24 Nisan 2013 Çarşamba

KIBRIS’TA SITMA HASTALIĞININ YOK EDİLMESİ VE MEHMET AZİZ BEY (1893-1991)


Kıbrıs, Akdeniz’in birçok bölgesinde olduğu gibi, yüzyıllarca sıtma (malaria) hastalığından çok acı çekti. İngiliz Kralı I. Richard, ya da bilinen öteki adıyla Arslan Yürekli Richard, haçlı seferleri sırasında 1191’de Kıbrıs’ı fethettiği zaman, ordularının sıtmadan ne kadar etkilendiğini bilmiyoruz. Belki de adayı Lüzinyanlara satma nedenlerinden biri buydu.

Adayı çeşitli dönemlerde ziyaret etmiş olan seyyahlardan öğrendiğimize göre, Kıbrıs’ta sıtma hastalığının geçmişi uzun ve trajik olmuştur. Hastalığın esas nedeninin ne olduğu bilinmediğinden gerekli önlemler de alınamamaktaydı. Buna rağmen bataklık alanların olduğu yerlerde sıtmanın fazla görülmesi, belki de ikisi arasında bir ilişkinin varlığını anımsatmaktaydı. Nitekim Kıbrıs’taki Osmanlı yönetimi sırasında Vali Ethem Paşa, adada bulunduğu 1843-1845 yıllarında, inşaatlarda kullanılan kerpiç yapımını yasaklamıştı.

Kıbrıs, bağımsız bir mutasarrıflık haline getirilince, Nisan 1862’de buraya mutasarrıf olarak gönderilen şair ve devlet adamı Ziya Paşa, adadaki çekirgeleri yok etmek, bataklıkları kurutmak ve pamuk üretimini teşvik etmek gibi görevleri üstlenmişti. Adada bir yıla yakın süreyle görev yapan Ziya Paşa’nın kendisi de burada sıtma hastalığına yakalanmıştı. Ziya Paşa’nın bir çocuğu ile babasını adada iken, Kıbrıs dönüşü de eşini kaybettiği bilinmektedir.

İNGİLİZ SÖMÜRGE DÖNEMİNDE SITMA MÜCADELESİ

1878’de adada İngiliz yönetimi başladığı zaman, sıtma felaketine karşı çeşitli önlemler alındı. Hem adaya gelen İngiliz üst düzey yöneticilere ve İngiliz askerlerine, hem de yerli halka, sıtmanın etkisinden kurtulmaları için kinin ilacı dağıtılmaya başlandı, su emici özelliği ile bilinen ökaliptus ağaçları ekilerek, belli bataklık alanlar da kurutuldu.

1900 yılında Larnaka kazası sağlık sorumlusu Dr.G.A.Williamson, muayeneden geçirilen 503 hastanın 470’inde sıtma görüldüğünü bildirmişti. 1912’de adadaki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Hamilton Goold-Adams, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği bir mektupta, sıtma hastalığının adada çok yaygın olduğunu ve yerel hükümet tarafından alınmış olan önlemlerin yeterli olmadığını bildirerek, daha etkin önlemler alınması gerektiğini duyurdu. Bunun üzerine Sir Ronald Ross adındaki İngiliz bilim adamı, 1913 yılında Kıbrıs’a gönderildi. Sir Ronald Ross, sıtma hastalığının anofel tipi sivrisinekler tarafından bulaştırıldığını bulmuş ve 1902’de Nobel Tıp ödülünü kazanmıştı. 

Sir Ronald Ross, adada muayene ettiği çocukların %25’inde dalak büyümesi olduğunu saptadı ki bu, adada sıtma hastalığının yüksek bir oranda olduğunun açık bir belirtisiydi. İngiliz sivrisinek uzmanı, Kıbrıs’ın her tarafını dolaşıp, incelemelerde bulunrken, ona eşlik eden, bir Kıbrıslı Türk olan Mehmet Aziz Bey’di.

MEHMET AZİZ BEY

Mehmet Aziz Bey kimdir? Şimdi de ona bakalım:
Mehmet Aziz, 24 Eylül 1893 yılında Kıbrıs’ın Larnaka kazasına bağlı Vuda köyünde dünyaya geldi. Altı kardeşin en küçüğü olan Mehmet Aziz, köy ilkokulundan sonra İskele (Larnaka) Rüştiyesi’ne devam etti ve daha sonra da tahsilini Amerikan Akademi’de sürdürdü.

1907 yılında ABD’de bulunan ağabeyi Hayrettin Bey’in yardımlarıyla o dönemin en büyük yolcu gemilerinden olan transatlantik “Lusitania” ile ABD’ye gitti. Bridgeport (Connecticut) kentinde Meslek Lisesi’ne devam eden Mehmet Aziz, bu arada birçok sportif etkinliklere de katıldı.

1912 yılında ağabeyi Türkiye’ye, o da Kıbrıs’a dönmeye karar verdi. İlginçtir, aynı yıl dünyanın en büyük ve en lüks yolcu gemisi “Titanic”, ilk yolculuğunu yaparak, ABD’ye gelmek üzereydi. Tam bu sıralarda Mehmet Aziz Bey’in arkadaşları, Avrupa’ya dönüşü bu gemi ile yapmasını önermişlerdi. Ancak Mehmet Aziz ve ağabeyi, daha önce karar vermiş oldukları gibi, Avrupa’ya başka bir gemi ile dönmüş ve “Titatic” faciasını İtalya’ya vardıkları zaman öğrenmişlerdi. Belirtilmesi gereken bir başka nokta, Türkiye’ye yerleşen ağabey Hayrettin Bey’in, Türkiye’nin tanınmış hukuk profesörlerinden Tarık Zafer Tunaya’nın babası olmasıdır.

SIR RONALD ROSS İLE TANIŞMASI

Mehmet Aziz, Kıbrıs’a döndüğü zaman, sıtma hastalığının insanlara Anofel sivrisineği ile geçtiğini keşfeden İngiliz bilim adamı Sir Ronald Ross, burada araştırmalar yapıyordu. Ross’un Vuda köyünü ziyareti sırasında İngilizce bilen ve bu mesleğe ilgi duyan kişilere gereksinim olduğu belirtildi. 18 Mart ile 18 Nisan 1913 tarihleri arasında kendisiyle birlikte çalışan Mehmet Aziz için Lefkoşa’daki “Nicosia Club”da bir “Tavsiye Mektubu” kaleme alan Sir Ronald Ross, Mehmet Aziz’in meziyetlerini anlatarak, onun sıtma ile mücadele için oluşturulacak ekipte yer almasının yararlı olacağını bildirdi. O sıralarda 20 yaşında olan Mehmet Aziz, bu “Tavsiye Mektubu” eşliğindeki bir dilekçe ile müracaat ettiği sağlık hizmetlerine, 1913 yılında katılmış oldu.  

Sir Ronald Ross’un önerisi üzerine, Kıbrıs’ta sivrisinekler aleyhine bir kampanya başlatıldı. Bataklıklar kurutuldu ve sivrisineklerin üremesini denetleyecek olan özel eğitimli ekipler oluşturuldu. Adanın birçok bölgesindeki durum yavaş yavaş iyileşti, ama ada çapında bir kampanya için yeterli miktarda para olmadığı için hala daha birçok köyde sıtma hastalığı oranı yüksekti. İnsanlar, sıtmanın yaygın olduğu ve denetim altına alınamayan yerleri terk ettiklerinden, çok zarar görmekteydiler. Sıtma karşıtı önlemlerdeki hafif bir aksama olması halinde, sıtma o yıl çok yaygınlaşmakta ve epidemi boyutuna çıkmaktaydı.

Kıbrıs’taki İngiliz Sömürge Yönetimi’nin Sağlık Hizmetleri tarafından hazırlanan raporlardan derlenen bilgilere göre, 1912 ile 1921 yılları arasındaki sıtma vakalarının dökümü şöyle idi:

 
Yıl                   Vaka sayısı

1912                10,035

1913                  7,342

1914                  6,622

1915                  4,539

1916                  3,752

1917                  2,709

1918                  2,414

1919                  1,962

1920                  3,706

1921                  4,291

Mehmet Aziz Bey, gördüğü sağlık kursları yardımıyla mesleğinde hızla ilerleyerek, amirlerinin dikkatini çekti. Çok geçmeden 1 Nisan 1921’de Sağlık Başmüfettişi oldu.

1927 yılının Haziran ve Temmuz aylarında, sıtma hastalığını araştıran İngiliz bilim adamı Dr. Barber’in ekibi ile birlikte, Mısır, Suriye, Lübnan, Filistin ve Türkiye’de yapılan sıtma hastalığı araştırmalarına katılan Mehmet Aziz Bey, bu hizmetlerinden dolayı İngiltere’nin “London Royal School of Public Health and Hygiene” üyeliğine layık görüldü.

1929 yılına kadar sağlık servislerinde değişik görevler üstlendi. Aynı yıl Sağlık Müfettişliği kurslarına kendi çabasıyla devam ederek, Müfettişlik sertifikasını aldı. Daha sonra İngiltere’deki “London Royal Sanitary Institute” sınavlarına katıldı ve Sağlık Servislerinde Sıhhiye Başmüfettişliğine atandı.

Dünya ekonomik bir bunalımda iken, Kıbrıs’ta 1931 ve 1932 yıllarında kuraklık oldu ve köylüler, hayvanlarını ölüme terkettiler. Tifo, sıtma ve verem, çok sayıda insanın ölümüne neden oldu. Tefeciler, kurbanlarını daha fazla sömürme olanağını buldu. Birçok aile malından mülkünden oldu ve adayı terketmeye mecbur kaldılar.

1935’de Rockefeller Vakfı’nın Uluslararası Sağlık Bölümü, sıtma hastalığını araştıran tanınmış İngiliz bilim adamı Dr. Barber’i Kıbrıs’a gönderdi. Mehmet Aziz Bey, Dr. Barber’i 1927’deki araştırma gezilerinden tanımaktaydı. Dr. Barber, yaptığı araştırmalar sonucunda, bazı Kıbrıs köylerindeki çocukların %70’inin kanında sıtma paraziti taşıdığını ortaya çıkardı. Bu oran sıtma bölgesi olarak bilinen Afrika’nın bazı bölgelerinden 7 kat daha fazla idi. Bir an önce bu konunun çözüme kavuşturulması gerekmekteydi.

SITMAYI KÖKÜNDEN KURUTMAK İÇİN KAMPANYA

Mehmet Aziz Bey, 1936’da Member of British Empire (MBE) nişanı ile ödüllendirildi. 1945 yılında Mısır’ın Nil vadisinde yürütülmekte olan sıtma karşıtı bir kampanyaya katılıp, deneyim kazanacak olan Mehmet Aziz Bey, kendini daha da yetiştirmişti. Rockefeller Vakfı’ndan Dr.F.L.Soper, Kıbrıs’a gelip, binlerce kişinin sıtmadan muzdarip olduğu Kıbrıs adasındaki sivrisinekleri toptan yok etmek için her türlü imkanın olduğunu söylemesi de, zamanın Sağlık Hizmetleri Başkanı Dr.R.E.Cheverton’un, her şeye rağmen, başlatılacak bir kampanya ile adadaki sivrisinekleri toptan yok etmenin mümkün olduğuna ilişkin inancını haklı çıkarmıştı.

Mehmet Aziz, Kıbrıs Sıhhiye Müfettişliği kurslarını başlattı ve daha sonra da “London Royal Sanitary Institute” Sertifikası için kurslar düzenlenmesini sağladı. Sıtma hastalığının Anofelis sivrisineği ile yaygınlaşmasını önleyen ve bu hastalığın tümüyle yok edilmesini sağlayan “Eradikasyon Projesi”nin genel koordinatörlüğünü ve yönetmenliğini yaptı. 1948’de Kıbrıs’ta sıtma parazitlerinin taşıyıcısı olan sözkonusu Anofelis sivrisineğinin bu proje ile tümüyle yok edilmesini başarıyla sağladı. Projeye katılan tüm ekibin özverili çalışmalarının bu başarıda büyük rolü olduğunu belirten Mehmet Aziz, özellikle laboratuvar sorumlusu Melahat Hulusi’nin titiz çalışmalarından övgüyle söz etti ve bu ekibi minnetle andı.

Mehmet Aziz Bey, “Kıbrıs’ta Sıtma Eradikasyonu” başlıklı makalesinde bize şu bilgileri vermektedir:
“Brezilya ve Mısır’daki Nil vadisinde Anopheles Gambiae’nin kökünün kurutulması, Kıbrıs’taki sıtma savaşçılarını da adayı sıtmadan kurtarmak için, sıtma taşıyan anofeles sivrisineklerinin yok edilmesi doğrultusunda teşvik etti. Ama bu işin mümkün olup olmadığına karar vermeden önce, bazı deneyler yapmalıydılar. 1946’da, 500 mil karelik bir alan seçildi ve bu deneme için Sömürgelerin Kalkınması ve Refahı Programı’ndan para sağlandı. Elde edilen sonuçlardan cesaret alınarak, ada çapındaki anofelleri yok etmeye yönelik bir program için, 310 bin sterlin kadar bir maliyet hesaplandı. O sıralarda Kıbrıs adasının nüfusunun 450 bin olduğu ve bunun da 300 bininin tarımla uğraşılan kırsal bölgelerde yaşadığı tahmin edilmekteydi.”

Nisan 1946 ile Temmuz 1949 tarihleri arasında süren Eradikasyon Programı’nda şunlar yer aldı:

(a)    Bütün anofel üreyen yerlerin %4-5’lik DDT püskürtülerek, tamamen ilaçlanması. “Flit-gun” denen basit bir püskürtme pompası, uzun bir el kısmı olacak şekilde değiştirilerek kullanılmıştı.

(b)   Su toplantılarının çevresindeki her taraf ve kenar bitkilere püskürtme yapılması.

(c)    Eşzamanlı olarak bütün evler, büyükbaş hayvan barınakları, domuz ahırları, mağaralar, kayalardaki çukurlar, ağaç kovukları vb yerlerde erişkin sivrisineklerin derhal etkisizleşmesi için püskürtma yapılması.

(d)   Kış mevsimi sırasında erişkin sivrisineklere karşı yoğun bir kampanya. DDT püskürten ve DDT dumanı üreten cihazlar kullanıldı.

(e)    Larva öldürücü iki uygulama arasındaki dönem, 2 ile 3 hafta arasında değişmekte ve ender olarak haftalık püskürtme yapılmaktaydı.

Püskürtme programını uygulamak amacıyla her kaza, iki bölüme, her bölüm bölgelere, her bölge de bloklara ayrıldı. Her blok da 12 alt alana ayrıldı. Her bloktan bir veya ender olarak iki DDT memuru sorumlu idi. Böylesi birkaç blok, bir bölge memurunun yönetimindeki bir bölgeyi oluşturuyor, birkaç bölge de bir bölüm memuru yönetimindeki bölümü, birkaç bölüm de bir kaza memuru yönetimindeki kazayı oluşturuyordu. (Toplam olarak 6 kazada 556 blok oluşturulmuştu.) Buna ek olarak, her düzeyde, tek görevi larva ve erişkinleri denetlemek olan yetenekli elemanlar vardı. Her blok, birkaç ekip ve kişi tarafından, hem larva, hem de erişkin sivrisinek açısından taranmaktaydı. Bir alanda, herhangi bir larva veya erişkinin bulunması halinde, bütün blok, pozitif olarak kabul edilmekteydi. Merkezde hem bir baş denetçi, hem de kan yaymalarını, larva ve erişkinleri incelemek üzere laboratuvar personeli bulunurdu.

Sıtma görülme sıklığı ile ilgili kampanyanın etkisi, aşağıdaki tablodan da görüleceği gibi etkileyici olmuştu:

Yıl                                        Vaka sayısı    

1944..                                     7,686

1945..eradikasyon öncesi       5,908

1946..eradikasyon dönemi     4,489

1947                                        1,989

1948                                           406

1949 Temmuz sonu                     71

 
1949’da kaydedilen vakaların hiç biri, taze bulaşma olarak düşünülmemişti.
1944-1948 dönemi boyunca, okul çocukları arasındaki dalak endeksi %32.4’den %10.6’ya düşerken, kandaki parazit endeksi de %51.9’dan %1.3’e düştü. Kampanyanın maliyeti, 1946’da başlamasından 15 Temmuz 1949’daki bitişine kadar, kişi başına yaklaşık 11 şilin veya her yıl için nüfusu başına 3 şilin idi. (Harcanan paranın yarıdan biraz fazlası -176 bin sterlin- maaş ve ücret olarak kullanılmış, kampanyanın doruk noktasında ise 770 kişi istihdam edilmişti.) Hastalığı baskı altına alıcı herhangi bir ilaç verilmemişti. Gerçekten de, daha önceleri büyük talebi olan kinin ihtiyacı, o kadar azalmış ki ithalatçıların elinde büyük stoklar kalmıştı.”

Kıbrıs’ın adını, sıtmanın kökünü kurutan ilk ülke olarak tarihe geçirmiş olan Mehmet Aziz Bey’in anılarında geçen ilginç bir olay daha var. Aynen Kıbrıs adasında olduğu gibi ve aynı dönemde, başka bir Akdeniz adası olan Sardunya’da da Sıtma Eradikasyon Projesi yürütülmekteydi. İki ada dostça bir rekabete girmişlerdi. Projeyi ilk sonuçlandıran taraf, diğerine ödül olarak bir kasa şarap verecekti. Projeyi daha önce bitiren Kıbrıs adası ödülünü almıştı.

İNGİLİZ BASINI NE YAZMIŞTI?

2. Dünya Savaşı öncesinde Kıbrıs’ta her yıl 18,000 sıtma vakası görülmekte iken, bu hastalığa karşı kampanyanın başlatıldığı 1947 yılında bu sayı 2,000’in altına inmiş ve 1949’ da hiçbir yeni sıtma vakası kaydedilmemişti. 1943’de sıtmadan ölen bebeklerin sayısı her 180,000 canlı doğumda 180 iken, 1949’da 70’in altına düşürülmüştü.

770 Kıbrıslının katıldığı ve 46 ton DDT’nin kullanıldığı sıtmayla mücadele kampanyasının başarı ile sonuçlanması üzerine, İngiliz basını bu önemli halk sağlığı olayına geniş yer vermişti. Örneğin ünlü London Times gazetesi, başyazısında şunları yazmıştı:
“Üç yıl önce başlayan kampanya, önemli bir başarı kaydetmiştir. Kampanya, Nil vadisinde Mısır Hükümeti tarafından kullanılmış yöntemleri önceden incelemiş bir Kıbrıslı Türk olan Bay Mehmet Aziz’in ellerinde yürütülmüştür. Sivrisineklerin üreyebilecekleri her olası yer taranarak ilaçlanmış ve kırsal bölgenin sarp yörelerinde ve sinek ısırma riskinin çok fazla olduğu bölgelerde tamamiyle Kıbrıslıların kendileri tarafından gerçekleştirilmiştir. Uçurum kenarlarındaki bazı sinek yuvalarına, ancak iple bağlanmış kişilerce ulaşılabilmiştir. Kampanyanın maliyeti 300,000 Kıbrıs lirası kadar veya adadaki nüfus başına 13 şilin olmuştur. Kıbrıs’ın, ada nüfusunun sağlığını tehlikeye atan bu  başbelasından arınmış olduğu öne sürülmektedir. Eğer durum buysa, bu kazanıma ulaşmada sorumlu olan herkesin kutlanması gerekmektedir. Şimdi yapılması gereken, sürekli bir dikkat göstererek, sivrisineklerin tamemen kökünün kazınmasını ve öteki ülkelerden, gemi veya hava yoluyla yeniden gelmemelerini güvence altına almaktır.”   

Manchester Guardian gazetesi de başyazısında, elde edilen bu başarıyı “yetenekli ve gayretli bir yönetim altında çağdaş teknikleri kullanarak, çoğu ehil olmayan bir iş gücü ile neler yapılabileceğini gösteren şahane bir olay” olarak nitelendirmişti.

BBC Radyosu ise bu öyküyü, Britanya ve dünyadaki milyonlarca dinleyicisine aktarmıştı. Birbirinden çok uzak olan muhafazakar Daily Telegraph’tan (“Kıbrıs sıtmayı kuruttu”), komünist Daily Worker’e kadar (“Kıbrıs ölüm tacirini yendi”) bütün gazetelerde haberler yer almıştı. London News Chronicle Mehmet Aziz bey’den “Büyük Kurtarıcı” diye söz etmekteydi. (aktaran Cyprus Review, February 1950)

Mehmet Aziz Bey, örgütleme komitesinin özel ricası ile 1948 yılında Washington’da düzenlenen 4. Uluslararası Tropikal Tıp ve Sıtma Kongresi’ne katılmış ve 1949’da da Cenevre’de yapılan Dünya Sağlık Teşkilatı’nın Doğu Akdeniz Bölge Komitesi Toplantısında Birleşik Krallık’ın sözcülüğünü yapmıştı. 

DİĞER HİZMETLERİ

1929-1948 yılları arasında genel sağlık konuları kapsamına giren çeşitli hastalıklar (verem, tifo, dizanteri, ekinokok, trahom) ana-bebek sağlığı ve beslenmeye ilişkin aydınlatıcı, eğitsel çalışmalar yapan Mehmet Aziz, Kıbrıs’ın tüm köylerini ekipleri ile bir program çerçevesi içinde dolaşıp, slide ve panolarla hizmetlerini sürdürdü.

1946 yılında Kıbrıs’ta Lişmaniyasis (Leischmaniasis) hastalığını araştıran yabancı bilim adamlarının ekibiyle bu araştırmayı sürdüren Mehmet Aziz, bu hastalığın taşıyıcısı olan küpdüşen (tatarcık) sineği taraması sırasında, adada ilk kez görülen bir tür küpdüşen türünü buldu. Bu tatarcığa “Flepotoma Aziz’i” adı verilmesi ekipçe uygun görüldü. Ancak bu isim 1955’de “Flepotomus Antonnata Aziz’i” olarak değiştirildi.

Mehmet Aziz, I. ve II. Dünya Savaşları sırasında Kıbrıs’a gelen Ermeni, Yahudi, Rus, Macar, Polonyalı ve Yunanlı mültecilerin sağlık kontrolünden geçirilip, yerleştirilmelerinin organizatörlüğünü de yapmıştı.

BEYRUT’TAKİ PROFESÖRLÜĞÜ

Mehmet Aziz, 1950 yılında Beyrut Üniversitesi’nde Çevre ve Kamu Sağlığı (Public Health and Hygiene) Bölümünü başlatmak için bir teklif aldı. Ordinaryüs Profesör olarak bu göreve atandı ve bu görevi 1959 yılına kadar sürdürdü. Öğrencileri ile birlikte Arabistan’a Hacce giden Mehmet Aziz, bu ülkenin sağlık sorunlarını yerinde görme fırsatını buldu ve sorunlara çözümler önerdi. Beyrut Üniversitesi’nde olduğu süre içinde yüksek öğrenimlerini tamamlayan burslu öğrencilerini kendi ülkelerinde (Bahreyn, Bangladeş, Libya, İran, Mısır ve Sudan gibi) ziyaret eden Mehmet Aziz, onların meslek yaşamlarında ülkelerine katkılarını yerinde inceleme olanağını da buldu. Bu görevi sırasında Dünya Sağlık Teşkiları (World Health Organisation) danışmanlığı da yapan Mehmet Aziz, uzun yıllar bu kuruluşun üyesi olarak kaldı.  

TEKRAR KIBRIS’TA

Halkın Sesi gazetesinin 8 Ocak 1960 tarihli sayısında yer alan ve o sıralar 65 yaşında olan sağlık uzmanı Prof. Mehmet Aziz, kendisi ile yapılan bir konuşmada şöyle demişti:
“Üniversitenin sağlık konusundaki programını hazırlamak vazifesi de bana verilmişti. Bu arada Dünya Sağlık Teşkilatı adına Orta-Doğudaki birçok memleketleri ziyaret ederek tetkiklerde bulundum. Şimdi memleketimdeyim ve cemaatimin hizmetine hazırım.”

Mehmet Aziz, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşundan hemen sonra 7 Eylül 1960’da Kamu Hizmeti Komisyonu üyeliğine atandı. 1963 olaylarının başlamasıyla Kıbrıs Türk Yönetiminin kuruluşu ile birlikte, bu görevini 1967 yılına kadar sürdüren Mehmet Aziz, aynı yıl Kamu Hizmeti Komisyonu Başkanı oldu ve 1973 yılına kadar da bu görevde kaldı.

ÖZEL UĞRAŞLARI
Mehmet Aziz’in kültür-sanat dalında tiyatroya özel ilgisi vardı. Lefkoşa’da Kardeş Ocağı’nın düzenlediği gecede Shakespeare’in “Venedik Taciri” adlı eserinde “Shylock” karakteri ile başrol oynamıştı. Sportif etkinliklere de katılan Mehmet Aziz’in para koleksiyonu ve pul koleksiyonu gibi özel uğraşları da vardı.

Emekliye ayrıldıktan sonra, toplum içinde yaşanan sağlık ve çevre sağlığı konularına ilişkin sorunları ve gelişmeleri yakından takip eden Mehmet Aziz, görüş ve uyarılarını ilgili makamlara sürekli olarak aktarmaya devam etti.

1916 yılında evlendiği eşi Hıfziye Hanım, Dizdarköylü Hafız Mustafa Hakkı’nın kızı olup, zamanın önde gelen terzilerindendi. Üç çocuk babası olan Mehmet Aziz, 17 Haziran 1991 tarihinde vefat etti.

“Kıbrıs’ta sıtma hastalığının kökünü kazıyan adam”, ya da halk arasındaki adıyla “Sinekçi Aziz Bey” diye bilinen Mehmet Aziz Bey, kendi alanında yaptığı önemli hizmetleri yanında, toplumumuza kazandırdığı değerli evlatları ile bugün şükranla anılmaktadır: Eczacı ve müzisyen Kamran Aziz, yılların Başhemşiresi Türkan Aziz ve sağlık memurluğu yapmış olan oğlu Baber Aziz.

 ALDIĞI ÖDÜLLER
Mehmet Aziz’in aldığı ödüller sırasıyla şöyledir:
1. 1936’da MBE (Britanya İmparatorluğu Başarı Hizmet Nişanı)
2. 1949’da CBE (Britanya İmparatorluğu Üstün Başarı Nişanı). Mehmet Aziz Bey ile birlikte sıtmayla mücadele kampanyasını başarı ile yürüten biri Türk olan 6 Kıbrıslı yardımcısına da B.E.M.(Britanya İmparatorluğu Madalyası) ödülü verilmişti: Sağlık müfettişleri Ali Tevfik (Kıbrıs), Stelios M.Sotiriu (Larnaka), Zenon Panayi Eliadis (Kıbrıs) , Mihalis Tumazu (Baf), Eleftherios Hristofidis (Karpaz) ve Kostas Yorgiu Fisher (Girne). Kampanya boyunca başarılı hizmetleri olan 2 Türk ve 2 Rum sağlık memuru da Londra’ya gönderilerek, ödüllendirilmişti.
3. 9 Haziran 1951’de sıtma hastalığının önlenmesinde büyük katkılarını dikkate alan İngiltere’nin Ross Enstitüsü, Mehmet Aziz’e Ross Ödülü’nü verdi.

“Associate Serving Brother of the Order of St.John’s” kuruluşunun üyeliğine getirilen Mehmet Aziz, Kızılhaç’ın da üyesi oldu. 1958 yılında ise, “Royal Society of Health” kuruluşunun üyeliğine kabul edildi.  

YAYINLARI
Sıtma hastalığı, bu hastalığın önlenmesi ve tüm detaylarını geniş bilgiler niteliğinde kaleme alan Mehmet Aziz’in bilimsel bildirileri, İngiliz Koloni döneminin Kıbrıs Hükümeti tarafından küçük kitapçıklar halinde yayınlanmıştır:
1. Mehmet Aziz, Anophelin Mosquitoes of Cyprus, Government Printing Office, Nicosia 1934
2. Mehmet Aziz, The Water-Paris Green Mixture in Anopheline Control in the Tilliria Area, Government Printing Office, Nicosia 1940, 16s.
3. Mehmet Aziz, Report on the Anopheles (Malaria) Eradication Scheme: Karpas-Cyprus, Government Printing Office, Nicosia 1946, 67s.

 
Yararlanılan Kaynaklar:

  1. An, Ahmet, Kıbrıs’ın Yetiştirdiği Değerler (1782-1899), Ankara 2002, s.416-420
  2. An, Ahmet, Tıp Alanında İlk Kıbrıslı Türkler, Lefkoşa 2006, s.40
  3. Fedai, Harid, Kıbrıs Türk Kültürü, Bildiriler-II, Lefkoşa 2003, s.352-362
  4. Antony Kirk-Greene, Glimpses of Empire - A Corona Anthology, I.B.Tauris Publishers, London, New York 2001, s.88-90
(Bu konuşma metni, ilk defa Lefkoşa’daki Yakın Doğu Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin, Sürekli Tıp Eğitimi Etkinlikleri çerçevesinde, “Sıtma ve Kıbrıs” başlığı altında, 26 Mart 2013 tarihinde sunulmuştur.)

14 Nisan 2013 Pazar

KIBRIS'TAKİ MÜSLÜMAN-HIRİSTİYAN MEZHEBİ (Roland L.N. Michell)


(Sunuş: Geçen yılki HAS-DER Yıllığında Theodoros Papadopullos’un  ‘Kıbrıs’taki Kırsal Nüfusun Müslümanlığa En Son Geçişi’ adlı makalesinin Türkçe çevirisini sizlere aktarmıştık. Bu yıl da, 104 yıl önce yayımlanmış olan  ‘The Nineteenth Century Journal’ adlı derginin, Mayıs 1908 tarihli 63. sayısında, 751-762. sayfalar arasında yer alan, Roland L.N. Michell tarafından yazılmış ‘Kıbrıs’taki Müslüman-Hıristiyan Mezhebi’ başlıklı makalenin Türkçe çevirisi veriyoruz. Toplumumuzun kökenleri konusunda araştırma yapanların yararlanacağı önemli diğer kaynaklar arasında yer alan C.F.Beckingham’ın makalelerini, önce Yeni Kıbrıs dergisinde (1988 ve 1989) ve daha sonra da bazılarını Halk Bilimi dergisinde (Sayı:21,22 ve 23/1991) yayımlamıştık. –Ahmet An)  

Lady Mary Wortley Montagu, en ilginç mektuplarından biri olan ve 1 Nisan 1717 tarihinde, Edirne (Adrianople)’den, bir Keşiş’e gönderilmiş olan mektubunda, Belgrad’da üç hafta süreyle evinde kalmış olduğu Ahmet Bey ile yapmış olduğu bir tartışmadan söz etmektedir. Hıristiyanlık gibi İslam’ın da bölünmüş olduğu çok sayıdaki mezheplere atıfta bulunduktan sonra, şöyle demektedir:
‘Fakat, görmüş olduğum bütün dinlerden, Arnavutlarınki, bana en fazla özelliği olan olarak görünmüştür... Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında yaşamakta olan bu insanlar, tartışmalarda becerikli olmadıklarından, en iyi dinin hangisi olduğuna karar vermede tamamen yetersiz olduklarını söylemektedirler. Doğruyu hepten reddetmediklerinden emin olmak için, her ikisini de ihtiyatlı bir şekilde izlerler. Cuma günü camiye giderler, Pazar günü de kiliseye. Bunun mazereti olarak da, Kıyamet Günü’nde, bu dünyada hangisinin olduğuna karar veremedikleri, gerçek peygamberin korumasından emin olmaları için olduğunu söylerler. Bunlar gibi, kendi yetenekleri hakkında çok alçak gönüllü bir fikre sahip olan başka bir insanlık ırkının olmadığına inanıyorum.’

Kıbrıs’ta seyahat etmiş veya bu ada ile ilgili kitapları incelemiş olanlar, bu özellikteki bir mezhebin orada da var olduğunu öğrenmiş olacaklardır. Dışa karşı İslam gibi davranırken, gizlice Ortodoks Rum Kilisesi’ne ait olan ve her iki dinin de kurallarına uyan kişilerden oluşan bir toplum, burada dağınık olarak yaşamaktadır.
Bu insanlara Kıbrıs’ta ‘Lino-bambaki’, yani keten-pamuk denmektedir. Kıbrıs hakkında yazan yazarların çoğu, bunlardan kısaca söz etmesine karşın, onlarla ilgili ayrıntılar çok sınırlıdır. Nüfus sayımı sonuçlarında Müslüman olarak  yer alırlar. O nedenle Osmanlı yönetimi altında askeri hizmet yapmakla yükümlüdürler. Hem erkekler, hem de kadınlar, Müslüman  tarzında elbise giyerler ve Müslüman adları (gizli olarak Hıristiyan adları da) taşırlar.

İslamın yetki alanı içerisinde çok sayıda mezhebin gelişmesi ile ilgili olarak Peygamber tarafından öne sürülen tahmin, aşağı yukarı gerçekleşmiş bulunmaktadır. Hayret edilmemelidir ki, Osmanlı İmparatorluğu’nda ırk ve dil çeşitliliği, fetih ve işgal dalgaları, din alanlarında da çeşitli tuhaf olguları ortaya çıkarmıştır.
Dil konusunda, birçok Müslümanın, sadece Hıristiyan yurttaşlarının dilini konuşan veya bunun tersi olan eyaletler görmekteyiz. Örneğin Girit’te sadece Rumca konuşabilen birçok inançlı kişi vardır ve camideki hocanın kendisi de o dilde konuşmaktadır. Küçük Asya’da ve başka yerlerde, sadece Türkçenin konuşulduğu yerler vardır ve Ortodoks Rum Kilisesi’nin ayinleri, bu dilde okunmakta olup, İnciller Türkçe harflere çevrilerek yazılmıştır.

Dinlerin sınırdaş olduğu yerlerde, çeşitli uzlaşmalar ve geçici çözümler olmuştur. Bu, değişik zamanlarda ve Ay ile Haç arasındaki temas noktalarında meydana gelen bir durumdur. Böylece, İslam’ın doğmakta olduğu sırada ve Müslümanlığın ilk zamanlarında, Arabistan’da, Müslümanlıktan zor ayırdedilen  Yahudi-Hıristiyanlar vardı. Bazen, Müslümanların putperestlikten nefret etmesi veya buna karşı olan herhangi bir eğilim, Hıristiyanların aksine, Türkler adına Protestanlara karşı bir hoşgörüye yol açıyordu. (Kraliçe Elizabeth’imizin zamanında sık sık yapılan atıftaki gibi) Sinan Paşa’nın dediği gibi, İngiliz bir kimsenin iyi Müslüman olması için gereken tek şey, eşhedü’yü söylemesi veya inancını kısaca açıklaması gerektiği idi. Ya da Bab-ı Ali’nin Elçisi Ahmet Resmi Efendi’nin Büyük Frederik’e, Türklerin, Protestanları gizli Müslümanlar olarak gördüklerini söylemesi gibi. Katolikler, daha yakın geçmişte, Osmanlı İmparatorluğu’ndan  bazen yaka paça kovulmuşlarken, Protestan misyonerlere hoşgörü gösterilmiştir. Bazen de Müslümanların Hıristiyan hanımları ile karma evlilikler yapmış olmalarına bağlı olarak, batıl inançlar acayip bir şekilde benimsenmiştir. Örneğin, Küçük Asya’daki Müslüman Emirlerin veya prenslerin yaptığı gibi, Hıristiyan cemaat dışında olanların bir özelliği olduğuna inanılan, kötü kokunun yıkanıp giderilmesi için, Rumların yaptığı suya batırma  törenine göre vaftiz etmek.
Ve daha sonra, çoğu kez, inançların çatışmasında, inancın saklanıp saklanamayacağı ve bunun nereye kadar yapılabileceği, hatta yalandan o dindenmiş gibi davranılmışsa, kovuşturmayı önlemek için, bir kişi eğer gerçek inancını yüreğinde koruyup da, dudaklarıyla  reddediyorsa, bunun af edilip edilemiyeceğine ilişkin sorular ortaya çıkmıştır. Bu sorular, zor zamanlarda çeşitli şekillerde yanıtlanmış olup, Kıbrıs’ın Lino-bambakileri de, denenmiş çözümlerden birinin temsilcileri olarak yaşamaktadırlar.

İki çatışan inancın erdemleri üzerinde karar verme durumunda olamayan Arnavut mezhebinin alçakgönüllülüğüne belki de bir karşı görüş, (‘Üç İmparatorluğun Buluştuğu Yer’ adlı eserinde Bay E.F.Knight tarafından tanımlanan) Hancis’te veya Kaşmir’in kayıkçıları’nda bulunabilir. Onlar da aynı zorluğu yaşamış, ama hiçbirini de benimsemeyi uygun görmemişlerdi.
Bu özel mezhebin kökeninin, 1570’de Kıbrıs’ın Türkler tarafından fethini izleyen günlerde aranması gerektiğinde, çok az kuşku olabilir. Ölümcül bir tedhiş, bazı yurttaşlarının başına gelen korkunç kader nedeniyle, birçok Kıbrıslının aklına ilham vermiş olmalıdır. M. de Casnola’nın, birçok Lino-bambaki’nin Latin Kilisesi taraftarı olduğunu söylemesine karşın, bu, hâlâ daha, Rum piskoposlar ile Latin papazları arasında bir tartışma konusudur. Her toplum, onları taraftar olarak iddia etmeyi arzularken, acaba onlar, kesin olarak hangi Kilisenin taraftarıdırlar?

Belki de bu böyle idi. Osmanlının istilası sırasında, Venedik yönetimine olan nefret, Kıbrıslıların birçoğunun istilacılara sempati duymasına ve hatta tedarikçiler olarak yardım etmesine yol açtı. Türk yönetimi olasılığı, hasım Hıristiyan yönetimine tercih edilirmiş gibi göründü. Venedikliler, kendilerini, kendilerinden önceki Lüzinyanlardan daha fazla nefret edilir hale getirdiler. Her ikisi de, ‘bölücüler’i Roma Kilisesine teslim olma durumuna getirmek için, dinsel olduğu gibi, geçici üstünlüklerini de zorla kabul ettirmeye çalıştılar. Venedikliler bütün Rum okullarını kapattılar. ‘Ortodoks’ olana bütün Latin din adamları tarafından yapılan muamele, ‘Müslümanlar’ın kâfir olana yaptıklarından daha acımasız idi: O kadar fazla ki, çok sayıda Kıbrıslı, Küçük Asya’ya göç etmiş,  Bay Duckworth’ün dediği gibi, ‘Müslüman Türklerin kırbaçlarını, Hıristiyanların akrebine tercih etmişlerdi.’ (Kıbrıs Kilisesi, s.33).  Osmanlı fatihi, Ortodoks Kıbrıslı Rumların nispeten lehine olmak üzere hazırlıklı gelmişti. Sadece onların kiliseleri tanındı. Latinlerin büyük bir kısmı aslında ortadan temizlendi. Az sayıdaki kalıntılar da İslam, ölüm veya esareti tercih etmek durumundaydı. O nedenle, nispeten büyük sayılarda İslamiyeti benimseyerek, kovuşturmadan kurtuldular.
Öte yandan, Lefkoşa ve Mağusa’nın kuşatılmasından sonra istilacılar tarafından Rumların ve Latinlerin gelişigüzel katliamı yer almış ve Lino-bambaki mezhebi büyüyerek, en ikna edici gerekçe olan korku yüzünden, her iki unsur tarafından da sağlamlaştırılmıştır. M. de Cesnola’nın değindiği gibi bir tartışma, kuşkusuz arada sırada ortaya çıkacaktı. Britanya’nın işgalinden beridir, her iki Kilisenin de bir ölünün gömülerek ortadan kaldırılması konusunda çekiştikleri vakalar olmuştur. Latin Kilisesi, ara sıra, okulların kurulması ve diğer yollar ile mezhep üyelerine sahip çıkmaya çalışarak, kendisini göstermiş bulunmaktadır. Fakat bu, her zaman Rum Kilisesi’nin karşı eylemi ile yenilgiye uğratılmıştır.

Baskı ve yağmalamaya dönük ilk hareketleri, kuşkusuz, zaman zaman işgali yapanların fanatik olayları izlemiştir. Daha son zamanlarda (1821’deki Yunan ayaklanması ile ilgili olanlar dışında), bu, belki de seyrekti. Fakat şimdi yaşamakta olanların bile hatırladıklarına göre, Türk hükümetinin emri ile bastırılmış olmalarına karşın ,ayrılmalara karşı durmada baskı uygulama girişimleri yapılmıştır.      
Türk yerleşimciler, olayların normal akışı içinde, daha fazla tercih edilen ve sulanan arazileri işgal etmek üzere geldiler. Bu kişilerin etkisi, çeşitli şekillerde kendini gösterecekti. Az sayıda olmayan yerli halk, İslam’ı canını ve mülkünü güvence altına almak veya maddi avantajlar sağlamak için ihtiyatla karşıladığını duyuracaktı. Ayrıca, mümkün olanın da ötesinde, Türkler, seyrek olmayan bir şekilde, yerli Hıristiyan kadınları kendilerine sahiplendiler. Bu kadınlar, kural olarak Müslüman olacaklardı. Fakat birçok vakada, iradeleri dışında feragat ettikleri inancı, gizli olarak korumak, kendi eşlerinin dinini baltalamak veya çocuklarını kendi halklarının yolundan giderek yetiştirmek için ellerinden geleni yapacaklardı.

Bu mezhep, adanın her tarafından bulunmaktadır. Britanya’nın işgali sırasında (1878), Lino-bambakilerin sayısının 1200’den fazla olmadığı söylenmiştir: Bu, belki de bir önemsememedir. O tarihten bu yana, mezhep, daha önce olduğundan daha hızlı bir şekilde küçülmüştür. Daha önceleri, çeşitli nedenler ve özellikle Rum unsurun sayıca ve refah açısından artan üstünlüğü yüzünden, yıldan yıla aşamalı ve düzensiz bir azalma olmuştu. Bizim yönetimimizin kurulması, doğaldır ki, bocalamakta olanların, daha cesur bir şekilde Kiliseden yana olmalarını teşvik etmeye yöneltmiştir.
Şimdiki durumda, bütün insanların da Lino-bambaki olduğu hiçbir köy bulunmamaktadır ve son kuşağın tamamen bu inanışta olduğu nüfusa sahip yerler vardır, ama şimdi tek bir Lino-bambaki bile bulunamamaktadır. Sadece, bu mezhebin uzandığına veya var olduğuna dair bir sonuç çıkarılabilen ve yok olmaya yüz tutmuş Müslüman mezarlıklarının bulunduğu köyler vardır. Yine, içinde Türkler (Lino-bambakiler dahil) ile Hıristiyanların her nasılsa eşit olarak bölündüğü karma köyler de vardır. Tipik Lino-bambakilerin en iyi olarak araştırılabileceği yerler buralarıdır. Bir hocası ile bir cami vardır ve İslam’ın ruhunu devam ettirmek için gereken her şey de budur ve bir de kilise vardır. Her iki inanışın da okulları vardır. Bu tür bir köyde,  mezhebin bu tür canlılığı bazen kısmen, adadaki Britanya’nın kiralama süresinin anomalisi yüzünden tehlikeye atılmış duygular nedeniyledir. En sonunda, Kıbrıs’ın bu günlerden birinde, Bab-ı Ali’ye geri verileceğine ilişkin uzun süredir kaybolmayan bir fikir vardır ve belki de bu duygu, bazı durumlarda her iki inançta da kurtarıcı erdemler bulunabilir diye bir önsezi ile denk gelmektedir.

Daha önceleri, Lino-bambaki köylerinde, özellikle omurganın dik tutulması gerektiği görülen yerlerde, bir inanç sağlamlığı  ruhunun devamına Türkler tarafından önemli bir özen gösterilmekteydi. Bu, kaza merkezinden veya kişilerin dindarlığı yoluyla etkilenmekteydi. Belli zamanlarda, özellikle Ramazan ayı süresince, hemen hemen bütün böylesi köylere bir hoca gönderilmesi olağandı. Bu, görüntüyü korumuş ve geriye kaymayı vazgeçirmişti. Ayrıca, komşu kazalarda bulunan ve bazılarının her yıl Kıbrıs’ı ziyaret ettiği, gezici hocalara da iş sağlamıştı. Onlar, böylesi bir görevi almaktan mutluydular ve herhangi bir yerdeki geçici görevlerinin sonunda, toplumdan bir para toplamaktaydılar. Geçmişe doğru ne kadar bir hayal kurarsak, Müslümanlığın dışa yönelik uygulanmasını o kadar fazla bir şekilde telaffuz ederek düşünmeliyiz. Mısır, Girit ve başka yerlerde görüldüğü gibi son zamanlardaki Türk gücünün azalması, Kıbrıslı toplumlarda da tartışılmadan olamaz ve Hıristiyanlığa doğru olan eğilimleri güçlendirirken, yabancı konsolosların etki ve uyanıklığı, bazı kıta eyaletlerine kıyasla, bu küçük ada eyaletindeki gizli fanatiklik üzerinde daha güçlü bir denetim kurmuştu.
İslamın uygulamasının ılımlı ve zamana hizmet eder şekilde olduğu köylerle ilgili olarak birçok eğlendirici hikayeler anlatılmaktadır. Bunlar, daha çok Kıbrıs’taki Osmanlı yönetiminin son günleri ile ilgilidir. Böylesi yerlerde, gerçek bir ‘Türk’, özellikle polis dahil, herhangi bir üst düzey yetkili aniden ortaya çıkarsa, Müslüman inancının sağlamlığı hakkındaki herhangi bir kuşkuyu dağıtmak için hemen bir telaş ve bir gösteri yapılmaktaydı. Uzak bir köyde olduğu gibi, bir sabah bir Rum piskopos gelmiş ve bütün cemaat saygılarını dile getirmek üzere yanına gitmişler. Akşama doğru, bir Türk yetkili köye gelmiş ve köylüler, ona karşı inançlı Müslümanlar gibi konukseverlik göstererek, onu ağırlamaya koşmuşlar!

Böylesi durumlarda domuz sahibi olma, çeşitli alaycı anektodların artmasına neden olmaktadır. Kıbrıslı, İrlandalı gibi, domuzuna değer verip onu sevmektedir ve onu besleyebilen her aile, en az bir tane bulundurmaktan geri durmamaktadır. Bir Lino-bambakosun evinde kirli bir domuz görülmüşse, doğaldır ki Hıristiyan bir komşuya ait olmalıdır ve oradaki yerinden kaçmıştır. Yazarın bir arkadaşı, bir zamanlar Hasan diye anılan (öteki adı Nikolas) birinin duvarın üzerinden bir arkadaşına ve din kardeşine Cuma günü şöyle çağırdığını duymuştu: ‘Ben camiye gidiyorum. Sen de geliyor musun?’ Nikolas yanıt vermiş: ‘.....’ya git! Ben domuzumu temizliyorum.’ Bu arada söyliyelim, domuz, bazen ‘enmpentheros’ (kaynata) adı ile anılır ve Türklerin olduğu yerde kaynata adı, bu adla, tanınmayacak şekilde, uygun olarak söylenebilir.
Şimdi de toplumun sıradan üyelerinin yaşamlarına bir bakalım.

Daha önce söylendiği gibi, bütün dıştan görünüşte, Lino-bambakiler, Müslümandırlar, ama aile içinde birbirlerine Hıristiyan adlarıyla hitap ederler.
Bazı yerlerde, iki dinde de sık kullanılan adların verilmesi tercih edildiği söylenmektedir: Örneğin Süleyman (Solomu), Yusuf (Yosif) vs. Fakat bu kesinlikle bir kural olma durumu değildir. Müslüman adı açıktan verilmektedir. Bununla eşzamanlı olarak Hıristiyan vaftizliği konusu gelmektedir. Vaftiz işlemi, bu amaçla çağrılan bir papaz tarafından gizlice yapılmaktadır: Bir vaftiz babası (nonos veya anadohos) atanır. Çocuğun yetiştirildiği ortam bu şekildedir: İki adla çağrıldığında da karşılık vermek; iki dine de ait olduğunu zaman içinde öğrenmek ve ilk yaşlarından başlayarak, gereken din gizlemesini uygulamalıdır.  Eğer bu çocuğun ileride mesleğindeki karakter gelişmesinde, neden olan şey bir etki yaratırsa, biri, bunun küçük bir suçlama olduğunu öne sürebilir.

Birkaç yıl geçer ve sünnet (peritumi) sorunu kendini ortaya koyar. Bu dinsel tören, şimdi uygulanmaktadır veya ileride değinilecek başka düşünceler yüzünden olduğu gibi, köydeki itibar veya Müslüman etkisi nedeniyle bir başka biçimde bundan kaytarılmaktadır. Son zamanlarda, erkek Lino-bambakilerin  belki  de yüzde beş veya altısından fazla olmayan bir kısmı, bu töreni yaşamışlardır.
Sırada şimdi de okul ve eğitim sorunları var. Britanya işgalinden önce, köy okulları sayıca azdı. Bu tarihten beridir, sayıları ve öğretim kalitesi büyük ölçüde arttı ve eğitim sorunları, yeni zorluklar çıkardı ve birçok vakada maskeyi çıkarıp atmak için bir neden sundu. Bir Müslüman okulunun bulunduğu karma köylerdeki birçok Lino-bambaki, din konularının tamamıyla savuşturulacağına dair, bazen hoca ile yapılan bir taahhüt üzerine, çocuklarını buraya göndermektedirler. Hoca, yazar tarafından bilinen bir vakada, kendini çok da kolay olmayan bir durumda buldu. Bu dinsel konuların hepsini ima etmekten kesinlikle sakınmak mümkün değildi ve anne babası, onun, şu veya bu dini mutlaka benimsemeleri gerektiği doğrultusunda zaman zaman bir dokundurma yapmasından  çok gücenmişlerdi. Bir defasında, Müslümanlığa belirgin eğilimi olduğu görülen bir öğrenciyi camiye götürmüştü. Oğlan çocuğunun babası, oradan geçmekteydi ve caminin içine baktı. Oğlunun içeride dua etmekte olduğunu gördü. Baba, oğlunu derhal okuldan aldı ve eve götürürken şöyle dedi: ‘Seni okula bunun için göndermedim!’ Hem bu hoca, hem de ondan önceki hoca, Lino-bambaki unsurun neden olduğu zorluklar yüzünden bu yeri savunulamaz bulmuştu.          

Askerlik hizmeti de, son zamanlara kadar yüzleşilmesi gereken bir sorundu. Yükümlülük onsekiz yaşında başlıyordu ve Lino-bambakiler de dahil, belli sayıdaki Türk, her yıl askerliğe gitmek zorundaydı. Muafiyet 50 (Türk) lirası karşılığı satın alınabilirdi ve yargıya rüşvet vermek için fırsat, kuşkusuz tanınmaktaydı. Bununla beraber, hiç kuşku yok ki, asker yazan yetkili, imansızlık şüphesi duyulan köylerdeki insanlar için, farklı ve daha sert önlemler uygulama doğrultusunda talimat almaktaydı.  Örneğin eğer köy, normal koşullarda on tane genç çıkarması gereken bir köy ise, bunun iki katı sayıda genç askere çağrılmaktaydı ve tek olan oğlan çocuklarının askerlik yapmaması kuralına uyulmamaktaydı. Lino-bambakilerin askere alınması, Rodos, Küçük Asya veya başka bir yerde, beş yıllık kapalı hizmet için hazırlanmıştı. Orada Cuma günleri, belki de hayatında ilk defa, camiye gitmek zorundaydı ve secde üzerinde kendini kaybolmuş halde buluyor ve yakınındakilerin yaptıklarını seyretmek zorunda kalıyordu. Böylece, kendinin sözde ait olduğu dine, belki de evde kalmış olsaydı, ondan daha fazla bir şekilde, saygı göstermesini öğrenmiş oluyordu. Fakat onun kuşkulanılan inanç sağlamlığı olgusu, onu kamp veya kışlaya kadar izlemekteydi. Askerlik hizmetini Rodos’ta yapmış olan bir Kıbrıslı, bir defasında bununla ilgili olarak, bir suç ile itham edildiği zaman, Allah ve Peygamber adına yemin etmiş ve Kıbrıs ile tanışmış olduğunu ona bildiren ve subay olan komutanı tarafından gözaltına alınmıştı. Komutan daha sonra ona, köyü ve köy kilisesinin koruyucu azizi ile ilgili olarak sorular sormuş ve ayrıca onun, Aziz Yorgos adına yemin etmesi gerektiği talimatını vermişti.         
Daha sonra daha romantik olan kur yapma ve evlilik mevsimi konusu gelir. Lino-bambakiler, bir kural olarak sadece kendi aralarından biri ile evlenirler. Bir köyden olanlar, çoğu kez öteki köyden kız bakarlar. Yaşamın ikili yönü tabii ki devam ettirilir. Nişanlanma,-ki Doğu’da, Batı’da olandan çok daha fazla resmi bir durumdur- Müslüman usulüne göre, açıkça kutlanmaktadır ve uygun izin, gereken şekilde dinsel yetkiliden alınmış olur. Müslüman evlilik törenleri, zamanı gelince bunu izler. Mutlu güveyi, kendi sağdıç (Lino-bambaki veya Müslüman toplumdan gelen evlenme töreninin ustası)’ını seçer. Öte yandan da, ileride yapılacak olan gizli Hıristiyan birleşmesi için, kendi yoldaşları arasından bir kumbaros (en iyi adam) sağlar. Hem Türk, hem de Hıristiyan toplumlardan  dostlar, Perşembe akşamı (yani Türkiye usulü Cuma akşamı) yer alan Müslüman evlenme şenliklerine davet edilirler. Hıristiyan usulü evlilik, gizlice ve genellikle bir Pazar gecesi, ya derhal müteakiben, ya da Müslüman töreninden önce yapılır. Sadece akrabalar ve yakın dostlar davet edilir.

Şimdi anlatılacak olan olay, M---- köyündeki insanların hafızalarında kalan bir düğünde meydana gelmiştir. Düğün töreni, şenliğe ilişkin bir ortam içinde bir papaz tarafından yürütülmektedir ve bir hoca, beklenen Müslüman töreni açısından, gerekeni yapmak üzere, bir başka köyden oraya gönderilmiştir.  Değerli hoca, zamanından çok saat önce gelmemiş olsaydı, her şey çok iyi gidecekti. Bu yüzden bir karışıklık sahnesi ortaya çıktı. Kapı, acele ile kapandı ve hoca, ‘harem’in, gelini tören için hazırlamakta olduğunu haber verdi. Zamanı gelince de, vefalı Müslümanlar, bir Müslüman düğünü için bütün onur nişanlarını taktılar.
Lino-bambakos, bir kural olarak, kızını, evlenmesi için, gerçek bir Türke vermez, ancak Türk güveyi, topluma katılmaya rıza gösterirse, bu olur. Bu durumda, onun, gecikme olmaksızın, vaftiz edilerek, Hıristiyan topluma katılacağına dair gizli bir karar vermiş olması gerekir.

Bu çok karışık durum yüzünden, çeşitli türde zorlukların ortaya çıkabileceği  kolayca tahmin edilebilir. Eğlendirici aşk, kaçırma ve entrika olayları çoktur. Birçok delikanlı ve genç kız, dinsel çekinceler konusunda, hassas tutkunun kaçınılmaz  zorlamasının getirdiği sınır çizgisini aşıp, ayartıldılar.
Hıristiyan ve Müslüman takvimleri, onların oruçlarını ve şenliklerini getirdi ve  Lino-bambakos, bunların hepsinde de, kendi kararsız gidişatı ile yolunu buldu. Onun, dünyanın iyi şeylerini iki toplum ile paylaşması, tabii ki, sık sık bir şaka konusu oldu. Aslında onun genelde yaptığı, Türklerin Bayram şenliklerini ve Ortodoks Kilisesi’nin Paskalya ve diğer eğlencelerini neşe ile kutlamaktır. 

Lino-bambakinin aklını en fazla çalıştırdığı zaman, belki de ölümün yaklaştığı zamandır. Lady Mary Montagu’nun Arnavutlarının boşverir bir şekilde bir yana süpürdüğü ve çözüm için daha iyi bir dünyaya bıraktığı kafa karışıklıkları, bir çok değerli köylünün ölüm yatağını rahatsız etmiş olmalıdır.  Defin işlemi, Türk mezarlığında yer alır ve Hıristiyan ayini veya tesellileri, ölüm saatinden önce gizlice yapılmalı ve bundan sonra her şey, Müslüman usullerine göre olmalıdır. Fakat burada, başka konularda olduğu gibi, son yıllarda daha çok gevşeklik ve ilgisizlik hüküm sürmektedir, özellikle bukalemun benzeri bu mezhepten kişilerin çok az sayıda kaldığı köylerde ve belki de, asla bir camiye girmemiş veya bir papaz veya hoca ile konuşmamış olan, az sayıdaki üyelerin olduğu yerlerde.  Ölümde, sadece şu sorun ortaya çıkar: Son dinsel usulü uygulamak için hangi dinin adamı çağrılmalıdır? Bunun sonucu olarak da, zorluğun çözümlenmesi, her zaman kolay olmamıştır. Örneğin bir vakada, uzun süre adadan uzakta kalmış olan bir Kıbrıslı adam, geri dönmüş ve bundan kısa bir süre sonra da kasabaların birinde ölmüş. İnancının ne olduğuna ilişkin olarak kuşkular varmış. Hem kiliseye, hem de camiye gittiğine dair kanıtlar ortaya konmuş. Sonunda Lino-bambaki cemaatini asla resmi olarak terk etmemiş olduğuna karar verilmiş ve bir Müslüman olarak gömülmüş.      

Bir başka vakada, bir kazanın en büyük kasabasının Kadısı, yerel yetkiliye şikayet ederek, Müslüman bir kızın bir Hıristiyan mezarlığına gömülmüş olduğunu söylemiş. Bir Müdir (ilçe yöneticisi), araştırıp, durumu rapor etmesi için oraya gönderilmiş. Araştırması şunu göstermiş ki, kızın babası olan Ömer (öteki adı Konstantinos), kendisinin Hıristiyan olduğunu beyan etmiş. Öte yandan karısı da, kendisinin bir Müslüman olduğunu söylemiş ve devam etmiş: ‘Ama bir Müslüman olan kızım, Hıristiyan olup, Pelagiya adını alarak, ölümünden birkaç gün önce vaftiz olmuştu.’ Bu, sorunu çözümlemiş ve Kadı bu şekilde resmen bilgilendirilmiş. Bu arada baba, sadece kuşkucu biri değil, siyaseti iyi beceren biri imiş, bir oraya, bir buraya sürükleniyormuş. Hâlâ daha kararlı bir Müslüman olan karısı, çeşitli tartışmalardan sonra, belli şartlar altında eşi ile birlikte kalma rızası göstermiş. Örneğin, kendi inancı açısından rahat bırakılacak ve Ömer evde domuz eti yemeyecekmiş. Adamın, başka yerlerde bu lüks ile kendini şımartmakta olduğu bilinmekteymiş, fakat eve dönmezden önce, dikkatlice ve alışılmadık bir boy abdesti almaktaymış.  Karısı, sık sık başka köydeki kendi din kardeşlerinin yanına dönme tehditinde bulunmaktaymış ve Ömer de bu durumlarda, enerjik bir şekilde, İslam dinine bağlılığını protesto etmekteymiş. Son zamanlarda çıkan bir yasaya göre Müslüman köy kuruluşu olarak okul ücretini ödemek üzere davet edildiği zaman, onun gerçekçi olmadığının bir örneği ortaya çıkmış ve kendisinin Hıristiyan olduğunu kesinlikle vurgulayarak ifade etmiş. Bunu takiben Ortodoks Rum toplumunun bir üyesi olarak vergilendirilince de, Peygamberin sadık bir izleyicisi olduğu gerekçesi ile vergiden muaf tutulmasını istemiş.
Bu çifte yaşamın ortaya çıkarabileceği zorlukların bazılarını gösterebilmesi için birçok vakadan bir tanesi de şudur: Bir Lino-bambaki olan Bayram, Ayşe (sonradan Marangu) ile evlenmiş. İki erkek ve bir kız çocukları olmuş. Emete adlı kız, bir Lino-bambaki ile evlenmiş ve kısa süre sonra her ikisi de ‘aydınlanmış hale gelmiş’ ve açıkça Hristofi ve Maria adlarını almışlar. Bir erkek çocuklarının adı Abdullah (sonradan Minas) olup, Hıristiyanlığı benimsemiş. Öteki, Lino-bambaki olarak kalmış ve aslında başka bir köyden tam bir Türk ile evlenmiş. Bütün çocukları henüz Lino-bambaki iken, babaları olan Bayram ölmüş ve geriye kalan malları, Osmanlı (Müslüman) yasalarına göre paylaşılmış. Annenin, daha önce evlenmiş olduğu kocasından kendisine geçen kendi malları varmış. Anne, bir Hıristiyan olarak ölünce, annenin (ve Bayram’ın) bütün çocukları da Kilise’ye alınmış, zira annenin malları, Osmanlı yasasına göre paylaşılacak ve Hıristiyan olan çocuklar etkilenecekti. Fakat karışıklık şimdi başlamış. İki erkek evlat kavga etmiş. Minas, kardeşi Yusuf’un, hâlâ daha Müslüman olması nedeniyle, Hıristiyan olan annesinden miras almaması gerektiği konusunda itiraz etmiş. Bununla beraber Yusuf, bunu reddetmeyi uygun bulmuş. Sonuçta, konu mahkeme önüne getirildi. Mahkeme, Yusuf’un bir Müslüman mı, yoksa bir Hıristiyan mı olduğuna karar vermek zorundaydı. Oturum sırasında sünnet konusu ortaya çıktı. Yusuf, bu töreni yapmadığını kanıtladı. Kadı bu hususu göz önüne aldı ve ileri sürülmüş olan diğer inandırıcı kanıtlar karşısında, bunun davayı etkilemeyen bir husus olduğuna karar verdi. Tanıklar tarafından kefil olunan adı, elbisesi ve hayatından daha birçok inandırıcı olgular, onun asla Hıristiyanlığı kabul etmediğinin yeterli kanıtı olarak varsayıldı. Bunun sonucu olarak da kadı, onun, bir Müslüman olarak, açıkça Müslümanlığı reddetmiş olan annesinden miras alamayacağına karar verdi. Bu vaka, o zamanlar, Lino-bambaki toplumu üzerinde ve hiç olmazsa o mahallede önemli bir baskı yarattı. Mahkemeye intikal etmiş olan bazı başka vakalarda da, Kadı’nın kararı, sünnet sorunu ile ilgili olarak verildi, dendi. Bunun sonucunda, birçok Lino-bambaki, miras konularında herhangi bir kuşkuyu önlemek için, sünnetli olmuş olmaya çok dikkat ettiler.

Mülkiyet ve mirasla ilgili olarak ortaya çıkan çeşitli karışıklıkların bazılarını izlemek için, sadece Osmanlı hukuku ile değil, ayrıca Britanya’nın işgalinden bu yana kabul edilmiş olan yasaları ve yönetmelikleri de bilmiş olmak gerekecektir.
Aynı aile içindeki bölünmeler, çoğu kez, genellikle mallarla ilgili olarak yer almaktadır. Bazen nezaket duyguları yürürlükte olur. Bir vakada, köyünün Muhtarı (lideri) olan genç bir Lino-bambaki, açıkça Hıristiyanlığı kucaklamıştı. Türk Hükümeti altında çeşitli küçük atamalarda görev almış olan babası da, aynısını yapmaya eğilimli idi, ama ‘böyle davranmaktan utanıyordu’. Bir ‘Türk’ olarak öldü ve iki görüş arasında durmuş olan karısı, kocasının ölümünden sonra, sadece oğlunun yapmış olduğunu yaptı.

Eğlendirici olaylar, unutkanlık anları yüzünden olmaktadır. Çok doğru bir şekilde Türk stilinde giyinmiş ve peçe takmış olan bir hanım, bir satıcıdan portakalın fiyatını sormuş ve aldığı yanıttan  hayrete düşerek, ‘Panayia mu!’ (Oo, Kutsal Meryem Anam!) diye çok sık kullanılan bir Rumca hayret ifadesinde bulunduğunda, dinleyenlerin çok neşelenmesine neden olmuştu.
Lino-bambaki köylerine gönderilen hocaların ziyaretleri de, birçok öykünün ortaya çıkmasına fırsat vermiştir. Küçük bir kilisesi olan P---- köyüne Ramazan ayında gönderilmiş olan bir hoca, beklenilmeyen bir zamanda köye varmış. Hiçbir köylüye rastlamayınca, o sırada ayinin hemen bittiği kiliseye doğru yönelmiş. Cemaatten bazıları Lino-bambaki imiş ve hocayı görünce acele ile dışarıya çıkmışlar. Genç bir Lino-bambaki yakalanmış ve hoca ‘Nedir bu?’ diye sormuş. Hoca, daha sonra kilisenin içinde dolaşmış ve ikonaların önünde yanmakta olan ince mumları söndürmüş. Hoca, çekilmiş kılıcı ile tasvir edilmiş olan Aziz Mikail’in ikonasına yaklaşınca, genç adam şöyle demiş: ‘Bunu söndürmezsen daha iyi edersin. Aziz Mikail öne atılıp, seni kılıcı ile cezalandırabilir. Böyle şeyler olmuştur.’ Hoca diğer bütün mumları söndürürken, onun tavsiyesine uyarak, o mumu söndürmemiş. Köylüler, ziyaretçilerinin ayrılmasını hızlandırmak için, birçok başka vakada olduğu gibi, bu vakada da, hocaya verilecek parayı hevesle toplamışlar.

Bunlar, Türklerin politikası ve bu mezhebe karşı İslam’ın tavrı ile ilgili olarak, tabii ki zamanla değişmiştir. Lino-bambakiler, Müslümanlığı açık bir samimiyetle icra ettikleri sürece, yetkililer tarafından ona göre işleme tabi tutulmuşlar ve gerçek inananların bütün ayrıcalıklarına sahip olmuşlar. Herhangi açık bir ihanet, tehlikeli idi ve dininden dönen kimse, cezaya maruz kalıyordu. Bir köy, dengeleme yaptığı şüphesi altına girerse, örneğin bir hoca veya başka bir özel görevli, bir toplumun kalben gâvur olduğunu rapor ederse, o yer, memnuniyetsizlik ile karşılanırdı. Böylesi döneklik şüphelerine bağlı olarak, öteki komşu köylerdeki insanların mallarına verdiklerinden daha yüksek miktarda vergi vermesi için değerlendirilen yerler, şüphesiz vardır ve askere alma yöntemleri, daha önce de belirtildiği gibi, çok daha ciddi olarak uygulanmaktaydı. Tabii ki, son zamanlarda, Hıristiyanlığa eğilimleri olanlar, giderek daha az korkmaya başladılar. Dinsel gözetim gevşetildi ve sonunda, bu özgürlük çağına kadar, ciddi şekilde yalnız bırakıldılar ve dindar Müslümanların ağır aşağılamasına layık olan ‘murtad’ (dönek) olarak kabul edildiler.
Rum Kilisesinin tavrı, en doğru olarak görünmektedir ve akıllıca mesafe koyma ve incelik olarak işaretlenmiştir. Tahmin edilebileceği gibi, köylüler arasında mezhebe nasıl davranılacağı konusunda, fikir açısından yerel farklılıklar, zaman zaman ortaya çıkmıştır. O nedenle, küçük bir toplum içindeki belirli köylüler tarafından, mezhebin üyelerinin kiliseye kabul edilmemesi gerektiği önerilmiştir. Ötekiler de şöyle demişlerdir: ‘Niçin onları dışlamalıyız? Onlar, sakin insanlardır ve hiçbir zarar vermiyorlar. Bir uçurumun kenarındaki insanlar gibidirler. Belki kendi kendilerini hâlâ daha kurtarabilirler. Şüphesiz ölmeleri gerekir diye onları bu uçtan itmek bizim işimiz değildir.’ Ve bu fikir etkili oldu.

Ancak Lino-bambaki inancının hem Hıristiyanlar, hem de Müslümanlar tarafından, hiç bir küçük horlama ve güvensizlik olmadan, bir ikiyüzlülük dini olarak kabul görmesi gerektiği, doğaldır. Ortalama bir Kıbrıslıya, bu mezhep hakkında ne düşündüğünü sorarsanız, etkin olarak şöyle diyecektir: ‘Bir anda Türk olduğunu ifade eden, başka bir anda da Hıristiyan olduğunu söyleyen bir adam hakkında ne düşünebilirsiniz? Böylesi bir adama güvenebilir misiniz?’ Aslında toplum çoğu kez, bütün en kötü başarısızlıklar ile anıldı: Lino-bambakilerin, kötü tipli, hırsızlar, yalancılar vb gibi insanlar olmaları gerektiği şeklinde imalar yapılmaktadır.  ‘Ona Hıristiyan olup olmadığını sorduğunuz zaman, ‘Hayır’ diyen ve bir başka zaman da, eğer işine gelirse, ‘Evet’ diyen bir adama nasıl inanabilirsiniz?’ Bu ‘yarım-yarım’lardan birini, bir zamanlar tanıyordum ve mahkemeye tanık olarak çağrılmıştı. Eğer ben yargıç olsaydım, böylesi bir ikiyüzlünün eline hem bir Kuran, hem de bir İncil verir ve ikisinin üzerine de yemin etmesini isterdim.’ Bunlar, mezheple ilgili olarak yapılan alışılmış yorumlardır.                           
Fakat genel olarak Rumlar, konunun mizahi yönünden, herhangi başka birinin etkilendiğinden daha fazla etkilenmişlerdir. Lino-bambaki (keten-pamuk) konusuna dokundurmalar, her zaman bir gülümsemeye yol açar ilk olarak. Daha sonra devam edilirse, her zaman mizahi yapılı anektodlara yol açmaktadır ve bunlar, genelde mezhebin aleyhine olup, başlıkları da tabii ki gülünç olan bir şeyi düşündürmektedir.

‘Lino-bambakos’ terimi, genellikle bu uyuşmacıların anıldığı terim iken, bazı başka sıfatlar da onlar için kullanılmaktadır. Bir sonraki en çok kullanılan ad, oldukça ilginç bir kökene sahip olan ‘Apostolik’ (havarilerle ilgili)’tir. ‘Apostolikos’ terimi, harubun bir çeşidine veya keçiboynuzu ağacına verilmiştir ki sığır gıdalarında çok kullanılan, tohum kabuğunu taşımaktadır ve bu ağaç, bazen Aziz Yahya’nın yediği keçiboynuzu ağacı olarak düşünülmektedir. Harup ağaçları, genellikle, iyi tohum kabuğu oluşturması için aşılanmış olmalıdır. Yabani ağacın meyvesi, domuzlara yem olma dışında, hiçbir değere sahip değildir. Ama orada burada, doğal durumlarında meyve taşıyan, ama aşılanmış ağaçların meyvelerinin kalitesi ile eşit olmayan ağaçlar vardır ve aşılanmış ağaç meyvesi ile karıştırıldıkları zaman, pazarlanabilmektedirler. Bu ağaçlar için apostolik terimi kullanılmaktadır ve Kıbrıs’taki Tarım Dairesi’nin eski Müdürü olan Bay Gennadius, bu türe, ‘Allah tarafından gönderildi’ diyerek, üstünlüğünün herhangi bir insan eylemine bağlı olmadığını tahmin etmekte belki de haklıdır. Hem yabani, hem de geliştirilmiş nitelikleri paylaşmış görünen bir ağaca verilen isim, bu iki taraflı din için kendisini uygun olarak önermektedir. Lino-bambakos, ayrıca ‘mezos’ (mezzo) olarak da anılmaktadır ve ‘patsalos’ (alacalı) (Vot. LXIII-No.375, 3E) gibi terimler de kullanılmaktadır. Ayrıca, bazen, bir köy, mezhebin özelliklerini taşıyan bir yer olagelmişse, bir lâkap olarak  anılmaktadır. Böylece bu kategoriden bir köy olan Monagri köyünden bir adama Monagriti demekle, onun bu topluma ait olduğu ima edilmektedir. Türkler, bazen ‘mezzokerto’ terimini kullanmaktadır.  
Çok yıl geçmeden bu mezhebin varlığının ortadan kalkacağı ihtimali vardır. Rum unsurun sayısal olarak üstünlüğü, okullardaki büyük artış ve  tam bir hoşgörünün kurulmuş olması, olası nedenlerdir ve bu çözücülere ek olarak, toplumun aşağılama ve alay ile karşılandığı söylenmeden, gözden düşme eklenmelidir. Çoğunluğu Hıristiyan olacaktır; ama hemen hepsi de değil. Çünkü, son zamanlarda konuya ilgi duymuş bazı Türk yerleşimciler tarafından atılmış olan enerjik bazı adımlar yüzünden, bazı yerlerdeki Lino-bambakiler, kesin olarak Müslümanlık için fikir belirttiler. Bu arada, kendi yolunu seçmek için mutlak özgürlüğün olduğu bugünkü durumda mezhebin araştırılması, tamamen ilgiden yoksun değildir.     

 

KIBRIS'TAKİ KIRSAL NÜFUSUN MÜSLÜMANLIĞA EN SON GEÇİŞİ (Theodoros Papadopullos)


 
(Sunuş: Kıbrıslı Türkler hakkında yapılmış önemli bilimsel çalışmalar arasında yer alan C.F.Beckingham’ın makalelerini daha önce Türkçeye kazandırmış ve önce Yeni Kıbrıs dergisinde (1988 ve 1989) ve daha sonra da bazılarını Halk Bilimi dergisinde (Sayı:21,22 ve 23/1991) yayımlamıştık. Beckingham’ın da değindiği din değiştirmiş Müslüman köyleri konusunu, şimdi bir Kıbrıslı Rum tarihçinin araştırmalarından Türkçeye aktarıyoruz.

Cyprus Today dergisinin Temmuz-Aralık 1967 ve Ocak-Mart 1968 sayılı nüshalarında iki bölüm halinde yayımlanmış olan bu çalışma, o sıralarda Kıbrıs Araştırma Merkezi’nin Başkanı olan Theodoros Papadopullos’a aittir. Papadopullos’un ayrıca, 1965 yılında Lefkoşa’da İngilizce olarak yayımladığı “Nüfus Üzerine Sosyal ve Tarihsel Veriler (1570-1881)” adlı bir kitap çalışması daha vardır. –Ahmet An)  

A. Kıbrıs Türk toplumunun kökeni sorunu

Kıbrıs’taki Kıbrıs Türk toplumun tarihi, şimdiye kadar yapılmış olan tarih araştırmalarında hiç bir önemli yer tutmamıştır. Hem Kıbrıslı Rum, hem de yabancı tarihçilerin dikkati, daha çok Kıbrıs nüfusunun ana bileşenini oluşturan Rumlar üzerinde odaklanmış veya yabancı unsurlar söz konusu olduğu zaman, adanın tarihinde önemli rol oynamış ve kültürlerinin izlerini hissedilebilir derecede geride bırakmış olan toplumlara odaklanmıştır. Frenk toplumunun izleri, bu anlamda bilinmektedir. Kıbrıs’ın tarihçileri, maddi ve entelektüel kültür eseri olarak herhangi bir takdir edilebilir eser sunmamış olan ve Kıbrıs’ın kırsal nüfusu ile tamamıyla iç içe geçmiş bir halde ve bunlardan sadece din olarak bir fark göstererek, üç yüzyıldan fazla sosyal açıdan durgun bir durumda yaşamış görünen Türk toplumuna, genel olarak ya hiç veya çok az önem vermişlerdir.

Bu önem vermemenin gerisinde yatan nedenleri araştıracak olursak, Rumları kendileriyle yan yana yaşamış olan ulusal unsuru araştırmaktan ve onu tanımaktan alıkoyan şeyin, esasında psikolojik düşünceler olduğunu araştırmış olacağız. Bir halkın tarihinin veya sosyal yapısının herhangi bir araştırması, ona belli bir sempati duymayı, ilgili halka uygun belirli özelliklere ve becerilere karşı bir ilginin olmasını öngörür. Ne var ki, böylesi bir sempatik davranış, Rumlar arasında var olan ve onları Türklere karşı önyargılı davranmaya yol açan, çok iyi bilinen tarihsel nedenler yüzünden yoktu. Öte yandan, Avrupalı bilim adamları, uygar dünyanın ilgisini çekebilecek en başta kültürel ve tarihsel başarılarla, tabii ki ilgilenebileceklerdi ve böylece, Osmanlı İmparatorluğu içinde Doğu Avrupa’da yaşamakta olan halkların bütün özelliklerini göstermiş olan nüfusun bu kısmına karşı ilgisiz kaldılar. Bu nedenle, Avrupalı seyyahlar, sadece Türk toplumunun adından söz etmekte ve çoğu kez de onunla ilgili olumsuz bir yargıda bulunarak geçmekte iken, çağdaş tarihçiler de sırf tarihsel ve istatistiksel bulguların ötesine geçmemekte ve bir kural olarak bu toplumun iç tarihini ve ulusal yapısını araştırmayı ihmal etmektedirler.

Aynı şekilde karakteristik olan şudur ki, Türk tarihçiler bile, kendi kardeş toplumlarının iç tarihine geçmişte çok az ilgi göstermişlerdir. Böylece, savaş öncesine ait ve Kıbrıs Tarihi ile ilgili en önemli Türkçe ders kitabının yazarı, bir Kıbrıslı Türk öğretmen olan Fikret Alasya, Kıbrıs tarihinin Osmanlı dönemine ve Osmanlı yönetim sistemine ana ağırlığı vermiş olmasına karşın, Türk toplumunun kökeni ile ilgili çok az bilgi sunmaktadır. Türk tarih araştırmacılığı, sadece son dönemlerde bu sorunlara önem atfetmiştir, o da daha çok Kıbrıs siyasal sorununun bir sonucu olarak. Bu nedenle, Türk Tarih Kurumu tarafından derlenmekte olan Kıbrıs Tarihi’nin altı alt bölümünden üçü, Osmanlı dönemi Kıbrıs’ına ve adanın Türk toplumuna değinmektedir.

Yukarıda söylenmiş olanlara karşın, Kıbrıs Türk toplumu, önemsiz geçmişi ile, şimdiki tarihsel gelişmeler yüzünden öne çıkmış bulunmaktadır. Sorun, varlığı ile, adanın geleceğine yönelik olarak ortaya koyduğu tavır ile, önemli ve karmaşıktır. Aynı sorun, aynı zamanda, bu toplumun daha derin bir şekilde anlaşılması ihtiyacını da artırmış olmaktadır. Bununla birlikte, kural olan şudur ki, insan toplumlarının araştırılmasında, geçmişe başvurup araştırma yapmadan, bugünün açıklanması mümkün değildir. Herhangi bir etnolojik veya tarihsel araştırmada, köken sorunu, birincil öneme sahiptir. Öyleyse, Kıbrıs sorununun bugünkü karmaşık ağını anlamak istiyorsak, Kıbrıs’taki Türk toplumunun kökeni nedir sorusunu sormalı ve bu soruyla yüzleşmeliyiz.

            Türk toplumunun tarihi, genelde, 1570-1571 yıllarında adanın Osmanlılar tarafından fethi ile bağlantılıdır. Bu toplumun yükselişi ile ilgili olan kabul edilmiş görüş, şu şekilde özetlenebilir: Kıbrıs’ın fethinden sonra, Osmanlının savaşan yapısının büyük bir bölümü Kıbrıs’ta kaldı ve askerler ile subaylara, gösterdikleri askeri hizmetler için, bir ödül olarak toprak ve başka ayrıcalıklar bağışlandı. Kıbrıs’a yerleşmiş bulunan bunlar, daha sonra, Küçük Asya’dan yeni gelişlerle ve kısmen de Hıristiyanların İslam inancına dönmeleri ile güçlenip, kendiliğinden bir Müslüman toplumunu oluşturdular.

            Bu, geniş olarak kabul edilmiş görüştür ve geniş anlamda da tarihsel kanıt ile desteklendiği derhal söylenmelidir. Bununla birlikte, tarihsel araştırma, şeyleri daha ayrıntılı ve dikkatlice araştırmaya, özellikle de toplumun ulusal kökenini belirlemeye karar verir vermez, kanıtlar, yetersiz ve belirsiz bir hale gelmektedir. Kabul edilen görüşe göre, Kıbrıs’taki Türk toplumunun artışını yükselten ve  buna katkıda bulunan üç demografik kaynak söz konusu olmaktadır.

1.      Kıbrıs’a sefer düzenleyen Osmanlı gücü

2.      Küçük Asya’dan nüfusun adaya göçü

3.      Yerli Hıristiyanların din değiştirmesi 

Bu üç kaynak, tarihsel olarak kesin biçimde kabul edilirse, bilim adamı, Türk

toplumunun yükselişine bunlardan hangisinin ve ne oranda katkı yapmış olduğunu belirleme sorunu ile karşılaşmaktadır. 

Bu soru yerindedir ve aynı zamanda büyük önem kazanmaktadır. Çünkü

buna verilecek doğru yanıt, Kıbrıs Türk toplumunun etnolojik yapısı üzerine ışık tutacaktır.

Yukarıda sözü edilmiş olan demografik kaynaklardan her birinin görece

önemini belirlemek için, her biri ile ilgili kanıtları incelememiz gerekmektedir. Kanıtların yapısı gibi, onların eleştirel irdelenmesi de, sonuçlar çıkarmamızda bize yardımcı olacaktır. Bu sonuçlar, her ne kadar matematiksel doğrular olmasa da, üç kaynağın her birinin görece önemi ile ilgili yeterli göstergeleri bize sağlayacaktır.

(A) Birinci demografik kaynak, yani Osmanlının istila ordusu ile ilgili

olarak, Kıbrıs’ta kalmış olan askerlerin sayısı hakkında güvenilebilir bir kanıtın olmadığını ileri sürebiliriz. Genel olarak kabul edilen ve Kıbrıs’ta 20.000 askerin yerleşmiş olduğuna ilişkin görüş, herhangi bir Osmanlı belgesine dayanmamaktadır. Bu, sözlü bir söylentiye dayanan ve denetlenmemiş bir görüş olup, gelenek tarafından günümüze aktarılmıştır. Kural olarak kaynaklarını tam olarak araştıran (tarihçi) Hill, bu noktayı gözden kaçırmakta ve adada kalmış olan askerlerin sayısı olarak 20.000’i eleştirmeden doğru kabul etmektedir. Başka bir yerde, askerlerin adada yerleşmesi ile ilgili görüşü kanıtlayamadan, 16.000 askerden söz eden Gatto’nun sağladığı kanıta ve Hill’e göre 22.000 sayısından söz eden Calepio’ya başvurmaktadır. Gerçek şudur ki, Calepio, adada sadece 2.000 askerin kaldığını söylemektedir.

            Bütün bunlarla ilgili hoş olmayan şey şudur ki, Hill’in bu denetlenmemiş görüşü eleştirmeden kabul etmesi, çağdaş bilimsel araştırmalarda olumsuz bir şekilde tekrarlanmasıdır. Bu, günümüzde Kıbrıs’ın etnopolitik ve sosyal sorunu ile ilgilenmiş olan ciddi bilim adamlarının bile, örneğin Amerikan Alexander Melamid ve Fransız Etienne de Vaumas’ın, Kıbrıs sorunu hakkındaki antropolojik-coğrafik analizlerini bu rakamlara dayandırmış olmaları gerçeğinde ortaya çıkmaktadır.

            Bu haksız varsayımın aksine, sorunu olumlu bir şekilde açıklayan bir kanıt sağlayabiliriz. Bu kanıt, belgesel verilerin üç ana kategorisine atıfta bulunabilir ve yapısı da en ciddi eleştiriye karşı durabilecek durumdadır.

(i) Türk tarihçisi Ahmet Refik tarafından Osmanlı arşivlerinden ortaya çıkarılan resmi belgelere göre, Sultan’ın hükümeti, Kıbrıs’ın demografik yoksunluğu hakkında endişe etmesi üzerine, adaya nüfus yerleştirme yoluyla bu boşluğu doldurmayı çeşitli defalar denemiştir. Kıbrıs’ın sömürgeleştirilmesini sağlayan ve Sultan’dan kaynaklanan bu emirlerin, 1577 yılına kadar yayımlandığı bilinmektedir. Bunlardan en önemlisi ve kısmen uygulanmış olan, Hicri 980 yılında (21 Eylül 1572) yayımlanmış olandır. Bu, Yahudi nüfusun Filistin’deki Safed kasabasından ayrılmasının (ama gerçekleşmemiştir) sosyal ve ekonomik tarihi konusunu işlemiş Türk uzman olan Ömer Lütfü Barkan tarafından yayımlanmıştır ve 1576 ile 1577 tarihlidir ve Türk tarihi konusunda uzman olan İngiliz Bernard Lewis tarafından İsrail Oriental Derneği yayınları dizisinde basılmıştır. Ada üzerinde 20.000 asker yerleşmiş olsaydı, adayı sömürgeleştirmek için bu kadar uzamış bir çabanın bir gerçek anlamı olmayacaktı diye konuyu bağlamak kolay olacaktı.

(ii) Kıbrıs’ta bırakılan Türk askeri birliği ile ilgili olduğu gibi, fetihten sonraki ilk yıllara ait nüfus ile ilgili kanıtlara sahibiz. Bütün durum için çok karakteristik olan iki tanıklıktan söz ediyorum. Biri, 1590 yılında, yani fetihten yirmi yıl sonra , Kıbrıs’taki Türk nüfusun 4,800 olduğunu belirten Mark Memmo tarafından verilirken, öteki de, 1572’de Mağusa sahilleri açıklarında bazı şüpheli gemilerin görülmesinin, Türkler arasında paniğe yol açtığını, çünkü, adayı savunmak için sadece 2,000 yeniçeri ile 800 süvarinin bulunmakta olduğunu belirten Calepio tarafından verilmektedir. (Kiprianos’un bu bilgiyi bu kaynaktan aldığı anlaşılmaktadır.) Bu olaydan sonra Türk makamları, İstanbul’dan takviye talep etmişti. Bunun üzerine, 500 Yeniçeri ve 4 kadırga (Calepio’ya göre ayrıca beş taşıma gemisi) adada bulunmaktayken,  daha fazla bir askeri güç, ilk talepte toplanabilir ve bu da, İstanbul’dan herhangi bir takviyeyi gereksiz kılabilirdi.

(iii) Asker kökenli Türk nüfusu ile ilgili bilginin en önemli kaynağı, 1606 ile 1611 arasında, yani Kıbrıs’ın fethinden sonraki yaklaşık otuz yılla ilgili olarak, Sadrazam Murat Paşa’nın emri üzerine İmparatorluk Tapu Dairesi’nin Müdürü Avni Ali tarafından, 17. Yüzyılın ilk on yılında hazırlanmış olan, feodal araziler ve bağışlarla ilgili Osmanlı kayıtları (Ganun)’dır.

Bu kayıtların Fransızca bir çevirisi, ilk olarak 1870 yılında, Oryantalist M. Belin tarafından “Journal Asiatique”de yayımlanmıştır. Bu kayıtta,  resmen tanınmış olan bütün tımarlar, numaralandırılmış ve ilgili yönetim bölgelerine göre verilmiş olan özel ayrıcalıklar ve sorumluluklar ile birlikte sınıflandırılmıştır.

Bu kayıta göre, Kıbrıs Vilayeti, sekiz Sancaktan, yani yönetim alt biriminden oluşmaktadır. Bunlardan dördü, adada yer alırken, geriye kalan dördü, Küçük Asya’da yer almaktadır. Vilayetteki bütün askeri nüfus, silah taşıyan 4.500 erkek olarak verilmiştir. Eğer, bundan hareketle, Sancaklardan sadece yarısının Kıbrıs’ta olduğunu düşünürsek, mantıken şu sonuca varmalıyız: Ada Sancaklarının, kıtada olanlardan daha küçük olmaları gerekir. Çünkü bunlarda, 9 Ziyamet ve 38 tımar varken, kıtadakilerde 40 ziyamet ve 1,224 tımar bulunmakta olduğu gerçeği göz önünde bulundurulursa, askeri gücün sadece yarısı, yani 2,250 sayısı, çok daha az miktarda olabilir. Kıbrıs Vilayetindeki askeri feodal bağışlardan da söz etmek gerekmektedir. 17. Yüzyılın başında, bunlara Kıbrıs’taki dört Sancak da dahildi, yani Girne, Baf,  Mağusa ve Lefkoşa Sancakları. Sonucusuna Paşa’nın ikamet etmesi nedeniyle Paşa Sancağı diye anılmaktaydı. Ve Küçük Asya’daki dört Sancak, yani İçel, Sis, Alanya ve Tarsus Sancakları. Bu Sancaklarla ilgili feodal bağışlar şunlardı: 379 silahlı adamı ile 11 tane birinci sınıf olan (cebeli), 40 tane ikinci sınıf olan ve 1627 tane üçüncü sınıf tımar. Son iki sınıf bir arada, silahlı 2,833 adamı içermekteydi.  

Eldeki kanıtlarla birlikte yukarıda sözü edilen bütün belgeler, bir olguyu mutlak surette açıklamaktadır, yani adada kalmış olan askerlerden oluşmuş nüfus, ihmal edilebilir kadardır. Adada yerleşmiş olduğu söylenen 20.000 askere ilişkin efsaneyi de, bir defada ve tamamıyla tuzla buz etmektedir. Böylece, hangi kaynağın en çok katkıda bulunduğunu belirleme çabamızda, Kıbrıslı Türklerin sayısının artması ve gelişmesini araştırmak için, gerçekten yukarıda sözü edilmiş olan ikinci ve üçüncü demografik kaynaklara atıfta bulunmamız gerekmektedir. 

(B)  İkinci demografik kaynağa ilişkin kanıtı incelerken, tanıklığa

göre kısmen uygulamaya konmuş ve mevcut bütün tanıklıkların en önemlisi olan, 21 Eylül 1572 tarihli, nüfus aktarımı ile ilgili Sultan Fermanı ile kendimizi sınırlayacağız. Yer değiştirecek olan adayların yerel makamlar tarafından hazırlanmış olan kayıtlarının en azından bir kısmını denetlemiş olan Barkan’ın kendisi, Emire (Ferman’a) sınırlı bir şekilde uyulmuş olunduğunu itiraf etmektedir. Buna karşın, diğer bakımlardan özenle çalışan bilim adamı, sorunun en önemli yönlerinden birini gözden uzak tutmaktadır. Yani, göç eden nüfusun etnik bileşiminin ne olduğunu sormayı ihmal etmektedir. Bu noktayı, Osmanlı belgeleri aracılığı ile aydınlatmış bulunmaktayız. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük mimarı olan Mimar Sinan ile ilgili belgeler, bunu göstermiştir. Sinan, Hıristiyan kökenden geliyordu ve Küçük Asya’daki Caesarea (Kayseri) yakınındaki Ağırnas (SS Anargyroi) köyünde doğmuş ve çocukların zorla alınması yolu ile Müslümanlığa geçmişti. Ailesi, Hıristiyan olarak kalmış ve Fermanın çıkarıldığı yılda Kıbrıs’a zorla aktarılacakların listesine dahil edilmişti. Sinan, şimdi İmparatorluğun Baş Mimarı gibi yüksek bir mevkiye sahip olduğu bir sırada, Sultan’ın bir Ferman yayımlayarak, adları, kendi köylülerinin geriye kalanları ile birlikte belgede kaydedilmiş olan Sinan’ın “Hıristiyan akrabaları” için, “Bir önceki ferman ile Kayseri’nin Rum reayasının göç ettirilmesinden muaf tutulması gerektiğini” belirten bir Fermanın çıkarılmasını başarmıştı. Fermanda ayrıca, Sinan’ın akrabalarının, Kıbrıs’a gönderilmesi gereken kâfirler listesine dahil edilmiş olmasına karşın, onların da bu listelerden silinmesi gerektiği de belirtilmekteydi.

            Böylece, bir Osmanlı resmi belgesi aracılığıyla kendiliğinden ortaya çıkmaktadır ki, Göç Fermanından etkilenmiş olan nüfus, en azından bu vakada, Hıristiyandı, özellikle Rumdu. Sinan ile ilgili Osmanlı resmi belgelerini derlemiş ve yayımlamış olan Türk tarihçi Ahmet Refik’in, bu özel belgeyi dahil etmeyi unutmuş olması önemlidir. Tahminimize göre bunu yapmasının nedeni, Türk tarihçilerin genellikle çekiştikleri bir konu olan Sinan’ın Hıristiyan kökenine  kanıt oluşturmuş olacağı idi. Bu belgenin varlığına, içeriğini 1938’de yayımlamış olan Rum Türkolog Abraham Papazoğlu tarafından işaret edilmişti.

            Yer değiştirmiş olan nüfusun etnik bileşimi ne olursa olmuş olsun ve bu, en azından büyük ölçüde Hıristiyan ve hatta Rum idi, Kıbrıs’ın sömürgeleştirilmesi, Sultan’ın fermanında önerildiği ölçüde elde edilmemiştir. Fazla sayıda ailelerin taşınması ve yeniden iskan edilmesi, basitçe kolay bir görev değildi ve öte yandan Ferman, yerel yönetim makamları tarafından bir çok yönden yerine getirilmemişti. Buna ek olarak, böylesi fermanların, Sultan’ın kendisi tarafından çıkarılmış olsalar bile, uygulanmadıklarına ilişkin yeter sayıda ve resmi kanıtlarımız vardır.

            Filistin’den Kıbrıs’a Yahudi nüfusun göçünü sağlayan Fermanlara değinmiş bulunmaktayız. Bu göçün, asla gerçekleşmemiş olduğu ve ayrıca Sultan Fermanlarının metnini yayımladığı zaman Bernard Lewis tarafından bilinmediği, resmi Osmanlı belgeleri tarafından bir kez daha kanıtlanmıştır. İlk belgeleri geçersiz kılan bu belgeler, onları, Filistin ile ilgili Osmanlı belgeleri derlemesine dahil etmiş olan ve Türk tarihi konusundaki İsrailli uzman Uriel Heyd tarafından gün ışığına çıkarılmıştır.

            Kıbrıs Türk toplumunun ikinci demografik kaynağı ile ilgili görüşlerimize son verirken, şunu öne sürebiliriz ki, ne göç etmiş nüfusun etnik ve dinsel bileşimi, ne de sayısı, 16. Yüzyılın sonunda Kıbrıs’ta bulunan Türk toplumunun sayısını, önemli yerli bir unsur olarak onun daha sonraki gelişme ve pekişmesini doğrulamamaktadır. Bu olgunun açıklanması için, Kıbrıs Türk toplumunun üçüncü demografik kaynağına, yani yerli Hıristiyanların Müslümanlığa geçişine başvurmamız gerekmektedir. Fetihten sonraki ilk onyıllar sırasında, büyük ölçüde din değiştirmeler olmuş ve daha sonra Kıbrıs nüfusunun etnik evriminde süregen bir olgu karakterini kazanmıştır. Yönetici unsurun inancına geçmiş olan Hıristiyanların etnik asimilasyonu, Türk egemenliği sırasında Kıbrıs tarihinin en önemli olgusudur ve aynı zamanda şimdiye kadar en az araştırılmış olanıdır.

 B. Kıbrıs Tarihinde Din Değiştirmelerle İlgili Kanıtların Belirlenmesi    

Kıbrıs Türk ulusal unsurunun ana demografik kaynağı olarak din değiştirmelerin önemini göstermek için, bu karanlık soruna bir anlık bir bakış bile sağlayabilecek olan, eldeki her türlü malzemenin kullanılması ile, konunun derin bir şekilde araştırılması gerekmektedir. Türk egemenliği sırasında Kıbrıs’ın  nüfusu ile ilgili, yukarıda sözünü ettiğimiz araştırmamızda, çağdaş Türk ulusunun etnik bileşimi üzerindeki daha geniş tarihsel etkileri olan bu konunun önemini kısaca ortaya koymaya çalıştık. Aynı zamanda, bu malzeme kısa bir dönemi kapsamasına karşın, kesin sonuçları desteklemek üzere arşivlerden orijinal olan ve son zamanlara kadar bilinmeyen malzemeyi gün ışığına çıkartmış olduk. Bununla beraber, şimdiki vakada, bu,  genel sonuçlar çıkarmamızdan bizi alıkoymamaktadır. Çünkü, Türk yönetiminin belirli bir dönemi ile ilgili bulgularımız kanıtlanacaksa, dış kanıtlar, daha önceki bir dönemde aynı özelliklerin varlığına işaret ettiği sürece, daha önceki bir dönem için varılan sonuçları, benzerlik yoluyla destekleyebilir.

            Şimdiki çözümlememizde, kendimizi, Hıristiyanların din değiştirmeleri olgusu, daha özel olarak da, Türk egemenliğinin son döneminde, özellikle 1825 ile 1832 arasında, Kıbrıslı Rum kırsal nüfusun din değiştirmesi ile sınırlayacağız. Bunlar, görüşlerimizi dayandıracağımız kayıtlar tarafından kapsanan iki tarihtir.

            1825, Hicri 1240 mali yılına karşılık gelmektedir ve o yılın kayıtları, Hıristiyanlar arasında Haraç diye bilinen verginin dağılımını içermekte olup, bizim tarafımızdan Kayıt No.VI olarak belirlenmiş olan Kıbrıs Başpiskoposluğu arşivlerinde korunmaktadır. Bu kayıtta, vergi, yönetim bölgeleri (Kadılık) tarafından konmuş olup, bu bölgelerin her biri, içine aldığı köylere karşılık gelen daha küçük alt birimlere ayrılmıştır. Her köy altında, Rum vergi ödeyenlerin adları liste halinde yer almaktadır ve her adın karşısında vermesi gereken vergi miktarı, Osmanlı kuruşu olarak yazılmıştır. Sayfanın kenarında, verilmesi gereken vergi miktarındaki herhangi bir değişiklik yazılmıştır. Böylece listede yazılmış olan toplam adların sayısı, vergi verebilen erişkinlerin toplamına karşılık gelmekteyken, kişisel katkıların toplamı da köyün vermesi gereken toplam vergiye karşılık gelmektedir.

            Kayıdın eksiksiz (korunmuş bulunan malzeme, çok ender olarak eksiksizdir) olduğu görüldüğüne göre, köylerin verdiği vergiler, 1825 yılı için adanın Hıristiyan nüfusundaki erkek erişkinler hakkında net bir resim sunmaktadır.  Karavas ve Lapithos köyleri, bunun tek istisnasıdır, çünkü bu iki köy, bulamadığımız nedenler yüzünden, o yıla ait vergi listesinden muaf tutulmuştu. Birçok Hıristiyan toplulukların, sıklıkla, her türlü ayrıcalıkları ve vergiden muafiyetleri, sürekli veya geçici olarak elde ettikleri olgusuna bakarak, bu iki köyün listede bulunmaması, bizi hayrete düşürmemektedir. Büyük bir olasılıkla, Lapithos ve Karavas, böylesi bir ayrıcalığı 1825’de veya o yıllarda yaşamaktaydı. Bununla birlikte, bu ayrıcalığı sürekli olarak yaşamadıklarını biliyoruz, çünkü eksik olan kayıt defterinde, VI numaralı kayıttan birkaç yıl daha uzakta olan V numaralı kayıtta, bu köylerin adının yer aldığını gördük.

            VI numaralı kayıtın içeriğinin tam bir çözümlemesini, Kıbrıs’ın nüfusu ile ilgili çalışmamızda vermiş bulunuyoruz. (bkz. Theodore Papadopoullos, Social and Historical Data on Population (1570-1881), Nicosia 1965) O nedenle burada daha fazla açıklama yapmak gereksizdir. Ne var ki, aşağıdaki olgulara dikkat çekilmesi gerekmektedir:

1.      1825 yılında adada Hıristiyan olup da vergi ödeyenlerin sayısı, 13,141

erişkin erkek olup, 508 mahalle ve köye dağılmış olarak yaşamaktaydılar. Kadılık olarak bilinen on iki yönetim bölgesi ve bir kasaba, Lefkoşa altında toplanmışlardı. 1825’de Hıristiyanların yüklenmiş olduğu toplam vergi, 665,055.20 kuruştu ki bu, şimdiki çalışmanın konusu ile ilgili değildir.

2.      Bu nüfusun Haraç diye bilinen bir vergiye tabi olduğu olgusu,

kendiliğinden şu anlama gelmektedir: Bu vergi, Hıristiyanlara veya Ada hukukundaki teknik terimlere göre İslam dininden olmayanlara, yani “kâfir”lere uygulanmaktaydı. Nedeni basitti, çünkü  adadaki yasaya göre, bu vergi fethedilmiş, ama din değiştirmemiş olanlara konmuştu. Onlara gösterilen hoşgörü karşılığında, hayatlarını devam ettirmeleri ve dinlerini korumaları bahşedilmiş oluyordu. Peygamberin dininden olan ailelerde doğanlar, bu vergiye asla tabi değilken, anne-babalarının dininden feragat edenler ve Müslümanlığa geçenler, kendiliğinden bu vergiden muaf olurlardı. O nedenle 1825’de Haraç vergisine tabi olan 508 topluluk, Hıristiyandı. Bu durum, listelerdeki isimlerin Rumca olması olgusu ile de kanıtlanabilir. Bununla beraber şu da eklenmelidir ki, bu, bu toplulukların bazılarında Müslümanların da yaşamakta olduğu olasılığını dışlamamaktadır. Kayıtlarda Müslümanlara rastlanmamaktadır, çünkü onlar bu vergiyi vermemekteydiler. 

            1825 tarihi ile öne sürdüğümüz görüşlerin ilk kısmını bitiriyoruz. İkinci kısım, aynı kaynaktan, yani Kıbrıs Başpiskoposluğu arşivlerinden alınmış olan VII numaralı Kayıt içinde yer alan 1832 yılı ile ilgili verilere dayanmaktadır.

            Bu kayıtta, veriler farklı, ama benzer bir yapıdadır. Vergi toplanması ile hiç bir ilgisi yoktur, ama Lefkoşa ve Mağusa’daki merkezi depolara buğday ve arpa tedarikine atıfta bulunmaktadır. Daha önceki bir çalışmamızda buna değinmiş ve bu tedarikin aşar vergisine veya merkezi depoya tahıl satışına mı ilişkin olduğunu ortaya çıkarmaya çalışmış ve ikincisinin hemen hemen doğru olduğu sonucuna varmıştık. Fakat bunun, bizim iddiamızın amacı ile ilgisi yoktur. Burada sadece şunu söyleyebiliriz ki, adadaki tahıl üreten köyler, buğday ve arpanın belirli oranda saptanmış olan miktarlarını, bu merkezi  bölgelerin gıdası için, Lefkoşa ve Mağusa kasabalarına satma yükümlülüğü altında idiler. Çünkü çoğu kez, üretilmiş olan buğday ihraç edilmekte ve kasabalardaki nüfus açlık çekmekteydi. Öyle anlaşılıyor ki, Mağusa’da depolanan miktar, İmparatorluğun çeşitli bölgelerinden gelen gıda maddelerine bağımlı olan İstanbul’a gemilerle gönderilmekteydi.

            Burada ilginç olan nokta, ister tamamıyla Hıristiyan, isterse tamamıyla Türk, ya da karışık köyler olsun, bütün tahıl üreten köyler, kendi üretim kapasitelerine göre, kasaba nüfusunun gıdası için buğday ve arpa sağlayarak katkıda bulunma yükümlülüğü altında idi. Kayıtta, Hicri 1245-1248 (1829-1832) yılları ile ilgili olarak, zorunlu buğday ve arpa sağlamaya ilişkin beş yıllık listeler yer almaktadır. Üç vakada, listelerde Hıristiyan ve Müslüman tedarikçiler arasında hiç bir ayrım yapılmamıştır. Ama liste eksiksiz değildir, çünkü kayıp sayfalar vardır. Ama son vakada, 1832 yılı ile ilgilidir, atanmış olan memur, düzenli yazım veya herhangi başka bir nedenle, Hıristiyanlar ve Müslümanlar için ayrı listeler çizmiştir. Şans eseri olarak bu yıla ait liste eksiksizdir. Liste, tahıl üreticilerinin dini temelinde bize çeşitli ve değerli bilgiler vermektedir. Aşağıdaki bilgiler, bizim için özel öneme sahiptir.

            Köyler ve yönetim bölgelerinin (bu durumda Kadılık diye değil, Kazalar diye adlandırılmaktadır) listesi dinsel duruma göre hazırlanmış olduğundan, 1832’de,  hangi köylerin saf olarak Hıristiyan, saf olarak Müslüman veya karışık olduklarını belirlemek mümkündür. Böylece, bir köy, Müslüman listesinde değil de, Hıristiyan listesinde yer alıyorsa, o köyün saf Hıristiyan olduğu sonucuna varırız. Eğer bir köy, Hıristiyan listesinde değil de, Müslüman listesinde yer alıyorsa, o köyün Müslüman olduğu sonucuna varırız. Köy, her iki listede de yer alıyorsa, aşikardır ki bu köy karma bir köydür. Kural için belirli istisnalar olabileceğini derhal söylemek gerekir. Saf Hıristiyan olarak düşündüğümüz bir köyde, sadece buğday üreten toprağa sahip olmadığı için ve köylerinin, bu nedenle Müslüman listesinde adının yer almaması yüzünden, Müslüman listesinde yer almayan Müslüman sakinler olabilir. Aynı şekilde, sadece Müslüman listesinde yer alan köylere de bu uygulanabilir. Çünkü, bu köylerin Hıristiyan sakinleri, toprak sahibi olmayabilir ve bunun sonucunda köyleri Hıristiyan listesinde yer almayabilir. Bu itiraz, kesinlikle geçerlidir, ama bu vakaların kural için belli istisnaları oluşturduğu konusunda hemfikir olmalıyız. Dahası, aşağıda verdiğimiz Müslümanlığa geçmiş olan köyler listesindeki iki veya üç köy, böylesi bir durumda olabilir. Bunların neden sadece kural için istisna olabileceğine ilişkin iki neden vardır:  

(a)    Karma bir köydeki Hıristiyanların bütün buğday üreten topraklara sahip olurken, Müslümanların hiç toprağının olmaması olasılığı çok düşüktür; bunun tersinin olması daha çok mümkündür.

(b)   1832’de saf Müslüman olan köylerin etnik ve dinsel bileşimi, büyük ölçüde bugünkü etnik ve dinsel karaktere uymaktadır.

            Her ne olursa olsun, olası istisnalar, aşağıda değineceğimiz gerekli veriler üzerinde önemli bir etkide bulunamaz. Biz sadece, Hıristiyan, Müslüman veya karma olarak yer alan köylerin sayısını vermiş olduğumuzdan söz etmekteyiz ve listede tahıl üreten bu 462 köyden, 198 tanesi saf Hıristiyan, 92 tanesi Müslüman ve 172 tanesi de karma olarak yer almıştır.

1825 yılına ait vergi ödeyenlerin kayıtları ile 1832 yılına ait tahıl tedarik edenlerin kayıtları arasında bir karşılaştırma yaparak sonucumuza varacağız.

Görmüş olduğumuz gibi, 1825’de Haraca tabi olan köyler, verginin yapısına göre, ya saf Hıristiyan veya karma idi. Yukarıda sözü edilen 1825 vergi listelerinde yer alan köylerin çoğu, tabii ki, 1832’nin tahıl tedarikçileri listesinde yer almaktadır. Çünkü ada köylerinin çoğu, az veya çok tahıl üretmekteydi. Aslında, 508 topluluğun (köyün) çoğu, her iki kayıtta da yer almaktadır ve 1832 kayıtlarında yer alanlar, saf Hıristiyan veya saf Müslüman diye seçilmekteyken, karma olanlar her iki listede de yer almaktadır. Bununla birlikte, belli vakalarda, 1825 yılında Haraca tabi olan bazı köyleri görmekteyiz ve o nedenle, ya saf Hıristiyan, ya da karma köydürler, fakat sadece 1835 yılında tahıl katkısında bulunan Müslüman köyleri listesinde yer almaktadırlar. 1825 ile 1832 yılları arasında Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçerek, dinsel statülerinde bir değişiklik olduğunu belirlediğimiz köyler, VII Kayıtlarından sıraya göre aşağıdakilerdir:

Morfu kazası              : Denya

Lefke kazası               : Flasu

Orini kazası                : Markin

Kitrea Kazası             : Palekitron

Larnaka kazası           : Givisilin

Mesarya kazası           : Melunda

Mesarya kazası           : Kukla

Mesarya kazası           : Sinda

Mesarya kazası           : Singrasi

Hrisohu kazası            : Skulli

Baf kazası ve Kukla   : Malunda

Baf kazası ve Kukla   : Prastiyo

Leymosun kazası        : Kantu

Kilani kazası               : Monyatis

Kilani kazası               : Monagrin

Karpaz kazası ve

Mağusa                       : Platanissos

 
İddiamızı aydınlatmak ve vardığımız sonucun olası kabulüne ek kanıt olarak aşağıdaki notlar gereklidir:

1.      On altı köyden sekizi Müslümanlığa geçmiştir, yani %50’si, İslam inancını korumuştur ve böylece onları 1960 nüfus sayımında saf Türk köyleri olarak görmekteyiz. Bu köyler şunlardır: Markin, Givisilin, Baf’tan Prastiyo, Kantu ve Platanissos.

2.      Bunlardan bir tanesi olan Melunda’nın 1825’den önce din değiştirdiği sanılmaktadır. Çünkü o yıla ait Haraç listesinde yer almamaktadır. Bu vakada, vardığımız sonucu şu kaynağa dayandırmaktayız. 1825 yılı vergi listelerine ek olarak yayımlamış olduğumuz Başpiskoposluğa bağlı piskoposlukta çalışan keşişlerin kaydında, Melunda köyünden Mahera Manastırına gelmiş olan belli bir keşişin adına rastlamaktayız. Bu da, bu köyde Hıristiyan sakinlerin olduğunu göstermektedir. Bu köyün Hıristiyan olduğu, ayrıca bugün bile orada, Aziz Yorgo’ya adanmış küçük bir Ortodoks manastırının olması olgusundan da çıkarılabilir. Bununla beraber köy bugün saf Türktür.

3.      Beş köyün, yani %30’unun, 1960 nüfus sayımında Hıristiyan çoğunluk ile karma olduğu gösterilmiştir. Bunlar Denya, Flasu, Palekitron, Singrasi ve Monyat köyleridir.

4.      İki köy, yani %13 kadarı, 1960 Nüfus Sayımına göre saf Rumdur. Bunlar Skulli ve Monagrin köyleridir.

Yukarıdaki 1 ve 2 numaralar ile ilgili olarak, Müslümanlığa geçiş, aşikardır ve bununla ilgili olarak herhangi ciddi bir kuşku olamaz. Burada bir şey daha söylenebilir: 1832 kayıtları var olmasaydı bile, biz bu köylerin yine de din değiştirdiklerini şu olgudan ortaya çıkarabilirdik: İlk sekiz köy, 1825’te Hıristiyandı, çünkü Haraç ödemekteydiler. Oysa bugün saf Türk köyüdürler. Şimdi saf Türk olan Melunda köyü ile ilgili olarak, 1825’den önceki belirlenmemiş bir zamanda, Hıristiyan veya karma olduğunu biliyoruz. Ne var ki, 1825 ve 1832 kayıtları, din değiştirmenin meydana geldiği zaman sınırlarını belirlememizde bize yardımcı olmaktadır. İlk veri, bize olaydan önceki zaman sınırını, ikincisi de olaydan sonraki zaman sınırını vermektedir.

            Şimdi karma nüfusa sahip olan ve din değiştirmiş olan beş köye ilişkin not ile ilgili olarak, iki neden sunulabilir. İlki şudur: Bu köyler din değiştirmiş, ama bazı din değiştirenler “Linobambaki”, yani gizli Hıristiyanlar olarak yaşamlarını sürdürdüler ve zaman içinde, babalarının inancına geri döndüler. Bu süreç, Türk işgalinden sonra, karma nüfusun olduğu birçok vakada görülebilir. İkincisi şudur: Bu köyler, 1825 ve 1832’de karma köylerdi, ama 1832’deki Hıristiyan listesinde yer almadı. Çünkü Hıristiyan sakinleri, tahıl üreten herhangi bir toprağın sahibi değildiler. Bu düşünce çizgisini izlersek, onların durumunda din değiştirme meydana gelmemiştir sonucuna varabiliriz. Oldukça hassas olan bu iddianın gücünü inkar etmeden, şunlar söylenmelidir:

(a)    Bu karma köylerde, özellikle günümüzde bir Hıristiyan çoğunluğa

sahip olanlarında, bir tek Hıristiyan tahıl üreticisi bile yoktu, diye hayal etmek zordur. Bir tek Hıristiyan tahıl üreticisi bile olmuş olsaydı, bir reaya olarak, Müslüman sakinlerin tabi olduğu buğday tedariki yükümlülüğünden muaf tutulmuş olamayacaktı.

(b)    Şimdi ele alacağımız ve yukarıdaki dördüncü kategori ile ilgili olarak

verilen aşağıdaki iddia, karma köyler için de iyi tutmaktadır.

            Bu, sadece 1832 yılına ait Türk kayıtlarında görülmesine karşın, Skulli ve Monagrin köylerini ilgilendirmektedir ve bugün bunlar saf Rum köyleridir. Bu vakada da, buradaki kanıtımız, yukarıdakine ek olarak gelse de, onların Müslümanlığa geçişleri ile ilgili kesin kanıta sahibiz. Öteki köylerde, din değiştirmiş olmalarını, 1825’de Hıristiyan, ama 1832’de Müslüman olarak göründükleri olgusundan çıkarmış olmamıza karşın,  bu iki köy vakasında, 1832’de saf Müslüman olmalarına karşın, bugün saf Rum köyü olmalarına ilişkin ek olgu yardımıyla, aynı sonuca varmaktayız. Bunun basitçe anlamı, Hıristiyanlığa geçtikleri şeklindedir. Köy sakinleri, koşulların zoruyla benimsemek zorunda kaldıkları bir dinsel inançtan vazgeçmeyecek ve babalarının inancına geri dönmeyecek olsalardı, Müslüman bir köyün Hıristiyanlığa geçmesinin ne anlamı olurdu?  Aslında Müslüman nüfusun Türk egemenliğinin bitmesinden sonra azalması veya hatta tamamıyla yok olması, tarihsel olarak kanıtlanmış olan ve gizli olarak yaşamış olan gizli Hıristiyanlık, yani Ortodoksluk olgusu ile açıklanabilir. Bu, zaten, Müslüman egemenliği altına girmiş olan Hıristiyan ülkelerin çoğunda, özellikle Küçük Asya’da gözlemlenmiş olan daha da yaygın bir olgudur.

            Genelde Kıbrıs Türk toplumu ile ilgili vakada olduğu gibi, tarihçiler ve Kıbrıs’ın siyasal ve kilise makamları tarafından, adanın gizli Hıristiyan nüfusuna, ne yazık ki ya hiç veya isteksiz bir biçimde dikkat edilmiştir. Bu ilgisizliğin sonuçlarının ne kadar acı olduğu, bu topluma ciddi bir biçimde ilgi gösteren tek örgüt olan Roman Propaganda Fide’nin, 1902’de, üyelerini Katolikliğe geçirmek için büyük çabalarda bulunduğu olgusu ile doğrulanabilir.

G.X. imzası altında bir Propaganda Fide muhabiri tarafından hazırlanmış olan bir rapora göre, 1902 yılında Kıbrıs’taki gizli Hıristiyanların sayısı, 10,000 gibi yüksek bir sayıda olup, bütün Müslümanların sayısı ise 47,926 idi. Bununla beraber, aynı raporun çok dikkatli bir çözümlemesinden sonra, Britanya egemenliğinin başında, adadaki gizli Hıristiyanların sayısının çok daha fazla olduğunu söylemek isteriz. Leymosun’da otuz yıldan fazla bir süre yaşamış olan Peder Celestino de Nunzio de Casalvuovo’nun başında bulunduğu Katolik Misyonu tarafından, daha çok Kıbrısın güney bölgelerinde, özellikle Baf kazasında aktifti ve burada, adları aşağıda verilen ve tamamıyla veya kısmen gizli Hıristiyan köylerini Katolikliğe geçirme girişimi yapılmıştı: Yukarı Kivides,  Aşağı Kivides, Polemidya, Amatunda, Mamonya, Stavrokomi (=Stavrokonnu), Marona (=Maronas), Yukarı Arhimandrita ve Monagrin. 

Sonuncu köy, keşfettiğimiz gibi, 1832’den önce Skulli ile birlikte  Müslümanlığa geçmişti. Propaganda Fide muhabiri tarafından hazırlanan bilgiye göre, Monagrin, yukarıda sözü edilen ve kilisenin yardımını isteyen on köyden biri olup, bu da din değiştirmiş olan nüfusun, başlangıçtaki inançlarına geri dönme sürecini kanıtlamaktadır.

            Şimdiye kadar sunulmuş olan veriler göz önünde bulundurulursa, Türk egemenliği sırasında yer almış olan ve Britanya’nın işgali süresince de yer almayı sürdürmüş olan, Kıbrıs nüfusunun önemli bir kısmını etkilemiş, etnik ve dinsel değişiklikleri, aşağıdaki tabloda gösterildiği gibi, üç etno-dinsel kategori ve beş tip tarihsel süreç altında özetleyebiliriz:

 

1.      Orijinal etno-dinsel   2. Geçici etno-dinsel                3. Çağdaş etno-dinsel

      statü                              statü                                           statü

        ____________________________________________________________

1.      Hıristiyan                  İslam dinine toptan geçiş   Müslüman-Türk

2.      Hıristiyan                  İslam dinine toptan geçiş   Karma Rum ve Türk

3.      Hıristiyan                  İslam dinine toptan geçiş    Hıristiyan-Rum

4.      Hıristiyan                  İslam dinine kısmi geçiş      Karma Rum ve Türk

5.      Hıristiyan                  İslam dinine kısmi geçiş      Hıristiyan-Rum

Altıncı tip bir tarihsel süreç olarak şunu da ekleyebiliriz:

6.      Hıristiyan                  İslam dinine kısmi geçiş       Müslüman-Türk                                             

Bu son tip, Türk egemenliğinden sonra, kısmen din değiştirmiş ve sonunda saf Müslüman olan bir topluma değinmektedir. Bununla beraber, gerçek şudur ki, biz böyle bir vakaya rastlamadık ve bu nedenle, bunu, karşıtı kanıtlanmadığı sürece sadece teorik önemi bulunduğundan tablo dışında tuttuk.    

            Kıbrıs’taki İngiliz egemenliği sırasında bir kural olarak yer almış olan gizli Hıristiyanların Hıristiyanlığa tam veya kısmi geçişinin tam zamanı, İngiliz yönetiminin ilk elli yılında her on yılda bir yapılan nüfus sayımlarının karşılaştırması ile yaklaşık olarak belirlenebilirdi. Ama ne yazık ki, 1881’de yapılan ilk sayım, her köyün dinsel durumuna göre bir ayrımını yapmamaktadır. Böylece, araştırmamız için en ilginç ve değerli olan bir bilgiden mahrum olmuş bulunmaktayız.

            Belirtilmiş on altı köy, incelediğimiz dönem içinde, yani 1825-1832 arasında dinsel katılımların tek vakaları değildir. Belgesel kanıtların varlığı yüzünden,  basit bir şekilde belirli sonuçlar çıkarabildiğimiz vakalardır. Sahip olduğumuz kanıtların doğası, din değiştirmelerin daha fazla araştırılmasına kısıtlamalar koymaktadır.  Bu özellikle karma köyler için doğrudur. Böylece, örneğin, 1832 yılına ait kayıtlar, karma topluluklarla ilgili net bir resim sunmasına karşın, 1825 yılı kayıtları, sadece Hıristiyan nüfusu ele almaktadır ve Müslüman unsur ile ilgili olarak bize herhangi bir bilgi vermemektedir. Bu bilgi bize verilmiş olsaydı, 1825’deki her toplum için, Hıristiyanlar ile Müslümanların oranını saptayabilecek ve bunun sonucunda da, 1825’teki verilerin, 1832’deki verilerle karşılaştırılması, her toplum için yer alan yaklaşık değişimi gösterebilecektik. Müslümanlığa geçişlerin oranı, karma köylerde özellikle önemli olabilirdi. Çünkü tahıl tedarikçilerinin 1832’deki kayıtlarında yer alan toplam 462 tahıl üretici köyden 172 tanesi karma köydü. Bu %37.23’lük bir miktardır. Bunun yanında akılda tutmamız gereken, din değiştirme, sadece kayıtlarda yer alan o tahıl üreten köyleri etkilemiş değildir, ama ayrıca geriye kalan köyleri de etkilemiştir. Bu husus, Haraç vergisinden muafiyetlerle ilgili incelememiz ile kuşku götürmez bir şekilde kanıtlanmıştır. Bize verilmiş olan tablolarda, dinsel inancı reddetme yüzünden Haraç ödemekten muaf tutulmuş olan ve Kıbrıs’ın her yanından olan Hıristiyan taba ile ilgili, 29 vaka vardır. Böylesi vakalarda kullanılmış olan terim, “Türkleşti”, yani “Türklerin inancına geçti”dir.

            Son olarak, tartışılmakta olan dönem içindeki din değiştirmelerin rakamsal önemini de tahmin etmek gerekmektedir. Araştırmış olduğumuz on altı köy tablosunda bu konu ile ilgili yeterli aydınlatma yapılmış olup, bu makaleye eklenmiştir. Bu tabloda, 1825 kayıtlarında gösterildiği şekilde, 1825 yılında vergilendirilmiş olan nüfus listelenmiştir. Bu nüfusun, sakat, yaşlı ve din adamları dışında erkek yetişkinlerden oluşan bir nüfus olduğu bilinmektedir. Bu kurallara her zaman uyulmadığı doğrudur, ama aynı zamanda, rüşvet yoluyla mali muafiyetten yararlanmış olan insanlarla ilgili vakalarla da karşılaşıyoruz. Yine de, bir vergi ödeyenin dört veya hatta beş başka tabayı temsil ettiği düşünülürse, bu, Orta Çağ Avrupa nüfusu için tahmin edilen orandır, şu sonuca varacağız ki, 1825’de on altı köyün toplam Hıristiyan nüfusu, yaklaşık olarak 520 ile 650 kişi arasındadır.    

            Bu rakamın önemi, sadece bu özel vakanın, bütün ada ve bütün Türk egemenliği dönemi ile ilgili olarak, doğru bir perspektifle görülürse takdir edilebilir. Bu bakış açısından, üç yüz yıldan fazla sürmüş olan Türk egemenliği sırasındaki din değiştirmelerin yaygınlığına ilişkin tahminlerimizi ilerletebiliriz. Bir başka deyişle, din değiştirme yaygınlığını Türk işgalinin sadece yedi yıl içinde ve sınırlı sayıda toplum içinde (saf Hıristiyan veya Müslüman olanlarda, ama karma olanları dışlayarak) bu kadar fazla ise, bütün ada üzerindeki din değiştirmenin yaygınlığı ve üç yüz yıllık bir dönem için ne kadar olur? Sorunun bu şekilde sorulması bile, din değiştirmelerin doğru sayısını belirlemede tamamen tatmin edici bir ölçüt sağlamamaktadır. Çünkü zamana ilişkin bakış açısından tam bir orantılı bir durum söz konusu değildir. Doğru sonuçlara varmak için, basitçe üç yüz yıla yedi yıl oranı, tatmin edici değildir. Çünkü yedi yıllık dönem, Türk egemenliğinin son kısmına, hemen hemen son elli yılına aittir. Bu sırada Avrupalı güçler, esir alınmış Hıristiyanları korumaktaydı ve sosyal durumlarında önemli gelişmeler sağlanmıştı. Bu dönemde, Hıristiyanların hakları, belli bir dereceye kadar güvence altına alınmıştı ve siyasal ve ekonomik sömürüden muaf olmayı güvenceye alma aracı olarak Müslümanlığa geçme, fethi izleyen ilk iki yüzyıllık döneme kıyasla, kendini daha az hissettirir duruma gelmişti. Zamanla, din değiştirme süreci ile ilgili eğri, aşağıya doğru inmiş ve böylece, fetihten sonraki ilk dönemlerde kitlesel ölçülerde yer alan din değiştirmeler olmasına karşın, Hıristiyan nüfusun demografik ve sosyal olarak inişe geçmesi ile yavaş yavaş sönümlenmiştir. Türk egemenliğinin son dönemi sırasında, kitlesel olarak Müslümanlığa geçişler, nadir bir olgu idi ve karşılaşmış olduğumuz belli vakaların kitlesel din değiştirme özelliklerine sahip olması olgusu da, özellikle Osmanlı İmparatorluğunun siyasal prestijine ilk darbelerin vurulduğu Yunan Bağımsızlık Savaşı yıllarında,  yönetici ulus arasında dinsel fanatizmin yeniden canlanması gibi özel nedenlere atfedilmelidir. Bununla birlikte bu, Türk işgalinin son yıllarında, ilk yıllarındakinden daha az oranda din değiştirmelerin olduğu iddiasını çok az etkilemektedir. Genel olarak, son dönemdeki sayısal verilerle ilgilenildiği zaman, eğer doğru sonuçlara varmak istiyorsak, din değiştirme oranının değiştiğini her zaman akılda tutmalıyız. Britanya’nın yönetimi devralmasından iki yıl sonra yapılmış olan ilk nüfus sayımına göre, sadece 45,448 kişi olan Türk toplumu gibi bir toplumun demografik kaynağı olarak din değiştirmenin önemi, soyut ve dolaylı kanıtlarla değil, sadece böylesi tarihsel açıklama ve kanıtlar ışığında tam olarak değerlendirilebilir. Üç tam yüz yıllık Türk egemenliğinden sonra, büyük bir kısmı, Müslüman inancı örtüsü altında Hıristiyan olan kökenlerini saklamaya devam eden Türk toplumunun sayısının sadece 45,458 kişi olması önemlidir.

 
            EK
            Müslümanlığa geçmiş olan köylerin tablosu

Kaza                      Köy      Vergi ödeyen  Yaklaşık Hıristiyan  Çağdaş etnik-

         Hıristiyanlar   Nüfus (1825)(2)      dinsel durum(3)

          (1825)(1)

____________________________________________________________________                              

Morfu                    Denya                 2                 8-10                     Karma

Lefke                     Flasu                 29             116-145                   Karma

Orini                      Markin                5               20-25                     Türk

Kitrea                    Palekitron          23               92-115                   Karma

Larnaka                 Givisilin              3                12-15                    Türk

Mesarya                 Melunda              -                 -    -                      Türk

Mesarya                 Kukla                  9               36-45                     Türk

Mesarya                 Sinde                  7               28-35                     Türk

Mesarya                 Singrasi             17               68-85                     Karma

Hrisohu                  Skulli                  3               12-15                      Rum

Baf ve Kukla         Malunda              1                 4-5                        Türk

Baf ve Kukla         Prastyo                6               24-30                      Türk

Leymosun              Kandu                 6               24-30                      Türk

Kilanion                 Monyat               5               20-25                      Karma

Kilanion                 Monagrin            7               28-35                      Rum

Karpaz-Mağusa     Platanissos          7                28-35                     Türk
                                                                   ____             _______                  

                                                                   130            520-650

(1) 1825 vergi listelerine göre

(2) Katsayısı 4-5

(3) 1960 nüfus sayımına göre
 
(Yayımlandığı yer: HASDER Yıllığı 2010, Sayı:57)