Kıbrıslı aydın Ahmet An'dan adadaki gelişmeleri, yakın geçmişin ışığında değerlendirmesini istedik. An'a göre adanın iki toplumunun bir arada yaşayabilmesinin yolu, birleşik mücadeleden geçiyor.
VOLKAN ALGAN
12.05.2021
Kıbrıs konusu
özellikle Doğu Akdeniz'deki enerji mücadelelerinin de artmasıyla yeniden
gündemde. Bir süredir ara verilen görüşmelerin yeniden başlatılabilme
ihtimalini tartışmak üzere geçtiğimiz günlerde Cenevre'de bir araya gelen
taraflardan yapılan açıklamalar henüz kayda değer bir ilerleme sağlanma
ihtimalinin görünmediğine işaret etse de kimsenin masadan kalkmak
istememesi önümüzdeki günlerde Kıbrıs'la ilgili yeni bir sürecin başlayacağını
düşündürüyor.
Kıbrıslı aydın Ahmet
An'dan adadaki gelişmeleri, yakın geçmişin ışığında değerlendirmesini
istedik. An'a göre adanın iki toplumunun bir arada yaşayabilmesinin yolu,
birleşik mücadeleden geçiyor:
"İki ana etnik
toplum olan Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler bir araya gelerek, emperyalist
dış güçler ve onların yerli işbirlikçilerine karşı anti-faşist ve
anti-emperyalist bir emekçi halk cephesini örmek zorundadırlar."
***
Kıbrıs konusu yeniden Türkiye'nin gündeminde. AKP
iktidarının Kıbrıs planı nedir sizce? Böyle bir plan var mı daha doğrusu?
AKP iktidarı, AB ile
olan üyelik görüşmelerinde Kıbrıs sorununu bir şantaj unsuru olarak kullanma
çabası içinde görülüyor. 1999 yılında AB tarafından aday ülke statüsüne kabul
edilmezden önce de Kıbrıs’ta “konfederal” bir çözüm konusunu gündeme getirmiş,
ama daha sonra toplumlararası görüşmeler “federal” bir anayasa oluşturma
yönünde sürdürülmüştü. 2004’de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye girmesi ardından,
gerek Hristofyas-Mehmet Ali Talat, gerekse Anastasiadis-Akıncı görüşmeleri
sonunda federal anayasanın birçok maddesinde yakınlaşma sağlanmıştı. 2017
yılında İsviçre’nin Crans Montana kentinde yapılan toplumlararası görüşmelere,
üç garantör ülkenin dışişleri bakanları da katılmış, ama 1960 Garanti
Antlaşmasının yerini alacak olan ve tek taraflı müdahale hakkının bulunmadığı
yeni bir “güvenlik sistemi” üzerinde anlaşmaya varılamamıştı.
Basın haberlerine
göre, Türkiye’nin talebi olan, Türk askerlerinin Kıbrıs’ta sürekli varlığını
sağlayacak stratejik bir anlaşma üzerinde fikir birliği oluşmadı. Öte yandan BM
Genel Sekreteri Guterres’in taraflara sunduğu çerçeve, garantilere ve müdahale
haklarına son verilmesini, Türkiye’ye ait asker sayısının ilk günden büyük
oranda azaltılmasını, çekilmenin kısa bir zaman zarfında- iki yıllık bir
sürede- gerçekleştirilmesini öngörmekteydi. Oysa Kıbrıs Rum tarafı, adada
kalacak Türk askerlerinin ne zaman ayrılacağının kesin olarak belirlenmesini
isterken, Türkiye ise anlaşılacak süre sonunda, durumun yeniden
değerlendirmesinden söz etmekteydi.
Kıbrıs Rum basınına
sızan başka haberlere göre, Türkiye, adanın kuzeyinde, güneydeki “egemen
İngiliz askeri üsleri” statüsüne benzer “egemen Türk askeri üssü”nün elde
edilmesinde ısrarlıydı. Nitekim Türk basınında, Türk işgali altındaki bölgede
inşa edilmiş, fakat daha sonra kullanılmamakta olan Geçitkale (Lefkonuk)
Havaalanının “insansız hava araçları üssü” olarak kullanılmaya başlandığı ve
Yeni İskele (Trikomo) sahilinde de bir deniz üssünün yapılacağına ilişkin
haberler yayımlatılmıştı. 1974’den beri dikenli tellerle çevirili bulunan, Maraş
kentine ait bir sahil şeridinin büyük bir kampanya ile “piknik amaçlı” olarak
açılması da, yine Türkiye’nin istediğini elde etme planlarında bir tehdit
unsuru olarak kullanıldı. AB ile önümüzdeki Haziran ayında yapılacak
görüşmelere kadar, genelde dış politikasında sorunlar yaşamakta olan
Türkiye’nin hangi tehdit ve şantaj unsurlarını kullanacağı, bunlarda başarılı
olup olmayacağı zaman içinde görülecektir.
Siz yazılarınızda Türkiye'deki iktidarın Kıbrıs'ın
demografik yapısına dönük müdahalelerine dikkat çekiyorsunuz. Buradaki amaç
sizce ne? Kıbrıs'taki Türk nüfusunu artırmak mı, Kıbrıs'ın sosyo-kültürel
dokusunu değiştirmek mi?
Türkiye, 1974’de
adanın askeri olarak işgalinin hemen ardından önce Şubat 1975’de “Tarımsal
İşgücü Protokolü”, daha sonra 2 Mayıs 1975’de “Kıbrıs’ın Türk Bölgesindeki
İşgücü Açığının Türkiye’den Gönderilecek İşgücü İle Kapatılmasına İlişkin
Yönetmelik” çerçevesinde, adanın işgal edilmiş bölgesine nüfus aktardı. (https://can-kibrisim.blogspot.com/2014/04/kuzey-kibrisin-turkiye-tarafi…)
Türk ordusunun ikinci harekat sırasında, adanın kuzeyinde ilerlerken, ev ve
mülklerini geride bırakarak, adanın güney yarısına giden Kıbrıslı Rumların ev,
tarla ve hayvanları, Anadolu’dan getirilen bu göçmenlere dağıtıldı. Oysa 1949
tarihli “Savaş Zamanlarında Sivil Kişilerin Korunmasına İlişkin Dördüncü
Cenevre Sözleşmesi”nin 49 (6). maddesi, yabancı bir ülkenin düşmanca işgali
durumuyla ilgili olarak şöyle demektedir: “İşgalci güç, işgal ettiği bölgeye,
kendisine ait sivil nüfusun bir kısmını aktaramayacak veya sürgün yoluyla
göndermeyecektir.”
Türkiye, 1974’den
başlayarak, on binlerce Anadolu kökenli sivil nüfusu Kuzey Kıbrıs’a
yerleştirerek, bu uygulamayı günümüze kadar da sürdürmüş ve Cenevre
Sözleşmesini çiğnemiştir. Bu da yetmezmiş gibi, bu yerleşimcilere 1983’de ilan
edilen yasadışı “KKTC” devletinin yurttaşlığını da vererek, onları gerek
milletvekilliği, gerekse başkanlık seçimlerinde oy deposu olarak kullanmıştır.
2004’de yapılan Annan Planı oylamasında da, “KKTC”nin AB’ye girmesi umuduyla,
bu yerleşimcilerin olumlu oy kullandıkları bilinmektedir.
Anadolu'dan getirilen
yerleşimciler tarafından, sömürgeleştirme yoluyla demografik yapıda sağlanan
değişimlerin ardında, özellikle Türkiye'deki AKP hükümetleri döneminde, etnik
olarak Kıbrıslı Rumlardan arındırılmış olan adanın kuzeyindeki bu bölgede
yaşayan nüfus içinde artan din propagandası ile yerleşimcileri inceleyen bir
araştırmamda konunun ayrıntıları yer almaktadır: http://can-kibrisim.blogspot.com/2019/10/tarihsel-acdan-kbrs-turk-toplumu-ve.html
Kıbrıs'ın kuzeyinde halkın günlük yaşamını da
etkileyen sorunlar nedir diye sorsak neler söylersiniz? Kıbrıs’ta da tek sorun
adanın siyasi statüsü mü?
Bugün Türk ordusunun
işgali altında yaşayan gerek Kıbrıslı Türk, gerekse yerleşimci, ya da 3. ülke
vatandaşı üniversite öğrencilerinin en büyük sorunu, sürekli olarak istikrarsız
bir siyasal, ekonomik ve sosyal bir yapı içinde yaşamak zorunda kalmalarıdır.
1976 yılından beri bu bölgede para birimi olarak Türk Lirası kullanıldığından,
TL’nin yabancı paralar karşısındaki değer yitirmeleri, hayat pahalılığını büyük
ölçüde etkilemektedir.
Son 45 yılda “KKTC”
denen ayrılıkçı yapıda 42 hükümetin kurulduğu göz önünde tutulursa, nasıl bir
siyasal ortamın olduğu tahmin edilebilir. Bu süre içinde “parlamento”da kurulan
birçok komisyon, çeşitli dönemlerdeki yolsuzlukların üzerine gitmekte herhangi
bir başarı elde edememiştir.
Gündelik hayatın
aynası olarak kitle iletişim araçlarına bir göz atacak olursak, her gün artan
sayıda hırsızlık, tecavüz, fuhuş, yaralama, cinayet ve uyuşturucu suçları
dikkati çekmektedir.
Sayıları şimdilik 14
olan KKTC üniversitelerinde, 120 farklı ülkeden 75.000'den fazla öğrenci ve 50
farklı ülkeden akademisyen bulunmaktadır. Bu kadar çok öğrenci, yerleşimci,
işçi ve sözde turistin, Kıbrıs'ın işgal altındaki bölgesine herhangi bir
denetim olmadan gelmesinin getirdiği birçok dezavantajı göz ardı etmemek gerek.
Örneğin Ocak 2006 ile Aralık 2016 arasında geçen 11 yıl boyunca, Ağır Ceza
Mahkemesi’nde toplam 5.818 dava açılmıştır. Bunların dağılımı şu şekildedir: 19
cinayet, 525 cinayete teşebbüs, ciddi yaralanma, 508 silah, patlayıcı ve bıçak
kullanma, şiddet ve tehdit ve 2.157 uyuşturucu suçu. 2016 rekor kıran bir yıldı
ve o yıl içinde 20.491 dava açılırken, bunlardan 13.730'u ödenmeyen borçlara
aitti.
Öte yandan
Türkiye’nin KKTC ile olan ekonomik ilişkilerine göz atacak olursak, işgalci
ülke tarafından bu bölgeye 2019 yılında 1.3 milyar dolar değerinde ihracat
yaparken, bu bölgeden ancak 62.4 milyon değerinde mal ithal edilmişti. Bu
rakamlar, aradaki dengesiz ekonomik ilişkiyi yansıtmaktadır.
AKP'nin de seçim sürecine agresif bir şekilde müdahale
etmesiyle Ersin Tatar'ın Cumhurbaşkanı seçilmesinin önümüzdeki süreçte nasıl
bir etkisi olur? Kıbrıs'ta seçim sonuçlarına bakınca kimlerin, neye göre
oy verdiğine dönük bir analiz yapmak mümkün mü? Örneğin Kıbrıs nüfusuna dönük
müdahalelerin bu sonuçta bir payı var mı?
AKP rejiminin
Kıbrıs’ın işgal altında tutulan bölgesindeki müdahaleleri, bir süreden beri
daha açık bir hal almıştır. Özellikle Ekim 2020’de yapılan Başkanlık
seçimlerinde, arkasına AKP desteğini alan Ulusal Birlik Partisi Genel Başkanı
ve Başbakan Ersin Tatar, seçim kampanyası sırasında “egemen eşitlik” ve “iki
ayrı devlet” politikasını savundu. Daha çok Türkiyeli yerleşimcilerin yaşadığı
Mağusa ve Yeni İskele bölgelerinde 2. turda sağladığı %9’luk oy artışı
sayesinde, federal bir çözümü destekleyen Akıncı’yı 4,412 oy farkıyla geride
bırakmış oldu.
İkinci dönem görev
yapmak için Başkanlık seçimine katılan Mustafa Akıncı, bir TV söyleşisinde, 45
yıllık siyasal yaşamı boyunca Türkiye tarafından böylesi bir müdahalenin
yapıldığını hiç görmediğini söyledi. “KKTC”deki TC Büyükelçiliği’nin, kendisi
aleyhine çalışan bir büroya dönüştüğünden şikayet etti. Türkiye’deki iktidar
partisi AKP ile onu destekleyen MHP’ye ait milletvekillerinin köyleri gezerek,
kendisi aleyhinde kampanya yürüttüklerini sözlerine ekledi.
Örneğin Tatar yanlısı
propaganda kampanyasında yer alan Türkiyeli milletvekillerinden biri de, MHP
Kütahya milletvekili Ahmet Erbaş idi. Erbaş, Lefkoşa’daki Golden Tulip ve
Girne’deki Grand Pasha otel ve kumarhanelerini bünyesinde bulunduran Pasha
Oteller Grubu’nun sahibi olup, kendisine ayrıca “KKTC” vatandaşlığı da verilmiş
bulunuyor. Son olarak Akdeniz Karpaz Üniversitesi’ni de satın alarak, Grup
bünyesine katmıştır. MHP milletvekili Erbaş’ın çalıştığı bölgelerin tamamında
Ersin Tatar’ın birinci olarak çıkması dikkate değer. Erbaş’ın, 30 gün içinde
Ersin Tatar’la birlikte 69’u köy olmak üzere, 189 bölgeye gittiği belirtildi. (http://can-kibrisim.blogspot.com/2021/04/tatarin-baskan-olarak-sectirilmesi-ve.html)
İlginçtir, Tatar seçim gecesi yaptığı açıklamada TC Başkanı Erdoğan ve
yardımcısı Oktay’a seçimlerde verdikleri destek için özellikle teşekkür ederek,
seçimlere müdahaleyi onayladığını da itiraf etmiştir.
Başkanlık seçimleri
genel olarak değerlendirilirse, 1974 sonrasında kurulmuş olan yağma ve ganimet
ekonomisinin devamından yana olan %52’lik bir çoğunluk, ayrılıkçı lider
Tatar’ın yanında yer alırken, %48’lik bir kitle de Kıbrıs Rum toplumu ile
birlikte işbirliğinden yana görüş belirtmiş oldu. Tatar’ın bu %48’lik kitleyi
gözetmeyen ve taksimin devamını, hatta işgal bölgesinin TC ile olası ilhakını
onaylayan bir politikaya yönelmesi, adanın toprak bütünlüğünden yana olan
Kıbrıslı Türklerin iradesine yapılmış bir darbe olarak da
yorumlanmaktadır.
Son süreçte yaşananlara, Cenevre görüşmesi
sonrasında yapılan açıklamalara bakınca önümüzdeki dönem İngiltere'nin Kıbrıs
konusunda inisiyatifini artıracağını söylemek doğru olur mu? İngiliz planı
tartışmaları var basında, sizin gözleminiz nedir?
27-29 Nisan 2021’de
Cenevre’de yer alan görüşmeler öncesinde İngiltere’nin hazırladığı ve sekiz
maddeden oluşan “Egemen Toplum Devletleri” planı ile Türkiye’nin Cenevre’de
sunduğu altı maddelik “siyasal ve egemen yönden eşit” iki devletin, yani KC ile
KKTC’nin işbirliğini öngören “konfederasyon” planı, aynı çerçevede
değerlendirilmelidir. İngiltere bu plan sayesinde, hem Türkiye’nin AB ile olan
ilişkilerini geliştirmesini sağlamak, hem de ülkesinin AB üyeliği sonrasında
diplomatik rolünü artırmak istemekteydi. (http://can-kibrisim.blogspot.com/2021/04/cenevreye-giderken-ingilterenin-planina.html)
Ama 1977-79 doruk anlaşmalarından beri “federasyon” temeline dayalı yeni bir KC
anayasası oluşturmak için tarafların kabul ettiği BM parametrelerini
değiştirmeye yönelik bu girişimler, hem Kıbrıs Cumhuriyeti, hem de BM
yetkilileri tarafından “ortak zemin” olarak kabul edilmedi.
BM Genel Sekreteri
Guterres, 5+BM diye nitelendirilen ve 3 garantör ülke ile Kıbrıs Rum ve Kıbrıs
Türk liderlerinin katıldığı gayri resmi konferanstan sonra yaptığı açıklamada,
2-3 ay sonra yine BM’nin öncülüğünde ve aynı formatta bir görüşme yapılmasını
planladığını açıkladı. Kıbrıs Cumhurbaşkanı Anastasiadis, bu yeni toplantının
Temmuz ayında yapılmasını isterken, Türkiye’nin yine AB ile ilişkilerinin
görüşülmesinden sonra bir tarih üzerinde ısrar edeceği anlaşılmaktadır. Kıbrıs
Türk toplumunun bir “stratejik azınlık” olarak, TC’nin ve onun yakın işbirliği
yaptığı emperyalist güçler arasındaki pazarlıklarda bir süre daha kullanılacağı
anlaşılmaktadır.
Sizce Kıbrıs halklarının bağımsız ve birleşik bir
geleceği nasıl kurulur? İki toplumun birlikte yaşaması için bir çözüm yolu mümkün
mü?
Bu ancak ada halkının
bir bütün olarak ortak siyasal mücadelesi ile mümkündür. İki ana etnik toplum
olan Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler bir araya gelerek, emperyalist dış
güçler ve onların yerli işbirlikçilerine karşı anti-faşist ve anti-emperyalist
bir emekçi halk cephesini örmek zorundadırlar.
1926’da kurulan
Kıbrıs Komünist Partisi, adanın bağımsızlığını savunurken, 1941’de onun
devamcısı olarak kurulan AKEL, ne yazık ki milliyetçi Kıbrıs Rum burjuvazisinin
adanın İngiliz sömürge yönetiminden kurtulup, Yunanistan’a bağlanması (enosis)
politikasını benimsemiş ve kendisini Kıbrıslı Türk emekçilerden soyutlamıştır.
1953’de Derviş Ali Kavazoğlu ve arkadaşları tarafından oluşturulan AKEL’in Türk
Kolu, Kıbrıs Türk yeraltı örgütü Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT)’nın, 1 Mayıs
1958’deki ortak yürüyüşten sonra, Kıbrıslı Türk ilericilere karşı giriştiği
tedhiş, yıldırma ve öldürme olayları ardından çalışamaz duruma geldi.
1960’da kurulan
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamından yana tavır alan, haftalık Cumhuriyet
gazetesinin avukat yazarları Ahmet Gürkan ile Ayhan Hikmet’in 23 Nisan 1962
gecesi öldürülmeleri, iki toplumun işbirliğinden yana olanlara yeni bir darbe
daha vurdu. Kavazoğlu’nun 11 Nisan 1965’de, Kıbrıslı Rum sendikacı arkadaşı ile
birlikte öldürülmesinden sonra, AKEL Türk Kolu diye bir şey kalmadı.
Adanın 1974 yazında
ikiye taksim edilmesinden sonra da, AKEL, kuzeydeki işgal bölgesindeki solcu
diye bilinen Kıbrıs Türk partileri ile işbirliği politikası ile yetindi. Oysa,
adanın tümünde örgütlü olacak ve işçi sınıfının bir bütün olarak çıkarlarını
savunacak siyasal bir program temelinde, ortak bir mücadelenin verilmesi
gerekmektedir. İki toplumun birlikte yaşamasını sağlayacak olan demokratik ve
federal yeni bir anayasanın güvencesi, ancak böylesi bir birliktelik ile
mümkündür.
**
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder