26 Mart 2012 Pazartesi

1571 YILINDAN SONRA KIBRIS'IN ETNİK VE KÜLTÜREL YAPISINDA GÖRÜLEN DEĞİŞİKLİKLER

Ahmet AN

Kıbrıs, 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun yönetimine girene kadar, yüzyıllarca çeşitli etnik topluluk ve kültürün etkisiyle yoğrulur. Venedik dönemi sonunda ve Osmanlı işgali öncesinde, Kıbrıs'ta 200 bin kişi yaşamakta olup, bunlar arasında ezici çoğunluğu Kıbrıs Rumları oluşturuyordu. 6. yüzyıldan beri Ermeni, 8. yüzyıldan beri de Maronit topluluklarının adanın etnik yapısında yer aldığı bilinmektedir.
Latinlerden hoşlanmayan Ermeniler, Lefkoşa ve Mağusa'nın Türkler tarafından muhasarası sırasında Türkler'e yardım etmişlerdi. Lefkoşa'nın düşmesinden sonra, Latinlere ait olan Benedictine Manastırı, bu hizmetlerine karşılık olarak Ermenilere verildi. Baf Kapısı yakınlarında bulunan bugünkü Ermeni Kilisesi, o dönemden kalmadır.
Ermeni Gregoryan Kilisesi'ne bağlı olan Kıbrıs Ermenilerinin sayısı, 1907-1908 yıllarında II. Abdülhamid'in ve 1915-22 yıllarında Talât Paşa'nın uygulamalarından kaçıp, Kıbrıs'a yerleşenlerle birlikte bir ara 8 bine kadar çıkmışsa da, bu göçmenlerden çoğunun zamanla Amerika, Kanada ve Avrupa ülkelerine göç etmesi sonucu azalmıştır. 1960 yılında Kıbrıs'ta 3628 Ermeni varken, bugün 2200 kadar kalmıştır.
Eski Ermeni köyleri olarak bilinen Leymosun kazasındaki Armenohor, Baf kazasındaki Armenu, Mağusa kazasındaki Spathariko, Girne kazasındaki Kornokepos köylerinde bugün hiçbir Ermeni kalmamış olup, Ermeniler daha çok Lefkoşa, Larnaka ve Leymosun gibi büyük şehirlerde yaşamaktadırlar.
Yetim kalan Ermeni çocuklarının eğitimi için 1915'te Melkonian Kardeşler tarafından Lefkoşa'da kurulan Melkonian Enstitüsü ile özel Ermeni okullarında öğrenim gören ve gelenek-göreneklerine sıkı sıkıya bağlı kalmalarına rağmen, Kıbrıs Ermenilerinin Kıbrıs kültürü üzerindeki etkileri çok az olmuştur. Çoğu ticaretle uğraşan ve sayılarına oranla adada en yüksek hayat düzeyine sahip toplum olan Ermeniler, 1963 öncesinde dolaysız vergi olarak bütün Türklerden daha fazla vergi ödemekteydiler. 1963'ten beri Ermeniler tamamen Rum kesiminde yaşamaktadırlar.
Kıbrıs'taki Maronit topluluğu ise, Luzinyan ve Venedik işgalleri altında, sosyal ve ekonomik yönden gelişmişti. 12. yüzyılda adadaki 62 Maronit köyünde 80 bin Maronitin yaşadığı bilinmektedir. Osmanlı egemenliği döneminde Maronit köylerinin sayısında bir azalma görüldü. Ekonomik gerileme, baskı ve göçler sonucu, bu sayı 1686'da 10'a inmiştir. İngiliz sömürge döneminde ise, sadece 4 Maronit köyü kalmıştır. (Kormacit, Aya Marina, Karpaşa ve Asomatos) Daha çok Kıbrıs'ın kuzey bölgesinde bulunan eski Maronit köylerinde bugün, yalnız tarihi kalıntılar, özellikle manastırlar kalmıştır.
Sayıları 1960 yılında 2708 olan Maronitler, bugün 5 bin kadar bir nüfusa sahiptirler. 1974 sonrasında 4 binden fazla Maronit, Güney Kıbrıs'a göç etmek zorunda kalmıştı. Bugün Kuzey'deki Kormacit bölgesinde yaşayan Maronitlerin sayısı 600 kadardır.
Kıbrıs'ın Osmanlılar tarafından işgal edilmesinden sonra yeni yöneticiler, Latinlerin (Fransız ve Venediklilerin) ya Müslümanlığı, ya da Ortodoksluğu kabul etme koşuluyla, Kıbrıs'ta kalabileceklerini belirtmeleri üzerine, Latinlerin bir kısmı adadan ayrıldı. Geride kalanlar da Müslüman veya Ortodoks oldular. Latin toplumunun adada tekrar canlanışı, 18. yüzyıl sonlarına doğru, genellikle Larnaka'da oturan dönmelerin tekrar Katolikliği kabul etmeleriyle başlar. Bunun nedeni, Larnaka'da açılan yabancı konsoloslukların himayesiydi. Latinler zamanla, Larnaka sosyetesinin üst tabakasını oluştururlar.
1960 yılında sayıları 4505 olan Kıbrıs Latinleri, halen 1100 kadar olup Latin Kilisesi, Kudüs'teki Latin Patrikliği'ne bağlıdır. Latin toplumu genellikle varlıklı ailelerden oluşmaktadır ve eğitim alanında ada çapında faaliyet göstermektedir. Lefkoşa ve Leymosun'daki Terra Santa Lisesi ile Fransız rahibelerince yönetilen Lefkoşa ve Larnaka'daki St. Joseph Liseleri örnek olarak verilebilir. Adadaki Latin topluluğu, Rum toplumu ile yakın ilişkiler içinde olup, onların dil ve kültürlerini benimsemiştir.
Osmanlı donanmasının Kıbrıs'a saldırıyı başlatması ardından, ilk olarak Temmuz 1570'de Leymosun, Larnaka ve Girne ele geçirilmişti. Lefkoşa ve Mağusa'nın da düşmesinden sonra adanın Osmanlılar tarafından fethi, 1 Ağustos 1571'de tamamlandı. Kıbrıs Beylerbeyliği'ne atanan Sinan Paşa'ya gönderilen 9 Ekim 1571 tarihli bir fermanla, adada yaşayan nüfusun sayılması ve gelir kaynaklarının belirlenmesi istendi.
Fetih öncesinde 200 bin kadar bir nüfusu olan Kıbrıs'ta 1562 yılında yapılan bir tespite göre, 246 köy devlete aitti. Latin Kilisesi ile asilzadelere ait köy sayısı ise, 567 idi. Kıbrıs köylüleri hiçbir toprağa sahip değildi.
Osmanlılar, ele geçirdikleri topraklardan alınacak vergileri tayin etmezden önce, o ülkede nüfus ve arazi tesbiti yaparlardı. Bu sayımlarda, konuya vakıf yerli Hıristiyanlar ile dönmeleri kullanırlardı. Kıbrıs'ta nüfus ve köy sayımı yapılırken, hem Latin lordların kayıtlarından, hem de Lefkoşa'nın düşmesinden sonra dağlardan inip teslim olan ve para ödeyip reaya statüsünü kabul edenlerden yararlanıldı. Lefkara'daki Rum papaz ile bir Rum ailesi Türklere yardım ederek, halkın barışçı yoldan teslim olması için onları ikna etti. Bu ailelerin yardımlarına karşılık, sonradan onlara bazı yönetim görevleri verildi.
Yapılan nüfus sayımında, adada yaşayan bütün Hıristiyan nüfus 150 bin olarak tespit edilmişti. Latinlerin malları ve kiliseleri ellerinden alındı. O sırada Venedik'te bulunan Latin Başpiskoposu Mocenigo canını kurtarmıştı, ama Mağusa komutanı Bragadino vahşice öldürüldü. Topraksız kalan Latinler kimliklerini saklıyorlardı.
7 Mart 1573'te Venedik-Osmanlı barış antlaşmasının imzalanmasının ardından, adadaki Latin toplumu ve kilisenin varlığına yeniden izin verildi. Bazı toprak sahiplerine toprakları geri verildi, bazıları da Rum sipahi olarak görevlendirildi. Daha sonra Latinlerin bir kısmı, resmen tanınan iki toplum olan Rum veya Türk toplumlarının dinini benimseyerek, bu toplumlar içinde asimile oldular. Örneğin Mağusa'nın Latin dönmeleri, Luricina köyüne yerleştirilmişlerdi. Latin asilzadelerin fidye ödeyerek Müslümanlığı kabul etmeleri veya Türklerle evlenmeleri, aile mülkünü ve sahip oldukları sosyal etkiyi korumayı amaçlıyordu. İlk saray dragomanları da, bu dönme asilzadeler arasından çıkmış olup, tercüman, yazıcı ve tahsildar olarak Osmanlı ile işbirliği yapıyorlardı. Bu görevler daha sonra Kıbrıs Rumlarına geçti. Dragomanların durumu, Kıbrıs'taki Osmanlı valisininkine benziyordu. Özellikle dağlık bölgelerdeki vergi ve yönetim sistemi sırf Rumların elinde idi.
Osmanlıların dini politikası, eski Romalılara benziyordu. Taraftarları itaat gösterip kendilerine hizmet ettikleri sürece, diğer dinlere hoşgörü ile davranıyorlardı. Kıbrıs'ta da din sorunu, daha önce Latin Kilisesi'nin baskılarına karşı mücadele etmiş olan Rum Ortodoks Kilisesi'nin çalışmasına yeniden izin verip, eski haklarının tanınmasıyla çözüldü. Bazı Yunan tarihçilerine göre, Osmanlı işgali, Kıbrıs Rumlarını Latinleşmekten kurtarmıştır. Başpiskopos halka söz geçirebiliyordu. Osmanlı devleti ise kurduğu askeri düzeni korumak için düzenli vergi ödeyecek bir tebaaya ihtiyaç duyuyordu. Eski hak ve imtiyazlarına kavuşan Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi, Rum tebaanın yönetiminde bir araç olarak kullanıldı.
1453 yılında İstanbul'un fethinden sonra İstanbul Patriği Gennadios'a da aynı şekilde davranılmıştı. Fatih Sultan Mehmet, onu saraya çağırarak, ona hediyeler vermiş ve Rum halkını temsil etmesini istemişti. Ortodoks Kilisesi'nin hiyerarşisi mahalle papazına kadar indiğinden, bu mekanizma ile vergilerin toplanması güvence altına alınmış oluyordu.
Aslen Bosna doğumlu bir devşirme olan Başvezir Sokullu Mehmet Paşa, Sırbistan'ın ele geçirilmesinden sonra kendi kardeşi Makarie'yi Sırp Patrikhanesi'nin başına getirmişti. Kıbrıs'ta da aynı şekilde bir uygulama oldu. 1571 yılı sonbaharında Sırp asıllı bir keşiş, ilk Kıbrıs Ortodoks Başpiskoposu olarak görevlendirildi. Ama kısa bir süre sonra yerine, İstanbul'da bulunmuş ve etkin bir dost  çevresi olan Cikko Manastırı keşişlerinden Timotheos d'Acre getirildi. Yeni başpiskopos, Rumlaşmış bir Latin asilzadesi olup, diğer dönmeler gibi Ortodoks hiyerarşisine girmişti. 1585 yılına gelindiğinde eski Ortodoks manastırlarıyla kilise mallarının çoğu, Rum keşişlerin denetimine girmiş ve gelişmeye başlamıştı.
Serdar Lala Mustafa Paşa'nın Kıbrıs'tan ayrılırken geride bıraktığı asker sayısı hakkında çeşitli rakamlar ileri sürülmekte ise de, resmi Osmanlı kaynakları 1572 yılında Kıbrıs'ta topçu, gönüllü, müstahfız ve azap olarak 2779 kişi ile 1000 yeniçerinin, yani toplam olarak 3779 askerin bulunduğunu kaydetmektedir. Başlangıçta düşünülen, Kıbrıs'ta 20 bin asker ile 2 bin sipahinin kalması planı, daha sonra uygulanmamıştır. Bu, Lala Mustafa Paşa'nın adanın savunma sisteminin mümkün olduğu kadar Kıbrıslı kaynaklarla düzenlenmesi politikasına uygun düşüyordu.
Kıbrıs'ta bulunan 5 kalede (Lefkoşa, Mağusa, Leymosun, Baf ve Girne) yaşayan askerlerden bir kısmının sonradan ailelerini de adaya getirdikleri şüphesizdir. Bu askerlerden bir kısmı da Kıbrıslı asilzade kız, kadın ve dullarla evlenmişlerdir. Örneğin Bodamya Kalesi'nin son Kornaro Lüzinyan hanımı, Manisalı sipahi İbrahim Menteşoğlu ile evlenmişti. (Günümüze kadar gelen Menteşoğlu ve Bodamyalızade ailesinin ilginç öyküsüne burada girilmeyecektir.)
Yeniçeriler her köye bir tane, her şehir veya semte birkaç tane olmak üzere dağıtılmışlar ve yerel Rum halkının böylelikle denetlenmesi sağlanmıştı. 18 Ekim 1572'de tamamlanıp padişahın onayına sunulan "Mufassal Defter"e göre, Mesarea ve Mazoto bölgelerindeki 76 köy bomboştu. Fetih öncesi yıllarda çeşitli nedenlerle artan dış ülkelere göç, fetih sırasında ve sonrasında da sürmüştü. Köy halkı da dağlara çekildiğinden ekim yapılmamış ve 1572 yılında kıtlık görülmüştü. Ancak 1579 yılında yerli reaya ve göçmenlere toprak dağıtılmasından sonra, tarımsal üretim artmış ve 1583'te Şam'a buğday satılabilmişti.
Muzaffer Paşa'dan sonra Kıbrıs'a beylerbeyi olarak atanan Sinan Paşa, II.Selim'e gönderdiği bir mektupta, Venediklilerden boşalan arazinin işlenmediğini, adanın imarı için yerli halk arasında yeter sayıda zanaatkâr bulunmadığını bildirdi. Bunun üzerine II. Selim, ada nüfusunu artırmak üzere Anadolu'dan Kıbrıs'a sürgün yoluyla gönderilecek göçmenlerin bu boş yerlere yerleştirilmesini kararlaştırdı. Adanın fethi henüz daha devam ederken çıkartılan fermanlardan ilki, 9 Nisan 1571 tarihli olup, Karaman eyaletinde oturan halkın  Kıbrıs'a göç etmesini teşvik ediyordu.  Göçmen nakline ilişkin genel iskan hükmü ise 21 Eylül 1571 tarihinde çıkartılmış ve Karaman, İçel, Bozok Alâiye (Alanya), Teke (Antalya)  Manavgat kadılarına gönderilmişti. Sözü geçen eyaletlere ait kasabalardaki her on aileden bir ailenin sürgün yazılması, Kıbrıs'a yerleşmek üzere gidenlerden iki yıl süre ile vergi alınmaması, seçilenler arasında çiftçi ve zanaatkârların bulunmasına özen gösterilmesi istenmişti. İlk genel sürgün hükmünde, bu şekilde 5720 hanenin Kıbrıs'a nakledilebileceği hesaplanmıştı.
Kıbrıs'a göç etmek isteyenlerin isimleri kaza kaza defter halinde tespit edilerek, bir nüshası da İstanbul'a gönderildi. 1572 yılında yapılan bu kayıt işlemine göre, Kıbrıs'a nakledilmek üzere 255 numaralı mevkufat defterine yazılan ailelerin sayısı, öngörülen 5760 hane yerine ancak 1689 olup, ait oldukları kasabalara göre dağılımı şöyle idi: Aksaray 225, Beyşehir 262, Endugi 145, Develihisar 197, Ürgüp 64, Koçhisar 88, Niğde 172, Bor 69, Ilgın 48, İshaklı 87, Akşehir 130 aile. Bu defterlerin incelenmesinde, göçmenlerin tamamen Türk ve Müslüman oldukları tespit edilmiştir.
Bu ilk kafileye ait 1689 hane veya göçmen ailesinden 777'si kendi istekleriyle Kıbrıs'a gidiyorlardı. Daha sonra Akdağ kazasından 84, Bozok kazasından 134 göçmen yukarıda sözü edilenlere ek olarak kaydedilmişti. Gidenlerin hepsi kasaba veya kazalardan olmayıp, çoğunluğu köylerdendi. Daha sonra diğer kazalardan ek olarak sevkedilenlerle birlikte, Kıbrıs'a gönderilen göçmenlerin 1743 hanesi köylerden derlenmişti. Geri kalanlar kaza ve nahiye merkezlerindendi.
1574 yılında sürgün yazılanların gidip gitmedikleri araştırıldığı zaman, yazılan bazı kimselerin başka yerlere kaçarak Kıbrıs'a gitmedikleri, gitmeyenlerin yerine başkalarının gönderildiği, bazılarının da bedel ödedikleri ortaya çıkmıştı. Bütün göçmenlerin Kıbrıs'ta kendi mesleklerini icra etmeleri için Osmanlı hükümeti tarafından bir emirname yayınlanmış, çiftçilerin asker kadrosuna tayin edilmesi önlenmişti.
43 numaralı Mühimme Defterine göre, Kıbrıs'a 12 bin ailenin nakledilmesi planlanmışken, 7 Ocak 1581'de ancak 8 bin kadar hane mevcut olup, nakledilmesi düşünülen miktarın üçte birinin adaya hiç gelmediği anlaşılmıştır.
Daha sonraki yıllarda Konya, Kırşehir, Çorum, Kayseri, Samsun, Çankırı Eskişehir, Ankara, Darende, Uşak'tan Türk aileleri, Kıbrıs'a gelerek hisarlarla çevrili şehirlerle boş Latin köylerine yerleştirilmişti. Kayseri bölgesinden gelenler arasında Ermeniler, İç Anadolu'dan Hıristiyan aileler, yörük aşiretleri, Suriye'den bazı Musevi aileleri ve bazı Rodoslular da Kıbrıs'a göç ettirilen sürgünler arasında idi.
Kıbrıs'ın fethinin ardından, Osmanlı devleti tarafından çeşitli tarihlerde Kıbrıs'a yerleştirilen Türklerin kesin sayısı hakkında herhangi bir kayıt bulunmamakla beraber, bunun 20-30 bin kadar olduğu tahmin edilmektedir. Artık Kıbrıs Türkleri ada nüfusunun kalıcı etnik bir parçası haline gelmiş ve sayıları toplam Kıbrıs nüfusunun üçte bir ile beşte biri arasında değişecektir. Kıbrıs'ta bundan böyle birbirinden tamamen farklı dil, din ve kültüre mensup iki ana etnik toplum yan yana yaşamaya başlayacak ve birbirlerini karşılıklı olarak etkileyeceklerdir.
Türkler tarafından yapılan ilk nüfus sayımında vergi verebilen Müslüman nüfus 20 bin, Hıristiyan nüfus da 85 bin olarak belirlenmişti. 1600 yılında adadaki toplam nüfus 110 bine düşmüştü.
Osmanlı yönetiminin başlangıç yıllarında Kıbrıs'taki refah düzeyi hakkındaki bilgiler değişiktir. 1572'deki korkunç açlık ve sonraki yıllardaki kuraklık ve çekirge istilaları ardından, 1579 yılında padişah hasları arasına alınmayan topraklar, timar ve zeamet olarak yerli reaya ve göçmenlere dağıtılmıştı. Yüzyıllarca süren feodal kölelik sistemi kaldırılarak, köylüler özgürleştirilmiş, kendilerine verilen topraklar üzerinde miras hakkı tanınmıştı.
1579 tarihli Ortelius büyük atlasında, Kıbrıs'ta bol miktarda şarap, tahıl, zeytinyağı ve şeker kamışı üretildiği ve adanın kârlı bir ticarete sahip olduğu yazılmaktadır. 1590-1600 yıllarında şeker kamışı üretimi, dıştan alınan ucuz şeker nedeniyle durdurularak, gelişmeye başlayan Avrupa endüstrileri için pamuk ve yün üretilmeye başlanır. Kıbrıs ve İzmir pamuğunun İngiliz Lancashire tekstil endüstrisinin kurulmasında önemli katkıları olmuştur.
Osmanlı hükümetinin, 50 yıl geçmeden reayadan alınan vergi miktarını artırması, Kıbrıslıları huzursuz ediyordu. Ada halkı kuraklık ve çekirge saldırılarından çok çekti. Zamanla ekonomik durumda gerileme oldu. 18 yıl süren çekirge istilaları 1628'de had safhaya vardı. İstanbul hükümeti, 1633 yılında kuraklığa karşı Panayia ikonunu adada dolaştıran bir grup Hıristiyanı engellemek isteyen yerli Müslümanlara müdahale etmek zorunda kalmıştı.
Osmanlı döneminin ilk yıllarında önceleri sadece Hıristiyan nüfus tarafından, daha sonra da hem Türk ağalarınca, hem de Rum-Türk Kıbrıslılarca Osmanlı yönetimine karşı isyan hareketleri düzenlenecektir.
Artan vergi yükünden ve tahsildarların elinden kurtulmak isteyen fazla sayıda köylü, Girit, Mora ve Korfu'ya göç eder. Kuzey'deki dağlık ve sahil bölgelerinde yaşayan Ermeni, Maronit, ve Arnavut azınlıklardan kalan nüfus da (Örneğin Tilliria, Kambili, Ayia Marina Skilluras, Platani, Kornokepos köyleri halkı) Müslümanlığa geçerler. Ama Hıristiyanlarla olan ilişkilerini kesmezler, Müslüman liderlere bağlı kalırlar. 1613 yılında bu bölgeyi dolaşan Pedros Aventanos, burada yaşayan dönme Türklerin, ülke dışından o bölgeye başka Müslüman Türklerin yerleştirilmesine karşı olduklarını yazmaktadır. (1860 yılında da adada yaşayan Rum ve Türk toplumları, Arap, Dürzi vd. Müslüman göçmenlerin Kıbrıs'ta yerleştirilmelerine karşı çıkarlar ve Larnaka'ya çıkışları önlenir.)
1640 yılında görülen büyük açlık, 1641'deki veba salgını o kadar çok insanın ölümüne yol açmıştı ki İstanbul'dan gelen bir müfettişin tespitlerine göre, adada yaşlı ve çocuklar dahil 25 bin reaya kalmıştı. Bu Osmanlı döneminin ilk nüfus sayımında gösterilen 85 bin reaya'ya kıyasla büyük bir düşüştü. (O zamanki 85 bin rakamı, fazla vergi toplamak için belki de yüksek tutulmuştu.)
Kıbrıs halkının acılarını sonunda dikkate alan Osmanlı hükümeti, adaya gönderdiği görevlinin verdiği raporun ardından Mağusa ve Baf paşalarını görevden alır; sadece Lefkoşa paşası görevinde kalır. Vergiler azaltılır, ama haraç eskiden olduğu gibi kalır. Ada dışına göç edenlerin geri dönmesi halinde, ilk yıl vergiden muaf tutulacağına dair bir hüküm çıkartılır.
Yerli ağalar topladıkları fazla vergi gelirleriyle zamanla servet yapmışlar ve adanın hakimi olmuşlardı. 1660 yılında yerli makamların açgözlülüğüne gem vurmak için Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Nikeforos ile üç piskopos, İstanbul hükümeti tarafından reayanın gayri resmi koruyucusu ve temsilcisi olarak tanınır. Artık başpiskoposlar kendi mühür ve kırmızı mürekkeple atılmış imzalarını taşıyan dilekçelerle halkın şikayetlerini doğrudan başvezire duyurabileceklerdi. Bundan sonraki yıllarda başpiskopos Nikeforos, Yakovos, Germanos, Silvestros ve Filotheos İstanbul'u ziyaret etmiş ve dertleri dinlenerek destek sağlamışlardı. (Daha sonra 1754 yılında, Başpiskopos Filotheos, Etnarh (milletin yöneticisi) olarak resmen Kıbrıs Rum halkının koruyuculuğuna atanacaktır.)
1670-1702 yılları arasında Kıbrıs, Osmanlı Donanması Komutanı Kaptan Paşa'nın himayesinde yönetilir. Ama yerli paşa ve ağalar, Kaptan Paşa'dan kopardıkları vergi toplama yetkisini kötüye kullanarak, ada halkı üzerindeki baskılarını artırırlar. Kendi aralarında rekabet ve kavgada, liderliği ele geçiren Lefkoşa ağalarından Mehmet Boyacıoğlu'nun padişaha karşı 7 yıl süren ayaklanması bu döneme rastlar.
Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'ne göre, 1670-75 yıllarında Kıbrıs'ta 30 bin Müslüman, 150 bin de Hıristiyan nüfus bulunuyordu. 1735, 1741 (Katedralden camiye çevrilen Ayasofya'nın minaresi yıkılmıştı) ve 1756 yıllarındaki yer sarsıntıları, 1757 ve 1758'deki kuraklık, çekirge istilası ve açlık ada halkının komşu ülkelere, Suriye ve Anadolu'ya göç etmesine yol açmış; 1760'daki veba salgını da adada yaşayan Türk ve Rum nüfusun üçte birinin ölmesine, köylerin boşalmasına yol açmıştı.
1764'de Muhassıl Çil Osman'a karşı halkın isyanı, 1765'de Girne Kalesi Komutanı Halil Ağa'nın Osmanlıya karşı ayaklanması, 1799'da yeniçerilerin isyanı, 1804'de Lefkoşa Türkleri ile çevre köylerin İsmail Ağa öncülüğünde Başpiskopos ve Muhassıl'a karşı ayaklanmaları, 1821'de Başpiskopos Kiprianos ile Rum halkı ileri gelenlerinin Vali Küçük Mehmet tarafından katli, 1833'de Gâvur İmam'ın isyanı, 1835'de Hüseyin Ağa'nın Rumlara karşı giriştiği katliam, Kıbrıs'ta yaşayan Türk ve Rum etnik toplumlarının gerek kendi aralarındaki, gerekse birleşerek yerli despotlara veya Osmanlı hükümetine karşı verdikleri mücadelelere örnek olup, ayrı bir araştırma yazısının konusudur.
18. yüzyılda adadaki ticaret gittikçe önem kazanmış, Larnaka önemli viskonsüllerin (konsolos yardımcılarının) ikamet yeri haline gelmişti. Avrupalı tüccarlar orada kendi ülke temsilcilerinin himayesinde yaşıyorlardı. Bu sayede elde ettikleri ticari üstünlük, Larnaka'da yaşayan Avrupalı tüccarların Leymosun'da yaşayan reaya tüccarlarını gölgede bırakmalarına ve ada dış ticaretini ellerine almalarına yol açar.  %20 faizle verdikleri ödünç paraların faizlerini Kıbrıs köylüsünden ipek, şarap, pamuk, tahıl vb ürün olarak Avrupa'ya satıyor ve ek kârlar elde ediyorlardı. Osmanlı hükümeti, çeşitli imtiyazlara sahip Larnaka'daki Avrupalı tüccarları vergiden de muaf tutuyordu.
Öte yandan Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposları da Osmanlı hükümetinden elde ettikleri imtiyazlar sayesinde adanın gerçek hakimleri durumuna geldiler. Başpiskopos, hem Rumlar, hem de Türkler tarafından adanın gerçek valisi olarak görülmekteydi. 1760-1769 yılları arasında Kıbrıs'ta yaşamış bir İtalyan olan Giovanni Mariti, "Türk yönetimi altında yaşayan ve Rum halkın yöneticilerinin  piskoposlar olduğu başka bir ülke bilmiyorum" diye yazmaktadır. Başpiskoposlar, padişaha hediye ve bağışlar göndererek onun üzerinde etkili oluyorlardı. Türk zaptiyeleri yanlarına alarak reayadan vergi toplamaya çıkan başpiskoposlar olduğu gibi, valilerin açgözlülüğünden halkı koruyanlar da vardı. Bu daha çok başpiskoposların eğitim düzeyine bağlı idi. Özellikle 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl başlarında umursamaz piskoposların sayısı fazla idi. Bu dönemde başpiskoposlar, daha çok Roma Katolik Kilisesi'nin eğitim sisteminin etkisi altında idiler. 1754 yılında Osmanlı hükümeti tarafından Etnarh olarak resmen tanınan Başpiskopos Filotheos, Lefkoşa'da bir okul açarak, Atina ve Kudüs'ten öğretmenler getirtti; Yunan edebiyatı ve müzik dersleri verilmeye başlandı. 1768-1810 yılları arasında Rum Ortodoks Kilisesi'ni yöneten  Başpiskopos Hrisanthos, kilise ve manastırları tamir ettirdi. Seçilen kilise yöneticileri, seçimden hemen sonra padişaha adını bildirir ve ona belli miktarda para gönderirdi. Padişah da yeni başpiskoposa içinde bütün haklarının yazılı olduğu bir berat gönderirdi. (Bu beratlardan sadece bir tanesi yayınlanmış olup, 1865'de Sultan Aziz'in Başpiskopos Sofronios'a gönderdiği berattır. Burada 1. Kilise malları, 2. Hıristiyanlardan vergi toplama, 3. Kilise kararlarının uygulanmasında hükümetin desteği için başvurma ve 4. Kilise mahkemeleri konularına ilişkin yetkiler belirlenmişti.)
1800-1880 yılları arası Kıbrıs'ın politik ve kültürel tarihinin en önemli yıllarıdır. Kıbrıs Rumları, dil ve din ilişkileri nedeniyle diğer Yunan bölgeleriyle kültürel yönden bağlarını koparmamışlardı. Yunanistan'da Osmanlı yönetimine karşı bağımsızlık hareketi gelişirken, Kıbrıs'ta da bir entellektüel aydınlanma ve milli uyanış başlamıştı. Ada dışında iken Kıbrıs Rumlarının umursamazlıklarıyla ilgili serzenişler duyan Başpiskopos Kiprianos, 1812 yılında klasikleri öğretmek için bir Hellenomuseion kurar. Kiprianos ayrıca Leymosun'da da bir okul açmıştı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun genişlemesi ve Fransız burjuva devriminin etkisiyle Avrupa'da milliyetçilik hareketleri yaygınlaşmış, Helenizm düşüncesi doğmuştu. Helen etnos'undan insanların çoğunluk nüfusunu oluşturduğu bölgelerin birleşmesi (=enosis) fikri, Filiki Eteria adlı bir örgütün 1780'lerde Bükreş'te Kontantin Rhigas tarafından kurulması ile politik ifadesini bulmuştu. Rhigas'ın 1798'de öldürülmesinin ardından hareket, 1814'de Odessa'da yeniden canlandı. Eteria görevlileri, 1818 yılından başlayarak Kıbrıs'ı da ziyaret etmişlerdi. Gerçi Kıbrıs, daha çok Müslümanların yaşadığı bölgelerle çevrili idi ve Anadolu ve adalardaki diğer Rum azınlıklar gibi, herhangi bir ayaklanmaya katılacak bir konumda değildi, ama Başpiskopos Kiprianos hareketi desteklemek için söz verdi.
1821 yılında Mora'da Osmanlı yönetimine karşı ayaklanan Yunanlılar, orada yaşayan Müslüman halkı öldürdüler. Padişah buna İstanbul'daki Ortodoks patriğini, ayaklanmanın hazırlayıcısı olarak görüp katletmesiyle cevap verdi. Olay, Kıbrıs'ı da etkiledi. Kıbrıs müsellimi Küçük Mehmet, adada yaşayan Rumları ayaklanmaya teşvik ettiği gerekçesiyle Başpiskopos Kiprianos'u 9 Temmuz 1821'de öldürttü. Başpiskopos ile birlikte kafası kesilenler arasında 3 metropolit, 400'den fazla kilise ileri geleni ve aydın orta tabakadan kişiler bulunuyordu.
1818 yılına kadar Hıristiyan dinini benimseyen Kıbrıs'taki az sayıdaki çingenenin Müslümanlığa geçişi, Hıristiyanlar'ın baskı altına alındığı bu dönemde, 1823'lerden sonra olmuştur. Herkesin istediği dini görüşe sahip olmasına izin veren ve dini ayrıcalık yapılmamasını isteyen padişah fermanına rağmen, 5 bin kadar Hıristiyanın 1821 sonrasında canlarını kurtarma korkusuyla İslam dinine geçtikleri gözlemciler tarafından kaydedilmektedir. Aynı şekilde kamu hizmetinde de çok az sayıda Hıristiyan görevlendiriliyordu. Bu dönemde ayrıca yeni kiliselerin yapımı yasaklanmıştı.
1821 yılına kadar kilise ve başpiskoposlarla işbirliği yapmayan Kıbrıs Rum halkı fakir ve yoksul olup, politik konulara karşı ilgisizdi. 1830 yılında kilise okullarının  yeniden açılmasından sonra, halk arasında Yunan kültür, gelenek ve politik ideallerinin yaygınlaşması için  eğitim çabaları arttı.
1832 yılında Yunanistan'ın bir krallık olarak bağımsızlığına yeniden kavuşmasından sonra, birçok Kıbrıslı Rum, Atina'ya giderek Yunan vatandaşlığına geçti. Reaya statüsünden kurtulan bu Rumlar, geri adaya döndükleri zaman, vergiden muaf olup, Avrupalı tüccarlar gibi bazı imtiyazlar kazanıyorlardı. Osmanlı yönetiminin Yunan vatandaşlığına geçenlerin sayısında artışa karşı çıkması üzerine, Yunan pasaportu taşıyan reayanın, önceden izin almadan Osmanlı vatandaşlığından çıkması yasaklandı.
1839'da Sultan Abdülmecit tarafından ilan edilen Gülhane Hatt-ı Humayunu'ndan sonra, Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu ile kilise mensubu yaşlı bir kişiye, yerel hükümetin Meclis-i İdaresi'nde ex-officio (memuriyet görevi nedeniyle) üye olarak katılma hakkı verildi. Böylece Kıbrıs Rumları ilk defa olarak yerel yönetimde temsil edilme hakkını kazanmış oluyorlardı. İstanbul tarafından atanan kaymakamın başkanlık ettiği 8 kişilik Divan'a Ermeni ve Maronit toplumları birer temsilci ile, Kıbrıs Türkleri de 4 temsilci ile katılıyordu. (Özellikle İngiliz sömürge döneminde belirginleşecek olan bu temsiliyet anlaşmazlığı, günümüze kadar gelecek ve Kıbrıs sorununun çekirdeğini oluşturacaktır.)
1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanı ile daha önce kaldırılan yasadışı vergi toplanması, bir kez daha teyid edilerek, Lefkoşa'da aynı zamanda sivil mahkeme görevini de gören divan yanında, 16 kazada Türk ve Rum üyelerden oluşan mahkemeler kurulur. Ortodoks Kilisesi mahkemeleri ise Rum toplumunun din ve aile sorunlarına ilişkin konulara bakıyordu.
Kıbrıs'ta bulunan İngiliz Konsolos Yardımcısı H.P. White 1862'deki yıllık raporunda, Kıbrıslı Rumları kurnaz ve gayretkeş olarak nitelerken; Müslüman Türklerin de fanatik olmadıklarını, şehir ve kasabalarda Hıristiyan komşularıyla uyum içinde yaşadıklarını, ama nüfusun çoğunluğunu oluşturdukları Lefkoşa'da üstünlüklerini gösterme çabası içinde olduklarını yazar.
Osmanlı yönetiminin son döneminde büyük toprak sahibi ve ticaretle uğraşan Hıristiyanlar, Kıbrıs'ta müreffeh bir hayat  yaşayan tek sınıfı oluşturuyordu. Zengin Hıristiyanlar, mahkemelere verdikleri rüşvetler sayesinde fakir Müslümanlarla aralarındaki anlaşmazlıklarda daima kazançlı çıkıyorlardı. Adanın vergi gelirlerinin hemen hemen hepsi İstanbul'a gönderiliyor, yol vergisi alınmasına rağmen ne yol, ne de köprü yapılıyordu.
Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi, kendi kurduğu okullarda kendi toplumunu, Yunan kültür ve geleneklerine göre eğitiyordu. Fransızca 1841'den sonra yabancı dil olarak öğretilmeye başlandı. Başpiskopos I. Makarios 1859'da Lefkoşa'da ilk defa kızlar için bir okul açtı. 1860 yılında Kıbrıs Valisi İshak Hafız Hakkı tarafından başpiskoposa gönderilen bir mektupta da görüleceği gibi, kilisenin başı, Kıbrıs Rumlarının Hıristiyanlık eğitimi için sorumlu kişi olarak Osmanlı hükümeti tarafından resmen tanınmıştı. 1893'de Mısır'daki Kıbrıslı göçmen aydınların oluşturduğu Kıbrıslılar Kardeşlik Derneği'nin mali yardımları ile Pancyprian Gymnasium kuruldu.
Öte yandan Kıbrıslı Türklerin eğitimi, 19. yüzyıl ortalarına kadar bir hayır işi olarak addedildiğinden devlet eli ile düzenlenmedi. Varlıklı kişilerin iyi niyetine terkedildi. Zengin kişiler tarafından bir hayır kurumu olarak açılan ve vakfa bağlanan sıbyan okulları ile medreseler (orta dereceli) daha çok din eğitimi yapan kuruluşlardı. Modern anlamda öğretim yapan ilk Kıbrıs Türk kuruluşu, 1862 yılında kurulan Rüştiye olmuştur. (1934'ten sonra ilkokul adını alacaktır.) Öğrenciler sıralarda oturmaya ve kara tahta kullanmaya başlamışlardı. Din eğitimi yanında müsbet bilimlere daha fazla yer verilmiş, Arapça ve Farsça'nın yanında Türkçe'ye de önem verilmiştir. Bugünkü lise düzeyindeki İdadi ise 1896'da kurulmuştu. Başlangıçta 5 yıllık olan bu okul 1945 yılına kadar Türklerin adadaki tek ortaöğretim kuruluşu olarak kalmıştır. İlk kız okulu ise, ancak 1901'de Kıbrıs Viktorya İslam İnas Mektebi adı ile  kurulabilecektir.
300 yıl süren Osmanlı yönetiminde, Türkler Kıbrıs'ta daha çok dini eserler inşa etmişlerdir. Bunlardan bir bölümü, eski kiliselerden bozularak yapılanlardır. Gotik mimarinin en güzel eserlerinden olan Lefkoşa'daki St. Sophia ile Mağusa'daki St. Nicholas Katedralleri minare, mimber ve mihrap eklenmesiyle camiye çevrilirken, Lefkoşa'daki St. Sophia katedrali yanındaki Ortodoks Katedrali de Bedesten (kapalı çarşı) olarak kullanıldı. Lefkoşa'daki Ömeriye Camii (eski St. Augustin Kilisesi), Haydarpaşa Camii (eski St. Catherine Kilisesi), Araplar Camii (eski Stavro tu Misiriku Kilisesi) ve şimdilerde Belediyeler Birliği olarak kullanılan bina (eski Latin başpiskoposlarının sarayı) diğer örneklerdir.
Doğrudan Türkler tarafından yapılan küçük camilerin toplam sayısı 200 kadar olmakla beraber, bunlardan en önemlileri Lefkoşa'daki Bayraktar, Arap Ahmet ve Sarayönü Camileri, Dali'deki Ziya Paşa Camii, Larnaka'daki Seyit Ahmet Ağa Camii, Girne'deki Cafer Paşa Camii, Leymosun'daki Cami-i Cedid, Lefke'deki Pir Paşa Camii ve Lapta'daki Haydarpaşazade Mahmut Bey Camii'dir.
Larnaka Tuz Gölü yanındaki Hala Sultan Tekkesi ile Lefkoşa'daki Mevlevi Tekkesi tekkeler arasında  en önemli olanlarıdır. Fethin hemen ardından Lefkoşa'da Muzaffer Paşa tarafından yaptırılan Büyük Han ve daha sonra inşa edilen Kumarcılar Hanı, II. Sultan Mahmut Kütüphanesi, Larnaka'da Bekir Paşa'nın kendi parasıyla yaptırdığı su kemerleri, çeşitli çeşme ve mezar kitabeleri Osmanlı mimarisinin Kıbrıs'taki örneklerini oluştururlar.

(Söz gazetesi, Lefkoşa, 4-8 Şubat 1983)
(Yeni Düşün dergisi, İstanbul, Aralık 1986)
(Ahmet An, Kıbrıs Türk Kültürü Üzerine Yazılar, Lefkoşa, Ağustos 1999, s.14-26)



1 yorum:

  1. Hocam çok güzel bir yazı olmuş teşekkürler. Kıbrıs ezelden beri mutsuz yaşamış. İktidar hırsı ve ırkçı düşünce neler kaybedildiğini gösteriyor bu yazınız ile. Teşekkürler...

    YanıtlaSil