Ahmet AN
Kıbrıs'ın kültürel geleneği, tarih öncesi zamanlara kadar uzanmakla beraber, adaya yerleşen kültürler arasında en çok Miken-Bizans kültürü etkili olmuş ve bu Lüzinyan işgali yıllarına kadar devam etmiştir. 16. yüzyılda Osmanlıların adayı el geçirmeleri ardından, Anadolu'dan getirilip Kıbrıs'a yerleştirilen yeni bir etnik unsur ve onların beraberlerinde getirdiği Türk-İslam kültürü, adayı bu heterojen kültür yapısıyla Doğu ve Batı arasındaki kültür sınırının bir parçası haline getirmiştir.
Ada nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Rum toplumu, yüzyıllar boyunca yabancı yönetimler altında dil, din ve kültürünü korumayı başarmış ve Osmanlı döneminin başlamasıyla da, Latinleşmenin etkilerinden arınarak, dini ve politik özgürlüğüne kavuşmuştur. Yabancı unsurlara karşı direnmede Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi'nin büyük bir rolü olmuştu. Osmanlı padişahı tarafından adada yaşayan Hıristiyan reayanın koruyucusu ve yöneticisi olarak tanınan Başpiskoposlar, zamanla Osmanlı hükümetlerinden elde ettikleri imtiyazlar sayesinde, adanın gerçek hakimi durumuna gelmişler ve hem Türkler, hem de Rumlar tarafından adanın gerçek valisi olarak görülmeye başlanmışlardı.
Ortodoks Kilisesi, 18. yüzyılın sonlarına doğru ve özellikle 1800-1880 yılları arasında eğitim ve kültür yönünden bir aydınlanmanın öncülüğünü yapmış ve Kıbrıslı Rumlar dil, din ve kültürel açıdan sürekli ilişki içinde oldukları diğer Yunanca konuşulan bölgelerdekine paralel olarak bir ulusal uyanış ve entellektüel aydınlanma dönemine girmişlerdi.
Kıbrıs Rum toplumunun etnik-ulusal bilincinin oluşmasında ve bunun korunmasında kilisenin dil ve kültüre verdiği önem büyüktü. Kutsal kitap sayılan İncil'in dilinin Yunanca olması ve duaların aynı dilde yapılması nedeniyle halk, günlük hayatta kullandığı dille bunu özdeşleştirerek diline ve dinine bağlılığını sürdürmüştü. Yunanistan'la olan mesafenin uzaklığı ve ilişkilerin sınırlı olması yüzünden, Kıbrıs Rumcası, dilin Yunanistan'daki gelişimine ayak uydurmamış ve eski saf Yunan dialekti olarak korunmuştu. Bu, Kıbrıslı Rumlar için ayrı bir ulusal gurur kaynağı oluştururken, eski Yunan klasikleri de milliyetçiliğin temellerini besliyordu.
Ortodoks Kilisesi dini etkisi yanında, Osmanlı hükümeti adına Hıristiyanların vergilerini toplama görevini de üstlendiğinden, halk üzerinde belli bir politik egemenlik de kazanmıştı. 1754'lerden başlayarak açılan Rum okullarına mali destek de yine kilise tarafından sağlanıyordu. Daha sonra milliyetçiliğin eğitime egemen olması ile kilise, politik bir partiye dönüştü. Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi özellikle İngiliz sömürge yönetimi döneminde, ilk ve orta öğretim üzerindeki milliyetçi etkilerini artırarak muazzam politik bir güç elde etti. Kıbrıs Rum toplumunun kilise ve dine dayalı bu teokratik yapısı nedeniyle, eğitim, politika ve kültür kurumları birbiriyle içiçe olarak gelişmiş ve milli hedef enosis (Yunanistan'la birleşme) doğrultusunda etkin çalışmalarda bulunmuştur. Kilise hem kendi gelirlerini artırmak, hem de okulları, gençleri, öğretmenleri ve bütün halkı Yunanistan'a bağlamak için büyük çaba harcamıştır..
Öte yandan Osmanlı döneminde Kıbrıs'a yerleştirilen Anadolu Türkleri geleneksel sosyal, tarihsel ve doğal çevrelerinden ayrılmakla beraber, yine Osmanlı yönetimi altında yaşamlarını sürdürüyorlardı. Ekonomik ilişkiler ve sosyal yapı yönünden pek bir değişiklik olmamış, maddi kültür elemanları hemen hemen aynı kalmıştı. Ama beraberlerinde getirdikleri etnik özellikler, zamanla çevreye bağlı olarak değişim göstermiştir. Burada önemli olan, yeni varoluş şartları altında Kıbrıs'a yerleşen Türk toplumunun kendi kendini yeniden üretirken bazı geleneksel etnik özelliklerini koruduğudur. Ama bu özellikler onun görece kalıcı karakterini oluşturmaktadır.
Kıbrıs'a bu yolla getirilen Anadolu Türk-İslam kültürünün kökenlerine bakmakta da yarar vardır. Türk boyları, Orta Asya'daki anayurtlarını yeni yerleşim bölgeleri aramak için terkederken, kendilerine ait bir öz kültüre sahiptiler. Ancak Anadolu'ya yerleşmezden önce, yolda karşılaştıkları halklardan etkilendiler. Anadolu Türk-İslam kültürü, belli oranlarda Fars, Arap ve Bizans Rum kültüründen etkilenerek oluşmuştur. Türkler, göç boyunca veya yerleştikleri her yeni bölgede, şehir ve kırlarda yaşayan halklardan yeni bir din, kültür, örgütlenme şekli, yiyecek, giyecek ve hatta gelenek-göreneği alıp benimsediler.
Kıbrıs'a yerleşen Türkler de yüzyıllarca bir arada yaşama ve karşılıklı temas sonucu, Rum toplumundan kültürel ve folklorik yönden etkilenmiş ve ona kendi kültüründen birçok değerler vermiştir. Bunun sonucunda bazı ortak kültürel ve folklorik unsurlar oluşmuştur. Kıbrıs halk kültüründeki bazı motifler o kadar çok içiçe geçmiş, karışmıştır ki, hangi toplumun ne verdiği, hangi toplumun ne aldığını kestirmek adeta imkansızlaşmıştır. Rum ve Türk toplumlarına ait şehir mimarisi, köşkleri, geniş pencereleri ve sofaları ile Anadolu ve Balkanlardaki mimariyi andırır. Kökeni Bizans mimarisine kadar uzanır. Hanaylı evlerin kökeni ise, eski Pompei'den gelir. Gotik mimariden gelen kırık kemer de şehir ve kırsal alandaki halk mimarisinde çok yaygın olup, hem Rumlarda, hem Türklerde görülmektedir. Aynı kemer, bir döneme ait Rum kiliseleriyle Türk camilerinin bir özelliğidir. Mimarinin sadece dış özelliklerinde değil, evlerin iç yapısında da benzerlikler vardır. Evlerin yapılış şekli odaların sayısı ve yerleri, her iki toplumda aynıdır.
Osmanlı yönetiminin sonuna doğru 19. yüzyılın ortalarında, Hıristiyan Rum toplumuna mensup bazı varlıklı ileri gelenler, bir sınıf olarak gelişmeye başlarlar. Bunda Rumların ticarete verdikleri önem ile Yunanistan'daki milliyetçilik ve aydınlanma hareketinin Kıbrıs'ta da yayılmasının rolü vardır. Bu zengin Rumlar, evlerinin mimari tarzında ve giyinişlerinde, adanın yöneticileri olan Türkleri taklit ediyorlardı. Gerçi çoğu Türkçe konuşabiliyordu, ama Kıbrıs'ta Rum okullarının kurulması ve Yunan edebiyatı ile kültürünün yaygınlaşması için büyük çaba sarfedilir ve hatta Yunanistan'daki bağımsızlık savaşına bile katılmalar olur.
Kıbrıs'taki Müslüman-Türk toplumu ise yönetim hiyerarşisindeki askerlerle, Anadolu'dan gelip Kıbrıs'a yerleşen nüfustan ve çok az sayıda da olsa yerel, Hıristiyan dönmelerden oluşuyordu. Zaman içinde şehirlerde zengin toprak sahibi ve zanaatkarlardan oluşan bir sınıf gelişmiş, kırsal kesimde ise çiftçi ve çobanlar çoğunluğu meydana getirmişlerdi. Kırsal bölgelerdeki Rum ve Türk köylüler, hemen hemen aynı şekilde yaşıyordu. Tek fark, Türklerin Müslümanlığa inanmaları idi. Kıbrıs'ın yeni halk kültürünü oluşturan ve yaratan, kırsal kesimdeki bu köylülerle şehirlerdeki zanaatkar orta tabakalardı.
Kıbrıs'ta Osmanlı yönetimi sona erdiği ve İngiliz dönemi başladığı zaman, her iki toplum yapısında başlangıçta büyük bir değişiklik olmamış ve aynı kalmıştı. Belli ticaret alanları, inşaat ve marangozluk sadece Rumlar tarafından, ebelik, halk hekimliği, yorgancılık ve dokumacılık da sadece Türkler tarafından yapılıyordu.
İngiliz döneminde birçok politik kısıtlamalara rağmen, Kıbrıslı Rumlar ekonomi, eğitim, kültür ve sosyal alanlarda Türklerden daha erken ve hızlı bir şekilde kalkınıp ilerlediler. Özel kültürel örgütler ve dernekler kurdular ve Kıbrıs, entellektüel bir merkez haline getirildi. Daha önce de değinildiği gibi, bunda Rum Ortodoks Kilisesi'nin büyük örgütleyici bir rolü olmuştur. Avrupa'daki burjuva hareketinin Yunanistan üzerinden Kıbrıs'a yansıması da önemli bir faktördü. Oysa Kıbrıslı Türkler, aydınlanma döneminin başlaması için Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasını ve Atatürk aracılığı ile Batı'daki çağdaş kurumların, örnek aldıkları Türkiye'ye getirilmesini bekleyeceklerdi. Böyle olmasına rağmen, Kıbrıs Türkleri, birçok yönden Türkiye Türklerinden daha ilerici ve çağdaş gelişmeye açık bir toplumu oluşturuyordu. Bunun nedenlerinden biri de, Rum toplumu ile uzun bir süre bir arada yaşamış olmanın getirdiği etkilenmelerdi.
Bilindiği gibi ekonomik ilişkiler, herhangi bir toplumun üst yapısında belirleyici olan temel faktördür. 1974'lere kadar Kıbrıs ekonomisi, bir bütün olarak çalışmış ve Türk-Rum olmak üzere birbirinden kesinlikle ayrılmış iki ekonomik birim, bütün zorlamalara rağmen oluşturulamamıştı. Bu nedenle Türk ve Rum toplumları, ekonomik alanda tam bir içiçe yaşama ve sayısız karşılıklı ilişkiler içinde olmuşlardı. Osmanlı döneminden beri hem Türk, hem de Rum üreticiler, ürünlerini aynı yabancı temsilciye satmışlar ve ticari acenteliklerin hangi milliyetin elinde olduğunu da önemsememişlerdi. Milliyetçilik tohumlarının yeşermesi öncesinde, Türk ve Rum ayırımı yapılmaksızın ticaret yapılıyor ve işletme sahipleri iş verirken herhangi bir önyargı ile hareket etmiyorlardı. Birçok Rum ve Türk işçisi, Türk ve Rum işverenlerin yanında çalışıyordu. Osmanlı döneminde aşırı vergi alan valilere karşı ortak şikayetler için, her iki topluma mensup üyelerden oluşan heyetler İstanbul'a gidip, yerel sorunların çözümlenmesine çalışırken, İngiliz yönetimi öncesinde, bu ortak yaşam Rumların ulusal bilincinin gelişmeye başlaması ile ilk yaraları almaya başlıyordu.
Mentalite ve psikolojik yaklaşımlarda bazı farklılıklar olmasına rağmen, her iki etnik-ulusal toplum arasındaki gerilim ve anlaşmazlık konuları, İngiliz sömürge yönetimi altında daha da belirginleşir. Modernleşme süreci, hem pazarı hareketlendiriyor, hem de kapitalist bir toplum yapısı yaratıyordu. Ticaret ve şehirleşmenin gelişmesi, orta tabakaları genişletmiş ve her iki toplumda ulusal bilinci, birbirine paralel olmasa bile, birbirinin gelişmesini etkileyecek şekilde artırmıştır. Özellikle Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra yükselen Kıbrıslı Rumların enosis hareketi ile 1922'de Batı Anadolu'daki Yunan yenilgisi, bu kutuplaşmayı güçlendirmiş ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yer yer görülmeye başlayan asimilasyonu önlemiştir.
Burjuvalaşma sürecinde geç kalan ve sermaye birikimi ile iç pazarı ele geçiren Rum ticaret burjuvazisi ile işbirliğine yanaşmayan Türk toprak ağaları ve İngiliz işbirlikçisi toplum yöneticileri, 1950'lere gelindiğinde treni kaçırmış olduklarını anlamışlar ve İngiliz-Amerikan emperyalizminin Yakın Doğu'daki stratejik çıkarları doğrultusundaki politikaların aleti olmuşlardı. Bir Kıbrıs Türk ticaret burjuvazisi oluşturmayı amaçlayan "Türkten Türke" kampanyası da, "Ya Taksim, Ya Ölüm" politikasının ekonomik temelini oluşturmayı amaçlıyordu. Nitekim bu, ancak 15 yıllık bir gecikmeyle de olsa 1974 olayları sonrasında yaratılabilecekti.
Kıbrıs'ta yaşayan iki ana etnik toplum olan Türklerle Rumlar arasındaki kültürel ve folklorik ilişkilere yeniden dönecek olursak, bu ilişkilerin çok derin, eski ve verimli bir ortak yaşama dayandığını görürüz.
Önceleri sadece Mesarya bölgesindeki boş Latin köylerine ve hisarlarla çevrilmiş şehirlere yerleştirilen Türkler, daha sonra bütün adaya dağılmışlar, birçok köyde Rumlarla birlikte yaşamaya başlayıp, onlarla hayatın bütün alanlarında işbirliği yapmışlardı. Rum ve Türk köylü yığınları, geleneksel kırsal toplum yapısı içinde, aralarında başta din olmak üzere, bazı etnik farklılıklar olmasına rağmen, uyum içerisinde yaşayabilmişler ve üretim süreci içinde karşılıklı olarak birbirlerini etkilemişlerdi.
1572 yılındaki ilk Osmanlı nüfus sayımında 905 köy meskûn olup, 76 köy de boştu. Anadolu Türkleri Kıbrıs'a yerleştirilirken yeni köyler kurulmamış, eski köylere yerleştirilmişlerdi. Türklerin yaşadıkları köylerin adları da eskisi gibi kalmıştı. Pek az köye Türkçe ad verilmişti. 1891 yılına ait sayıma göre ise 702 olan toplam köy sayısından 342'si tamamen Rumlar, 114'ü de tamamen Türkler tarafından iskan edilmiştir. Her iki etnik unsurun karışık olarak yaşadığı köy sayısı ise 346 idi. Bu sayı 1931'de 252'ye 1960'da da 114'e iner. 1970'e gelindiğinde, toplam 602 köyden 444'ünde Rumlar, 110'unda Türkler yaşamakta olup, karışık köy sayısı ise, sadece 48 kadardı. Karma köyler sayısındaki azalış, doğal şehirleşme süreci yanında, özellikle 1920 ve 30'lar sonrasında her iki topluma mensup fanatik unsurların geliştirilip körüklediği milliyetçi ve ayrılıkçı politikalarla açıklanabilir.
Kıbrıslı Türklerle Rumların ortak yaşam ve karşılıklı etkileşimlerinde, ticaret ve iletişim dili olarak Rumca kullanılıyordu. Osmanlı döneminde resmi hükümet dili Türkçe idi ve Saray yöneticileri, Hıristiyan reaya ile Türkçe bilen resmi bir Rum tercüman (dragoman) aracılığıyla temas kurabiliyordu. Bunun yanında Rum orta tabakalarının ileri gelenleri ile özellikle karma köylerdeki bazı Rumlar, Türkçe biliyorlardı. Ama ada nüfusunun çoğunluğunu Rumların oluşturması, Rum kültür geleneğinin daha güçlü ve yaygın olması ve Türk nüfusunun büyükçe bir kısmının Rumca konuşabilmesi nedeniyle Kıbrıs'taki ticaret dili de Rumca olmuştu.
Ana dili olarak Rumca konuşan Türklere, daha çok Lefkoşa ve Baf kazalarında rastlanmakta idi. 1921 yılı nüfus sayımına göre, Lefkoşa kazasında 1019 ve Baf kazasında 350 Türk; 1931 yılı verilerine göre de Lefkoşe kazasında 1004, Baf kazasında 521 Türk, ana dili olarak Rumca konuşmakta idi. Bazı köylerdeki Türkler de hem Türkçe, hem de Rumca bildikleri halde, Rumcayı daha çok benimsemekte ve kendi aralarında da bu dili kullanmakta idiler. 1955'lere kadar Rumca konuşan Müslüman köyler adanın her tarafına yayılmıştı ve Rumlarla aynı geleneksel yaşam biçimini sürdürüyorlardı.
Yüzyıllarca süren ortak yaşam boyunca, Türkçe ve Rumca dilleri arasındaki bu yakın ilişkiler, aynı şekilde birçok Türkçe kelime ve deyimin Kıbrıs Rumcasına ve hatta "dimodigi" denen Yunan halk diline de girip yerleşmesine yol açmıştı. Bu daha çok Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Türkçe konuşan Rum bürokratlar, tüccarlar ve denizciler yoluyla olmuştu. Bölgede kendi dilinde öğretim yapan okulların olmadığı hallerde Türkler, Rum ilk ve ortaokullarına; Rumlar da Türk ilkokullarına gidiyorlardı. 1955'e kadar devam eden bu durum özellikle Dali, Bodamya, Luricina, Peristerona köyleri ile Baf ve Leymosun'da görülmekte idi. Yorgo A. Fassuliotis (1895-1944) adındaki bir Rum sanat öğretmeninin Leymosun Türk Lisesinde iki yıl süre ile ders verdiği kaydedilmektedir. Türkçe, 19. yüzyıl sonlarına doğru Lefkoşa Rum Cimnazyumunun müfredat programına alınırken, 1924'de de Mağusa'daki cimnazyumda öğretilmesi öneriliyordu.
1911 yılında 139 Rum, anadili olarak Türkçe konuşuyordu. 1921'de bu sayı 68'e inerken, 1931'de 146'ya yükselmişti. Rumca 1956 yılına kadar Lefkoşa Türk Lisesi'nde, 1974 yılına kadar da karma olan İngiliz Okulu'nda öğretilmekteydi. 1960 yılında Kıbrıslı Türklerin %38'i Rumca konuşabilirken, Türkçe konuşabilen Rumların %1 oranında olduğu kaydedilmektedir.
Eskiden Rum halk şairleri, Rum kiliselerinin köylerdeki azizleri onuruna düzenlenen panayırlarda, kendilerini dinleyen hem Rum, hem de Türklere seslenirlerdi. Çünkü bu tür şenliklere her iki toplumdan bireyler katılıyor ve şiirlerin konularını da Rum ve Türk gençleri arasında geçen aşk ilişkileri oluşturuyordu. Eleni'ye aşık olan Baf'lı Mustafa'nın şarkısı (Dragudion Mustafa du Pafiu), Mullali'nin oğlu Ahmet Ağa'ya aşık olan Karpaz Heptagomisi'nden Marikku ile ilgili şarkı (Marikkus apo Eptakomi Karpassias) bunlara örnek olarak verilebilir. Aynı şekilde geleneksel olarak Rumca söylenen Türk halk şiirleri de vardı. Bugün Kıbrıs Rum folklorunda yaşayan "çatışmaca"lar da bu ortak yaşamın ürünleridir.
Bir de Tillirya ve Karpaz yörelerindeki yaşlı bazı Türklerin Akritika şarkılarını Rumlarınkinden daha tam metinlerle bilip söyledikleri kaydedilmiştir. Rumca olduğu sanılan birçok masalın da Türkler aracılığı ile Rumlara ve Yunan halk edebiyatına geçtiği bilinmektedir.
Ama Kıbrıs Türk kültürünün Rumlar üzerine en etkili olduğu alan, halk müziğinde olmuştur. Kozan marşı, karşılamalar, zeybek ve oyun havaları ile birçok Türk halk türküsü, Rumlar tarafından zevkle dinleniyordu. Bunlardan çoğuna Rumca sözler yazılmış ve günümüze kadar, özellikle kırsal bölgede söylenegelmiştir. Örnek olarak şu şarkılar verilebilir: Kalenin bedenleri, Kadifeden kesesi, Ya muallim ya muallim, Çaresiz dertlere düştüm aman doktor bir çare, Oğlan oğlan kalk gidelim, Gelemem ben, Hani benim elli dirhem pastırmam.
Kıbrıslı Türk ve Rumların oynadıkları halk danslarının da birçok benzeyen yanları vardır: Sirto, Zeybekikos (Anadolu), Arabiye (Mısır), Susta (Girit), Orak oyunu (Kıbrıs), Çiftetelli (Anadolu) örnek olarak ilk akla gelenlerdir. Bunlardan bazıları aynı ortak kaynağa sahiptir. Örneğin zeybek oyunu. Halikarnas Balıkçısı zeybek dansının dionisyak kaynaklı olduğunun hoplama ve zıplamalardan belli olduğunu, zeybek sözünün de "obekhos, to bekos ve ibakkhi" sözlerinden geldiğini ve Batı Anadolu'da bu isimlerin tanrı Bakkhos tarikatına, ya da birlik derneklerine verilen adlar olduğunu yazmaktadır. Bakkhos, eski Anadolu halklarından olan Lidyalıların dilinde şarap tanrısına (Yunan mitolojisindeki Dionysos) verilen addı. M.Ö. 7. yüzyılda Bakkhos akımı Yunanistan'a ve Balkanlar'a yayılmıştı. Araştırmacı, zeybek dansını oynayan "ibakkhi"lerin Batı Anadolu'da özellikle Sardis, Aydın, Ödemiş bölgelerinde yaşadıklarını, Roma İmparatorluğu çağında bile Batı Anadolu'da "io bakkhoi" derneğinden söz edildiğini belirtmektedir.
Bir başka kaynak, zeybeklerin Bizansın Kibyrraiotoi ve Tharakesioi eyaletlerine bağlı denizcilerin son temsilcileri olduğunu ve Bizans ve Lüzinyanlar tarafından donanmaya alındıklarını yazar. İyi korsanlık yapan, cesur insanlar olan ve daha sonraları Türk gemilerine de alınan zeybeklerin adı, sahilden sahile dolaşıyordu. Aynı kaynak, zeybek dansı ile özel kıyafetinin bu denizcilerden kaynaklandığını ileri sürmektedir.
Yine zeybekler aracılığı ile birçok Rumca ve İtalyanca denizcilik terimi Türkçeye geçmiştir. Avrupa'nın bol pantolonu veya "vraka" -ki zeybeklerin denizcilik üniformasının bir parçasıydı- sahil kasabaları ile adalara yayılmış ve Rumlardan da Türklere "dizlik" olarak geçmiştir. Aradaki tek fark, Rum vrakasının görünüşte daha donuk ve gösterişsiz bir renge sahip olmasıydı. Bu renk genellikle siyahtı. Türkler daha çok beyaz dizlik giyerdi. Rumlar reayadan sayıldıklarından gösterişsiz ve basit giyinmek zorundaydılar. Bir de, Türkler kırmızı, Rumlar siyah kuşak kullanırlardı.
Kırsal alandaki Rum ve Türk toplumları arasındaki gelenek ve görenekler de birbirine çok benzemektedir. Aradaki fark, her birinin Allah'ı kendi dilinde çağırmasındadır. Göçebe bir kavim olan Türkler, şehir ve köydeki yerleşik hayata ilişkin görenekleri karşılaştıkları halklardan almışlardı.
Rum ve Türklerin doğacak bebeğin cinsiyetini öğrenme, evlilik hazırlığı, düğün, cenaze, çiftçi ve çoban hayatına ilişkin gelenekleri birbirlerine çok benzer. Rum gibi Türk çiftçisi de, tohumları arasına nar koyar ve ekim öncesi narı doğuya doğru döndürür. Rumlar da, Türkler de yeni doğan çocuğu buğday dolu tekneye koyarlardı. Tıpkı Yunan mitolojisindeki Dionisos'un Liknitis'i (tohum savurma sepeti) gibi. Dionisos üretkenlik tanrısını, Liknitis de çocuğun beşiğini temsil ediyordu.
Hem Türk, hem de Rum düğünlerinde "manassa" yapılırdı, yani gelinin çeyizi sergilenir, gösterilirdi. Bu eski bir Lüzinyan göreneği idi. Erkekler, içine evleneceği evi kendisi inşa ederdi. Lüzinyan kaynaklı olarak bilinen herse (ressin) yemeği de Rumlardan çok Türkler arasında yaygındır. Zaten pişmiş buğdayla etten yapılan herse, Anadolu'da da bilinmektedir.
Aralardaki din ayrılıklarına rağmen 1955'ler öncesinde, Cikko ve Apostolos Andrea, Türklerin en çok ziyaret ettikleri manastırlar arasında idi. Her yıl bazı Türkler bu manastırlara giderler, mum yakıp adak adarlardı. Bazı Rumlar da Türk hocalara muska ve okuma yaptırırlardı. Ölümden sonra Sırat köprüsünden geçileceğine dair inanç her iki toplumda yaygındır.
Rumların paskalya gününde Türk komşularına pilavuna ve boyanmış yumurta vermeleri, evlenme, vaftiz, doğum ve isim günleri törenlerine Türk arkadaşlarını da çağırmaları, Müslüman bayramlarında Türklerin Rumlara Türk tatlıları vermeleri eski göreneklerdendir. Dokuma ve diğer el sanatlarındaki motiflerde de bir etkilenme görülmektedir.
Toplumlararası anlaşmazlık ve çatışmanın boyutlarının henüz büyümediği dönemlerde, Rum okul, kulüp ve derneklerinin düzenlediği tiyatro oyunları Türkler tarafından da seyrediliyordu. Luricina'daki Türk öğrenciler, "Athanassios Diakos" adlı milli bir oyunu Rumca olarak birden fazla sahnelemişlerdi. Özellikle İkinci Dünya Savaşı dönemi ve sonrasında, Kıbrıslı Rumlarca sunulan hafif revüler ve operetler Türkler tarafından da izleniyordu.
31 Ocak 1939'da Leymosun Türkleri tarafından oynanan bir oyunun sahnelenmesinde büyük yardımları olan Nikos S. Nikolaides adlı bir Ruma, Leymosun Terakki Kulübü adına Dr. H. Denizer'in 4 Şubat 1939 günü bir teşekkür mektubu gönderdiği kaydedilmektedir. 1944'de oluşan Neo Lyriko tiyatro grubunun gösterileri bir süre Lefkoşa'nın Türk kesimindeki Beliğ Paşa Sineması'nda yapılmış ve gösterilere birçok Kıbrıslı Türk katılmıştı. O dönem Lefkoşa'sında amatör Türk tiyatrosu yeni yeni başlamaktaydı. 1947 yılında PEO sendikası tarafından kurulan Lefkoşa'daki Promitheas Tiyatrosuna da birçok Türk gidiyordu.
1970'lere kadar Rumlar tarafından oynanan önemli dünya tiyatro eserlerini Türkler de izleyebiliyor, aradaki yeşil hatlara rağmen Rum sinema, taverna, kabare ve dans salonlarının müşterilerini her iki toplumdan insanlar oluşturuyordu. Etnik temasın kesildiği 1974 yılından sonra, Türkler, Kıbrıs Radyo Yayın Korporasyonu'nun Televizyon yayınlarını izleyebilmekte ve kültürel yönden belli bir etkilenme söz konusu olabilmektedir.
Son olarak söylenebilir ki, 400 yıl süren Kıbrıs'taki iki ana etnik-ulusal toplumun ortak yaşamı çok zengin bir folklor birikimi yaratmıştır. Bu uzun süre içinde Türk toplumunun, nüfusun çoğunluğu içerisinde asimile olmayıp, kendi etnik özelliklerini koruyabilmesinde etkili olan, etnik birleşmeyi önleyici faktörler olarak dil, din, kültürel oryantasyon ve ulusal-psikolojik tavırlardaki farklılıklar ve bunlara bağlı olarak etnik stereotipler ile en önemlisi sadece kendi toplumu içinden biriyle evlenme (endogami) gösterilebilir.
Kaynakça:
1. Christodoulou, Menelaos, Peaceful Relations Between Greeks and Turks in Cyprus, in Cyprus- Today No. 3-4, May- August 1974, Nicosia.
2. Halikarnas Balıkçısı, Anadolu'nun Sesi ve Düşün Yazıları, Bilgi Yayınevi, Ankara
3. Hill, Sir George, A History of Cyprus, Cambridge University Press 1972, 4. Cilt.
4. Kyrris, Costas P., Peaceful Coexistence in Cyprus under British Rule (1878-1959) and After Independence, An Outline, Nicosia, 1977.
5. Kökdemir, Naci, Dünkü, Bugünkü Kıbrıs, Ankara 1956.
6. Lymbourides, Achilleas, Cyprus: The Island of Cyprus, Nicosia 1974.
7. Milletlerarası Birinci Kıbrıs Tetkikleri Kongresi (14-19 Nisan 1969) Türk Heyeti Tebliğleri-Ankara 1971.
8.Nagel's Cyprus Travel Guide, Geneva 1966.
(Söz gazetesi, Lefkoşa, 9-12 Şubat 1983)
(Yeni Düşün dergisi, İstanbul, Eylül 1988)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder