İkinci Dünya Savaşının bitiminden bu yana geçen 40 yıldan fazla süre
içinde, her ne kadar Üçüncü Dünya Savaşı diye nitelendirebileceğimiz bir
global savaş çıkmamışsa da, yerel savaşların yaşanmadığı hemen hemen hiç bir
gün olmamıştır. BM Örgütü’nün 40. Kuruluş yıldönümü nedeniyle yapılan bir açıklamaya
göre, 1945’den bu yana yerel veya bölgesel savaşlarda 21 milyon insan canlarını
kaybetmişlerdir. Ölenlerden yarıya, yakını, sadece 1980’li yıllarda ölmüştür.
Her beş ölüden üçünün siviller olması ayrı bir husustur. Sadece Vietnam Savaşı
sırasında atılan bombaların sayısı, İkinci Dünya Savaşı süresince atılan toplam
bomba sayısından fazla olmuştur. Bu savaş sırasında kullanılan bütün kimyasal
silah miktarı, Birinci Dünya Savaşında atılanlar kadardı. Son İran-lrak
Savaşında ise bir milyondan fazla insan yok olmuştur.
Bilim adamlarının saptamalarına göre 1950’li yıllar ile 1980’li yıllar
arasında 250’den fazla bölgesel savaş yapılmıştır. Bu savaşlarda genel olarak
hiçbir taraf tam bir üstünlük sağlayamamıştır. Son on yıl içinde ortaya çıkan
bir başka gerçek, anlaşmazlıkların askersel yollardan çözümlenemeyeceği, ancak
ve ancak siyasal yollardan başarı sağlanabileceğidir.
Bölgesel savaşların önlenebilmesi için, çatışma olan yerlere dıştan silah
sağlanmasının durdurulması, çatışmaya, komşu ülkelerin bulaştırılmaması ve
bölge halkının kendi gelişme yolunun hiçbir dış müdahale olmadan güvence altına
alınması gerekmektedir.
Bölgesel savaşların çıkış nedenleri arasında büyük farklar olmakla
birlikte, genelde çatışmalar uluslarararası veya bölgesel çelişkilerden, belli
bir ülkenin sömürge döneminden kalan geçmişinden, yeni sosyal süreçlerden,
fetih politikasına dönüşten, etnik anlaşmazlıklardan veya benzeri birçok
nedenlerden kaynaklanmaktadır. Çatışmaya kalıcı bir çözüm bulmak, ancak
tarafların kendi çabalarıyla olasıdır. Çatışmanın geliştiği uluslararası ortam
da önemli olup, ya sorunu karmaşıklaştırır, ya da bunalımın erken
giderilmesini sağlar.
Gelişmekte olan ülkeler bölgesinde
yer alan devletlerin siyasal, ekonomik, askeri, ideolojik, tarihsel ve
kültürel durumları, ileri kapitalist ülkelerin askeri ve ekonomik çıkarlarıyla
sıkıca bağlantılıdır. Bu devletlerin hakları ve yönetimleri, kendi özgül
çıkarlarını, var olan durumdaki çelişkileri kullanarak, ender olmamakla beraber
savunabilirler. Ama bazen yakın oldukları büyük bir güce zarar verebilirler.
Bunalım durumunun gelişme mantığına göre, ikili olan çatışma, örneğin İran-Irak
çatışması, Körfez Bölgesi çatışmasına ve dış güçlerin katılımıyla
uluslararası durumu bozan bir karmaşaya dönüşebilir.
Bölgesel çatışmalar üç ayrı grupta inceleyebiliriz:
1. Grup, kapitalist ve sosyalist ülkeler arasındaki çatışmalardır. Örneğin
1964-1973 yılları arasındaki Hindi Çini’nde olanlar ve 1950’li yıllarda Kore’de
olanlar bu gruptandır. Dünya barışı için çok tehlikeli çatışmalar olup, bağlaşıklık
sorumlulukları nedeniyle diğer ülkeleri de dolaylı veya dolaysız yoldan içine
çekebilir.
2. Grup, emperyalizm ile ulusal kurtuluş hareketleri arasındaki
zıtlıklardan doğan çatışmalardır. Güney Afrika’da bağımsızlık savaşı veren
Namibia’nın durumu bana örnektir.
3. Grup, emperyalistler ile kapitalistler, ya da gelişmekte olan ülkeler
arasında olan çatışmalardır. Bu, ya eski ve yeni kapitalistler arasında olur,
ya da bir ülkedeki ulusal konsolidasyon veya ulusal toplumun oluşması sürecinde
ortaya çıkar. İran-Irak savaşı, 1971’de Bangladeş’in kurulmasına yol açan
Hindistan-Pakistan savaşı veya 1963-1966 arasındaki Endonezya-Malezya çatışması
bu gruba örnektir. Büyük nükleer güçlerin de işe karışmasıyla dünya barışı
tehlikeye girebilir. Örneğin ABD, 1945 yılından bu yana bu tip 300’e yakın
çatışmaya silahlı güçlerini kullanarak müdahale etmiş ve kendi dış politik
görüşlerini kabul ettirmeye çalışmıştır.
Her çatışmayı, uluslararası hukuk
açısından tek tek incelemek gerekmektedir. Birçok durumda, egemen bir ülkenin
içişlerine dıştan bir karışma sözkonusudur ve bu, zor kullanmama ilkesi
zedelenerek yapılır. BM ilkeleri ayaklar
altına alınır. Örneğin Orta Doğu’daki çatışmalarda Filistin halkının kendi
kaderini tayin etme hakkına engel olunmaktadır. Ya da Nikaragua’da olduğu gibi
kendi kaderini tayin hakkını kullanan bir ülkenin kendi sosyal, ekonomik ve
siyasal gelişme yolunu kendisinin seçmesi önlenir. Dolaylı saldırı ile
eğitilmiş silahlı gruplar ülkeye dıştan sokulur ve içteki gelişmeler önlenir.
Afganistan buna bir örnektir.
Bölgesel bir anlaşmazlık olarak
zaman zaman sıcak çatışmalara yol açan Kıbrıs sorununda ise, bağlantısız bir
dış politika yurütmekte olan Kıbrıs Cumhuriyeti devletini ortadan kaldırmak
amaçlanmaktadır. Kıbrıslı Rumların başlattığı sömürge aleyhtarı harekeketi,
Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türkler arasındaki bir etnik çatışmaya dönüştürmeyi
başaran emperyalizm ve onun her iki taraftaki yerli işbirlikçileri, 500’den
fazla insanın ölümüyle sonuçlanan 1955-60 döneminin ardından, yine boş
durmadılar. Adanın Yunanistan’a bağlanmasını isteyen enosisçiler ile Türkiye ve
Yunanistan arasında paylaştırılmasını isteyen taksimcilerin, Aralık 1963’te
yeniden başlattıkları toplumlararası çatışmalardan yararlanan “garantör ülkeler”,
Kıbrıs’a NATO askeri gönderme ve onu Doğu Akdeniz’de batmayan bir uçak gemisi
hâline getirme planlarını uygulamak istemişlerdi. Toplumlararası barış
görüşmelerinin başladığı 1968 yılına kadar
678 Kıbrıslının ölümüne yol açan iç savaş, daha sonra nisbi bir barışla 1974’e
kadar sürmüştü. 1974 yazında yaşanan faşist darbe ve onu izleyen Türkiye’nin
Kıbrıs’ın kuzey topraklarının yüzde 37’sini işgali, bu kez 4,250 kişinin
ölümüyle sonuçlanıyordu.
Kıbrıs’ı Yunanistan’ın 53. Vilayeti yapma girişimi, adanın Kuzeyini Türkiye’nin
68. vilayeti olması yollarını açmıştı. Şimdi Türk tarafı, işgal altındaki
bölgede Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve aktarılan 60 bin Türkiyeli göçmenin desteğinde
kurulan ayrılıkçı KKTC’yi, toplumlararası görüşmelerde yasal unsur olarak kabul
ettirmek istemektedir. Dahası, Türk tarafı, federal bir çözüm derken Kıbrıs’ın
bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü zedeleyecek olan bir formülü, yani
konfederasyonu kabul ettirmeye çalışmaktadır. Oysa uluslararası kamuoyunun ve
Kıbrıslıların benimsediği en gerçekçi çözüm, barışçı görüşmeler yoluyla, iki
bölge arasında askeri bir sınırın bulunmadığı, üs ve askerden arındırılmış, tek
ve federal bir Kıbrıs Cumhuriyeti’dir. Kıbrıs’ın uluslararası statüsü konusunda
ise, ilgili tarafların katılacağı bir uluslararası konferansın toplanması
gerekmektedir.
(Yeni Çağ gazetesi, 2 Aralık 1990)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder