Kıbrıs olayları ağırlığını yavaş yavaş hükümet bunalımı,
erken seçim gibi iç politikaya ilişkin konulara terkediyor. Üstelik sorunu
yeniden diplomatik yollardan çözüm aranacağı, askeri yolların -hiç olmazsa
şimdilik- denenmeyeceğini gösteren belirtiler var. Nitekim Başbakan Ecevit de
bir Alman dergisine verdiği özel demeçte bunu açıkça ifade etti. Kısacası
Kıbrıs sorununda yeni bir döneme gelinmiştir. KİTLE, hiç kuşkusuz Kıbrıs
Dosyasını sonuna kadar açık tutacak, gelişmeleri mutlaka işleyecek, yorumlayıp
değerlendirecektir. Ancak 15 Temmuz’da, CIA’nın yaptığı darbeden günümüze kadar
geçen dönemin bir dökümünü yapmayı, olayların ve olayların yorumlanışındaki
yanlış ya da doğru çizgilerin bir bilançosunu sunmayı ve Kıbrıs sorununun bu
güne kadar olan gelişimini bu şekilde noktalamayı uygun gördük. Bu hem bir
hatırlatma, hem de iki aylık uzunca ve yoğun olaylarla dolu bir döneme toplu
bir bakış olacaktır.
Kıbrıs darbeden çok önceki
günlerde de değerlendirilirken “bir kaynayan kazan” olarak niteleniyordu ve kazan 15 Temmuz günü
patladı. Eski EOKA ve Yunan Cuntası’nın mutemet adamı olarak bilinen Nikos
Sampson’un, Makarios’un yerine Cumhurbaşkanı ilan edildiği ve 650 faşist Yunan
Subayının yönetiminde tezgâhlanan bir darbe ile Makarios yönetimi devrildi.
Yunan cuntasının ve emperyalizmin kanlı eli adaya uzanmış ve “Yeşil Ada” bir
kere daha “kanlı ada”ya dönüştürülmüştü. Darbe ile birlikte başlayan ve
doğrudan emekçi halkın temsilcilerine, demokrasi yanlısı güçlere yönelen faşist
saldırı, Kıbrıs’ta amansız bir katliama girişti. Ada Rumlarının yüzde kırkının
oy desteğine sahip ve Kıbrıs’ın en güçlü siyasi örgütü olarak bilinen Emekçi
Halkın İlerici Partisi saflarında, faşist olmayan bütün unsurlara kadar yayılan
bir terör dalgası Kıbrıs’ı birkaç saat içinde tam bir iç savaş şartlarına
götürdü.
Türkiye’de olayları yakından
izleyenler için bile kısmi bir sürpriz söz konusuydu. Nitekim Kıbrıs olayları
patladığında Dışişleri bakanı yurtdışında bulunuyordu. Başbakan bir yurtiçi
gezisine başlamıştı ve Türkiye kamuoyu olup bitenlerden ancak darbeden iki saat
sonra haberdar olabilmişti.
İlk değerlendirmeler, ilk yorumlar
Sürpriz belirgin bir şaşkınlığı
da birlikte getirdi. Basın olayları yorumsuz vermeye itina gösteriyor, hükümet,
ya da siyasi parti yöneticileri yuvarlak demeçlerle “zaman kazanmaya”
çalışıyorlardı. Sözgelimi Başbakan, “Adada bir emrivaki ile karşı karşıya
bırakılmamamıza müsaade edemeyiz” diyor, “Darbe Enosise giden bir emrivaki
değil midir” sorusunu ise “öyle görünüyor” şeklinde cevaplıyordu. Darbe olayı
karşısında Türkiye’nin demokratik ve siyasi kuruluşları da genellikle yorumsuzluğu
tercih etmişlerdi. Yalnız Türkiye Sosyalist İşçi Partisi Kıbrıs darbesi duyulur
duyulmaz bir bildiri yayınlamış ve Kıbrıs’taki faşist darbeyi şöyle
değerlendirmişti:
“Bu darbe hareketi hiç kuşkusuz
Amerikan emperyalizminin açık güdümünde Yunan Cuntası tarafından
tezgâhlanmıştır. Yıkılmak istenen, bağımsız eve antiemperyalist Kıbrıs
devletidir. Türkiye bu olaya Kıbrıs Rum kesimimin bir iç olayı gözüyle bakamaz.
Türk hükümetinin olaya aktif bir tavırla eğilmesi ve önümüzdeki günlerde
başlayabilecek faşist terörü ve katliamı önlemek üzere gerekli tedbirleri
cesaretle alması gerekir.”
Darbenin ikinci ve üçüncü günleri
yorum yapmaktan kaçınıp bir takım genel geçer alternatifleri sıralamaktan ibaret
tavır, bütün burjuva çevrelerinde sürüp giderken, TSİP ardarda yayınladığı
bildirilerle darbenin yönelimlerini ve muhtemel sonuçlarını ısrarla
vurguluyordu. 15 Temmuz günü yayınlanan TSİP Basın bülteninde şu satırlara yer
verilmişti:
“… Kıbrıs’ın bir NATO ülkesi
haline getirmek isteyen emperyalizmin bu konudaki nihai planının ‘ikili enosis’
olduğu açıkça biliniyor… Bu fiili durum Kıbrıs halkının özgürlüğünü ve
Kıbrıs’ın bağımsızlığını yok edici yönde geliştiği takdirde Türkiye meseleye
mutlaka aktif olarak eğilmeli, ancak bu konuda alacağı tedbirler mutlaka
Kıbrıs’ın bağımsızlığını sağlayacak yönde olmalıdır.”
Bu -daha sonra defalarca
kanıtlanan- doğru görüş 18 Temmuz günü TSİP Genel Başkanı Ahmet Kaçmaz
tarafından Ecevit’e gönderilen bir mektupta da tekrarlandı ve Başbakan bu
konuda uyarıldı.
Türkiye’nin müdahalesinden önce
Türkiye’nin Kıbrıs’a 19 Temmuz
günü gerçekleştirilen askeri müdahalesinden önce Ankara’da başlayan yoğun
diplomatik çabalar, Ecevit’in İngiltere’ye yaptığı ani gezi ile Londra’da
yoğunlaştı. Aynı günlerde, faşist darbeye karşı “Bu Rumların bir iç
meselesidir. Türkler buna asla karışmamalıdırlar. Mücahitleri! Bulunduğunuz
bölgeyi terk etmeyiniz ve her türlü Rum sızmasını önleyiniz. Kıbrıs Türkleri
Rumların bu iç meselesine karışmayacaktır. Türklerin mal ve can güvenliği
sağlanmıştır” şeklinde demeçlerle gözleri önünde cereyan eden faşist terörü ve
Kıbrıs’ın Rum kesimindeki emekçi halka yönelen kanlı saldırıyı “seyretmeyi”
öğütleyen Denktaş da ufukta görünen “ Kıbrıs Türk devletinin Cumhurbaşkanlığı”
hülyalarıyla dil değiştirmiş ve Türkiye’nin “taksim”e yönelik bir müdahalesi
için çağrılara başlamıştı. Kıbrıs konusunda kamuoyuna açıklanan ABD, İngiltere,
Hollanda, Fransa ve diğer emperyalist mihrakların görüşleri ise, bir Türk
müdahalesini önlemek ve bir müdahaleyi “dıştan gelecek bir müdahaleye karşıyız.
Kıbrıs sorunu barışçı yollardan çözümlenmelidir” şeklinde yönlendirme
eğilimleri olarak ortaya çıktı. O sıralarda Ada’daki faşist terör olanca hızı
ile devam etmekteydi.
Ancak Ecevit’in Londra
temasları sonuç vermedi ve 19 Temmuz’u 20 Temmuz’a bağlayan gecenin sabahı,
Türk Silahlı Kuvvetleri, Girne kıyılarına çıkartma yaptı. Aynı gün 14 ilde
sıkıyönetim ilan edilmişti.
Kissinger’in yardımcılarından
Joseph Sisco’nun önleme gayretleri sonuç vermemiş ve Türkiye özellikle ABD’nin
görünürdeki muhalefetine rağmen Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunmuştu.
Şoven çığlıklar başlıyor
Askeri müdahale ile birlikte
Türk basınında “şoven” çığlıklar yükselmeye başladı. Başbakan’ın “barış
harekâtı” adı verilen askeri müdahalenin amaçlarını açıklayan demeçleri bu
şoven çığlıklar arasında daha ilk günden kaybolup gitmeye başlamıştı. Sağ basın
olayı hemen ve doğallıkla bir “fetih” şeklinde değerlendirmeye gayret ediyordu.
Ne var ki ilerici, demokrat hatta solcu bilinen gazete ve yazarlar da bu konuda
belirgin bir “şovenizm”e kendilerini kaptırıverdiler. Çıkartma hemen her çevre
tarafından kayıtsız şartsız destekleniyordu. Aynı günlerde KİTLE’nin başyazısı
ise olaya şöyle yaklaşıyordu:
“… Türkiye’nin aldığı müdahale
kararı… Kıbrıs’ı bağımsızlığının sağlanması, Kıbrıs’ta demokrasinin yeniden
kurulması, Ada’nın toprak bütünlüğünün ve Ada halkının güvenliğinin güvenlik altına
alınması şeklinde açıklandı. Müdahale ancak bu amaçlardan taviz verilmediği,
kısaca emperyalizmin oyunlarına, planlarına gelinmediği takdirde başarılı
sonuçlara varabilir ve ancak o zaman… demokratik güçlerin destek ve güvenini
sağlayabilir…” (KİTLE, 23 Temmuz 1974, Sayı:18)
Aynı gün yayınlanan TSİP
bildirisinde ise şu görüşlere yer verilmişti:
“Türkiye Sosyalist İşçi Partisi
emperyalist etkilerden NATO üslerinden arınmış, bağımsız ve demokratik Kıbrıs
Devleti”ni en uygun çözüm olarak görmüştür… Kıbrıs’ın bağımsızlığını ihlâl
edecek her türlü çözüme kesinlikle karşıyız. Hükümetin, sayın Başbakan’da
sözcülüğünü bulan Kıbrıs’ın bağımsızlığı, özgürlüğü ve demokratikliği,
amaçlarını benimsiyoruz.”
Kıbrıs’ta askeri harekât
gelişmeye başladıkça demokratik örgütlerin pek çoğunda belirgin bir sessizlik
izlenirken, büyük sermaye basını azgın bir şoven propagandaya başladı. Öteden
beri Kıbrıs olayını bir tiraj konusunu yapmış olan ve bunda zaman zaman
başarıya ulaşan Hürriyet gazetesi, 22 Temmuz günü yayınladığı başyazısında
“kana kan, dişe diş istiyoruz” başlığı altında şöyle diyordu:
“… Bildiğimiz bir şey varsa,
tarihin hiçbir devrinde Türk milletinin, Elenlere boyun eğmediği ve
eğmeyeceğidir… Dünya kamuoyu artık şunu bilmelidir: Bu bir savaştır. Kana kan,
dişe diş verilecek bir savaş”.
Barış harekâtı
hızla yön değiştiriyor, başlangıçta özellikle Ecevit’in ağzından duyulan
Anti-faşist hatta yer yer anti-emperyalist sloganlar geri plana itiliyordu.
Nitekim ateşkes’i izleyen günlerde resmi demeçlerde de artık Kıbrıs’ın
bağımsızlığı, Kıbrıs halkının özgürlüğü ve Kıbrıs’ın toprak bütünlüğünün
korunması konularına kesinlikle yer vermez oldu. Oysa o günlerde TSİP’nin Genel
Başkanı Ahmet Kaçmaz, verdiği bir demeçte şunları söylemekteydi
“Ecevit hükümeti Kıbrıs’ın
bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü adına ve Kıbrıs’a demokrasi, özgürlük ve
kardeşlik sloganıyla Kıbrıs’a müdahale yetkisini kullandı. Ne var ki özellikle
ABD’nin araya girmesiyle sağlanan ateşkes’le birlikte, ilk gün ileri sürülen
‘Kıbrıs’ın bağımsızlığı, Kıbrıs halkının özgürlüğü ve Kıbrıs’ın toprak
bütünlüğünün korunması” tezinden söz edilmez oldu. Bu günden sonra diplomatik
yollar denenecektir. Masaya oturulacaktır. Ama bütün bu temas ve tartışmaların birinci maddesi olarak Kıbrıs’ın
bağımsızlığı şart koşulmadıkça varılacak her türlü çözüm, emperyalist
kuvvetlerin işine yarayacaktır. Emperyalizmin çıkarına olan bir çözümün ise
halkımıza ve Dünya halklarına yararlı olmasına imkân yoktur.”
Birinci Cenevre görüşmeleri
Cenevre Barış görüşmeleri
sermaye basınındaki sözcüler tarafından başlangıçta kabaran -kabartılan- şoven
duygulara uygun olarak olumsuz karşılandı. AP organı Son Havadis’te Tekin Erer
30 Temmuz günü, köşesinde “… tam zafer üzerinde ve tam en başarılı safhada
hükümetin ateşkes’e rıza gösterilmesi aklın kabul edeceği şey değildir. Hiç
olmazsa harekât bir hafta sürmeliydi. Zaten ordumuz bir haftada Kıbrıs’a tam
olarak hâkim olurdu. Böyle yapılmadı ve ordusunun zaferine gölge indi” diye
yazıyordu.
Meydan’ın ve Devir dergisi gibi
sermayenin çeşitli kanatlarının siyasi ve iktisadi görüşlerini “iyi” yansıtan
dergilerde ise, barış görüşmelerinin ilk günü sermaye kesiminin ilk gündeki
sessizliklerinin yırtıldığı, handiyse bütün bir tekelci sermaye kesiminin
birdenbire “Ecevitçi” oluverdiği gözleniyordu. Altemur Kılıç, Ecevit’e övgüler
düzerken, Mithat Perin, “askeri harekâtın, ekonomik harekât ile tamamlanmasını”
savunuyordu. Nitekim Perin’in yaktığı yeşil ışık daha sonra gerçek sözcüleri
tarafından da ifade edildi. Türk Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı Feyyaz
Berker, İzmir’de yaptığı konuşmada aynen Meydan dergisinin kelimelerini
kullanarak “Şanlı ordumuzun başardığı askeri harekâtı, Türk sanayicileri olarak
biz de ekonomik çıkartma ile tamamlayacağız” dedi.
Cenevre görüşmeleri zaman zaman
kesilme tehlikesiyle karşılaşarak devam ederken demokratik örgütlerden de
övgüler gelmeye başladı. TÖB-DER “Federasyon tezinden yana olduğunu” açıkladı.
Bu tez, daha sonra “bağımsız federasyon tezine bile tahammülleri olmayanları”
eleştirirken Milliyet gazetesi yazarı Mümtaz Soysal tarafından da benimsendi.
Kıbrıs olayının bu döneminde
sendikalar da diyaloğa katıldılar ve Ecevit’in askeri harekâtın ilk günlerinde
kullandığı deyimlerden bölük pörçük alıntılar yaparak düzenledikleri
bildirilerinde “Müdahaleyi desteklediklerini” belirttiler. Bu arada doğru görüş
ortaya koyabilen birkaç sendika ise bildirilerini, görüşlerini basına
yansıtamadılar. Sermaye basını “çatlak ses” istemiyordu.
Aynı günlerde TSİP’in, Kıbrıs
sorununun işçi sınıfı sosyalizmi çizgisinde yorumlanmasını sağlamak amacıyla
düzenlediği demokratik eylemler polisin ve devlet görevlilerinin baskıları ile
karşılandı.
Birinci Cenevre anlaşması imzalanıyor
1.Cenevre görüşmeleri 30 Temmuz
günü geç vakit imzalandı. Ancak bu anlaşma ayrıntılı bir “ateş-kes”
anlaşmasından fazla bir şey değildi. Nitekim daha resmi imza töreni yapılmadan
konferansın ikinci bölümünde savunulacak Türk tezi ile ilgili son derece yoğun
bir tartışma başladı. Federasyon kavramı üzerinde duruluyor ve “kantonal
federasyon”, “Coğrafi federasyon” kelimeleri tartışılıyordu. Ancak kısa süre
sonra işçi sınıfı çizgisi dışındaki bütün çizgiler “coğrafi federasyon” ya da
daha sağındaki görüşlerde karar kıldılar.
O günlerde KİTLE gazetesinde
yayınlanabilme olanağı bulan İYÖKD bildirisinde şöyle deniyordu:
“… Bizler şuna inanıyoruz ki
Kıbrıs halkının kaderi kendileri tarafından çizilecek ve Tam bağımsız ve
gerçekten demokratik Kıbrıs ergeç bu halklar tarafından kurulacaktır…”
Bağımsız Kıbrıs tezi
“Avrupadaki Türkiye Demokratik İşçi Dernekleri federasyonu (TDF)” tarafından da
benimsendi.
1.ve 2. Cenevre arası
Ağustos ayının ilk günlerinden
itibaren kimi gün azalarak, kimi gün en azgın boyutlara ulaşarak şoven dalga
sürüp gitti. 1 Ağustos günü Kıbrıs’ın fethinin 403. Yıldönümü kutlanırken,
Hürriyet Gazetesinde bir demeci yayınlanan Denktaş açık açık şöyle diyordu:
“Başkentimiz Girne olacaktır.”
Feyyaz Berker, İzmir’de verdiği
ikinci bir demeçle tekelci sermayenin tercihlerini netleştirdi. Berker şöyle
dedi:
“Ekonomik bakımdan kendi
kendine yeten bir Kıbrıs yaratacağız. Biz işadamları olarak bunun hazırlığına
başladık.”
Finans kapital, “Kıbrıs bakir
pazarlarına” iştiha dolu bakışlarını yöneltmişti. Berker bu demeci 3 Ağustos
günü vermişti. Aynı gün TSİP “Emekçi halkımıza” başlıklı bir bildiri yayınladı
ve baştan beri sürdürdüğü çizgiyi ısrarla savunduğunu bir daha açıkladı. TSİP
bildirisinde şöyle diyordu:
“Emperyalistler aralarındaki
çelişkiler ne olursa olsun, Kıbrıs’ı bir NATO üssü haline getirmekte
kararlıdırlar. Ve Dünya halkları da Kıbrıs ve benzeri ülkeleri emperyalizme yem
etmemeğe kararlıdırlar. Bütün meselenin temelinde düğümlendiği nokta budur…
TSİP Kıbrıs’ın kendi toprak bütünlüğü içinde bağımsız ve demokratik, özgür bir
ülke olarak kalması, Adadaki tüm emekçi halkın haklarının korunması ve
geliştirilmesi ve kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri için sonuna
kadar mücadele etmeyi görev bilir.”
KİTLE Gazetesi ise 6 Ağustos
tarihli 20. sayısında “Kıbrıs ve İşçi Sınıfının Tavrı” başlıklı bir başyazı
yayınlıyor ve Kıbrıs üstündeki emperyalist emelleri enine boyuna inceledikten sonra
şunları vurguluyordu:
“Ülkemizdeki yerli oligarşinin
emelleri sağ ve şoven güçlerin taksim teziyle uyuşmaktadır, ama görevimiz ne
kadar güç olursa olsun, bu güçlükler önünde asla geri çekilmemek gerekir.”
İkinci Cenevre Konferansı
Kıbrıs olaylarının en önemli
dönemeç noktalarından biri olan İkinci Cenevre Konferansı başlamadan önce şoven
taktikler meyvesini vermeye başladı ve Türkiye barış masasına “Dediğim dedik, ya
dediğim olur, ya da bu iş biter” havasında oturdu. Nitekim Turan Güneş 2.
Cenevre Konferansından önce verdiği bir demeçte 9 Ağustos günü “Konuyu fazla
uzatmayacağım” diyordu. Uzatmadı da… İkinci Cenevre Konferansı başladığında,
Türkiye “coğrafi temele dayanan federasyon” tezi dışında bir tezi tartışmaya
yanaşmadı. Konferans boyunca ancak bu tezin çeşitli biçimleri üzerinde tartışma
kabul edildi ve bilindiği gibi konferans dağıldı.
İkinci askeri harekât başlıyor
14 Ağustos günü ikinci Kıbrıs
harekâtı başladı. Daha konferans devam ederken görüşünü kitlelere açıklayan
TSİP olmuştu. 4 Ağustos günü İstanbul’da düzenlenen “Bağımsız Kıbrıs
Toplantısı”nda 3 bin 500’ü aşkın bir kitle önünde ve çeşitli baskılara rağmen
TSİP’li ve diğer konuşmacılar işçi sınıfı sosyalizminin bilimsel görüşleri
doğrultusunda oluşturulmuş Kıbrıs Tezini olanca netliğiyle ortaya koydular:
“Lefkoşe alındı, Magosa
sarıldı” gibi manşetlerle süslü büyük sermaye basını hareketi gerçek bir istila
harekâtı niteliğine büründürmek için özel bir çaba harcıyordu.
Üstelik 1. Harekât’ın “Kıbrıs’a
ve Yunanistan’a demokrasi götüren” Başbakanı, 15 Ağustos günü ABD Büyükelçisi
ile görüşürken Hürriyet gazetesinin bir haberine göre elçiye “Tavsiye ederim
tatilinizi Magosa’da geçirin” diyordu. Nitekim fiili durumu Günaydın Gazetesi
manşetiyle kestirmeden ifade etti:
“Adayı ikiye böldük!..”
Aynı anda gene Ecevit, ABD’nin
Türk tezini olumlu karşıladığını bir “müjde” havasında duyururken KİTLE
Gazetesi başyazısında “Biraz serinkanlılık” diyordu ve ekliyordu:
“Bu gün artık Kıbrıs devletinin
bağımsızlığından bahsetmeye imkân yoktur. Kıbrıs devletinin toprak bütünlüğünün
sağlanması ihtimalleri büsbütün ortadan kalkmış, fiili bir durum yaratılmıştır…
Yaratılan fiili durumla gerçekte fiili taksim meydana gelmiştir. Bu da
emperyalizmin uşağı faşist Sampson darbesiyle başlatılan olaylar zincirinin bu
gün vardığı aşamada genel olarak emperyalizmin emellerinin adada kademe kademe
gerçekleşmesi demektir.”
İkinci ateşkes ve sonrası
16 Ağustos günü İkinci Kıbrıs
Askeri harekâtı da sona erdi ve ateşkes ilân edildi. Adanın yüzde 40'ı Türk
Silahlı Kuvvetlerinin kontrolü altına geçmişti.
Hemen ardından ülkemizin en
büyük demokratik örgütlerinden biri olan TÖB-DER Genel Başkanı bir gazeteye
verdiği demeçte “Ordunun Kıbrıs harekâtına devam etmesini” öneriyordu. Bozkurt
“Yunanistan galiba Doğu Bloku ülkelerini yanına çekme çabası içinde onlara göz
mü kırpıyor nedir?” diyerek, Kıbrıs olayını yorumluyor ve şunu öneriyordu:
“Benim kişisel kanım ne pahasına olursa olsun hükümetin bu kangren olmuş yaraya
kökünden çözüm getirmesidir. Harekâta devam edilmelidir.”
Basın’da, genel olarak ilerici
ve demokrat bilinen yazarların bir kısmı da şovenizme kapılmaktan kendilerini
alakoyamadılar.
KİTLE bir kere daha vurguladı:
“Şovenizm emekçi, halkımızın düşmanıdır.”
27 Ağustos tarihli KİTLE’de
kalıcı çözümün adı bir defa daha kondu: “Kalıcı çözüm Kıbrıs’ın kaderini Kıbrıs
halkının tayin etmesidir.” Başyazıda ise Kıbrıs’ın bağımsızlığının artık
olmadığı belirtiliyor ve şoven propagandaların kimin çıkarına olduğu tek tek
belirleniyordu. Aynı yazıda Ecevit’in iç ve dış basında göklere çıkarılan
“prestij patlamasının” temelleri de irdeleniyor ve şöyle deniyordu:
“CHP emekçi kitlelerin ekonomik
ve demokratik özlemlerine vaadlerde bulunarak oy almış ve iktidara gelmiş bir
partidir. Ama bu defa sağladığı destek emekçi halkın şoven duyguları
kışkırtılarak elde edilmiştir. Bu ise geri tepecek bir silahtır. Ne hazindir ki
tekelciliğe karşı çıkan Ecevit… tekelciliğin ve demokrasi ve özgürlük
düşmanlığının şampiyonu olan ABD emperyalizmine yaslanmaktan başka çare
bulamamıştır.”
Ve bugüne kadarki gelişmeler
İkinci Askeri harekâttan
sonraki günlerde Kıbrıs ile ilgili şoven dalga sermaye basınının, gerek TSİP
dışında kalan siyasi partilerin tek ve başlıca malzemesi, dayanağı oldu. Kimi
zaman gerçek olaylar çarpıtıldı, kimi zaman olay icat edildi.
Aynı günlerde Ecevit ise
Yunanistan’ın NATO’dan çekilmesiyle ilgili bir soruyu cevaplarken “NATO’nun
Güneydoğu kanadında Yunanistan’ın çekilmesi ile ortaya çıkan boşluğu
Türkiye’nin dolduracağını” söyledi. TSİP Genel başkanı cevapladı bunu ve şöyle
dedi:
“TSİP olarak emperyalizme bu
kadar çabuk teslim olan CHP liderinin bu sözlerini büyük bir sorumsuzluk örneği
olarak değerlendirdiğimizi bildirir, kendisini başta işçi sınıfımız olmak üzere
tüm emekçi halkımız, bütün yurtseverler ve ilericiler adına şiddetle kınarız.”
Ne var ki şovenizm durmak
dinlenmek bilmiyordu. Kıbrıs olayı bütünüyle bir Yunan düşmanlığına dönüşmüş,
halklar halklara düşman edilmeye çalışılıyordu. Faşist EOKA-B örgütünün silahla
“katledilen Kıbrıslı emekçi Türk köylüleri olayı” alabildiğine istismar edildi.
Gazeteci Adem Yavuz’un ölümü aynı emelle kullanıldı.
Ağustos ayının olaylarını ele
alan İLKE Dergisinin 9. sayısında Bektaş Akçadağ konunun üstüne gitti ve şöyle
dedi:
“… Halkları halklara düşman
eden, Kıbrıs’lı Rum’a, Kıbrıs’lı Türk’ü boğazlatan, hatta EOKA’cı Rumu öldürten
hep aynı güç, aynı el, aynı çirkin çıkar bütünüdür: Emperyalizm ve onun maşası
faşizm…”
Kıbrıs Türk Devleti
Artık egemen sömürücü güçler
pek çok yönüyle ehlileştirdiklerine inandıkları Ecevit CHP’si hakkında sütun
sütun övgüler düzdürüyor ve topyekun bir propaganda ile Kıbrıs Türk Devleti
tezgahlanmak istiyordu. Devletin resmi ajansı Anadolu Ajansı 30 Ağustos dolayısıyla
yayınladığı bültende Kıbrıs’ı 75. Türk devleti olarak gösteriyordu. Denktaş
aynı anlama gelen demeçleri pervasızca veriyor, koalisyonun MSP kanadı adına
konuşan Müftüoğlu “Kıbrıs’ta artık fiilen bir Türk devleti kurulmuştur”
diyebiliyordu.
“Yurtsever finans kapitalistlerimiz”
Eylül ayı içinde şoven dalga
hızını kısmen kaybetmeye başladı. Özellikle dış baskılar yoğunlaşmış “ister
Yunanistanın propaganda borusunu iyi kullanmasından”, ister bir başka nedenden
özellikle Avrupa’da ve Sosyalist Blokta, Türkiye aleyhine belirgin bir tepki
başlamıştı. Finans kapitalin Kamuran İnan, Haluk Ülman gibi siyasi
temsilcilerinden, Rahmi Koç, Eczacıbaşı, Feyyaz Berker, Halit Narin, Selahattin
Beyazıt gibi bizzat kendilerine kadar ekipler kollarını sıvadılar ve “Türkiyenin,
Kıbrıs konusundaki görüşlerini, batılı ülkelere anlatmak amacıyla yurtdışına
dağıldılar. Kanada’da, ABD’de, Londra’da, Paris’te kısacası bütün emperyalist
merkezlerde Türkiye’nin Kıbrıs tezi, Türkiye Finans Kapitalistleri tarafından
Dünya’nın diğer finans kapitalistlerine bir bir anlatıldı.
Aynı sırada CHP-MSP koalisyonu
yıkılıyor ve seçimlerde, solcuyuz sloganıyla çıkan CHP, seçimlerde “sağcıyız”
sloganını işleyen DP’nin desteğini alıp yeni bir koalisyon ya da azınlık
hükümetinin pazarlığına başlıyordu. Üstelik Devir, Meydan, Milliyet gibi
sermaye organlarının bir hafta kadar önce önerdikleri bir yoldu bu. Kıbrıs
sorunu Ecevit’i bu noktaya getirmişti. Adanın statüsünün ne olacağı tam bir
bulanıklık içindeydi. Ülkemizdeki gerici egemen güçler, 14 Ekim sonrasında bir
ara ellerinden kaçırır gibi oldukları siyasi iktidar dizginlerini yeniden elde
etmenin sevincini yaşıyorlardı. KİTLE 10 Eylül günü çıkan 26. sayısında önce
teşhisini koydu:
“… Ekonomik açmazdan, halk
sektörü donkişotluğun ile değil, finans kapital girişimciliği ile
kurtulabileceğini anlamış, yani ehlileşmiş bir CHP’nin tekelci sermayeye
dayanarak atılacak adımların eninde sonunda halk kitlelerinin zararına
olacağının bilincinde olan ve bu adımların AP gibi halk düşmanı olduğu
kesinleşmiş bir parti ile atılmasına yanaşmayacak kesimlerini ikna etmek zor
olacaktır. Ama bu pürüzlerin bazı operasyonlarla giderilmesi pekâlâ mümkündür.
Ve işte tekelci sermayenin bu gün özlediği, devamlı olmasını arzuladığı,
kendisi için en iyi çözüm yolu budur…”
Ardından da somut önerisini
getirdi: CHP finans kapitalin güdümüne bırakılmamalıdır.
15 Temmuz 1974 günü Sampson ‘un
faşist darbesiyle başlayan Kıbrıs olaylarının bugüne kadar olan bölümünün belli
başlı düğüm noktaları ve bu noktalarda ülkenin çeşitli kesimlerinin görüşlerini
kuşbakışı bir tablo halinde vermeye çalıştık. Türkiyenin demokratik-ilerici
güçlerinin tümünün şovenizme paçasını kaptırmaktan kurtulduğu söylenemez. Küçük
burjuva unsurlar, sınıfsal kaypaklıklarının onları mahkûm ettiği zigzaglar içinde
emperyalist propagandalara esir olur, şoven dalgalar içinde bocalarken, işçi
sınıfı sosyalistleri başından sonuna kadar açık ve sağlam bir çizgiyi tesbit
etmişler ve bunu cesaretle savunmuşlardır. Üstelik Türkiye işçi sınıfı hareketi
bu sıcak olaylar içinde son derece yararlı siyasi deneylerle donanmıştır.
Mücadelemizin önümüzdeki aşamalarında bu durum yansıyacaktır.
(imzasız, Kitle dergisi, 24
Eylül 1974, Sayı:27)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder