“Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin faaliyetleri askıya alındı. TARİHİ
KARAR! Dün olağanüstü toplanan Sovyetler’in daimi parlamentosu niteliğindeki
Yüksek Sovyet, 383 oyla bu
tarihi karan aldı. Karar aleyhinde yalnız 29 kişi oy kullandı.” (Ortam, 30 Ağustos 1991)
SSCB’de bu noktaya nasıl gelindiğini anlamak
için yakın geçmişten birkaç haber ve değerlendirmeyi okumakta yarar var:
“Rusya Komünist Partisi MK üyesi Yuri Belov, ülkedeki bunalımdan “Komünist
Parti oligarşisinin burjuva yaşam biçimi ve eğilimlerinin” sorumlu olduğunu
savunarak, adını vermeden de olsa Başkan Mihail Gorbaçov dahil tüm parti yönetimini “Karşı devrime yol açmakla” suçladı...
“Gölge Sermaye” olarak nitelediği “anti-komünist güçlerin “Sovyetler
Birliği’nin egemenliğini ve bütünlüğünü parçalamayı amaçladıklarını belirten
Belov, bu çevrelerin hedeflerine ulaşmak için, ülkede iç savaş çıkarma çabalarını
da sürdürdüklerini kaydetti.” (Cumhuriyet, 24 Mart 1991)
“SSCB’de birkaç yıl öncesine kadar uygulanan plan ekonomisi uyannca tümü
devlete ait olan ekonomik işletmelerin
yüzde 70’inin 1995 yılı sonuna kadar özelleştirilmesini öngören yasa, SSCB
Yüksek Sovyeti’nin dünkü oturumunda
kabul edildi.” (Cumhuriyet, 2 Temmuz 1991)
“Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov, Komünist Parti Merkez
Komitesi’nin Moskova’da iki gün süren toplantısı sonunda yaptığı konuşmada,
Komünist Partinin ve topluma bugüne kadar benimsetilen modelin iflas ettiğini, artık yeni bir model belirlemeleri zamanının geldiğini kaydetti.”
(Kıbrıs, 4 Ağustos 1991)
BÜROKRASİNİN ÇÖKÜŞÜ
Şimdi de uzak geçmişten, Sovyet Devriminin Lenin’den
sonra ikinci lideri olan Trotski’den 1930’lu yılların ortasında yapılmış bir
değerlendirmeyi okuyalım ve bugünkü bunalımın nedenlerini, Stalinist
bürokrasinin açmazını görelim:
“Bürokrasi, bilinçli bir siyasal güç olarak
devrime ihanet etmiştir. Ne var ki muzaffer bir devrim, bereket versin, sadece
bir program, bir bayrak, sadece siyasal kurumlar değil, ayrıca bir sosyal
ilişkiler sistemidir de. İhanet etmek
yeterli değildir. Bunu devirmeniz de gerekir. Ekim devrimi, yönetici katman tarafından
ihanete uğratılmıştır, ama henüz devrilmemiştir. Devrimin oluşmuş bir
proletaryası, onun en iyi unsurlarının bilinci, dünya kapitalizminin çıkmazı
ve dünya devriminin kaçınılmazlığı ile uyum gösteren büyük bir direniş gücü
vardır.” (L. Trotsky, The Revolution Betrayed, New York, 1965, s.251)
Trotski, kitabında Batı’da bir sosyalist devrimin olabileceğini düşünüyor
ve şöyle yazıyordu:
“Teknik, ekonomik ve askeri anlamda emperyalizm, kıyas kabul etmeyecek
derecede daha güçlüdür. Eğer Batıda devrimle felce uğratılmazsa, Ekim Devrimi
ile oluşan rejimi süpürüp götürecektir.’’ (s. 227)
Sovyet bürokrasisi, sosyal kazanımlarını kendi yöntemleriyle savunmak için
proletaryayı siyasal olarak mülksüzleştirmiştir. Üretim araçları devlete
aittir. Ama devlet, bürokrasiye “aittir” denebilir. Henüz tamamen yeni olan bu ilişkiler
pekişirse ve norm halini alırsa, işçilerin direnişi olsun veya olmasın, uzun
erimde, proletarya devriminin sosyal kazanımlarının tamimiyle tasfiyesine yol
açacaktır. Ama bundan söz etmek için en azından şimdilik erkendir.
Proletarya henüz son sözünü söylememiştir.” (s. 249)
Trotski daha sonra şöyle yazıyordu:
“Bugünkü Sovyetler Birliği’nin karakterini
daha iyi anlamak için, isterseniz onun geleceğiyle ilgili iki farklı
faraziyede bulunalım. Önce farzedelim
ki Sovyet bürokrasisinin, eski Bolşevizmin bütün niteliklerine sahip ve
hatta son dönemin dünya deneyimiyle zenginleşmiş devrimci bir parti tarafından devrildiğini farzedelim. Böyiesi
bir parti, işçi sendikaları ve sovyetlerde demokrasinin restorasyonu ile işe
başlayacaktır. Sovyet partilerine özgürlüğü yeniden verebilecek ve vermelidir
de. Kitlelerle birlikte ve onların başında, devlet aygıtının acımasızca
tasfiyesine girişecektir. Siyasal devrimden sonra -yani bürokrasinin azledilmesiyle-
proletarya, yeni bir sosyal devrimi değil, ekonomiye çok önemli reformlar
dizisini getirmelidir... İkinci
faraziyede bulunursak ve eğer bir
burjuva partisi, yönetimdeki Sovyet kast’ını devirecek olursa, bugünkü
bürokratlar, yöneticiler, teknisyenler, müdürler, parti sekreterleri ve
genelde imtiyazlı üst çevreler arasında az sayıda olmayan hazır hizmetkârlar
bulacaktır. Bu durumda tabii ki devlet aygıtında bir tasfiye gerekli
olacaktır. Ama bir burjuva
restorasyonu belki de devrimci bir partiye kıyasla daha az insan tasfiye
edecektir. Yeni iktidarın görevi, üretim araçlarının özel mülkiyetini yeniden
sağlamak olacaktır. Her ne kadar Sovyet bürokrasisi bir burjuva restorasyonunu
hazırlamakta çok ileri adımlar atmışsa da, yeni rejim, mülkiyet şekli ve sanayi
yöntemleri konusunda bir reform değil, sosyal bir devrim yapmak durumunda
kalacaktır.” (s.252)
Trotski, “İhanete uğramış devrim” adlı kitabından başka, kaleme
aldığı son “Stalin” adlı
eserinde de bir dizi neden yüzünden SSCB’deki
Stalinist rejimin o günkü şekliyle on
yıllarca sürebileceği sonucuna varmıştı. Bugün gelinen aşamada ikinci faraziyenin gerçekleşmekte olduğu ve özel
mülkiyete yeniden dönülme sürecinde yol alındığı görülmektedir. SSCB ve SBKP tasfiye edilmektedir!
“Beyaz Saray sözcüsü Marlin Fitzwater, “Başkan Gorbaçov’un Komünist Parti
Genel Sekreterliğinden istifa ettiği ve parti Merkez Komitesini partiyi
feshetmeye çağırdığı açıklandı. Bu haberi, reform sürecinde atılmış yeni bir
adım olarak, memnuniyetle karşılıyoruz” dedi.” (Ortam, 26 Ağustos 1991)
“Gorbaçov’un yayınladığı iki ayrı kararnamede de Komünist Parti
mülkiyetinin yerel yönetim konseylerine devredilmesi ve tüm devlet organlarındaki
Komünist Parti hücrelerinin dağıtılmasının kararlaştırıldığı açıklandı.” (Yeni
Düzen, 26 Ağustos 1991)
İZLENİMLER VE ‘PIRILTI’LARI
SSCB’de gelişmeler dramatik boyutlar alırken,
bizdeki bürokratik sosyalistler de kabuk değiştirmekte, ama sudan çıkmış balık
görüntüsü vermektedirler. Geçen yıl CTP Genel Başkanı “Proletaryayı esas alarak
geleceğe yönelmek yanılgılara neden olmaz mı?.. Değişmekte olan dünya ile
birlikte biz de kendi ölçülerimiz içinde değişiyoruz” diye yazmıştı. (Yeni
Düzen, 16 Nisan 1990)
1991 yılı başında parti gazetesinin
başlığını değiştirip, 4 gün süreyle “Emek en
yüce değerdir” belgisini atanlar, sonradan bunu yerine koymuşlar, ama
gerek yayın politikasında, gerekse yorumlarında bu belgiden giderek
uzaklaşmışlardır.
“Ortanın ortası” bir politikadan şunları
okuyabildik:
“İşgal” denen olay gerçekleşmeseydi Kıbns
Türklerinin bu safhada Ulusal Sorun gibi bir sorunu tartışıyor olacaklarını sanmıyorum.
1963 ve 1974 olayları, Kıbns Türklerinin uluslaşma sürecinde iki önemli
kilometre taşıdır. (23 Temmuz 1991)
23 Ağustos-5 Eylül arası da iki sütün yazarından paralel
olarak “Bir geziden izlenimler” okumak durumunda kaldık. Şimdilerde yazamayan “Sanat
Kulisi”nin Metin Anıl’ının tanımlamasına göre (21 Mart 1991), “Yeni Düzen
okuyucularına iyi kafa cimnastiği yaptıran” bu “düzeyli” yazılardan bazı
alıntılar aktararak, yargıyı okuyucuya bırakıyoruz:
“Ben tatili severim. Ne aptalca bir söz. Tatili sevmeyen
mi var... Ben yorucu tatili severim.” (27.8.) “Kuyruklarımızı bacaklarımızın arasına sokup
otelden çıkıyoruz. Ağızları bıçak açmıyor...” “Son balık ziyafetinde “doydum”
demeğe dilim varmadı, “yoruldum” dedim... Bana kala kala, ayak işleri kalıyordu.
Övünmek gibi olması, ama bunları iyi
yaparım!” (29.8.) “Darbe yapanlar çoğunlukla, ya basurlu, ya prostatlıdır..
Saygıdeğer konuklardan biri, ayıptır söylemesi, ama altını ıslatmıştı.” (4.9.)
Bugün geriye baktığım zaman hepsi birer anı olarak geçmişte kaldığını
farkediyorum. Deneyim birikimi bu olsa
gerek.” (5.9.)
Bu arada Yeni Düzen’in 2 Eylül’den itibaren “yeni
bir aşamaya girerek” günlük aktüel (aktüalite olacak herhalde) eki “Parıltı”yı
vermeye başladığını müjdelemek istiyoruz! Gerçi manken ve seks meraklıları renkli
Kıbrıs’ı tercih etmektedirler, ama ya tutarsa. Belki üç-beş kişiyi bu yolla
bilinçlendirebilirsiniz!
(“Haftanın götürdükleri” köşesinde çıkan
bu yazının başlığı sonradan konmuştur. Yeni Çağ gazetesi, 15 Eylül 1991)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder