özker
Yaşın, “Nevzat ve Ben” adlı kitabından (İstanbul, 1997) şöyle yazmaktadır:
“Bu
heyetler seçilip isimleri ilan edilirken, Kıbrıslı Türkler de Londra’ya
konferansı gözlemci olarak izlemek için üç kişilik bir heyet gönderme kararı
aldılar. Bu heyetin her zaman olduğu gibi Faiz Kaymak’ın Başkanlığında Ahmet
Zaim ile Ahmet Mithat Berberoğlu’ndan oluşacağını sanıyordum.
Fakat
Dr.Fazıl Küçük bir sürpriz yaparak, Faiz Kaymak’ı heyetten çıkardı. Onun yerine
heyet başkanı olarak Londra’ya kendisi gitmeye karar verdi.
Bu
kararını Faiz Kaymak’a söylediğinde, Halkın Sesi’nde bir gün sonra çıkacak
yazıları almak için, Doktor’un kliniğinde oturuyordum. Böylece bu ilginç
konuşmayı yakından izlemek olanağı buldum.
Faiz
Kaymak, Londra’ya gidecek heyette olamayacağını öğrenince şaşırıp kaldı. O güne
kadar Doktor Küçük’ün her dediğini yapmaya kendisini o derece şartlandırmıştı
ki, bu karara itiraz etmesi mümkün değildi. Ancak böyle bir dışlanmayı hiç
beklemediğinden olacak ki birden yüzünün rengi değişti. Ne konuşacağını, ne
diyeceğini şaşırdı. Çok sevdiği oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibiydi. Bir
an düşüp bayılacağından korktum.
Sanıyorum
bu olay Dr.Fazıl Küçük ile Faiz Kaymak’ın aralarının açılmasının da başlangıcı
oldu...” (s.814-815)
FEVZİ ALİ RİZA’NIN DEMECİ
23
Ağustos 1955 tarihli Halkın Sesi gazetesi, Kıbrıs Türk Heyeti’nin bir önceki
akşam Londra Konferansına katılmak üzere hareket ettiğini duyururken, heyetin
yol parasının da köylünün bağışlarıyla sağlandığını haber vermekteydi.
Halkın
Sesi gazetesi, 24 Ağustos 1955 tarihli nüshasında, solcu Neos Demokratis’in bir
gün önceki sayısında bir söyleşisi yayımlanan Hürsöz gazetesi sahip ve müdürü
Fevzi Ali Riza’nın, Kıbrıs’ta Türk ve Rumların sulh içinde beraberce yaşamaları
gerektiği üzerinde durduğunu yazmaktaydı.
Neos
Demokratis’e göre, Londra’da toplanan konferans, “Madem ki konferans esas
itibariyle Doğu Akdeniz müdafaa meselelerini müzakere için çağrılmıştır, Suriye
ve Mısır gibi diğer devletlerin de davet edilmeleri gerekirdi.”
25
Ağustos 1955 tarihli Halkın Sesi gazetesi, Fevzi Ali Riza’nın yukarıda sözü
edilen mülakatın hakikate aykırı olduğunu açıkladığını yazmaktaydı.
KAYMAK’IN DEMECİNE ELEŞTİRİ
24
Ağustos 1955 tarihli Hürsöz gazetesi, şu haberi vermekteydi:
“Sunday
Dispatch gazetesi, Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Başkanı Faiz Kaymak,
Türkiye’de gazetecilere verdiği demeçte, güya Kıbrıs’taki Rumların Türkleri
boğazlamak için beklediklerini ve yüzbin Türkün anavatandan yardım beklediğini
beyan etmiş olduğunu kaydetmektedir. Gazete yaşlı-başlı bir adam olan Faiz
Kaymak Bey’den bu gibi beyanatın beklenmediğini söylenekte ve onu bu
sözlerinden dolayı ayıplamaktadır.
ALİTHİA’NIN DEĞERLENDİRMESİ
Hürsöz,
30 Ağustos 1955 tarihli nüshasında şöyle yazmaktaydı:
“Alithia
gazetesi, “Gülünç endişeler” başlıklı bir haberinde, Türkiye Başbakanı Adnan
Menderes’in 28 Ağustos tarihinde Kıbrıs’ın her tarafındaki Türklerin Rumlar
tarafından kersileceği hususunda yapmış olduğu beyanat üzerine Hürriyet,
Milliyet, Cumhuriyet ve Yeni Sabah gazeteleri muhabirlerinin bu katliamı takbih
maksadı ile uçakla Kıbrıs’a gelmiş olduklarını iddia etmektedir. Gazeteye göre,
maalesef bu muhabirler geçen Pazar günü böyle bir katliama şahit olmamışlar ve
üzüntülü bir halde memleketlerine dönmüşlerdir. Gazete “Onlar Kıbrıs’ta bir
katliam yerine, bir Türk-Rum dostluğu görmüşlerdir” iddiasında bulunmaktadır.”
Yine
Alithia, “Türk Kıbrıs” başlığı altında neşrettiği bir nüktesinde, Kıbrıs’ın ne
dereceye kadar Türk olduğunu hariçten getirtilen kitap miktarı ile ölçmektedir.
Mesela gazetenin iddiasına bakılırsa, 1954 yılı zarfında İngiltere’den 10.249
lira, Yunanistan’dan 34.271 lira ve Türkiye’den 1.764 lira tutarında kitap
getirilmiştir. Aynı müddet zarfında aynı memleketlerden getirilen mecmua ve
sair dergilerin miktarı şöyledir: İngiltere’den 15.071 lira, Yunanistan’dan
39.501 lira ve Türkiye’den 18 lira. Gazeteye göre, işte yalnız bu kitap
ithalatı, Kıbrıs’ın ne dereceye kadar Türk olduğunu göstermektedir. Alithia
bilmiyor ki Türkiye Kıbrısla o kadar yakından alakadardır ki birçok parasız
kitap anayurttan buraya gönderilmektedir.”
Halkın
Sesi gazetesi, 30 Ağustos 1955 tarihli nüshasında şu haberi vermekteydi:
“Alithia
gazetesi 1954 senesi esnasında İngiltere, Yunanistan ve Türkiyeden Kıbrısa
gelen kitap, dergi ve gazetelerin “istatistiklere dayanarak” yekün değerlerini
vermekte ve bunlarla Türkiyeden gelen kitap, dergi ve gazetelerin azlığını
isbata çalışarak, bunun “Kıbrıs Türktür” diye bağıran Kıbrıs Türklerinin kültür
seviyesini gösterdiğini iddia etmektedir.”
SÖYLENTİYE MENDERES’TEN DESTEK
Hepsi
de Kıbrıs Türktür Cemiyeti ile çok yakından ilgili 5 kişi olan Dr.Fazıl Küçük,
Hikmet Bil, Faiz Kaymak, Tonguç Göker ve Kamil Önal, katliamla ilgili
söylentinin basına ve kamuoyuna ulaşmasına çeşitli şekilllerde yardımcı
olmuşlardı. Ağustos’un 3. haftasına gelindiğinde, Kıbrıslı Rumlar tarafından
adadaki Türklere karşı 28 Ağustos günü katliam düzenleneceği söylentisi,
Türkiye’nin her tarafına yayılmış durumdaydı.
Çok
geçmeden Başbakan Menderes de, 24 Ağustos 1955 Perşembe günü Kıbrıs konusunda
yaptığı önemli bir konuşmada, katliamla ilgili söylentiye yer verdi. Dışişleri
Bakanı Fatin Rüştü Zorlu başkanlığındaki Türk Heyetinin Londra’da yapılacak
olan Üçlü Konferans’a hareketinden önce verilen ve İstanbul’daki meşhur Liman
Lokantası’nda yer alan bu veda yemeğine, Bakanlar Kurulu üyeleri,
milletvekilleri, büyük gazetelerin yazıişleri müdürleri ile gazeteciler
katılmışlardı. Menderes, Yunanlılarla yapılan kanlı savaşları hatırlatmak için
de Girit’te Osmanlı işgaline karşı yapılan ayaklanmalara ve Batı Anadolu’daki
Yunanlıların kampanyasına değinmişti:
“Girit’in
düşmesine neden olan Yunan yöntemlerinin bugün Kıbrıs’ta yeniden ortaya
çıkması, Türklere, başlangıçtan günümüze Yunan yayılmacılığının izlediği yönü
anımsatmaktadır. Ve bizler, bir kez daha bugün Kıbrıs’ta çoğunluk haklarını
yaygara ile isteyenlere seslenmek istiyoruz: “1922’de sizi Ankara önlerine
kadar getiren ne idi?”
Menderes’in
Girit kampanyasına değinmesi, Türklerin ruh halindeki çok hassas bir sinir
noktasına vurmuştu. Batı Anadolu’daki Yunan kampanyası boyunca olduğu gibi,
Girit’in kurtulması da Türkler arasında en acı duyguları uyandırmaktaydı.
Menderes bu duyguları ustalıkla istismar ederek, Kıbrıs’ta Türklere
saldırılacağına ilişkin söylenti ile ilişkilendirerek bazı imalarda
bulunmaktaydı. Menderes, şöyle konuşmuştu:
“Kıbrıs
meselesinde tahrikçilerin takındıkları tavır ve vaziyetle söylenen sözler,
bizleri haklı endişelere sevketmiş bulunuyor. Bu endişelerin bir kısmı
istikbale muzaf olmakla beraber, bugünden yarına vahim hadiselerin cereyan
edebileceğine dair ortada dolaşan sözler, endişelerimizin kaynağını teşkil
etmektedir. Hiç ihtimal vermek istemiyoruz ve böyle olabileceğine imkan da
göremiyoruz. Fakat 28 Ağustosun Kıbrıstaki ırkdaşlarımız için bir katliam günü
olacağını terörist bir eda ile mütemadiyen ilan edip durmaktadırlar... Harekat
ani olabilir. Mahalli hükümet hazırlıksız bulunabilir. Oradaki halkımız, son
derecelere kadar tahrik edilmiş ve silahlandırılmış bir ekseriyet karşısında
masum, hareketsiz ve silahsız bulunabilir. Fakat bu hiçbir zaman onların bir an
için dahi müdafaasız kalacakları manasını tazammum etmez. Bu bakımdan büuyük
bir endişe ve heyecan içinde bulunan ırkdaşlarımızı tatmin etmek ve müsterih
kılmak isteriz.” (Zafer, 25 Ağustos 1955).
Menderes
bu şekilde, makamının prestijini söylentiye dayanak yapmakta ve bunu inanılır
kılmaktaydı. Böylelikle de konu, önemli derecede yüksek ulusal bir öncelik
konusu haline getirilmekteydi. Ertesi gün, Başbakanın konuşması Türk basınında
geniş şekilde yer aldı. Şimdi bütün millet Kıbrıslı Türklerin Rum Ortodoks
papazı Başpiskopos Makarios’un önderliğindeki Kıbrıslı Rumlar tarafından
boğazlanmak üzere olduğuna inanmaktaydı.
MUHALEFET LİDERİ İNÖNÜ DE
HEMFİKİR
Menderes’in
konuşmasından sonra bir demeç veren muhalefet lideri İsmet İnönü de, hükümetin
Kıbrıs konusundaki tavrını desteklemiş ve katliam haberleriyle ilgili olarak
şöyle demişti:
“Kıbrıs
davası üzerindeki Hükümetin beyanatı, bize ciddi bir vaziyet göstermektedir.
Kıbrıstaki kardeşlerimizin yakın günlerde umumi bir tecavüz tehlikesi
karşısında olduklarından resmen bahsedilmiştir. Bütün vatandaşların alakasının
bu vahim haber üzerinde toplanması lazımdır... Kıbrıstaki kardeşlerimizin can
ve mallarını tehlikeden korumak için hükümetin alacağı bütün tedbirlerde
beraberiz. Kıbrıs Konferansında haklarımızı korumak ve kurtarmak yolunda
hükümeti bütün gayretlerinde destekleriz. Kıbrıs Konferansını şekil ve neticesi
belli oluncaya kadar, muhalif parti olarak dikkatimizi bu mevzuda toplıyacağız.
Dış politikamızın Kıbrıs ile meşgul olacağı bu günlerde, iç politikamızın
havasının da Kıbrıs ile dolu olduğunu dünyaya göstermek vazifemizdir.” (Ulus,
26 Ağustos 1955)
İnönü
böylece bir vuruşta, partizan politikayı bir an için bir kenara koymakta ve
Menderes’in Kıbrıs politikasına destek vermekteydi. Daha da önemlisi bununla
kişisel itibarını artırmış ve yaklaşan saldırı konusunda hükümetin yaptığı
ciddi uyarılara muhalefetin desteğini de vermişti. Kıbrıslı Türklerin
katliamının kaçınılmaz gibi görülmekteydi.
BASINDAKİ DİĞER YAZILAR
Benzeri
demeçler Londra’da da verilmekteydi. 25 Ağustos günü Londra’ya ulaşan Fatin
Rüştü Zorlu, toplanacak konferanstan Türkiye’nin duyduğu hoşnutluğu belirtmekte
ve şöyle demekteydi:
“Eğer
halen Kıbrıs’ta cereyan etmekte olan kanlı hadiselerden ve İngiliz tebası Türk
ırkdaşlarımın can ve malları hususunda maruz kaldıkları tehditlerden
bahsetmezsem, vazifemi yapmamış olurum. Türk efkarı umumiyesi bütün bu
vakalarla çok yakından alakalıdır ve bu mezalim karşısında Türk efkarı
umumiyesinin ve hükümetinin ilgisiz kalacağını düşünmek çok hatalı olur.”
(Zafer, 27 Ağustos 1955)
Zorlu
ile Küçük’ün Londra’da verdikleri demeçler, Türkiye’de geniş şekilde basında
yer almış ve Kıbrıs Türk Cemiyeti tarafından yayılan söylentinin inanılırlığını
artırmıştı. Böylece katliam söylentisi ile ilgili olarak Dr.Küçük’ün Hikmet
Bil’e gönderdiği mektupta belirtilenler, birkaç gün içerisinde Türk hükümetinin
bir numaralı milli davası haline yükseltilmişti. Zaman ilerledikçe, söylenti,
iktidar ve muhalefeti birleştirmiş ve en geniş şekilde basında yer alarak,
milliyetçi duyguları en yüksek noktaya ulaştırmıştı.
İstanbul’dan
gönderilen ABD Konsolosunun bir raporuna göre, basında kaydedilen söylenti
“İstanbul’da halkı galeyane getiren ilk unsur”du. Türk basını aylardır Patrik
Athenagoras ve Türkiye’deki Rum azınlık aleyhine kışkırtıcı bir kampanya
yürütmekteydi. O nedenle, Rum aleyhtarı duyguların, bu söylenti ile Türkiye
çağında daha da yoğunlaşacağı kaçınılmazdı. 24 Ağustos’ta, yani Menderes’in
Kıbrıslı Türklerin yakında boğazlanacağını söylediği konuşmanın yapıldığı gün,
saygıdeğer bir Türk gazetecisi olan Cihat Baban İstanbul’da çıkan Tercüman
gazetesinde yer alan bir makalesinde, Patrik Athenagoras’ın Kıbrıslı Rumları
desteklediğini ve Megali İdea’yı savunanların ajanı olduğunu yazdı. Bunlar
ciddi suçlamalardı ve Baban, Patrik’in Türkiye’den sınırdışı edilmesini talep
etmekteydi.
Bundan
4 gün sonra, yani katliamın yer alacağı söylenen 28 Ağustos 1955 günü
İstanbul’un saygın Cumhuriyet gazetesi, Patrik’in “Türk aleyhtarı ajanları
sakladığını” ima eden bir haber yayımladı. Ayrıca İstanbul Rumlarının EOKA’nın
faaliyetlerine maddi yardım sağlamaya çalıştıkları suçlamasında bulundu.
Cumhuriyet gazetesine göre, bazı Rum Ortodoks papazlar, bu amaçla “milyonlarca
lira” toplamışlardı. Böylece, gazete, İstanbul’daki Rum azınlığın, Kıbrıs’taki
“Türk kardeşlerimiz”i öldürmeye hazırlanan EOKA’nın çalışmalarına
katıldıklarını yanlış ve amaçlı olarak ima etmekteydi. Yine 28 Ağustos tarihli
yüksek satışlı Hürriyet gazetesi de, Menderes’in konuşmasında sözünü ettiği
yaklaşan katliam söylentisini yorumlamakta ve şu uyarıda bulunmaktaydı:
“Rumlar
Kıbrıs’taki kardeşlerimize dokunmak cesaretinde bulunurlarsa, İstanbul’da bunun
karşılığında bulunacağımız birçok Rum vardır.”
İstanbul’daki
Patriklik, Rum Ortodoks kuruluşları ve Rum azınlığın durumu gerçekten tehlikeli
bir hal alıyordu. Siyasal açamlı söylentiler, ekonomik bunalımın olduğu
yerlerde, etnik, dinsel veya ırksal gerginlikler artırılırsa, kitlesel şiddete
yol açılabilirdi. Böylesi durumlarda, özellikle azınlıklar kolayca yara
alabilirdi. Bu etnik ve dinsel çatışmaların uzun bir tarihe sahip olduğu
Ortadoğu’da daha da mümkündü. Bölgede birçok gruplar, katliamlar yaşamış ve
bunları unutmamışlardı. Bir kişinin, yurttaş veya dindaş olduğu başkalarının
yakında katledileceği söylentisini duyması, o grup üzerinde olası büyük
psikolojik etki yapmakta ve bu derin endişe, azınlıklara karşı kitlesel şiddete
yol açabilmektedir. 1955 yılı yazında Türkiye’de de olan tam da buydu.
OBSERVER: “HİSTERİK BİR
PROPAGANDA”
Hiçbir
dayanağı bulunmayan ve Kıbrıslı Türklerin 28 Ağustos’ta katledileceklerine dair
bir söylenti, liderlik, siyasal partiler, basın ve halk kitlelerine kadar bütün
bir ulusa yayılmıştı. Londra’da yayımlanmakta olan Observer gazetesinde yazan
Colin Legum, 28 Ağustos 1955 tarihinde yayımlanan makalesinde, Kıbrıs’ta
yaklaşan katliamla ilgili olarak Türkiye’de yer alan “histerik bir
propaganda”dan söz etmekteydi. Gazeteci, Türklerin, Kıbrıs’taki soydaşlarının
EOKA tarafından katledileceğine ilişkin tamamen dayanaksız bir söylentiye
inanır göründüklerini yazmaktaydı. Bu tür söylentilerin sadece tekrarlanması
bile, başıbozuk Türkleri kolayca harekete geçirebileceğini öngörmekteydi.
Ayaklanmalardan
bir gün sonra Ankara’daki ABD Büyükelçiliğinden Dışişleri Bakanlığına
gönderilen bir raporda, “şiddet için uygun bir ortam, 24 Ağustos’ta Başbakan’ın
yaptığı konuşmadan sonra, artan sayıda keskin resmi demeçler ve kışkırtıcı
basın haberleri ile teşvik edilmiştir.” (Ankara’daki Amerikan Büyükelçiliğinden
Dışişleri Bakanına, Rapor No.344, Gizli, 7 Eylül 1955)
OLAYSIZ 28 AĞUSTOS VE SONRASI
28
Ağustos Pazar günü Kıbrıs’ta Rum komünistler gösterilerini yaptılar ve gün,
Kıbrıslı Türklere birşey olmadan sona erdi. EOKA’nın o gün yaptığı tek şiddet
olayı, “Özel Dal”da çalışan bir Rum polisinin vurularak öldürülmesiydi.
Türkiye’de
ise 1922’de Yunanistan’a karşı kazanılan 30 Ağustos ve 9 Eylül zaferlerinin
kutlamaları coşku ile devam ediyor ve milli duygular yükseltiliyordu. Kıbrıs
Türktür Cemiyeti, olayları doruğa tırmandırmak için ilerlemeyi sürdürüyordu.
Örgüt, ABD Büyükelçiliğinin raporunda da belirttiği gibi “gizli kalmış Rum
aleyhtarı psikoz”u istismar etmeye hazır vaziyette beklemekteydi. (ABD
Büyükelçiliği, Ankara, Rapor 153) Örgütün Türk kamuoyunu harekete geçirmede
kullandığı üç unsur olan basın, Türk Milli Talebe Federasyonu ve bazı işçi
sendikaları, Rum aleyhtarı ayaklanmaların yer aldığı 6 Eylül günü biraraya geldiler.
Üçlü
Konferansın 29 Ağustos günü Londra’da başladığı sıralarda, Kamil Önal
İstanbul’daki Birlik basımevi’ne “acil” bir emir vererek, üzerinde Kıbrıs
Türktür Cemiyeti’nin amblemi bulunan 15 bin ile 29 bin kadar afişin basılmasını
istedi. (İddianame 1150) Amblemde, Kıbrıs haritası, Türk bayrağındaki ay içinde
yer almaktaydı. Önal, afişlerin bir an önce basılması için basımevi sahibine
baskıda bulundu. KTC, ilk kez bir defada bu kadar fazla sayıda afiş
bastırmaktaydı. 4 Eylül Pazar günü, İstanbul’daki Kıbrıs Türktür Cemiyetleri
Kamil Önal’dan aldıkları talimat üzerine Türklere ait bütün dükkanlara
afişlerin dağıtılmasını sağladılar. (agy) Eğer bir dükkanın vitrininde bu
afişten bir tane asılmışsa, orasının bir Türke ait olduğu ve iki gün sonra
yapılacak gösteriler esnasında buraya saldırılmaması gerektiği anlamına
gelmekteydi. Böylece ayaklanmadan iki gün önce, bütün Türk dükkanları ve diğer
iş yerlerindin vitrinlerinde bu afişler yer almıştı.
Afiş
operasyonu 4 Eylül günü İstanbul’daki Türk Milli Talebe Federasyonu’nun
merkezinden yönetilmişti. Aynı gün, Hikmet Bil, Kamil Önal ve TMTF Başkanı
Hüsamettin Canöztürk’e, “Türk aleyhtarı Rumca gazeteleri” yakmak üzere, Taksim
Meydanı’na bazı öğrenciler göndermelerini istemiş. (agy)
O
sıralar İstanbul’da yayımlanmakta olan Apoyevmatini ve Embros adlı iki Rumca
gazete vardı. Bu gazetelerin yakılması ile, İstanbul’daki merkez ile danışmalar
sonucu Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin Londra’daki şubesi tarafından Londra’da
düzenlenen Kıbrıslı Türklerin gösterisi ile dayanışmanın gösterilmesi
amaçlanmaktaydı. Rumca gazetelerin yakılması haberinin geniş olarak basında yer
alması için de Hikmet Bil, Canöztürk’e Vatan ve Milliyet gazetelerini haberdar
etmesi ve olay yerine fotoğrafçı muhabir göndermeleri talimatını vermişti.
Hikmet Bil’in kendisi Hürriyet’i haberdar etti. (agy) Bu da Kıbrıs Türktür
Cemiyeti’nin basında yürütülen Rum aleyhtarı kampanyada nasıl işbirliği
yaptığının bir başka kanıtıydı.
Gerçekten
de ertesi gün, 5 Eylül tarihli İstanbul gazetelerinin çoğu, Taksim Meydanında
yakılan Rumca gazetelerden söz etmekteydi. Bu basın kampanyası 6 Eylül günü de
sürdürüldü. Örneğin, Kıbrıs Türktir Cemiyeti’nin Yürütme Komitesinde yer alan
Orhan Birgit’in çalıştığı Yeni Sabah adlı İstanbul gazetesinin manşeti
şöyleydi: “TMTF ve Kıbrıs Türktür Cemiyeti ilan eder: 9 Eylül, Rumlara Milli
İhtar günüdür.” Bunun altında da şöyle denmekteydi: “Polis memurunu öldüren
tedhişçi, Makarios’un arabasının yoklanması sırasında tutuklandı.” Makarios’un
arabasındaki “tedhişçi” konusu, KTC’nin yaydığı diğer Kıbrıs haberlerinde
olduğu gibi uydurulmuştu. Kıbrıs’ta böyle bir olay olmamıştı. Basın aynı
zamanda “EOKA katilleri” deyimi ile Makarios arasında bağlantı kurmakta ve
İstanbul sokakları ve duvarları Makarios aleyhtarı duvar yazıları ile doldurulmaktaydı.
Bütün şehir de siyah boya ile yazılan iki ana slogan “Kıbrıs Türktür” ve Katil
Makarios” idi. (Ioannides, agy, s.107-110)
VOLKAN BEYANNAMESİ
5
Eylül 1955 tarihli Bozkurt gazetesi, “Volkan adlı Türk teşkilatı evvelki akşam
yeni bir beyanname dağıttı” haberini vermekte ve bu beyannamelerde, Türk
halkının 30 Ağustos Zafer Bayramının kutlanmakta olduğunu ve şöyle dendiğini
yazmaktaydı:
“Gayemiz
insan öldürmek, masum kimselerin alçakça kanlarına girmek değildir. Fakat
cemaatımıza tevcih edilecek her kanlı hareket de mukabelesiz kalmıyacaktır.
Damarlarımızdaki kanların son damlasına kadar şeref ve namusumuzu koruyacağız.
Bu
büyük Zafer Bayramı gününde gönülleri memleket aşkı, vatan sevgisi ile çarpan
Türk gençliğini VOLKAN saflarında birleşmeğe davet ediyoruz. Namus ve
şerefimizin korunması, Türk Kıbrıs’ın kana boyanmaması için hepimiz birer
namus, şeref ve memleket nöbetçisi olarak VOLKAN saflarında birleşelim.”
LONDRA’DA TERTİPLENEN BÜYÜK
MİTİNG
Fahir
Armaoğlu 6/7 Eylül olaylarını değerlendirirken, şöyle demektedir:
“Bu
husumet duygusuna 24 Ağustostan itibaren Hükümet de katılınca atmosferin
elektriklenmesi ve gerginleşmesi tabii bir sonuç olmuştur.
Öyle
görünür ki, Londra Konferansının başladığı günden itibaren, özellikle
İstanbuldaki gergin hava ve husumet duygusu her an biraz daha artmıştır. Bu
gelişmede, Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin Londra şubesinin 4 Eylülde tertiplediği
miting, bir pivot (önemli merkez) noktası teşkil etmektedir. Konferansın
toplantı halinde olduğu bir sırada ve aynı şehirde yapılan ve 5.000 Türkün
katıldığı bu miting, kamuoyunda da büyük bir destek ve ilgi görmüştür.” (agy,
s.156)
“6
Eylül 1955 günlü Hürriyet’in yazdığına göre, bu sırada, Londra Konferansının
başladığı gündenberi, yani, bir hafta içinde, Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin
memleketin çeşitli yerlerinde 45 şubesi daha açılmış ve bu suretle Cemiyetin
toplan şube sayısı 135’e yükselmiştir. Cemiyet’in bu faaliyetleri ile Başbakan
Adnan Menderes’in de ilgilendiği görülmüştür. Başbakan Menderes, 5 Eylül günü,
İstanbul Adliye Sarayının açılış töreninden dönerken, Cemiyet’in Genel Başkanı
Hikmet Bil’i otomobiline alarak, Cemiyetin çalışmaları hakkında kendisinden
bilgi almıştır. (agy, s.158)
BİL: “OLAYLAR, FLORYA KÖŞKÜNDE
TERTİPLENDİ”
Tarihe
6-7 Eylül olayları diye geçen facianın, 5 Eylül 1955 akşamı Florya köşkünde
tertiplendiğini yazan Hikmet Bil, bu olayı şöyle anlatmaktadır:
-
“Ben Florya’ya gidiyorum. İsterseniz beraber yemek yeriz” dedikten sonra
“Kıbrıs’ta ne var, ne yok?” diye sordu. Kıbrıs’taki durumu anlattım. Şiddetle
silaha ihtiyaçları olduğunu söyledim.
-
“Silah veremem ki, bizim Kırıkkale silahları bir gün karşı tarafın eline
geçerse Birleşmiş Milletlerde güç durumda kalırız” dedi.
-Onların
paraları yok. Olsa bile İngilizlerin kontrolünde sayılır. Oysa Kıbrıs’ta silah
istendiği kadar var. Biz cemiyet olarak şimdiye kadar yüz bin lira topladık”
deyince:
-
“O halde o parayı Maliye bakanı Hasan Polatkan’a verin Kıbrıs’a aktarsın” diye
ekledi Başbakan.
Kendisi
de “Başbakan” olarak ertesi günü cemiyetimize beş bin liralık yardımda
bulunacağını ilave etti. (Bu çek ertesi günü gerçekten de Türkiye Garanti
Bankası tarafından gönderildi ve elimize geçti.)
Menderes
Liman lokantasında 24 Ağustos’ta verdiği demecini nasıl bulduğumu sordu. Gayet
iyi dedim. Artık dava devletin davası oldu, isterseniz cemiyeti feshedelim diye
de hemen ilave ettim. İtiraz etti.
Sonra
sözü Başbakan, Londra’da üçlü konferans için bulunan Fatin Rüştü’ye getirerek:
-
“Fatin, Yunanlıların konferansa girerken oturacakları sandalyeleri şaşırdıklarını
yazıyor. Kuvvetli olmamız lazım” diye konuştu.
-
“Yeni bir şifre telgraf geldi Fatin’den. zayıf durumdayım. Türk kamuoyunu
zaptedemiyoruz diyebilmeliyim şeklinde şikayetler var. Daha aktif olmamızı
istiyor” diye ilave etti. (...)
Londra
Konferansında başarısızlık var mı gibilerden endişemi belirttim, Başbakan
Menderes’e:
-
Yok.. Yok.. Konferans ya hakkımızı kabul eder... Ya da dağılmak zorunda
kalır...” yollu bir cevap verdi.
Florya’da
yemeğe kalmadım. Aynı araba beni tekrar geri getirdi.
Sonradan
meydana çıktığına göre, meşhur 6-7 Eylül olayı, işte o arabanın beni evime
bıraktığı akşam “Florya Köşkünde” tertiplenmişti. Cumhurbaşkanı Bayar
İstanbuldaydı. Florya’da kalıyordu. Menderes de Florya’daydı. İçişleri Bakanı
Dr.Namık Gedik, Emniyet genel müdürü Ethem Yetkiner, kısacası bütün yetkililer
o gece hep Florya’da toplanmışlardı.
Fatin
Rüştü Zorlu, Türkiye’nin “Daha aktif” olmasını istemişti. Herhalde birşeyler
yapılmalıydı. Benim Başbakana otomobilde belirttiğim Türkiye’nin Londra’daki şansı
meselesi gerçekten önemliydi. Hiç kuşkusuz bunu hükümet de biliyordu. Zaten
Menderes, konferans aksi halde dağılmak zorunda kalır demişti.
Öyle
anlaşılıyor ki, o gece 5 Eylül gecesi Florya’da Bayar, Menderes ve Dr.Namık
Gedik, şöyle bir tertip yapmışlardır:
Londra
üçlü konferansı ya Türkiye lehine başarıya ulaşmalı, ya da torpillenmelidir,
yani dağılmalıdır. Londra’da bulunan Dışişleri Bakanı dahi aktif olmamızı
istediğine göre, o devrin bu üç büyük yetkilisi önce Atina’yı güç durumda
bırakmak için Selanik’teki Atatürk’ün evinin bahçesinde (Bu bahçe konsolosluk
binasıyla müşterektir) bir bomba patlamalıdır; sonra İstanbul’da esasen çok
gergin bulunan hava içinde bir gözdağı mahiyetinde bir nümayiş olmalı ve birkaç
Rum dükkanının camları kırılmalıdır diye düşünmüş ve gerekli tertibatı
almışlardır.
Alınan
teretibata göre, Demokrat Partinin güvenilir militanlarından bazıları
nümayişleri başlatacaklardı. Buna resmi makamlar da yeterince göz
yumacaklardı.
6
Eylül günü Bayar, Menderes’le beraber öğle yemeğini meşhur Abdullah Efendi
lokantasında yerlerken, Selanik’te Atatürk’ün evinde bir bomba patlatıldığı
haberi kendilerine telefonla bildirilmiştir. Menderes, bu haberin derhal
İstanbul, Ankara ve İzmir radyolarıyla verilmesini emretmiştir.
Aslına
bakılırsa böyle bir haber, o günlerde hakiki bir bombadan çok daha fazla etki
yapardı Türk kamuoyu üzerinde. Çünkü basında mütemadiyen İstanbul’daki Rum
Patrikhanesinin zengin Rumlardan Kıbrıs’taki Rumlara gönderilmek üzere para
yardımı toplandığı ısrarla yazılıyordu.
Başbakan
Menderes de 24 Ağustos günü İstanbul liman lokantasında büyük bir basın
toplantısı tertiplemiş, çok ağır ve sert bir biçimde konuşmuştu.
Gene
Ağustos ayının 28’inci günü Kıbrıs’ta Rumların ada Türklerine bir katliam
yapacakları haberi de yayılmıştı ortalığa.
Türk
kamuoyu patladı, patlayacak biçimde bir gerginlik içindeydi.
İşte
6 Eylül öğle üzeri radyolar, Atatürk’ün evinin bombalandığı haberini verince,
birçok dairelerde memurların bile işlerini bıraktıkları görülmüştü. Hele akşam
üzeri “Ekspres” gazetesi kocaman bir başlıkla “Atatürk’e bomba” haberini ikinci
baskı halinde İstanbul sokaklarına dağıtınca, gerilen halkın sinirlerinin
birden bire boşanmaması şaşırtıcı olurdu.
Gazete
müvezzileri sokaklarda kapış kapış gazete satarlar, hatta orada burada birkaç
dükkanın camları kırılırken, Bayar, Menderes’le beraber Taksim Meydanından
geçerek Ankara’ya hareket etmek üzere Haydarpaşa garına gitmişlerdir. Garda
Menderes kendisini telefonla Londra’dan aramış olan Fatin Rüştü Zorlu ile de
konuşmuş, olup bitenlerden kendisini herhalde haberdar etmişti. Ne var ki
tertiplenen ve sınırlı olacağı hesaplanan nümayiş olayları bir çığ gibi
büyümüş... Bir başka deyişle evdeki pazarlık çarşıya uymamıştı! Çok kısa bir
zaman içinde tüm Beyoğlu mağazaları tahrip edilmiş olup, Devletin kontrolundan
çıkıvermişti. Kısacası “kantarın topu kaçmıştı.” (agy, s.109-113)
OLAYLARIN KIBRIS TÜRK BASININA
YANSIMASI
Hürsöz
gazetesi, 7 Eylül 1955 tarihli nüshasında, iki gece evvel “Selanik’te
Atatürk’ün doğduğu ev ile Türkiye Konsolosluğunda bomba infilak ettirildi”
haberini vermekte ve “Yunanistan’da da mı EOKA’cı var?” sorusunu sormaktaydı.
Gazete “En son dakika” başlıklı bir başka haberinde de, bombalamadan sonra,
yangın, yağmacılık ve kargaşalığı önlemek için İstanbul ve İzmir’de örfi idare
ilan edildiğini duyurmaktaydı.
8
Eylül 1955 tarihli Hürsöz’de ise şu haber yer almaktaydı:
“Selanikteki
menfur saldırı dolayısiyle İstanbul’daki Rumların kilise ve tesisleri ateşe
verildi. Nümayişler, ordu birliklerinin müdahalesine rağmen sabaha kadar
önlenemedi. İstanbul ve İzmir’de Rumlara ait yüzlerce ev, kilise, ayazma ve
dükkan yandı.”
17
Eylül 1955 tarihli Hürriyet gazetesi, olaylarda tahrip edilen dükkan ve mağaza
sayısını 862 olarak verirken, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nin 228 numaralı
raporuna göre, 6/7 Eylül 1955 olayları
sonunda 73 kilise, 8 mezarlık, 26 okul, 1,004 ev, 4,212 dükkan ve mağaza, 21
fabrika, 12 otel, 97 restoran ve 23 depo harabeye döndürülmüştü. (s.118) Bu
raporu aktaran Ioannides, ölen Rumların sayısını 16 olarak verirken,
yaralanların sayısını da 32 olarak vermektedir. (agy, s.116)
Cüneyt
Akalın ise, “Biri papaz, üç yurttaş öldü, 30 kişi yaralandı, 73 kilise, 1
havra, 8 ayazma, 2 manastır, bir fabrika
yakılıp yıkıldı. 3,584’ü Rumlara ait olmak üzere 5,538 taşınmaz mal yakılıp
yıkıldı, zarara uğratıldı” diye yazmaktadır. (Cumhuriyet, 5 Eylül 2001)
İSTANBUL EKSPRES’İN MANŞETİ
Gazeteci
Hakkı Devrim, şöyle yazmaktadır:
“Biz
çocukken, Kıbrıs’ta bir Türk nüfusu bulunduğundan habersizdik. 1955’de meydanlar,
“Kıbrıs Türktür Türk kalacak!” avazeleriyle inlemeye başlamıştı bile.
İngilizlerin Kıbrıs’ı, bir biçimine getirip Yunanlılara devretmesinden
korkuluyordu.
Kıbrıs
Türktür Cemiyeti kurulmuştu. Başkan gazeteci Hikmet Bil’di; Ahmet Emin Yalman,
Orhan Birgit gibi yönetim kurulu üyeleri vardı. Bu davayı sahiplenen
gazetecilerin başında yer alan da Sedat Simavi’ydi. Hürriyet öylesine
heyecanlıydı ki, Doğan Nadi Cumhuriyet’te “Yahu üzmeyelim Sedat’ı bu kadar,
versinler şu adayı çocuğa, ondan değerli mi?” mealinde işi şakaya alan yazılar
yazıyordu.
Ankara
ile Atina’nın arası müthiş gergin. İngiltere aracılık rolü oynuyor. 1955
yılında Londra’da yapılan görüşmelerde, Türk Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu
zorlanıyor. Bütün kuru gürültüye rağmen Türkiye’de halk, bu konuda yeterince
duyarlı ve “heyecanlı” değil. Zorlu, görüşmelerde “Bunu halka dünyada
anlatamam” kozunu kullanamıyor.
6
Eylül 1955 günü, akşamları çıkan İstanbul Ekspres gazetesi “Selanik’te
Atatürk’ün evi bombalandı” haberini verdi ve İstanbul’da sonradan çok
utanacağımız olaylar yaşandı. Polis yetmedi, duruma Ordu el koydu, sıkıyönetim
ilan edildi. Öncelikle Rum, bu arada Ermeni ve Yahudi vatandaşlarımızdan zarar
görenlere tazminatlar ödendi. Londra’da Fatin Rüştü Bey artık, “Bunu halka
kabul ettiremem” diyebilirdi. Mithat Perin, gazetesi, Yazı İşleri Müdürü Gökşin
Sipahioğlu suçlandılar. Ama Menderes, gazeteci milletvekili Perin’i -bu hadise
yüzünden öfkelendiği halde- harcamadı. Hadiseye sebep oldukları iddiasıyla
birçok arkadaşımız yargılandı. Patrik Athenagoras “Bu hadisede Türk hükümetinin
dahli yoktur” dedi. Sonunda Mithat Perin de beraat etti. 27 Mayıs rejimi 6/7
Eylül’ün suçlusu olarak da Menderes hükümetini yargıladı, o davada bazı
mahkumiyet hükümleri verildi.
Atatürk’ün
evine bombayı Oktay Engin adlı Batı Trakyalı bir gencin koyduğunu çok sonra
öğrenenler oldu aramızda. Bunlardan bir kısmı ileriki yıllarda Oktay Engin’in
Nevşehir Valiliği’ne kadar yükseldiğini de öğrendiler. “(Radikal, 4 Ocak 2001)
MİTHAT PERİN’İN ANLATTIKLARI
Gazeteci
Tayfun Gönüllü, İstanbul Ekspres’in sahibi olan ve 7 Temmuz 2000’de 83 yaşında
iken ölen Mithat Perin ile ölümünden bir süre önce bir söyleşi yapmış ve bunu
ölümünden sonra, 6 Eylül 2001 tarihli Sabah gazetesinde şu giriş yazısıyla
yayımladı:
“45
yıl öncesini anlatırken “Kabak benim başıma patladı” diyor Mithat Perin. Bu
isim, Türkiye’nin yakın geçmiş tarihine ilgi gösterenler için pek yabancı
değil. Zira, onun adı “İstanbul’un altını üstüne getiren adam” olarak
kayıtlarda kaldı. Bunun nedeni de İstanbul Ekspres gazetesinin sahibi
olmasından kaynaklandı. Çünkü o gün, 6 Eylül 1955 günü, dehşet saatlerinin
başlamasını tetikleyen manşeti atmıştı gazetesi: “Atatürk’ün Selanik’teki evi
bombalandı.” İşte bu manşetle İstanbul’da iki gün boyunca korkunç bir yağma
yaşanacaktı.
Gerçekten
de 5 Eylül günü Atatürk’ün evine bomba konmuştu konmasına ama bombayı koyan da
iki Türk genciydi. Üstelik hiç de vatan haini değildi. Çünkü bu gençlerden biri
geçtiğimiz yıllarda merkez valiliğinden emekli olacaktı.”
Mithat
Perin, Gönüllü’ye olayı şöyle anlatmaktaydı:
“Gazete,
Tan Matbaası’ndaydı. Ben Merkez Han’daydım. (Gazetenin Yazı İşleri Müdürü)
Gökşin (Sipahioğlu) bana telefon açtı. Böyle bir haber var dedi. ‘İkinci baskı
yapalım” dedi. ‘Yapmayalım’ dedim. ‘Hava da kötü, elde kalıyor’ dedim.
‘Peki ‘ dedi. Biraz sonra bayii (Fuat
Büke) telefon açtı. Gazetelerin parasını peşin vereceğim’ dedi.. Matbaaya
girdiğimde 180 bin basılmış bile. Haberim yok. ‘Kağıt nereden buldunuz’ dedim.
‘Bulduk’ dediler. Kağıdımız çok kısıtlıydı. Anormal birşey olduğunu anladım.
Gittim prototipte kağıdı kestim. ‘Ne yapıyorsun’ dediler. Kağıdı kestim ama
kalıpları kesmek aklıma gelmedi. ‘Bundan sonra basmayın’ dedim. ‘Peki’ dediler.
Ben oradan çıktıktan sonra yine bağlamışlar kağıdı.”
Tayfun
Gönüllü, o günlerde en çok satan gazete olan Hürriyet’in bile 70-80 binlik bir
baskısı bulunduğunu, İstanbul Ekspres’in tirajının ise 30-40 bin civarında
olduğunu yazmaktadır. Mithat Perin, olaya Gökşin Sipahioğlu’nun alet olduğunu
belirtmekte ve şöyle demekteydi:
“Bazı
iddialar oldu. MİT yaptırdı diye. Gökşin Bey bunu televizyonda söyledi. Eğer
bunu MİT yaptırdıysa “Sen MİT’in adamı olarak yaptın” derim. İdrak ve izan
hatası. Gökşin’in burada kendini öne çıkarmak için alet olduğu anlaşılıyor.”
OLAYLARIN GELİŞİMİ
“Bombalama
olayı, 6 Eylül günü önce Türk devlet radyosundan duyuruldu. Radyo, öğle haberlerinde “sevgili
Atatürk’ün doğduğu” evin dışında bir bombanın patladığını haber verdi.
(İddianame 1150) O gün, hükümet yanlısı olan akşam gazetesi İstanbul Ekspres,
olayı duyurmak üzere özel bir sayı çıkardı. Gazete sayfasının yarısını kaplayan
manşet şöyleydi: “Atatürk’ün evi bombalandı”. Bu, gazetenin şimdiye kadar
kullandığı en iri puntolu manşetti. Alt başlıkta Yunan sansürünün, bombalanma
haberinin halka duyurulmasını önlediği belirtilmekte ve basılan fotoğraflarda
da, Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin büyük hasar gördüğü gösterilmekteydi.
Sonradan, fotoğrafların görüntüsünde değişiklik yapıldığı kanıtlanmıştı.
İstanbul
Ekpres’in ikinci baskısı çıkar çıkmaz, gazetenin dağıtılmasını Kamil Önal
deruhte etmiş ve binlerce Kıbrıs Türktür afişi ile birlikte İstanbul’daki
Türklere ait iş yerlerinin camlarına asılmıştı. (İddianame 1150) Önal, ayrıca gazetede yer alan kışkırtıcı bir
yazısında da, Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin olayları çok yakından izlemekte
olduğunu ve “aziz Atatürk’e el uzatanlara bunun çok pahalıya ödetileceğini
açıkça ilan etmekte artık bir mahzur görmediklerini” duyurmaktaydı. (agy)
6
Eylül günü boyunca Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin propaganda mekanizması,
kışkırtmalarını daha ileri boyutlara çıkarmak üzere çalışmıştı. Cemiyetin, Türk
Milli Talebe Federasyonu’nda bulunan merkez binası, gece uygulamaya konacak
gösterilerin planlanmasına hizmet etmişti. Bütün planlar öğrenci liderleri ve
sendikacılarla sıkı eşgüdüm halinde yapılmaktaydı. Hikmet Bil, cemiyet
merkezinde sürekli toplantı halinde bulunan ve hepsi de Kıbrıs Türktür
Cemiyeti’nin Merkez Yürütme Komitesi üyeleri olan Kamil Önal, Hüsamettin
Canöztürk, Nedim Üsdiken ve Orhan Birgit’e son hazırlıklarla ilgili talimatları
vermekle görevli idi.
KIBRIS TÜRKTÜR CEMİYETİNİN
BİLDİRİSİNDEN
Türk
Milli Talebe Federasyonu tarafından yayımlanan ve bombalama olayını protesto
eden protesto bildirisi, Canöztürk ve Üsdiken tarafından kaleme alınmış olup,
Hikmet Bil’in onayını almıştı. (İddianame 1150)
Kıbrıs
Türktür Cemiyeti’nin bildirisi ise her ikisi de gazeteci olan Hikmet Bil ile
Orhan Birgit tarafından kaleme alınmıştı. Her iki bildiri de İstanbul’un dört
bir tarafında binlerce adet dağıtılmıştı. Cemiyetin bildirisinde şöyle
denmekteydi:
“İşlenen
alçakça tecavüz, bu yüzden doğrudan doğruya Türk vatanının bütünlüğüne yapılmış
sayan Kıbrıs Türktür Cemiyeti, hadiseyi, bardağı taşıran son damla olarak kabul
ettiğini ve 9 Eylülü Yunanlılara bir ihtar günü olarak kabul etmiş olduğu için
de, ötedenberi taşmakta olan sabrımızı bundan sonra dizginlemek imkanı
olmadığını da ilan eder...
Yunan
Hükümeti ve organları, dünyanın neresinde olursa olsun, uzaktan yakından bu
hadiseleri destekleyenler, akıllarını başlarına almadıkları takdirde, 1922
yılını gölgede bırakacak şekilde bizi karşılarında bulacaklardır.
...Kıbrıs
Türktür, Türk kalacaktır. Bunun aksini kim düşünüyor ve yeminimizi bozmağa
çalışıyorsa, nerede olursa olsun, hareketinin karşılığını çok pahalıya ödeyecektir.”
(Ulus, 7 Eylül 1955)
Cemiyetin
bildirisi şöyle sona ermekteydi:
“Saflarınızı
sıklaştırın! Aramızda bulunan ve aslında bizden olmayanların yaptıklarına aşırı
derecede dikkat edin ve ulusal yemini tekrarlayın: Kıbrıs Türktür ve Türk
kalacaktır! Farklı düşünenler veya bu yemini bozmak isteyenler, kim olurlarsa
olsunlar eylemlerini çok pahalıya ödeyeceklerdir.”
TAKSİM MEYDANI MİTİNGİ VE SONRASI
6
Eylül günü öğleden sonra, Kıbrıs Türktür Cemiyeti’ni destekleyen bazı
sendikalar, akşamki ayaklanmanın hazırlıklarını sürdürmekteydiler. Örneğin
Tekstil Sendikası binası, mitingte kullanılacak afişlerin hazırlık ve dağıtımı
için kullanıldı. (ABD Büyükelçiliği, Ankara, Rapor 228) Göstericilere,
ayaklanma gecesi kullanılmak üzere özel tahrip araçları da dağıtılmıştı. ABD
Büyükelçilik raporuna göre bunlar, “dükkan vitrinlerinin oluklu saçtan yapılmış
kepenklerini kesmek için özel olarak hazırlanmış araçlar”dı. (agy) Göstericilerin sokaklarda kolayca
bulamayacakları sopa, nacak, çekiç ve demir çubuklar da vardı. ABD Büyükelçilik
Raporunda belirtilen ve İstanbul polis müdüründen alınan bilgilere göre, bu
araçlar, işçi sendikaları tarafından toplanmış ve göstericilere dağıtılmıştı.
(agy) 6 Eylül akşamı saat 17.30’da Meclis-i Mebusan Caddesi’ndeki Tophane Çeşmesi
karşısına park eden dört askeri kamyon görülmüştü. Bu kamyonlardaki askerler,
demir çubuk, sopa ve nacakları, Rum dükkanlarının bulunduğu Galata ve Beyoğlu
yönlerine doğru giden bir grup göstericiye dağıtmışlardı. Başka kamyonlar da,
esas gösterinin yer alacağı Taksim Meydanı’ndan kilometrelerce uzakta olan
İstanbul’un Rum mahallelerine göstericileri taşımışlardı.
Kıbrıs
Türktür Cemiyeti’nin düzenlediği miting saat 18.30’da başlayacaktı. On binlerce
kişi hızlı bir şekilde meydan ve çevresine toplanırken, başka gösterici
grupları da kentin başka yerlerinde görülmeye başlamıştı. Kent içinde harekete
geçen kalabalıklar, Türk bayrakları, Kemal Atatürk’ün resimleri, “Kıbrıs
Türktür Türk Kalacaktır” sloganını taşıyan afiş ve bayrakları taşımaktaydılar.
(İddianame 1150) Göstericiler şu sloganları haykırmaktaydılar: “Yıkın, kırın,
gavur malıdır. Müslümanların düşmanıdır”, “Öldürmek yoktur.”
Sloganlardan
da görüleceği gibi Rum aleyhtarı ve koyu milliyetçi kışkırtmaya, bir de dini
hava verilmekteydi. ABD Büyükelçiliğinin 228 numaralı raporuna göre, birçok
gösterici, “müslüman olmayan”, “imansız” anlamındaki “gavur” kelimesini kullanmaktaydı. Bu, daha
çok Rumlar için kullanılan ve “müslümanların düşmanı” anlamına gelen bir
tanımlamaydı. Gerçi İstanbul’da yaşamakta olan Ermeni ve Yahudiler de
“gavur”dan sayılıyordu, ama Ermeni kiliseleri ile Yahudi sinagoglarının
saldırılara maruz kalmaması, tahribatın sadece Rum mallarına yönelik olarak
örgütlendiğini göstermekteydi. ABD Dışişleri Bakanlığına yazılan Büyükelçilik
Raporunda da, bu husus şöyle belirtilmekteydi:
“Bu,
aslında saldırıların amaçlı olarak Rum Ortodoks kiliselerine karşı yapıldığının
açık bir kanıtıydı. Var olan dinsel fanatikliğin, öncelikle Rum Ortodoks
Kilisesine karşı, Rum aleyhtarı hareketin bir parçası olarak kanalize edilmiş
izlenimini vermekteydi.” (ABD Büyükelçiliği, Ankara, Rapor 153)
Sloganların
ikinci özelliği, “gavur”ların sadece mallarının tahrip edilmesi ve
öldürülmemelerinin istenmesiydi. Gerçi o gece saldırılar sonucu 16 Rum yine de
öldürülmüş, 32’si ciddi şekilde yaralanmıştı, ama sloganlar, o gece için
öldürmeme talimatının önceden verildiğini göstermektedir. Bu husus Kıbrıs
Türktür Cemiyeti üyelerine karşı okunan İddianame’de de kanıtlanmaktadır.
Örneğin, Sarıyer’deki Kıbrıs Türktür Cemiyeti Başkanı olan Osman Tan,
Yenimahalle’deki göstericilere gösteri gecesi konuşurken, “Delikanlılar,
vurunuz, kırınız, ama öldürmeyiniz” demişti. (İddianame 1150)
Taksim
Meydanı’ndaki Rum aleyhtarı kısa, ama ağır bir şekilde Rum aleyhtarı
konuşmalardan sonra, kalabalığın bir kısmı, 20-30 kişilik gruplar halinde
dağılmıştı. Grupların bazılarında kız öğrenciler de vardı: (İddianame 1150)
Gruplara, Aydın Konuralp, Öztürk Canöztürk, Serafim Sağlamel, Mustafa Eroğlu ve
Erol Demiroğlu gibi Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin şube başkanları önderlik
etmekteydi. (İddianame 1150) Saldırılarla ilgili ABD Büyükelçilik Raporuna
göre, saldırıları gerçekleştiren grupların, bu önderler tarafından, tahrip
etmeleri için Rum dükkanları, Rum okulları ve Rum Ortodoks kiliselerine doğru
yönlendirildikleri anlaşılmaktadır.(Rapor 228) Buna göre, Taksim Meydanı
yakınındaki meşhur İstaklal Caddesi’ndeki Rum dükkanları göstericilerin
saldırılarına maruz kalırken, diğer gruplar da İstanbul’un 15 mil uzağındaki
varoşlarında bulunan Büyükdere ve Yenimahalle’deki Rum malları, okulları ve
kiliselerine saldırmaktaydılar.
Saat
21’e geldiğinde artık kentin ayaktakımı da saldırılara katılmış bulunmaktaydı.
Bunlar arasında hammallar, işsiz kent sakinleri, kente yeni taşınmış ve
yoksulluk içinde yaşayan köylüler yer almaktaydı. Onların saldırılara katılımı,
o sıralarda sosyo-ekonomik hoşnutsuzluğun artmış olduğunu göstermektedir. Bu
hoşnutsuzluk, Rum aleyhtarı histerinin artmasına katkıda bulunmuş ve
gösterilerin kitlesel bir ayaklanmaya dönüşmesine ve kalabalıkların tedhişini
daha çok Rum toplumuna doğru yönl4endirmesine yol açmıştır. Bu arada nisbeten
daha az sayıda Ermeni ve Yahudi dükkanları ve evleri de saldırıdan nasibini
almıştı. Örneğin İstanbul’daki en seçkin Yahudi ailelerinden birine ait olan
Adler adlı mücevherat mağazası da saldırganlar tarafından yağmalanmıştı.
İstanbul
Türkleri, Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıkların nisbi olarak daha refah içinde
yaşamakta oluşlarından gittikçe daha fazla kıskanmaktaydılar. Bu azınlıklar,
Türklere kıyasla daha yüksek bir yaşam düzeyine sahiptiler ve kentin ticari ve
mali yaşamını denetimleri altında tutmaktaydılar. Ama yine de saldırıların ana
nedeni, sosyo-ekonomik değildi. Saldırılar, öne sürüldüğü gibi “varsıllar” ile
“yoksullar” arasında kendiliğinden ortaya çıkan bir halk hoşnutsuzluğunu temsil
etmiyordu. (Prof.Kemal Karpat, “Turkey’s Politics” adlı kitabında -s.422- ,
saldırıların esas nedeninin sosyo-ekonomik olduğu tezini desteklemek için önde
gelen Türk gazetecisi Hüseyin Cahit Yalçın’ı kaynak olarak anmaktadır.) Oysa,
6-7 Eylül Olayları, Rum azınlığına karşı, iyi planlanmış bir saldırı idi. Ama
kalabalıklar da, o gece sosyo-ekonomik sıkıntılarını ortaya koyma fırsatını
bulmuştu. Çünkü devlet de, polis ve ordu gibi sosyal denetim mekanizmasını, Rum
toplumuna karşı saldırılarda kullanmış ve hatta onların eliyle saldırıları
yürütmüştü. Böylece, ayaklanmanın ertesi günü, yoksul kent sakinleri
yağmaladıkları dükkanlardan aldıkları yeni ayakkabıları belki de yaşamlarında
ilk defa giydiklerinden, İstanbul sokakları eski ayakkabılarla dolmuştu.
Sonunda, iyi örgütlenmiş olan bu saldırıların ardındaki güç, Kıbrıs meselesinin
yükselttiği milliyetçi duygulardı.
(Ioannides, agy, s.114-118)
“İstanbul
polisi olayların ardından 3,151 kişiyi tutuklamıştı, ama çok geçmeden 17 kişi
dışında hepsi de serbest bırakıldı. Tutuklananlardan 9’u, Kıbrıs Türktür
Cemiyeti’nin önde gelenleriydi. Bunlardan 5’i de Cemiyet’in Merkez Yürütme
Komitesi üyeleriydi: Hikmet Bil, Kamil Önal, Hüsamettin Canöztürk, Orhan Birgit
ve nedim Üsdiken. Diğer 4 kişi ise, Cemiyet’in şube başkanlarıydı: Aydın
Konuralp, Serafim Sağlamael, Osman tan ve Erol Demiroğlu. Hapishanede
tutulanlardan 2’si ise, İstanbul Ekspres gazetesinin yazı işleri midirleri olan
Vedat Pekgirgin ile Gökşin Sipahioğlu idi. Diğer 6 kişi öğrenciydi. 4-6 ay
kadar süren tutukluluk ardından 17 kişinin hepsi de serbest bırakılmış, ama
sıkıyönetim yasası gereğince 6-7 Eylül Olaylarının sorumlusu olarak itham
edilmişlerdi. Buna ek olarak, İzmir’deki Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin 6 üyesi de
tutuksuz olarak yargılanmışlar ve toplam sanık sayısı 23 olmuştu... 24 Ocak
1957’de açıklanan mahkeme kararına göre, önceleri öne sürülen ağır ithamların
hepsi geri alınmış ve 23 sanık da serbest bırakılmıştı. Beraat kararında şöyle
denmekteydi:
“Kıbrıs,
anavatanın bir parçasını oluşturmaktadır. O nedenle Türk halkı Kıbrıs ve
Yunanistan’da devam etmekte olan kışkırtmalara karşı kayıtsız kalamaz. Bunun
sonucu olarak 6 Eylül Olayları, esasen bu kışkırtmaların bir ürünüdür.”
(İstanbul’daki Amerikan Konsolosunun ABD Dışişleri Bakanlığına gönderdiği 633
numaralı ve 25 Ocak 1957 tarihli raporundan)
Böylelikle,
Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin “Kıbrıs bir Türk adasıdır” tezi mahkeme tarafından
kabul edilmiş olmakta ve Cemiyetin Türk kamuoyuna yönelik tahrikleri de haklı
görülmüş olmaktaydı. Cemiyet üyelerinin beraatinden sonra, Kıbrıs Türktür
Cemiyeti Kıbrıs konusundaki faaliyetlerine birkaç yıl daha devam etmişti.
Türkiye Dışişleri Bakanlığı Cemiyet Başkanı Hikmet Bil’i Beyrut’taki TC
Büyükelçiliğine Basın Ateşesi olarak atamıştı. Kıbrıs Türktür Cemiyeti, bir
kışkırtma ve propaganda örgütü olarak Türkiye’deki görevini yerine getirmişti.
Pan-Türkçü ve yayılmacı “Kıbrıs Türktür” sloganı ile kamuoyuna harekete
geçirilmiş ve Rum aleyhtarı 6-7 Eylül Olaylarında oynadığı rol sayesinde Kıbrıs
sorunu ve Türk-Yunan ilişkileri üzerinde
kalıcı bir etki yapmıştı....Türkiye’deki önemli siyasal güçlerin 1954’de
kurulan Kıbrıs Türktür Cemiyeti’ne verdikleri bu destek, Türk dış politikasının
Kıbrıs’a yönelik yayılmacı karakterinin
onaylanması anlamına gelmektedir olup, o günden bu yana önemli herhangi bir
değişiklik göstermemiştir. (agy, s.120)
KÖPRÜLÜ: “HÜKÜMETİN TERTİBİ”
27
Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra Yassıada’da, bu kez 6-7 Eylül Olaylarının
siyasal sorumluları hakkında dava açıldı
ve yargılananlar oldu. Celal Bayar için takipsizlik kararı alınırken, Adnan
Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu “Türk vatandaşlarını Rumların mallarını tahrip
için gösteri düzenlemek ve harekete geçirmek” suçundan 6 yıl hapis cezasına
çarptırdı. Zamanın Başbakan Yardımcılarından Fuat Köprülü ise beraat etti.
Köprülü, 27 Mayıs’ın ardından 5 Haziran 1960 tarihli Yeni Sabah gazetesine
verdiği bir demeçte, “Hadiselerin tamamıyla hükümetin bir tertibi olduğunu” ve
tertip edenlerin, başta Menderes olmak üzere hükümet olduğunu açıkça ifade
etmişti. Ama 27 Mayıs Milli Birlik Komitesi üyesi ve 27 Mayıs’ın başbakanlık
müsteşarı olan albay Alparslan Türkeş, Köprülü’ye ihtar yaptırarak, demecini
değiştirmesini sağladığını yazmaktadır.
Türkeş,
anılarını içeren “Şahinlerin Dansı” adlı kitabında, Menderes ve Zorlu’nun
yanında yer alıp, olayları örtbas ederken, Menderes tüm suçlamaları
reddetmekte, Zorlu ise yaptığı savunmada olayları Yunanlıların tertip ettiğini
öne sürmektedir. (agy, s.230) Dahası, Türkeş, Menderes ve Bayar’ı olayların
tertipçisi olarak gören bir hakim albayla ilgili olarak da şöyle yazmaktadır:
“Bu
konu fazla kurcalanmamalıdır. Çünkü devleti birtakım dış problemlerle karşı
karşıya getiriyor...Bu hakim albayın özel bilgileri varmış. Kendilerini
dinleyin. Ancak eski iktidar mensuplarını suçlayıcı beyanlar ararken devletin
yüksek menfaatlarını tahrip etmeyin... Söz konusu bombayı Celal Bayar veya
Adnan Menderes koydurmuş olabilir. Onlar memleketin menfaatını bu yönde görmüş,
düşünülmüş bulunabilirler.”
ESAS ÖRGÜTLEYİCİ: ÖZEL HARP
DAİRESİ
Bu
utanç verici olaylara neden olanlarla ilgili en net açıklama, bir dönem Özel
Harp Dairesi’nde görevli ve daha sonra Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği
de yapmış olan emekli Orgenerel Sabri Yirmibeşoğlu tarafından gazeteci Fatih
Güllapoğlu’na yapılmıştır:
“6-7
Eylül de bir Özel Harp işidir ve iyi bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.
Sorarım size bu muhteşem örgütlenme değil miydi? (Tanksız, Topsuz Harekat,
s.104)
Yirmibeşoğlu,
iki ciltlik hatıralarında da, Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalanması
olayını “Özel Harp Dairesi’nin ilk başarılı yurtdışı operasyonu olarak
nitelendirmekte ve bombacı olarak Oktay Engin’in adını vermektedir. (aktaran
Deniz Kavukçuoğlu, Cumhuriyet, 13.9.2000)
AZMETTİRİCİ OKTAY ENGİN’İN
KİMLİĞİ
Oktay
Engin, daha sonra Türkiye’de çeşitli görevlerde bulunmuş, 1970’li yıllarda
Emniyet Genel Müdür Yardımcılığı ve valilik yapmış ve devlet görevinden
emekliye ayrılmıştır. Engin, 46 yıl sonra Yeni Şafak gazetesi muhabiri Nasuhi
Güngör ile yaptığı bir söyleşide, kendisinin olayla ilgisi olmadığını iddia
etmekle beraber, “Devletin sorumluluğu var” şeklinde konuşmuştu. (6 Eylül
2001)
Eldeki
bilgilere göre, Türkiye’nin Selanik Konsolosu M.Ali Balin, elçilikte çalışan
Hasan Uçar’ı azmettirmeye çalışmış, ancak başarılı olamayınca devreye, o
sıralarda Selanik’te Türk hükümetinden burslu olarak Hukuk Fakültesi’nde okuyan
ve Batı Trakyalı bir Türk öğrenci olan Oktay Engin girmişti. Dönemin Başbakanı
Menderes, daha lise son sınıfta iken Türk Haberler Ajansı’nın Yunanistan
muhabirliğini yapmaya başlayan Engin’e ilkel bir bombayı, Temmuz ayında bir
kurye aracılığı ile çanta içinde Selanik’e ulaştırmıştı. Bombanın patlaması
sonucu, evin sadece camları kırılmış olmasına karşın, olay İstanbul’da
“Atatürk’ün evine hain saldırı” diye abartılarak sunulacaktı. “Yabancı mala
zarar vermek, ya da verdirmek suretiyle Yunanistan’ın başka bir ülkeyle
ilişkilerini bozmak” suçlarından tutuklanan Hasan Uçar iki yıl kadar hapis
yatırken, Oktay Engin’e verilen 6 ay hapislik cezası ise paraya çevrilerek, serbest
bırakılmış ve ardından Türkiye’ye yerleşmesi sağlanmıştı.
PARTİ ADI TEKRAR DEĞİŞTİRİLİYOR
Hikmet
Bil, 5 aya yakın bir süre tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılacaktı. Bil,
yukarıda adı geçen kitabında, hapishanede iken kendisini ziyaret eden Dr.Fazıl
Küçük’ün, Kıbrıs’ta (Limasol’da) bir sokağa “Hikmet Bil” adının verildiğini
söylediğini yazmakta ve şöyle demektedir:
“O
anda bütün çektiklerimi unutup ne kadar sevinmiştim anlatamam. Bu çok az faniye
nasip olabilen bir şeydi. Bu nedenle Kıbrıslı soydaşlarıma karşı hâlâ kendimi
borçlu hissetmekteyimdir.” (agy, s.120)
Öte
yandan 16 Haziran 1959 tarihli Halkın Sesi gazetesinde yer alan “Kıbrıs Türktür
Partisi Genel Başkanlığından” başlıklı duyuruda ise şöyle denecekti:
“Zürih
ve Londra anlaşmalarından sonra Kıbrıs’da başlayan yeni devrin müsbet
istikametine uyarak, partimizin bundan böyle eskiden olduğu gibi “Kıbrıs Milli
Türk Birliği” ismiyle anılacağı, kaza ve köylerde mevcut ve kurulmakta olan
şubelerimize duyurulur.”
KIBRIS’TA DURUM
Hürsöz
gazetesi 10 Eylül 1955 tarihli nüshasında “EOKA, Faiz Kaymağı ölümle tehdit
ediyor” haberini verirken, bir başka haberinde de şöyle demekteydi:
“Evvelki
gece Volkan imzasını taşıyan beyannameler dağıtılmıştır. Bu beyannamelerde
gizli Rum teşkilatı olan EOKA’ya Türklere karşı mücadele etmemesi tavsiye
edilmekte ve Türklere karşı yapılacak her hangi bir taarruzda Volkan’ın
kendileri ile döğüşeceği yazılmakta idi.”
11
Eylül 1955 tarihli Hürsöz’de ise “Tehdit mektubu” başlığı altında şu haber yer
almaktaydı:
“Hali
hazırda Londrada bulunan Başdespot Makarios’un temsilcisi Rosides’e “KİTEMB”
imzalı ve üzerinde kan lekeleri bulunan bir tehdit mektubu gönderildiği
“Elefheria”da yazılmaktadır.”
EOKA’YA KARŞI VOLKAN
Halkın
Sesi gazetesi, 11 Eylül 1955 tarihli nüshasında şunları yazmaktaydı:
“EOKA’ya
karşı kurulduğunu iddia eden Volkan geçen gün dağıttığı kağıtlarda, her hangi
bir Türke dokunmanın misilleme hareketleriyle karşılanacağını EOKA’ya kati bir
lisanla ihtar etmektedir.”
Halkın
Sesi gazetesi 25 Eylül 1955 tarihli nüshasında da şu haberi vermekteydi:
“Atinada
münteşir Katimerini gazetesi, Kıbrısta gizli Türk teşkilatı Volkan’ın bir
İngiliz tarafından idare edildiğini iddia etmiştir.”
SUÇ KOMÜNİSTLERE YIKILIYOR,
OYSA...
Fahir
Armaoğlu, “Kıbrıs Meselesi 1954-1959, Türk Hükümeti ve Kamu Oyunun Davranışlar”
başlıklı kitabında şöyle yazmaktadır:
“6/7
Eylül olayları bütün Türk kamu oyunda gerçekten çok büyük üzüntüye sebep
olmakla beraber, ve hareketin almış olduğu şekil hiçbir zaman tasvib
edilmemesine rağmen, kamu oyu, işin bu şekil almasında bir komünist kışkırtma
ve faaliyetinin başlıca rolü oynadığında ittifak etmiştir...” (Ankara 1963,
s.159)
Ne
var ki, yıllar sonra yapılan çeşitli açıklamalardan anlaşıldığına göre, gerek
Selanik’teki bombalama olayı, gerekse İstanbul ve İzmir’de meydana gelen
olaylarda çoğu Rum, Müslüman olmayan azınlık mensuplarına ait mal ve mülkün
yıkılıp, yağmalanması, Türk yetkililer tarafından önceden tertip edilerek
uygulanmıştı.
Durum
böyle olmasına rağmen, zamanın Demokrat Parti iktidarının Başbakanı Adnan
Menderes, 7 Eylül 1955 günü öğleden sonra yaptığı bir radyo konuşmasında suçu,
“gizli komünist teşkilatı ve solcu unsurlar”a atarak, siyasi polisçe mimlenmiş
rasgele 45 solcunun suçsuz yere Harbiye Nezarethanesinde 4-5 ay gözaltında
tutulmasına yol açmıştı. Bunlardan bazıları, örneğin Aziz Nesin, Hasan İzzettin
Dinamo ve Dr.Hulusi Dosdoğru, 6-7 Eylül olayları ile ilgili kötü izlenimlerini
sonradan yayımlanmışlardır.
KIŞKIRTMALARIN GERÇEK AMACI
Oysa
bütün bu akıl dışı kışkırtmaların gerçek amacı, o sıralarda Londra’da yapılan
“Kıbrıs Konferansı”nı etkilemek ve Türkiye’yi Kıbrıs konusunda söz sahibi olan
bir taraf haline getirmekti. Armaoğlu bu konuda şöyle yazmaktadır:
“Konferansın
bu başarısızlığına rağmen, sonucun Türkiye lehinde olduğuna şüphe yoktur.
Türkiye için Konferanstan elde edilen birinci kazanç, Kıbrıs meselesine bir
taraf olduğunu milletlerarası planda kabul ettirmesiydi. Yunanistan bunu kabul
etmiş olabilir veya olmayabilir, bunun önemi yoktu. Çünkü, Yunanistan Londra
Konferansında Türkiyenin karşısına oturmakla, bu gerçeği ister istemez kabul
etmiş olmaktaydı. Tabiatile Türkiyenin bu kazancında, İngilterenin kendisini
konferansa daveti önemli bir rol oynamıştır. Fakat Türkiyeyi Konferansa davet
etmekle, İngilterenin daha kazançlı olduğunda da şüphe yoktur. Çünkü, şimdi
İngiltere, Yunanistanın karşısında yalnız kalmaktan kendisini kurtarmış ve
Yunanistana karşı bir karşıt-ağırlık elde etmiş oluyordu. Yunanistanın bundan
sonraki şu veya bu şekildeki istek ve iddialarına karşı, Türkiyeyi de bir koz
olarak kullanma imkanını sağlamış oluyordu ki, bu durum İngilterenin Yunanistan
karşısındaki manevra kabiliyetini daha da arttırmıştır.” (agy, s.154-155)
YANITLANAMAYAN SORULAR VAR
Gazeteci
Cüneyt Akalın, 6-7 Eylül olaylarının 45. yıldönümünde Cumhuriyet gazetesinde
yer alan iki günlük yazı dizisinde, bu olayların Türkiye tarihini 6-7 Eylül’ün
öncesi ve sonrası diye ikiye böldüğü konusunda genel-yaygın bir kanı oluştuğunu
belirterek, şöyle demekteydi:
“Tarihimize
çok eleştirel baktıklarını söyleyen, gerçekten de kimi zaman olayları kılı kırk
yararcasına irdeleyen kimi aydınlar, aynı duyarlığı 6-7 Eylül Olayları için
göstermiyorlar, olayın üzerine gitmiyorlar. Altından çapanoğlu çıkacak diye mi
acaba? Geçen yıl kimi çevrelerin “Varlık Vergisi” hakkında gösterdiği
duyarlığın onda biri 6-7 Eylül’ün irdelenmesine gösterilmiyor. Varlık Vergisi
ile 6-7 Eylül Olayları kıyaslanamaz bile. Varlık Vergisi hatalı bir uygulamaydı;
sonuçta o işi başlatan hükümetin kendisi hatadan dönmeyi becermişti. 6-7 Eylül
Olayları öyle mi? Dahası, Türkiye’yi her vesile ile köşeye sıkıştırmaya,
suçlamaya çalışan çeşitli emperyalist çevreler, nedense 6-7 Eylül Olayları’nı
dillerine dolamıyorlar. Bu akıl almaz çelişkinin altında yatan nedir?
Suçlular
kimler? Kim yaktı İstanbul’u? Kim yaktı ortak tarihi? Neden yaktı yıktı,
yağmaladı? Bu soruların bir bölümüne yanıt bulundu ama bir bölümü hâlâ yanıt
bekliyor.” (5 Eylül 2001)
(şu kitabımın içinde “Kıbrıs Nereye Gidiyor?”, İstanbul
2002, s.36-86)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder