2 Şubat 2018 Cuma

KIBRISLI’NIN KİMLİĞİ...


        Görüş dergisinin Eylül sayısında çıkan Refik Durbaş’ın “Kıbrıs’ın ‘kimlik’ sorunu” başlıklı yazısı, Türkiyeli aydının “uzun yıllardan beri ülkesinin gündeminde tutulan” bir konuda ne kadar bilgisiz olduğunu gösteren yeni bir kanıt oldu. Bu konuda bir Kıbrıslı yazar bakınız ne diyor:
    “İnönü KKTC’ye gelir gelmez, daha ayağının tozuyla, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti demokrasinin, kurumlarıyla ve kuruluşlarıyla iyi işlediği bir ülke...” Artık alıştık. Doğru olmasa da bu tür sözler bizi şaşırtmıyor. Türkiye’den kim gelirse gelsin, ister sağcı, ister solcu, bizim demokrasimize hayran. Ecevit geldi, demokrasimizi övdü ve gitti. Balıkesir Barosu Başkanı geldi, “Demokrasinize hayranım” dedi ve gitti. Oktay Akbal geldi, “Denktaş Kıbrıs’ın Atatürkü’dür” dedi ve gitti. Cengiz Çandar’dan Turhan Selçuk’a, Ali Sirmen’den Cüneyt Arcayürek’e dek herkes, Denktaş’ı ve demokrasimizi sık sık göklere çıkarmakta. Bunun nedeni ortada. Türkiye’nin aydını Türkiye’den bakıyor dünyaya. Türkiye’nin koşulları içinden görüyor her şeyi. Bizi değerlendirmelerindeki yanlışlık da bundan kaynaklanıyor işte. Dünyaya İsveç’ten, Fransa’dan, İngiltere’den veya Amerika’dan bakanlar, bizim demokrasimize hayran kalabilir mi hiç?.. Ama şimdiye dek gerçek demokrasiyi henüz yaşamamış olan Türkiyeli aydınlar için, anlaşılan durum hiç de öyle değil...” (Ortam gazetesi, 26.8.1989, Şener Levent)
           Refik Durbaş da adı geçen yazısında Kıbrıs’ın hep “siyasal yönüyle ilgilendiklerini” belirterek, “Kıbrıs’ta yaşayan insanların kültürel değerlerini ve Kıbrıs’ın sanat ve kültür değeri, yerini “ben de pek merak etmezdim” diyor. Oysa ki sorduğu soruların yanıtları, Kıbrıs Türkleri ile Türkiyeli aydınların ilk temasları başlattıkları 1948 yılından beridir Türkiye’de yayımlanmakta olan çeşitli dergilerdeki makalelerde ve kitaplarda yer almaktadır. Doğaldır ki işin sadece siyasal yanı ile ilgilenir görünen solcu aydınlar, daha çok Türkçü kültür dergilerinde yer alan bu makalelerden pek haberdar değildir. Türkiye’de yayımlanmış sınırlı ve yeterli sayılamayacak sayıdaki bu araştırmalar yanında, Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türk araştırmacılar tarafından yapılan ve buradaki yayın organlarında çıkan onlarca makale ve kitap bulunmaktadır. İngilizce yayınlardan söz etmek istemiyorum. Ne yazık ki Kıbrıslı Türk araştırmacıların mali gücü, bunları Türkiye’de de bastırmak için yeterli değildir. Türkiye’deki yayınevlerinin siyasal olmayan konulara ilgi göstermemeleri ayrı bir konudur.
            Durbaş’ın yazısına konu ettiği Kıbrıs Türk Folkloru ile ilgili kitap, bu konuda yapılmış ne ilk çalışmadır, ne de son çalışma olacaktır. Kendisi bir rastlantı sonucu bu kitabı okuma olanağı bulmuş ve Kıbrıslı Türk aydınlar arasında yıllardır tartışma konusu yapılan “kimlik” belirleme çalışmalarına balıklama dalarak, konuya “kimlik sorunu” adını takan, ama aslında “kişilik sorunu” olan bazı yazar ve şairlerin safında yer almıştır. Benzeri bir yaklaşım, yine aynı çevrelerin etkisiyle 1986 Ağustos’unda Cumhuriyet gazetesinde de görülmüştü. Yerel bir dernek tarafından Lefkoşa’da bazı Türkiyeli aydınların katılımı ile düzenlenen “Kimlik arayışında kültürel ve sanatsal gelişmenin önemi” konulu sempozyumla ilgili haberler, kısa bile olsa Türkiye kamuoyuna aktarılırken, Kıbrıs Türkünün dörtyüz yıllık bir kimliği sanki yokmuş gibi, “Kıbrıs’ta kültürel kimlik aranıyor” başlığı kullanılmıştı. Daha ilk toplantıda “biz Kıbrıs Türklerinin sanat ve kültürüne bir reçete vermek için gelmedik” deme ihtiyacını hisseden konuşmacılar, gerçekte bu görevi yerine getirmeye çalıştılar ve yer yer katılanların ağır eleştirileriyle karşılaşmışlardı. İki gün sonra Cumhuriyet’te çıkan haberin başlığında ise Prof. Emre Kongar’ın şu saptaması vardı: “Kıbrıs Türklerinin kültür kimliği farklı.” 9 Ağustos 1986 günü ise artık gerçek durum, sempozyumun tek Kıbrıslı konuşmacısının ağzından duyuruluyordu: “Kıbrıs müdahaleci kültürün etkisinde!”
            Aslında sorun daha da karmaşıktır. Ne yazık ki Kıbrıs’ta var olan muhalefet partileri, başta CTP olmak üzere, siyasal soruna doğru teşhis koyamadıklarından çeşitli hatalara düşmektedirler. Oysa ki Kıbrıs adasının kuzeyinde 1974 yazından beri süren Türk Silahlı Kuvvetleri’nin askeri işgali söz konusudur. İşgal altında tutulmakta olan bu toprakların vilayetleştirilmesi süreci daha ilk günlerde başlatılmıştır. Siyasal, ekonomik ve kültürel sorunların gittikçe daha da derinleşmekte olması, bu muhalif güçlerin seslerini yükseltmesine yol açmakta, ama teşhiste yanlışlık yapıldığı için açmazlara düşülmekte ve muhalif potansiyel heder olmaktadır.
Özellikle son zamanlarda artan Türkiye’den solcu politikacı, sanatçı, yazar davetleri, kendi öz gücüne güvenemeyen Kıbrıslı sağ ve sol sosyal demokratların Türkiyeli ilericilerden medet ummalarından kaynaklanmaktadır. Gelenlerin Kıbrıslı’nın kimliğinden haberdar olmaması yüzünden büyük potlar kırılabilmekte, hatta iktidardaki gerici yönetimin paralelinde demeçler verilebilmektedir. Öte yandan Kıbrıslı Türkler arasında yapılmakta olan siyasal ve kültürel tartışmalarda belli bir taraf haklılığını kanıtlamak için, Türkiyeli dostlarını Kıbrıs’a çağırıp, yedirip içirmekte ve istediği demeçleri verdirerek, sözümona kendi haklılığını kanıtlamaya çalışmaktadır. Burada tartışma konusu olan ise, genelde Kıbrıs Türk insanının kimlik sorunu değil, bazı küçük burjuva sanatçılarının kişilik bunalımı veya sorunudur.
Örneğin R.Durbaş’ın özgün şair diye nitelediği dostu Fikret Demirağ, uzun şairlik serüveni içinde bir zamanlar “Singapur sokaklarında” kimliğini kaybedip, soyut şiirler yazarken, bir süre bu kimliği “Akdeniz, zeytin dalı ve yasemin”de bulmuş, geçen bahar “neolitik çağda, Hesidos’un Theogoniası’nda” aradığı kimliği, bu yaz Asil Nadir’in “Kıbrıs” gazetesinde görev alarak bulmuştur.
Ulaştığı ve ulaşabileceği düzey ne olursa olsun, yüz bin kişilik Kıbrıslı Türk toplumunun kimliğini bir türlü benimsemeyip, uzak diyarlara çıkan bir başka şairimiz olan Mehmet Yaşın da Cumhuriyet gazetesi ile Londra’da yaptığı bir söyleşide “Akdeniz kültürü içinde ruhumu arıyorum” diyebilmiştir. (18.5.1987) Arayış içinde olan ve kızkardeşi Neşe Yaşın ile birkaç arkadaşıyla birlikte kendilerine “74 kuşağı şairleri” adını takan bu şairlerin Varlık Yayınlarında çıkan “Edebiyatta Kıbrıslı Türk Kimliği” başlıklı Londra’daki konferans notlarında bakınız Mehmet Yaşın ne diyor: “Konferansın adına ‘Kıbrıslı Türk Edebiyatçıların Kimlik Bunalımı’ deseydik daha yerinde olurdu belki.” Sorun asıl bizim içimizde. Bir halkın kimliğini ortadan kaldırmak öyle kolay değil. Korkarım biz yazarlar kendi kimlik bunalımlarımızı dile getiriyoruz. (s.17). Doğru söz ne denir!
R.Durbaş, “Bolu’da söylenen Türkülerle Lefkoşa’da söylenenlerin inanılmaz benzerliği” karşısında niye şaşırıyor? Yoksa Kıbrıslı Türklerin etnik kültürel kökeninin Anadolu’ya dayandığını yeni mi öğrenmiş? Ama işte tam da bu noktada Anadolu ile olan benzerlik ve özellikle farklılıklar, bugünkü siyasal ve kültürel sorunların anlaşılmasında önem kazanmaktadır. 1948’deki maden grevinden söz edilirken, bir yıl sonra Kıbrıs işçi sınıfının bir daha birleşmemek üzere milliyetçi saflara bölünmesine yol açan solcu Rum sendikası PEO ile AKEL partisinin kabul ettiği “enosis ve yalnız enosis” politikasından niçin söz edilmiyor?
Kıbrıs’ta bugün yaşanmakta olan yabancı işgal sorunu ile milliyetler sorununun çözümünü, küçük burjuva sanatçılarının kişisel bunalım sorunlarıyla özdeşleştirmek konuyu basite indirgemek olur. TC’nin 15 yıldır işgal altında tuttuğu Kuzey Kıbrıs topraklarını vilayetleştirme politikalarına karşı çıkmak, en başta bugünkü iktidarı ayakta tutabilmek için adaya yerleştirilen 60 binden fazla TC göçmeninin geri dönmesini istemek ve uluslararası hukuka tersliği ile bütün dünya tarafından kınanmakta olan 35 bin kişilik askeri işgale bir an önce son verilmesinden geçmektedir. Bazılarının yaptığı gibi “kimliğimiz yok oluyor” şeklindeki şikâyetleri yükseltmekle değil.
500 milyon TL’ye mal olan iddialı bir TV belgeseli hazırlayan gazeteci Mehmet Ali Birand bile şöyle yakınıyordu: “25 yılı dolan meslek hayatımızın her anında Kıbrıs vardı, konuyla ilgili iki de kitap yazdık. Her şeyi biliyoruz sanmıştık. Meğer ne yanılmışız. Belgeseli hazırlarken ne kadar çok şeyi bilmediğimizin farkına vardık.” Birand “Türkiye’nin Kıbrıs işinin içine girmesinde İngiltere’nin kesin rolü var... Aynı şekilde Amerika da kamuoyumuzdaki izlenimin aksine Türkiye’yi kollamış. Hem de başından sonuna kadar” diye ekliyor. (Milliyet, 11.7.1989) Ama aynı gazeteci, Gazi Üniversitesi’nde Ekim 1987’de verdiği bir konferansta “Kıbrıs sorunu 1974 müdahalesiyle bitmiştir. Şu anda yapılan sadece oradaki cenazenin nasıl kaldırılacağıdır, daha doğrusu kılıf oturtulmaya çalışılıyor” şeklinde konuşabilmişti. Yoksa Birand’a göre, Kıbrıs Cumhuriyeti devleti ve ada üzerinde yaşayanlar, Yusuf Akçura’nın “Osmanlı Devletinin Dağılma Devri” adlı kitabında belirttiği gibi, “Türklerde tabii bir haslet olan istila ve tevessü arzusu”nun kurbanı olarak mı kabul edilmeliydi?
Birand, Nokta dergisiyle yaptığı bir başka söyleşide ise şöyle diyor: Konuştuğum bütün yabancı kişilerin görüşünden yola çıkalım. Kıbrıs konusunda herkes Türkiye’yi yüzde yüz haksız buluyor. İkinci harekâttan itibaren her şeye haksız damgasını vuruyorlar. Ve biz de hiçbir şekilde bunda haklı olup olmadığımızı anlatabilmiş değiliz.” (27.8.1989)
Kıbrıs sorununda her şeyi bildiğini zannettiğini söyleyen Türkiyeli aydınlardan Mehmet Ali Birand’ın bile kafasının bu kadar karışık ve çelişkili olmasına bakarsak, R.Durbaş’ın Kıbrıs’taki iç tartışmaları bilmeden saf tutmaya kalkışması ve Türkiye basına güdümlü haber ulaştırma geleneğine katılması, artık herhalde normal karşılanmalı. Türkiye’den Kıbrıs’a gelip de buradaki sözümona demokrasiye hayran kalan sağlı-sollu Türkiyeli aydınların, en önce Kıbrıslı’nın kimliğini ve ülkenin tarihini öğrenmeleri gerekmektedir. Bu da üç-beş gün Kıbrıs’ta tatil yaparak sağlanamaz. O nedenledir ki geriye döndüklerinde hep yüzeysel ve sığ bilgilerini basına ve çevrelerine aktardıklarından yarar değil, zarar veriyorlar.
Emperyalizmin stratejik bir azınlık olarak kullandığı Kıbrıslı Türkler, 1943’te Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu’ndan yola çıkıp, 1985’deki Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne ulaştırılmışlarsa, bu hikâyenin iyice ve ayrıntılarıyla bilinmesi gerekmektedir. Üretimden kopartılmış, 30 binden fazlası “devlet”ten maaş çeker duruma itilmiş olan Kıbrıs Türklerinin kimliğini tanımak, Türkiye aydınının görevlerinden biri olmalıdır.

(“Ahmet An” imzası ile, Ekonomi ve Politikada Görüş, aylık dergi, İstanbul, Sayı:35, Ekim 1989)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder