Görüş
dergisinin Eylül sayısında çıkan Refik Durbaş’ın “Kıbrıs’ın ‘kimlik’ sorunu”
başlıklı yazısı, Türkiyeli aydının “uzun yıllardan beri ülkesinin gündeminde
tutulan” bir konuda ne kadar bilgisiz olduğunu gösteren yeni bir kanıt oldu. Bu
konuda bir Kıbrıslı yazar bakınız ne diyor:
“İnönü
KKTC’ye gelir gelmez, daha ayağının tozuyla, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
demokrasinin, kurumlarıyla ve kuruluşlarıyla iyi işlediği bir ülke...” Artık
alıştık. Doğru olmasa da bu tür sözler bizi şaşırtmıyor. Türkiye’den kim
gelirse gelsin, ister sağcı, ister solcu, bizim demokrasimize hayran. Ecevit
geldi, demokrasimizi övdü ve gitti. Balıkesir Barosu Başkanı geldi,
“Demokrasinize hayranım” dedi ve gitti. Oktay Akbal geldi, “Denktaş Kıbrıs’ın
Atatürkü’dür” dedi ve gitti. Cengiz Çandar’dan Turhan Selçuk’a, Ali Sirmen’den
Cüneyt Arcayürek’e dek herkes, Denktaş’ı ve demokrasimizi sık sık göklere
çıkarmakta. Bunun nedeni ortada. Türkiye’nin aydını Türkiye’den bakıyor
dünyaya. Türkiye’nin koşulları içinden görüyor her şeyi. Bizi
değerlendirmelerindeki yanlışlık da bundan kaynaklanıyor işte. Dünyaya
İsveç’ten, Fransa’dan, İngiltere’den veya Amerika’dan bakanlar, bizim
demokrasimize hayran kalabilir mi hiç?.. Ama şimdiye dek gerçek demokrasiyi henüz
yaşamamış olan Türkiyeli aydınlar için, anlaşılan durum hiç de öyle değil...”
(Ortam gazetesi, 26.8.1989, Şener Levent)
Refik
Durbaş da adı geçen yazısında Kıbrıs’ın hep “siyasal yönüyle ilgilendiklerini”
belirterek, “Kıbrıs’ta yaşayan insanların kültürel değerlerini ve Kıbrıs’ın
sanat ve kültür değeri, yerini “ben de pek merak etmezdim” diyor. Oysa ki
sorduğu soruların yanıtları, Kıbrıs Türkleri ile Türkiyeli aydınların ilk
temasları başlattıkları 1948 yılından beridir Türkiye’de yayımlanmakta olan çeşitli
dergilerdeki makalelerde ve kitaplarda yer almaktadır. Doğaldır ki işin sadece
siyasal yanı ile ilgilenir görünen solcu aydınlar, daha çok Türkçü kültür
dergilerinde yer alan bu makalelerden pek haberdar değildir. Türkiye’de
yayımlanmış sınırlı ve yeterli sayılamayacak sayıdaki bu araştırmalar yanında,
Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türk araştırmacılar tarafından yapılan ve buradaki yayın
organlarında çıkan onlarca makale ve kitap bulunmaktadır. İngilizce yayınlardan
söz etmek istemiyorum. Ne yazık ki Kıbrıslı Türk araştırmacıların mali gücü,
bunları Türkiye’de de bastırmak için yeterli değildir. Türkiye’deki
yayınevlerinin siyasal olmayan konulara ilgi göstermemeleri ayrı bir konudur.
Durbaş’ın
yazısına konu ettiği Kıbrıs Türk Folkloru ile ilgili kitap, bu konuda yapılmış
ne ilk çalışmadır, ne de son çalışma olacaktır. Kendisi bir rastlantı sonucu bu
kitabı okuma olanağı bulmuş ve Kıbrıslı Türk aydınlar arasında yıllardır
tartışma konusu yapılan “kimlik” belirleme çalışmalarına balıklama dalarak,
konuya “kimlik sorunu” adını takan, ama aslında “kişilik sorunu” olan bazı
yazar ve şairlerin safında yer almıştır. Benzeri bir yaklaşım, yine aynı
çevrelerin etkisiyle 1986 Ağustos’unda Cumhuriyet gazetesinde de görülmüştü.
Yerel bir dernek tarafından Lefkoşa’da bazı Türkiyeli aydınların katılımı ile
düzenlenen “Kimlik arayışında kültürel ve sanatsal gelişmenin önemi” konulu
sempozyumla ilgili haberler, kısa bile olsa Türkiye kamuoyuna aktarılırken,
Kıbrıs Türkünün dörtyüz yıllık bir kimliği sanki yokmuş gibi, “Kıbrıs’ta
kültürel kimlik aranıyor” başlığı kullanılmıştı. Daha ilk toplantıda “biz
Kıbrıs Türklerinin sanat ve kültürüne bir reçete vermek için gelmedik” deme
ihtiyacını hisseden konuşmacılar, gerçekte bu görevi yerine getirmeye
çalıştılar ve yer yer katılanların ağır eleştirileriyle karşılaşmışlardı. İki
gün sonra Cumhuriyet’te çıkan haberin başlığında ise Prof. Emre Kongar’ın şu
saptaması vardı: “Kıbrıs Türklerinin kültür kimliği farklı.” 9 Ağustos 1986
günü ise artık gerçek durum, sempozyumun tek Kıbrıslı konuşmacısının ağzından
duyuruluyordu: “Kıbrıs müdahaleci kültürün etkisinde!”
Aslında
sorun daha da karmaşıktır. Ne yazık ki Kıbrıs’ta var olan muhalefet partileri,
başta CTP olmak üzere, siyasal soruna doğru teşhis koyamadıklarından çeşitli
hatalara düşmektedirler. Oysa ki Kıbrıs adasının kuzeyinde 1974 yazından beri
süren Türk Silahlı Kuvvetleri’nin askeri işgali söz konusudur. İşgal altında
tutulmakta olan bu toprakların vilayetleştirilmesi süreci daha ilk günlerde
başlatılmıştır. Siyasal, ekonomik ve kültürel sorunların gittikçe daha da
derinleşmekte olması, bu muhalif güçlerin seslerini yükseltmesine yol açmakta,
ama teşhiste yanlışlık yapıldığı için açmazlara düşülmekte ve muhalif
potansiyel heder olmaktadır.
Özellikle son
zamanlarda artan Türkiye’den solcu politikacı, sanatçı, yazar davetleri, kendi
öz gücüne güvenemeyen Kıbrıslı sağ ve sol sosyal demokratların Türkiyeli
ilericilerden medet ummalarından kaynaklanmaktadır. Gelenlerin Kıbrıslı’nın
kimliğinden haberdar olmaması yüzünden büyük potlar kırılabilmekte, hatta
iktidardaki gerici yönetimin paralelinde demeçler verilebilmektedir. Öte yandan
Kıbrıslı Türkler arasında yapılmakta olan siyasal ve kültürel tartışmalarda
belli bir taraf haklılığını kanıtlamak için, Türkiyeli dostlarını Kıbrıs’a
çağırıp, yedirip içirmekte ve istediği demeçleri verdirerek, sözümona kendi
haklılığını kanıtlamaya çalışmaktadır. Burada tartışma konusu olan ise, genelde
Kıbrıs Türk insanının kimlik sorunu değil, bazı küçük burjuva sanatçılarının
kişilik bunalımı veya sorunudur.
Örneğin
R.Durbaş’ın özgün şair diye nitelediği dostu Fikret Demirağ, uzun şairlik
serüveni içinde bir zamanlar “Singapur sokaklarında” kimliğini kaybedip, soyut
şiirler yazarken, bir süre bu kimliği “Akdeniz, zeytin dalı ve yasemin”de
bulmuş, geçen bahar “neolitik çağda, Hesidos’un Theogoniası’nda” aradığı
kimliği, bu yaz Asil Nadir’in “Kıbrıs” gazetesinde görev alarak bulmuştur.
Ulaştığı ve
ulaşabileceği düzey ne olursa olsun, yüz bin kişilik Kıbrıslı Türk toplumunun
kimliğini bir türlü benimsemeyip, uzak diyarlara çıkan bir başka şairimiz olan
Mehmet Yaşın da Cumhuriyet gazetesi ile Londra’da yaptığı bir söyleşide
“Akdeniz kültürü içinde ruhumu arıyorum” diyebilmiştir. (18.5.1987) Arayış
içinde olan ve kızkardeşi Neşe Yaşın ile birkaç arkadaşıyla birlikte
kendilerine “74 kuşağı şairleri” adını takan bu şairlerin Varlık Yayınlarında
çıkan “Edebiyatta Kıbrıslı Türk Kimliği” başlıklı Londra’daki konferans
notlarında bakınız Mehmet Yaşın ne diyor: “Konferansın adına ‘Kıbrıslı Türk
Edebiyatçıların Kimlik Bunalımı’ deseydik daha yerinde olurdu belki.” Sorun
asıl bizim içimizde. Bir halkın kimliğini ortadan kaldırmak öyle kolay değil.
Korkarım biz yazarlar kendi kimlik bunalımlarımızı dile getiriyoruz. (s.17).
Doğru söz ne denir!
R.Durbaş,
“Bolu’da söylenen Türkülerle Lefkoşa’da söylenenlerin inanılmaz benzerliği”
karşısında niye şaşırıyor? Yoksa Kıbrıslı Türklerin etnik kültürel kökeninin
Anadolu’ya dayandığını yeni mi öğrenmiş? Ama işte tam da bu noktada Anadolu ile
olan benzerlik ve özellikle farklılıklar, bugünkü siyasal ve kültürel
sorunların anlaşılmasında önem kazanmaktadır. 1948’deki maden grevinden söz
edilirken, bir yıl sonra Kıbrıs işçi sınıfının bir daha birleşmemek üzere
milliyetçi saflara bölünmesine yol açan solcu Rum sendikası PEO ile AKEL
partisinin kabul ettiği “enosis ve yalnız enosis” politikasından niçin söz
edilmiyor?
Kıbrıs’ta bugün
yaşanmakta olan yabancı işgal sorunu ile milliyetler sorununun çözümünü, küçük
burjuva sanatçılarının kişisel bunalım sorunlarıyla özdeşleştirmek konuyu basite
indirgemek olur. TC’nin 15 yıldır işgal altında tuttuğu Kuzey Kıbrıs
topraklarını vilayetleştirme politikalarına karşı çıkmak, en başta bugünkü
iktidarı ayakta tutabilmek için adaya yerleştirilen 60 binden fazla TC
göçmeninin geri dönmesini istemek ve uluslararası hukuka tersliği ile bütün
dünya tarafından kınanmakta olan 35 bin kişilik askeri işgale bir an önce son
verilmesinden geçmektedir. Bazılarının yaptığı gibi “kimliğimiz yok oluyor”
şeklindeki şikâyetleri yükseltmekle değil.
500 milyon TL’ye
mal olan iddialı bir TV belgeseli hazırlayan gazeteci Mehmet Ali Birand bile
şöyle yakınıyordu: “25 yılı dolan meslek hayatımızın her anında Kıbrıs vardı,
konuyla ilgili iki de kitap yazdık. Her şeyi biliyoruz sanmıştık. Meğer ne
yanılmışız. Belgeseli hazırlarken ne kadar çok şeyi bilmediğimizin farkına
vardık.” Birand “Türkiye’nin Kıbrıs işinin içine girmesinde İngiltere’nin kesin
rolü var... Aynı şekilde Amerika da kamuoyumuzdaki izlenimin aksine Türkiye’yi
kollamış. Hem de başından sonuna kadar” diye ekliyor. (Milliyet, 11.7.1989) Ama
aynı gazeteci, Gazi Üniversitesi’nde Ekim 1987’de verdiği bir konferansta
“Kıbrıs sorunu 1974 müdahalesiyle bitmiştir. Şu anda yapılan sadece oradaki
cenazenin nasıl kaldırılacağıdır, daha doğrusu kılıf oturtulmaya çalışılıyor”
şeklinde konuşabilmişti. Yoksa Birand’a göre, Kıbrıs Cumhuriyeti devleti ve ada
üzerinde yaşayanlar, Yusuf Akçura’nın “Osmanlı Devletinin Dağılma Devri” adlı
kitabında belirttiği gibi, “Türklerde tabii bir haslet olan istila ve tevessü
arzusu”nun kurbanı olarak mı kabul edilmeliydi?
Birand, Nokta
dergisiyle yaptığı bir başka söyleşide ise şöyle diyor: Konuştuğum bütün
yabancı kişilerin görüşünden yola çıkalım. Kıbrıs konusunda herkes Türkiye’yi
yüzde yüz haksız buluyor. İkinci harekâttan itibaren her şeye haksız damgasını
vuruyorlar. Ve biz de hiçbir şekilde bunda haklı olup olmadığımızı anlatabilmiş
değiliz.” (27.8.1989)
Kıbrıs sorununda
her şeyi bildiğini zannettiğini söyleyen Türkiyeli aydınlardan Mehmet Ali
Birand’ın bile kafasının bu kadar karışık ve çelişkili olmasına bakarsak,
R.Durbaş’ın Kıbrıs’taki iç tartışmaları bilmeden saf tutmaya kalkışması ve
Türkiye basına güdümlü haber ulaştırma geleneğine katılması, artık herhalde
normal karşılanmalı. Türkiye’den Kıbrıs’a gelip de buradaki sözümona
demokrasiye hayran kalan sağlı-sollu Türkiyeli aydınların, en önce Kıbrıslı’nın
kimliğini ve ülkenin tarihini öğrenmeleri gerekmektedir. Bu da üç-beş gün
Kıbrıs’ta tatil yaparak sağlanamaz. O nedenledir ki geriye döndüklerinde hep
yüzeysel ve sığ bilgilerini basına ve çevrelerine aktardıklarından yarar değil,
zarar veriyorlar.
Emperyalizmin
stratejik bir azınlık olarak kullandığı Kıbrıslı Türkler, 1943’te Kıbrıs Adası
Türk Azınlığı Kurumu’ndan yola çıkıp, 1985’deki Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’ne ulaştırılmışlarsa, bu hikâyenin iyice ve ayrıntılarıyla
bilinmesi gerekmektedir. Üretimden kopartılmış, 30 binden fazlası “devlet”ten
maaş çeker duruma itilmiş olan Kıbrıs Türklerinin kimliğini tanımak, Türkiye
aydınının görevlerinden biri olmalıdır.
(“Ahmet An” imzası ile, Ekonomi ve
Politikada Görüş, aylık dergi, İstanbul, Sayı:35, Ekim 1989)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder