20 Ekim 2017 Cuma

FAŞİST DARBEDEN BUGÜNE KIBRIS OLAYI VE DOĞRU YORUM

Kıbrıs olayları ağırlığını yavaş yavaş hükümet bunalımı, erken seçim gibi iç politikaya ilişkin konulara terkediyor. Üstelik sorunu yeniden diplomatik yollardan çözüm aranacağı, askeri yolların -hiç olmazsa şimdilik- denenmeyeceğini gösteren belirtiler var. Nitekim Başbakan Ecevit de bir Alman dergisine verdiği özel demeçte bunu açıkça ifade etti. Kısacası Kıbrıs sorununda yeni bir döneme gelinmiştir. KİTLE, hiç kuşkusuz Kıbrıs Dosyasını sonuna kadar açık tutacak, gelişmeleri mutlaka işleyecek, yorumlayıp değerlendirecektir. Ancak 15 Temmuz’da, CIA’nın yaptığı darbeden günümüze kadar geçen dönemin bir dökümünü yapmayı, olayların ve olayların yorumlanışındaki yanlış ya da doğru çizgilerin bir bilançosunu sunmayı ve Kıbrıs sorununun bu güne kadar olan gelişimini bu şekilde noktalamayı uygun gördük. Bu hem bir hatırlatma, hem de iki aylık uzunca ve yoğun olaylarla dolu bir döneme toplu bir bakış olacaktır.

Kıbrıs darbeden çok önceki günlerde de değerlendirilirken “bir kaynayan kazan”  olarak niteleniyordu ve kazan 15 Temmuz günü patladı. Eski EOKA ve Yunan Cuntası’nın mutemet adamı olarak bilinen Nikos Sampson’un, Makarios’un yerine Cumhurbaşkanı ilan edildiği ve 650 faşist Yunan Subayının yönetiminde tezgâhlanan bir darbe ile Makarios yönetimi devrildi. Yunan cuntasının ve emperyalizmin kanlı eli adaya uzanmış ve “Yeşil Ada” bir kere daha “kanlı ada”ya dönüştürülmüştü. Darbe ile birlikte başlayan ve doğrudan emekçi halkın temsilcilerine, demokrasi yanlısı güçlere yönelen faşist saldırı, Kıbrıs’ta amansız bir katliama girişti. Ada Rumlarının yüzde kırkının oy desteğine sahip ve Kıbrıs’ın en güçlü siyasi örgütü olarak bilinen Emekçi Halkın İlerici Partisi saflarında, faşist olmayan bütün unsurlara kadar yayılan bir terör dalgası Kıbrıs’ı birkaç saat içinde tam bir iç savaş şartlarına götürdü.
Türkiye’de olayları yakından izleyenler için bile kısmi bir sürpriz söz konusuydu. Nitekim Kıbrıs olayları patladığında Dışişleri bakanı yurtdışında bulunuyordu. Başbakan bir yurtiçi gezisine başlamıştı ve Türkiye kamuoyu olup bitenlerden ancak darbeden iki saat sonra haberdar olabilmişti.

İlk değerlendirmeler, ilk yorumlar  
Sürpriz belirgin bir şaşkınlığı da birlikte getirdi. Basın olayları yorumsuz vermeye itina gösteriyor, hükümet, ya da siyasi parti yöneticileri yuvarlak demeçlerle “zaman kazanmaya” çalışıyorlardı. Sözgelimi Başbakan, “Adada bir emrivaki ile karşı karşıya bırakılmamamıza müsaade edemeyiz” diyor, “Darbe Enosise giden bir emrivaki değil midir” sorusunu ise “öyle görünüyor” şeklinde cevaplıyordu. Darbe olayı karşısında Türkiye’nin demokratik ve siyasi kuruluşları da genellikle yorumsuzluğu tercih etmişlerdi. Yalnız Türkiye Sosyalist İşçi Partisi Kıbrıs darbesi duyulur duyulmaz bir bildiri yayınlamış ve Kıbrıs’taki faşist darbeyi şöyle değerlendirmişti:
“Bu darbe hareketi hiç kuşkusuz Amerikan emperyalizminin açık güdümünde Yunan Cuntası tarafından tezgâhlanmıştır. Yıkılmak istenen, bağımsız eve antiemperyalist Kıbrıs devletidir. Türkiye bu olaya Kıbrıs Rum kesimimin bir iç olayı gözüyle bakamaz. Türk hükümetinin olaya aktif bir tavırla eğilmesi ve önümüzdeki günlerde başlayabilecek faşist terörü ve katliamı önlemek üzere gerekli tedbirleri cesaretle alması gerekir.”
Darbenin ikinci ve üçüncü günleri yorum yapmaktan kaçınıp bir takım genel geçer alternatifleri sıralamaktan ibaret tavır, bütün burjuva çevrelerinde sürüp giderken, TSİP ardarda yayınladığı bildirilerle darbenin yönelimlerini ve muhtemel sonuçlarını ısrarla vurguluyordu. 15 Temmuz günü yayınlanan TSİP Basın bülteninde şu satırlara yer verilmişti:
“… Kıbrıs’ın bir NATO ülkesi haline getirmek isteyen emperyalizmin bu konudaki nihai planının ‘ikili enosis’ olduğu açıkça biliniyor… Bu fiili durum Kıbrıs halkının özgürlüğünü ve Kıbrıs’ın bağımsızlığını yok edici yönde geliştiği takdirde Türkiye meseleye mutlaka aktif olarak eğilmeli, ancak bu konuda alacağı tedbirler mutlaka Kıbrıs’ın bağımsızlığını sağlayacak yönde olmalıdır.”
Bu -daha sonra defalarca kanıtlanan- doğru görüş 18 Temmuz günü TSİP Genel Başkanı Ahmet Kaçmaz tarafından Ecevit’e gönderilen bir mektupta da tekrarlandı ve Başbakan bu konuda uyarıldı.

Türkiye’nin müdahalesinden önce
Türkiye’nin Kıbrıs’a 19 Temmuz günü gerçekleştirilen askeri müdahalesinden önce Ankara’da başlayan yoğun diplomatik çabalar, Ecevit’in İngiltere’ye yaptığı ani gezi ile Londra’da yoğunlaştı. Aynı günlerde, faşist darbeye karşı “Bu Rumların bir iç meselesidir. Türkler buna asla karışmamalıdırlar. Mücahitleri! Bulunduğunuz bölgeyi terk etmeyiniz ve her türlü Rum sızmasını önleyiniz. Kıbrıs Türkleri Rumların bu iç meselesine karışmayacaktır. Türklerin mal ve can güvenliği sağlanmıştır” şeklinde demeçlerle gözleri önünde cereyan eden faşist terörü ve Kıbrıs’ın Rum kesimindeki emekçi halka yönelen kanlı saldırıyı “seyretmeyi” öğütleyen Denktaş da ufukta görünen “ Kıbrıs Türk devletinin Cumhurbaşkanlığı” hülyalarıyla dil değiştirmiş ve Türkiye’nin “taksim”e yönelik bir müdahalesi için çağrılara başlamıştı. Kıbrıs konusunda kamuoyuna açıklanan ABD, İngiltere, Hollanda, Fransa ve diğer emperyalist mihrakların görüşleri ise, bir Türk müdahalesini önlemek ve bir müdahaleyi “dıştan gelecek bir müdahaleye karşıyız. Kıbrıs sorunu barışçı yollardan çözümlenmelidir” şeklinde yönlendirme eğilimleri olarak ortaya çıktı. O sıralarda Ada’daki faşist terör olanca hızı ile devam etmekteydi.
Ancak Ecevit’in Londra temasları sonuç vermedi ve 19 Temmuz’u 20 Temmuz’a bağlayan gecenin sabahı, Türk Silahlı Kuvvetleri, Girne kıyılarına çıkartma yaptı. Aynı gün 14 ilde sıkıyönetim ilan edilmişti.
Kissinger’in yardımcılarından Joseph Sisco’nun önleme gayretleri sonuç vermemiş ve Türkiye özellikle ABD’nin görünürdeki muhalefetine rağmen Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunmuştu.

Şoven çığlıklar başlıyor
Askeri müdahale ile birlikte Türk basınında “şoven” çığlıklar yükselmeye başladı. Başbakan’ın “barış harekâtı” adı verilen askeri müdahalenin amaçlarını açıklayan demeçleri bu şoven çığlıklar arasında daha ilk günden kaybolup gitmeye başlamıştı. Sağ basın olayı hemen ve doğallıkla bir “fetih” şeklinde değerlendirmeye gayret ediyordu. Ne var ki ilerici, demokrat hatta solcu bilinen gazete ve yazarlar da bu konuda belirgin bir “şovenizm”e kendilerini kaptırıverdiler. Çıkartma hemen her çevre tarafından kayıtsız şartsız destekleniyordu. Aynı günlerde KİTLE’nin başyazısı ise olaya şöyle yaklaşıyordu:
“… Türkiye’nin aldığı müdahale kararı… Kıbrıs’ı bağımsızlığının sağlanması, Kıbrıs’ta demokrasinin yeniden kurulması, Ada’nın toprak bütünlüğünün ve Ada halkının güvenliğinin güvenlik altına alınması şeklinde açıklandı. Müdahale ancak bu amaçlardan taviz verilmediği, kısaca emperyalizmin oyunlarına, planlarına gelinmediği takdirde başarılı sonuçlara varabilir ve ancak o zaman… demokratik güçlerin destek ve güvenini sağlayabilir…” (KİTLE, 23 Temmuz 1974, Sayı:18)
Aynı gün yayınlanan TSİP bildirisinde ise şu görüşlere yer verilmişti:
“Türkiye Sosyalist İşçi Partisi emperyalist etkilerden NATO üslerinden arınmış, bağımsız ve demokratik Kıbrıs Devleti”ni en uygun çözüm olarak görmüştür… Kıbrıs’ın bağımsızlığını ihlâl edecek her türlü çözüme kesinlikle karşıyız. Hükümetin, sayın Başbakan’da sözcülüğünü bulan Kıbrıs’ın bağımsızlığı, özgürlüğü ve demokratikliği, amaçlarını benimsiyoruz.”
Kıbrıs’ta askeri harekât gelişmeye başladıkça demokratik örgütlerin pek çoğunda belirgin bir sessizlik izlenirken, büyük sermaye basını azgın bir şoven propagandaya başladı. Öteden beri Kıbrıs olayını bir tiraj konusunu yapmış olan ve bunda zaman zaman başarıya ulaşan Hürriyet gazetesi, 22 Temmuz günü yayınladığı başyazısında “kana kan, dişe diş istiyoruz” başlığı altında şöyle diyordu:
“… Bildiğimiz bir şey varsa, tarihin hiçbir devrinde Türk milletinin, Elenlere boyun eğmediği ve eğmeyeceğidir… Dünya kamuoyu artık şunu bilmelidir: Bu bir savaştır. Kana kan, dişe diş verilecek bir savaş”.
Barış harekâtı hızla yön değiştiriyor, başlangıçta özellikle Ecevit’in ağzından duyulan Anti-faşist hatta yer yer anti-emperyalist sloganlar geri plana itiliyordu. Nitekim ateşkes’i izleyen günlerde resmi demeçlerde de artık Kıbrıs’ın bağımsızlığı, Kıbrıs halkının özgürlüğü ve Kıbrıs’ın toprak bütünlüğünün korunması konularına kesinlikle yer vermez oldu. Oysa o günlerde TSİP’nin Genel Başkanı Ahmet Kaçmaz, verdiği bir demeçte şunları söylemekteydi
“Ecevit hükümeti Kıbrıs’ın bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü adına ve Kıbrıs’a demokrasi, özgürlük ve kardeşlik sloganıyla Kıbrıs’a müdahale yetkisini kullandı. Ne var ki özellikle ABD’nin araya girmesiyle sağlanan ateşkes’le birlikte, ilk gün ileri sürülen ‘Kıbrıs’ın bağımsızlığı, Kıbrıs halkının özgürlüğü ve Kıbrıs’ın toprak bütünlüğünün korunması” tezinden söz edilmez oldu. Bu günden sonra diplomatik yollar denenecektir. Masaya oturulacaktır. Ama bütün bu temas ve tartışmaların birinci maddesi olarak Kıbrıs’ın bağımsızlığı şart koşulmadıkça varılacak her türlü çözüm, emperyalist kuvvetlerin işine yarayacaktır. Emperyalizmin çıkarına olan bir çözümün ise halkımıza ve Dünya halklarına yararlı olmasına imkân yoktur.”

Birinci Cenevre görüşmeleri
Cenevre Barış görüşmeleri sermaye basınındaki sözcüler tarafından başlangıçta kabaran -kabartılan- şoven duygulara uygun olarak olumsuz karşılandı. AP organı Son Havadis’te Tekin Erer 30 Temmuz günü, köşesinde “… tam zafer üzerinde ve tam en başarılı safhada hükümetin ateşkes’e rıza gösterilmesi aklın kabul edeceği şey değildir. Hiç olmazsa harekât bir hafta sürmeliydi. Zaten ordumuz bir haftada Kıbrıs’a tam olarak hâkim olurdu. Böyle yapılmadı ve ordusunun zaferine gölge indi” diye yazıyordu.
Meydan’ın ve Devir dergisi gibi sermayenin çeşitli kanatlarının siyasi ve iktisadi görüşlerini “iyi” yansıtan dergilerde ise, barış görüşmelerinin ilk günü sermaye kesiminin ilk gündeki sessizliklerinin yırtıldığı, handiyse bütün bir tekelci sermaye kesiminin birdenbire “Ecevitçi” oluverdiği gözleniyordu. Altemur Kılıç, Ecevit’e övgüler düzerken, Mithat Perin, “askeri harekâtın, ekonomik harekât ile tamamlanmasını” savunuyordu. Nitekim Perin’in yaktığı yeşil ışık daha sonra gerçek sözcüleri tarafından da ifade edildi. Türk Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı Feyyaz Berker, İzmir’de yaptığı konuşmada aynen Meydan dergisinin kelimelerini kullanarak “Şanlı ordumuzun başardığı askeri harekâtı, Türk sanayicileri olarak biz de ekonomik çıkartma ile tamamlayacağız” dedi.
Cenevre görüşmeleri zaman zaman kesilme tehlikesiyle karşılaşarak devam ederken demokratik örgütlerden de övgüler gelmeye başladı. TÖB-DER “Federasyon tezinden yana olduğunu” açıkladı. Bu tez, daha sonra “bağımsız federasyon tezine bile tahammülleri olmayanları” eleştirirken Milliyet gazetesi yazarı Mümtaz Soysal tarafından da benimsendi.
Kıbrıs olayının bu döneminde sendikalar da diyaloğa katıldılar ve Ecevit’in askeri harekâtın ilk günlerinde kullandığı deyimlerden bölük pörçük alıntılar yaparak düzenledikleri bildirilerinde “Müdahaleyi desteklediklerini” belirttiler. Bu arada doğru görüş ortaya koyabilen birkaç sendika ise bildirilerini, görüşlerini basına yansıtamadılar. Sermaye basını “çatlak ses” istemiyordu.
Aynı günlerde TSİP’in, Kıbrıs sorununun işçi sınıfı sosyalizmi çizgisinde yorumlanmasını sağlamak amacıyla düzenlediği demokratik eylemler polisin ve devlet görevlilerinin baskıları ile karşılandı. 

Birinci Cenevre anlaşması imzalanıyor
1.Cenevre görüşmeleri 30 Temmuz günü geç vakit imzalandı. Ancak bu anlaşma ayrıntılı bir “ateş-kes” anlaşmasından fazla bir şey değildi. Nitekim daha resmi imza töreni yapılmadan konferansın ikinci bölümünde savunulacak Türk tezi ile ilgili son derece yoğun bir tartışma başladı. Federasyon kavramı üzerinde duruluyor ve “kantonal federasyon”, “Coğrafi federasyon” kelimeleri tartışılıyordu. Ancak kısa süre sonra işçi sınıfı çizgisi dışındaki bütün çizgiler “coğrafi federasyon” ya da daha sağındaki görüşlerde karar kıldılar.
O günlerde KİTLE gazetesinde yayınlanabilme olanağı bulan İYÖKD bildirisinde şöyle deniyordu:
“… Bizler şuna inanıyoruz ki Kıbrıs halkının kaderi kendileri tarafından çizilecek ve Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Kıbrıs ergeç bu halklar tarafından kurulacaktır…”
Bağımsız Kıbrıs tezi “Avrupadaki Türkiye Demokratik İşçi Dernekleri federasyonu (TDF)” tarafından da benimsendi.

1.ve 2. Cenevre arası
Ağustos ayının ilk günlerinden itibaren kimi gün azalarak, kimi gün en azgın boyutlara ulaşarak şoven dalga sürüp gitti. 1 Ağustos günü Kıbrıs’ın fethinin 403. Yıldönümü kutlanırken, Hürriyet Gazetesinde bir demeci yayınlanan Denktaş açık açık şöyle diyordu:
“Başkentimiz Girne olacaktır.”
Feyyaz Berker, İzmir’de verdiği ikinci bir demeçle tekelci sermayenin tercihlerini netleştirdi. Berker şöyle dedi:
“Ekonomik bakımdan kendi kendine yeten bir Kıbrıs yaratacağız. Biz işadamları olarak bunun hazırlığına başladık.”
Finans kapital, “Kıbrıs bakir pazarlarına” iştiha dolu bakışlarını yöneltmişti. Berker bu demeci 3 Ağustos günü vermişti. Aynı gün TSİP “Emekçi halkımıza” başlıklı bir bildiri yayınladı ve baştan beri sürdürdüğü çizgiyi ısrarla savunduğunu bir daha açıkladı. TSİP bildirisinde şöyle diyordu:
“Emperyalistler aralarındaki çelişkiler ne olursa olsun, Kıbrıs’ı bir NATO üssü haline getirmekte kararlıdırlar. Ve Dünya halkları da Kıbrıs ve benzeri ülkeleri emperyalizme yem etmemeğe kararlıdırlar. Bütün meselenin temelinde düğümlendiği nokta budur… TSİP Kıbrıs’ın kendi toprak bütünlüğü içinde bağımsız ve demokratik, özgür bir ülke olarak kalması, Adadaki tüm emekçi halkın haklarının korunması ve geliştirilmesi ve kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri için sonuna kadar mücadele etmeyi görev bilir.”
KİTLE Gazetesi ise 6 Ağustos tarihli 20. sayısında “Kıbrıs ve İşçi Sınıfının Tavrı” başlıklı bir başyazı yayınlıyor ve Kıbrıs üstündeki emperyalist emelleri enine boyuna inceledikten sonra şunları vurguluyordu:
“Ülkemizdeki yerli oligarşinin emelleri sağ ve şoven güçlerin taksim teziyle uyuşmaktadır, ama görevimiz ne kadar güç olursa olsun, bu güçlükler önünde asla geri çekilmemek gerekir.

İkinci Cenevre Konferansı
Kıbrıs olaylarının en önemli dönemeç noktalarından biri olan İkinci Cenevre Konferansı başlamadan önce şoven taktikler meyvesini vermeye başladı ve Türkiye barış masasına “Dediğim dedik, ya dediğim olur, ya da bu iş biter” havasında oturdu. Nitekim Turan Güneş 2. Cenevre Konferansından önce verdiği bir demeçte 9 Ağustos günü “Konuyu fazla uzatmayacağım” diyordu. Uzatmadı da… İkinci Cenevre Konferansı başladığında, Türkiye “coğrafi temele dayanan federasyon” tezi dışında bir tezi tartışmaya yanaşmadı. Konferans boyunca ancak bu tezin çeşitli biçimleri üzerinde tartışma kabul edildi ve bilindiği gibi konferans dağıldı.

İkinci askeri harekât başlıyor
14 Ağustos günü ikinci Kıbrıs harekâtı başladı. Daha konferans devam ederken görüşünü kitlelere açıklayan TSİP olmuştu. 4 Ağustos günü İstanbul’da düzenlenen “Bağımsız Kıbrıs Toplantısı”nda 3 bin 500’ü aşkın bir kitle önünde ve çeşitli baskılara rağmen TSİP’li ve diğer konuşmacılar işçi sınıfı sosyalizminin bilimsel görüşleri doğrultusunda oluşturulmuş Kıbrıs Tezini olanca netliğiyle ortaya koydular:
“Lefkoşe alındı, Magosa sarıldı” gibi manşetlerle süslü büyük sermaye basını hareketi gerçek bir istila harekâtı niteliğine büründürmek için özel bir çaba harcıyordu.
Üstelik 1. Harekât’ın “Kıbrıs’a ve Yunanistan’a demokrasi götüren” Başbakanı, 15 Ağustos günü ABD Büyükelçisi ile görüşürken Hürriyet gazetesinin bir haberine göre elçiye “Tavsiye ederim tatilinizi Magosa’da geçirin” diyordu. Nitekim fiili durumu Günaydın Gazetesi manşetiyle kestirmeden ifade etti:
“Adayı ikiye böldük!..”
Aynı anda gene Ecevit, ABD’nin Türk tezini olumlu karşıladığını bir “müjde” havasında duyururken KİTLE Gazetesi başyazısında “Biraz serinkanlılık” diyordu ve ekliyordu:
“Bu gün artık Kıbrıs devletinin bağımsızlığından bahsetmeye imkân yoktur. Kıbrıs devletinin toprak bütünlüğünün sağlanması ihtimalleri büsbütün ortadan kalkmış, fiili bir durum yaratılmıştır… Yaratılan fiili durumla gerçekte fiili taksim meydana gelmiştir. Bu da emperyalizmin uşağı faşist Sampson darbesiyle başlatılan olaylar zincirinin bu gün vardığı aşamada genel olarak emperyalizmin emellerinin adada kademe kademe gerçekleşmesi demektir.”

İkinci ateşkes ve sonrası
16 Ağustos günü İkinci Kıbrıs Askeri harekâtı da sona erdi ve ateşkes ilân edildi. Adanın yüzde 40'ı Türk Silahlı Kuvvetlerinin kontrolü altına geçmişti.
Hemen ardından ülkemizin en büyük demokratik örgütlerinden biri olan TÖB-DER Genel Başkanı bir gazeteye verdiği demeçte “Ordunun Kıbrıs harekâtına devam etmesini” öneriyordu. Bozkurt “Yunanistan galiba Doğu Bloku ülkelerini yanına çekme çabası içinde onlara göz mü kırpıyor nedir?” diyerek, Kıbrıs olayını yorumluyor ve şunu öneriyordu: “Benim kişisel kanım ne pahasına olursa olsun hükümetin bu kangren olmuş yaraya kökünden çözüm getirmesidir. Harekâta devam edilmelidir.”
Basın’da, genel olarak ilerici ve demokrat bilinen yazarların bir kısmı da şovenizme kapılmaktan kendilerini alakoyamadılar.
KİTLE bir kere daha vurguladı: “Şovenizm emekçi, halkımızın düşmanıdır.”
27 Ağustos tarihli KİTLE’de kalıcı çözümün adı bir defa daha kondu: “Kalıcı çözüm Kıbrıs’ın kaderini Kıbrıs halkının tayin etmesidir.” Başyazıda ise Kıbrıs’ın bağımsızlığının artık olmadığı belirtiliyor ve şoven propagandaların kimin çıkarına olduğu tek tek belirleniyordu. Aynı yazıda Ecevit’in iç ve dış basında göklere çıkarılan “prestij patlamasının” temelleri de irdeleniyor ve şöyle deniyordu:
“CHP emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik özlemlerine vaadlerde bulunarak oy almış ve iktidara gelmiş bir partidir. Ama bu defa sağladığı destek emekçi halkın şoven duyguları kışkırtılarak elde edilmiştir. Bu ise geri tepecek bir silahtır. Ne hazindir ki tekelciliğe karşı çıkan Ecevit… tekelciliğin ve demokrasi ve özgürlük düşmanlığının şampiyonu olan ABD emperyalizmine yaslanmaktan başka çare bulamamıştır.”

Ve bugüne kadarki gelişmeler
İkinci Askeri harekâttan sonraki günlerde Kıbrıs ile ilgili şoven dalga sermaye basınının, gerek TSİP dışında kalan siyasi partilerin tek ve başlıca malzemesi, dayanağı oldu. Kimi zaman gerçek olaylar çarpıtıldı, kimi zaman olay icat edildi.
Aynı günlerde Ecevit ise Yunanistan’ın NATO’dan çekilmesiyle ilgili bir soruyu cevaplarken “NATO’nun Güneydoğu kanadında Yunanistan’ın çekilmesi ile ortaya çıkan boşluğu Türkiye’nin dolduracağını” söyledi. TSİP Genel başkanı cevapladı bunu ve şöyle dedi:
“TSİP olarak emperyalizme bu kadar çabuk teslim olan CHP liderinin bu sözlerini büyük bir sorumsuzluk örneği olarak değerlendirdiğimizi bildirir, kendisini başta işçi sınıfımız olmak üzere tüm emekçi halkımız, bütün yurtseverler ve ilericiler adına şiddetle kınarız.”
Ne var ki şovenizm durmak dinlenmek bilmiyordu. Kıbrıs olayı bütünüyle bir Yunan düşmanlığına dönüşmüş, halklar halklara düşman edilmeye çalışılıyordu. Faşist EOKA-B örgütünün silahla “katledilen Kıbrıslı emekçi Türk köylüleri olayı” alabildiğine istismar edildi. Gazeteci Adem Yavuz’un ölümü aynı emelle kullanıldı.
Ağustos ayının olaylarını ele alan İLKE Dergisinin 9. sayısında Bektaş Akçadağ konunun üstüne gitti ve şöyle dedi:
“… Halkları halklara düşman eden, Kıbrıs’lı Rum’a, Kıbrıs’lı Türk’ü boğazlatan, hatta EOKA’cı Rumu öldürten hep aynı güç, aynı el, aynı çirkin çıkar bütünüdür: Emperyalizm ve onun maşası faşizm…”

Kıbrıs Türk Devleti
Artık egemen sömürücü güçler pek çok yönüyle ehlileştirdiklerine inandıkları Ecevit CHP’si hakkında sütun sütun övgüler düzdürüyor ve topyekun bir propaganda ile Kıbrıs Türk Devleti tezgahlanmak istiyordu. Devletin resmi ajansı Anadolu Ajansı 30 Ağustos dolayısıyla yayınladığı bültende Kıbrıs’ı 75. Türk devleti olarak gösteriyordu. Denktaş aynı anlama gelen demeçleri pervasızca veriyor, koalisyonun MSP kanadı adına konuşan Müftüoğlu “Kıbrıs’ta artık fiilen bir Türk devleti kurulmuştur” diyebiliyordu.

“Yurtsever finans kapitalistlerimiz”
Eylül ayı içinde şoven dalga hızını kısmen kaybetmeye başladı. Özellikle dış baskılar yoğunlaşmış “ister Yunanistanın propaganda borusunu iyi kullanmasından”, ister bir başka nedenden özellikle Avrupa’da ve Sosyalist Blokta, Türkiye aleyhine belirgin bir tepki başlamıştı. Finans kapitalin Kamuran İnan, Haluk Ülman gibi siyasi temsilcilerinden, Rahmi Koç, Eczacıbaşı, Feyyaz Berker, Halit Narin, Selahattin Beyazıt gibi bizzat kendilerine kadar ekipler kollarını sıvadılar ve “Türkiyenin, Kıbrıs konusundaki görüşlerini, batılı ülkelere anlatmak amacıyla yurtdışına dağıldılar. Kanada’da, ABD’de, Londra’da, Paris’te kısacası bütün emperyalist merkezlerde Türkiye’nin Kıbrıs tezi, Türkiye Finans Kapitalistleri tarafından Dünya’nın diğer finans kapitalistlerine bir bir anlatıldı.
Aynı sırada CHP-MSP koalisyonu yıkılıyor ve seçimlerde, solcuyuz sloganıyla çıkan CHP, seçimlerde “sağcıyız” sloganını işleyen DP’nin desteğini alıp yeni bir koalisyon ya da azınlık hükümetinin pazarlığına başlıyordu. Üstelik Devir, Meydan, Milliyet gibi sermaye organlarının bir hafta kadar önce önerdikleri bir yoldu bu. Kıbrıs sorunu Ecevit’i bu noktaya getirmişti. Adanın statüsünün ne olacağı tam bir bulanıklık içindeydi. Ülkemizdeki gerici egemen güçler, 14 Ekim sonrasında bir ara ellerinden kaçırır gibi oldukları siyasi iktidar dizginlerini yeniden elde etmenin sevincini yaşıyorlardı. KİTLE 10 Eylül günü çıkan 26. sayısında önce teşhisini koydu:
“… Ekonomik açmazdan, halk sektörü donkişotluğun ile değil, finans kapital girişimciliği ile kurtulabileceğini anlamış, yani ehlileşmiş bir CHP’nin tekelci sermayeye dayanarak atılacak adımların eninde sonunda halk kitlelerinin zararına olacağının bilincinde olan ve bu adımların AP gibi halk düşmanı olduğu kesinleşmiş bir parti ile atılmasına yanaşmayacak kesimlerini ikna etmek zor olacaktır. Ama bu pürüzlerin bazı operasyonlarla giderilmesi pekâlâ mümkündür. Ve işte tekelci sermayenin bu gün özlediği, devamlı olmasını arzuladığı, kendisi için en iyi çözüm yolu budur…”
Ardından da somut önerisini getirdi: CHP finans kapitalin güdümüne bırakılmamalıdır.
15 Temmuz 1974 günü Sampson ‘un faşist darbesiyle başlayan Kıbrıs olaylarının bugüne kadar olan bölümünün belli başlı düğüm noktaları ve bu noktalarda ülkenin çeşitli kesimlerinin görüşlerini kuşbakışı bir tablo halinde vermeye çalıştık. Türkiyenin demokratik-ilerici güçlerinin tümünün şovenizme paçasını kaptırmaktan kurtulduğu söylenemez. Küçük burjuva unsurlar, sınıfsal kaypaklıklarının onları mahkûm ettiği zigzaglar içinde emperyalist propagandalara esir olur, şoven dalgalar içinde bocalarken, işçi sınıfı sosyalistleri başından sonuna kadar açık ve sağlam bir çizgiyi tesbit etmişler ve bunu cesaretle savunmuşlardır. Üstelik Türkiye işçi sınıfı hareketi bu sıcak olaylar içinde son derece yararlı siyasi deneylerle donanmıştır. Mücadelemizin önümüzdeki aşamalarında bu durum yansıyacaktır.


(imzasız, Kitle dergisi, 24 Eylül 1974, Sayı:27)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder