Sovyetler
Birliği daha 1960’lı yıllardan başlayarak, Kıbrıs sorununda ilkeli bir politika
izledi ve bulunacak çözümün, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık ve toprak
bütünlüğünü koruyacak ve Ada’da yaşayan iki ulusal toplumun meşru haklarına
halel getirmeyecek esaslara dayandırılmasını istedi.
Kıbrıs
sorununu görüşmek üzere 19 Şubat 1964’de toplanan BM Güvenlik Konseyi^nde
konuşan Sovyet delegesi Fedorenko, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran Zürih ve Londra
Anlaşmaları’nın, Kıbrıs’ın bilgisi olmadan, zorla kabul ettirilerek meydana
getirildiğini, amacın da ileride NATO devletlerine sürekli olarak Kıbrıs’ın
içişlerine karışmak olduğunu söyleyerek, şu görüşleri dile getiriyordu:
“Kıbrıs’a yabancı asker gönderilmesi hususundaki bütün bu çeşitli planların
yalnız bir amacı olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Bu da, askeri bloklara
bağlanmama siyasetini güden Kıbrıs Cumhuriyeti’nin NATO kuvvetleri tarafından
de facto askeri kontrol altına sokulmasıdır.”
O günlerde bu
hedef doğrultusunda gerek Türk, gerekse Rum toplumu arasında gizli
faaliyetlerini sürdüren faşist unsurlar, toplumlararası kanlı saldırıları
düzenlerken, Kıbrıs Türk liderliği de karma köylerde yaşayan Türkleri başka
yerlere naklederek, de facto bir taksim planı uygulamaktaydı. Kıbrıs
Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı düzenlenen 1974 yılındaki 15 Temmuz darbesi ile
bunu izleyen Türkiye’nin askeri müdahalesi sırasında olanlar da, 1964 yılındaki
mizansenin bir başka benzeriydi. Bu kez hem nüfus aktarması ile taksim
gerçekleşiyor, hem de de facto durumu sürdürmek için, Ada’nın %36’lık kuzey
bölümünde on binlerce Türk askeri ile Türkiyeli göçmen iskân ediliyordu.
Sovyetler
Birliği 22 Ağustos 1974 günü yaptığı açıklamada şöyle demekteydi: “Kıbrıs
sorunu, ne askeri harekât yardımıyla ve ne de siyasi bir çözümün bu bağımsız
devlete zorla kabul ettirilmesi suretiyle çözümlenebilir. Bu sorunla ilgili
görüşmelerin, Kıbrıs’ı kendi askeri çıkarlarına tâbi kılmak isteyen bir
askeri-siyasi gruba mensup devletlerin kapalı çevresi içinde yürütülmesi,
Kıbrıs halkına yeni tehlikelerden başka bir şey getiremez. Kıbrıs içinde ve
etrafında gelişmekte olan olayların uluslararası gerginliğin yumuşatılması
çabasına ters düştüğünü ve bu nedenle bütün halkların hayati çıkarlarıyla ilgili
olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekir. Sorunun bütün bu yönlerini göz
önünde tutan Sovyet Hükümeti, Kıbrıs sorununun görüşülmesi işinin bugünkü
dünyanın siyasi görüntüsünü yansıtacak temsili bir forum tarafından
üstlenilmesi zamanının gelmiş olduğuna inanmaktadır. Ancak bu tür temsili bir
milletlerarası konferansta, Kıbrıs Cumhuriyeti temsilcileriyle birlikte ve
bunların doğrudan doğruya katılmalarıyla, bağımsız, egemen ve ülke bütünlüğünü
haiz bir devlet olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığını etkin bir şekilde
sağlayacak, Rum ve Türk Kıbrıslılar’ın çıkarlarıyla uyumlu olacak kararlara
varılması mümkün olacaktır.”
İşte 21 Ocak
1986 günü Sovyet resmi TASS ajansı tarafından tüm dünyaya duyurulan, “Kıbrıs’ta
çözüm ilkeleri ve çözüme varma yolları hakkında SSCB’nin önerileri” başlıklı
belgede de Sovyetler Birliği’nin Kıbrıs sorunuyla ilgili bu ilkesel tutumu
sürdürülüyordu. Ne var ki bu öneriler, başta Türk tarafı olmak üzere, İngiltere
ve ABD tarafından olumsuz karşılanmıştı. Kıbrıs’la ilgili Sovyet önerileri,
dünya demokratik kamuoyunda geniş bir onay görürken, Başbakan Özal, “eski aşı
pişirip, önümüze yeniden koyuyorlar” diyor, Ada üzerinde hâlâ askeri üsler
bulunduran İngiltere ise, “üsleri kapatmasının söz konusu olmadığını” telaşla
açıklıyordu. Oysa Ankara’daki Sovyet Büyükelçisi Lavrov’un da dediği gibi,
“yemek lezzetli ise bunun yenmemesi için bir neden yoktu.” Çünkü gerek Rum,
gerekse Türk tarafınca, öte yandan da dış ülkelerce gözetilmesi gereken
uluslararası hukuk ilkeleri, 1963’te ne ise, 1974 ve 1986’da da aynıydı.
Bunlara saygı gösterilmediği için, bunca yıldır sorun çözümlenemiyordu.
Bazı çevreler
ise, Kıbrıs sorununun Batı’nın etki alanı içinde olduğu bir zamanda,
uluslararası bir konferans yapılırsa, Sovyetler Birliği’ne Kıbrıs sorununda söz
hakkı verilmiş olacağını öne sürmekteler. Oysa ne Sovyetler Birliği, ne de
böyle bir konferansın toplanmasını isteyenler, etki alanları diye bir şeyin
varlığına inanmıyorlar. Sovyetler Birliği, Kıbrıs sorununun uluslararası yönü
üzerinde söz hakkı olduğunu söyledi ve söylüyor. Çünkü bu konu, onun kendi
güvenliği ile yakından ilgilidir. Eğer ABD veya diğer NATO ülkeleri, Kıbrıs’tan
binlerce kilometre uzaklıkta iken Ada üzerinde askeri üs ve dinleme tesisleri
bulunduruyorlarsa ve bu durum SSCB’nin güvenliği için bir tehlike
oluşturuyorsa, Kıbrıs’ta herhangi bir üs edinme iddiası olmayan Sovyetler
Birliği, kendi Güneybatı sınırlarından sadece yarım saatlik supersonik bir uçuş
uzaklığında bulunan Kıbrıs Adası’yla kendi güvenliği açısından niye
ilgilenmesin? Unutulmaması gereken bir diğer nokta da Kıbrıs’taki İngiliz ve
Amerikan üzleriyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin varlığının birbiriyle bağlantılı
olduğudur.
Kuzey’deki Beşparmak
Dağları ve Karpaz Yarımadası’ndan bulunan Amerikan füze rampaları (Cruise
füzeleri için olduğu söylenmektedir), buralara ne amaçla yerleştirildi? Türkiye
ile ABD’nin bir askeri üs olmadığını öne sürdükleri Geçitkale havaalanı, niçin
Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’nun en büyük askeri tesisi olarak yapıldı? Güney’deki
Trodos Dağları üzerinde, Mia Milya ve Ayia Napa’daki Amerikan dinleme
istasyonları ne işe yarıyor? Kıbrıs gibi küçük bir adadaki ABD Büyükelçiliği’nin
personel sayısı niçin 1200?
Türkiye, son
zamanlarda BM raporlarına da yansıdığı gibi, bir yandan Kıbrıs’ın kuzeyindeki
asker sayısını artırırken, öte yandan da hem taksim çizgisi boyundaki
tanklarını modernleştirdi, hem de sayıca artırdı. ABD’nin, işgal altındaki
bölgede Türkiye ile ve güneydeki Ağrotur ve Dikelya İngiliz üslerinde İngiltere
ile yaptığı anlaşmalar, şimdilik Washington’un ihtiyaçlarını karşılıyor ve
bölgesel müdahale ile ilk nükleer Amerikan darbesiyle ilgili planlara denk
düşüyor.
Oysa Sovyet
önerilerinin 3. maddesi şöyle der: “Bir çözüm için Ada topraklarının
bağımsızlık statüsüne uygun olarak tamamen askerden arındırılması
kaçınılmazdır. Ada’nın başka devletler tarafınan askeri maksatlar için
kullanılması kabul edilemez. Yabancı devletlerin bütün askerleri Ada’dan
çekilmeli ve yabancı üslerin ve tesislerin faaliyetine son verilmelidir. Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin egemenliği ve bağımsızlığını kısıtlayan dengesiz anlaşma ve
sözleşmeler iptal edilmelidir.”
İşte Rum ve Türk
Kıbrıslılar’ın ve bölge halklarının özlemini dile getiren bir madde. Nitekim
her iki toplum liderinin altına imza attıkları Doruk Anlaşmaları da Ada’nın
askersizleştirilmesini öngörmüyor muydu? O halde Denktaş niçin Sovyetler’in
önerisini bir tuzak olarak nitelendirmeye yelteniyor? Her iki kesimin de temsil
edileceği ve Kıbrıs sorununun sadece uluslararası yönlerini görüşüp karara
bağlayacak olan böylesi bir konferansa karşı çıkanlar, Ada’nın toprak bütünlüğü
ve birliğinin yeniden sağlanmasını istemeyenlerdir. Kıbrıs’ın sürekli olarak
bir barut fıçısı halinde kalmasından çıkar umanlardır.
(“Ertan
Yüksel” imzası ile, Ekonomi ve Politikada Görüş, aylık dergi, İstanbul, Sayı:
8, Temmuz 1987 - Not: Bu makalenin biraz daha uzun olan ilk şekli “Ertan Yüksel”
imzasıyla ve “15-20 Temmuz’un 13. Yıldönümünde Kıbrıs Sorunu ve Uluslararası
Konferans Önerisi” başlığı ile Söz gazetesinde, Sayı:1441, 17 Temmuz 1987
çıktı.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder