8 Haziran 2016 Çarşamba

BÖLGESEL ÇATIŞMALAR VE KIBRIS SORUNU


İkinci Dünya Savaşının bitiminden bu ya­na geçen 40 yıldan fazla süre içinde, her ne kadar Üçüncü Dünya Savaşı diye nitelendirebi­leceğimiz bir global savaş çıkmamışsa da, yerel savaşların yaşanmadığı hemen hemen hiç bir gün olmamıştır. BM Örgütü’nün 40. Kuruluş  yıldönümü nedeniyle yapılan bir açıklamaya göre, 1945’den bu yana yerel veya bölgesel savaşlarda 21 milyon insan canlarını kaybetmişlerdir. Ölenlerden yarıya, yakını, sadece 1980’li yıllarda ölmüştür. Her beş ölüden üçü­nün siviller olması ayrı bir husustur. Sadece Vietnam Savaşı sırasında atılan bombaların sayısı, İkinci Dünya Savaşı süresince atılan toplam bomba sayısından fazla olmuştur. Bu savaş sırasında kullanılan bütün kimyasal silah miktarı, Birinci Dünya Savaşında atılanlar ka­dardı. Son İran-lrak Savaşında ise bir milyon­dan fazla insan yok olmuştur.
Bilim adamlarının saptamalarına göre 1950’li yıllar ile 1980’li yıllar arasında 250’den fazla bölgesel savaş yapılmıştır. Bu savaşlarda genel olarak hiçbir taraf tam bir üstün­lük sağlayamamıştır. Son on yıl içinde ortaya çıkan bir başka gerçek, anlaşmazlıkların as­kersel yollardan çözümlenemeyeceği, ancak ve ancak siyasal yollardan başarı sağlanabileceği­dir.
Bölgesel savaşların önlenebilmesi için, çatışma olan yerlere dıştan silah sağlanmasının durdurulması, çatışmaya, komşu ülkelerin bu­laştırılmaması ve bölge halkının kendi gelişme yolunun hiçbir dış müdahale olmadan güvence altına alınması gerekmektedir.
Bölgesel savaşların çıkış nedenleri arasın­da büyük farklar olmakla birlikte, genelde çatışmalar uluslarararası veya bölgesel çelişkilerden, belli bir ülkenin sömürge döneminden kalan geçmişinden, yeni sosyal süreçlerden, fetih po­litikasına dönüşten, etnik anlaşmazlıklardan veya benzeri birçok nedenlerden kaynaklanmaktadır. Çatışmaya kalıcı bir çözüm bulmak, an­cak tarafların kendi çabalarıyla olasıdır.   Çatışmanın geliştiği uluslararası ortam da önemli olup, ya sorunu karmaşıklaştırır, ya da buna­lımın erken giderilmesini sağlar.
  Gelişmekte olan ülkeler bölgesinde yer alan devletlerin siyasal, ekonomik, askeri, ide­olojik, tarihsel ve kültürel durumları, ileri kapitalist ülkelerin askeri ve ekonomik çıkarlarıyla sıkıca bağlantılıdır. Bu devletlerin hakları ve yönetimleri, kendi özgül çıkarlarını, var olan durumdaki çelişkileri kullanarak, ender olmamakla beraber savunabilirler. Ama bazen yakın oldukları büyük bir güce zarar verebilir­ler. Bunalım durumunun gelişme mantığına gö­re, ikili olan çatışma, örneğin İran-Irak çatış­ması, Körfez Bölgesi çatışmasına ve dış güçle­rin katılımıyla uluslararası durumu bozan bir karmaşaya dönüşebilir.
Bölgesel çatışmalar üç ayrı grupta inceleyebiliriz:
1. Grup, kapitalist ve sosyalist ülkeler arasındaki çatışmalardır. Örneğin 1964-1973 yılları arasındaki Hindi Çini’nde olanlar ve 1950’li yıllarda Kore’de olanlar bu gruptandır. Dünya barışı için çok tehlikeli çatışmalar olup, bağ­laşıklık sorumlulukları nedeniyle diğer ülkeleri de dolaylı veya dolaysız yoldan içine çekebilir.
2. Grup, emperyalizm ile ulusal kurtuluş hare­ketleri arasındaki zıtlıklardan doğan çatışmalardır. Güney Afrika’da bağımsızlık savaşı ve­ren Namibia’nın durumu bana örnektir.
3. Grup, emperyalistler ile kapitalistler, ya da gelişmekte olan ülkeler arasında olan çatışmalardır. Bu, ya eski ve yeni kapitalistler ara­sında olur, ya da bir ülkedeki ulusal konsolidasyon veya ulusal toplumun oluşması sürecin­de ortaya çıkar. İran-Irak savaşı, 1971’de  Bangladeş’in kurulmasına yol açan Hindistan-Pakistan savaşı veya 1963-1966 arasındaki Endonezya-Malezya çatışması bu gruba örnektir. Büyük nükleer güçlerin de işe karışmasıyla dünya barışı tehlikeye girebilir. Örneğin ABD, 1945 yılından bu yana bu tip 300’e yakın çatışmaya silahlı güçlerini kullanarak müdahale etmiş ve kendi dış politik görüşlerini kabul ettirmeye çalışmıştır.
 Her çatışmayı, uluslararası hukuk açısından tek tek incelemek gerekmektedir. Birçok durumda, egemen bir ülkenin içişlerine dıştan bir karışma sözkonusudur ve bu, zor kullanmama ilkesi zedelenerek yapılır. BM  ilkeleri ayaklar altına alınır. Örneğin Orta Doğu’daki çatışmalarda Filistin halkının kendi kaderini tayin etme hakkına engel olunmaktadır. Ya da Nikaragua’da olduğu gibi kendi kaderini tayin hakkını kullanan bir ülkenin kendi sosyal, eko­nomik ve siyasal gelişme yolunu kendisinin seçmesi önlenir. Dolaylı saldırı ile eğitilmiş silahlı gruplar ülkeye dıştan sokulur ve içteki gelişmeler önlenir. Afganistan buna bir örnek­tir.
            Bölgesel bir anlaşmazlık olarak zaman zaman sıcak çatışmalara yol açan Kıbrıs sorununda ise, bağlantısız bir dış politika yurütmekte olan Kıbrıs Cumhuriyeti devletini ortadan kaldırmak amaçlanmaktadır. Kıbrıslı Rumların başlattığı sömürge aleyhtarı harekeketi, Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türkler arasındaki bir etnik çatışmaya dönüştürmeyi başaran emperyalizm ve onun her iki taraftaki yerli işbirlikçileri, 500’den fazla insanın ölümüyle sonuçlanan 1955-60 döneminin ardından, yine boş durmadılar. Adanın Yunanistan’a bağlanmasını isteyen enosisçiler ile Türkiye ve Yunanistan arasında paylaştırılmasını isteyen taksimcilerin, Aralık 1963’te yeniden başlattıkları toplumlar­arası çatışmalardan yararlanan “garantör ülke­ler”, Kıbrıs’a NATO askeri gönderme ve onu Doğu Akdeniz’de batmayan bir uçak gemisi hâline getirme planlarını uygulamak istemiş­lerdi. Toplumlararası barış görüşmelerinin başladığı 1968 yılına   kadar 678 Kıbrıslının ölümüne yol açan iç savaş, daha sonra nisbi bir barışla 1974’e kadar sürmüştü. 1974 yazında yaşanan faşist darbe ve onu izleyen Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzey topraklarının yüzde 37’sini işgali, bu kez 4,250 kişinin ölümüyle sonuçlanıyordu.
Kıbrıs’ı Yunanistan’ın 53. Vilayeti yapma girişimi, adanın Kuzeyini Türkiye’nin 68. vilayeti olması yollarını açmıştı. Şimdi Türk tarafı, işgal altındaki bölgede Türk Silah­lı Kuvvetlerinin ve aktarılan 60 bin Türkiyeli göçmenin desteğinde kurulan ayrılıkçı KKTC’yi, toplumlararası görüşmelerde yasal unsur olarak kabul ettirmek istemektedir. Dahası, Türk tarafı, federal bir çözüm derken Kıbrıs’ın bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü zedeleyecek olan bir formülü, yani konfederasyonu kabul ettirmeye çalışmaktadır. Oysa uluslararası kamuoyunun ve Kıbrıslıların benimsediği en gerçekçi çözüm, barışçı görüşmeler yoluyla, iki bölge arasında askeri bir sınırın bulunmadığı, üs ve askerden arındırılmış, tek ve federal bir Kıbrıs Cumhuriyeti’dir. Kıbrıs’ın uluslararası statüsü konusunda ise, ilgili tarafların katılacağı bir uluslararası konferansın toplanması gerekmektedir.           


(Yeni Çağ gazetesi, 2 Aralık 1990)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder