Amerikalı yazar Francis Fukuyama,
sosyalizmin Stalinci uygulamalarının iflası ardından yayımladığı kitabı
ile “Tarihin Sonu”nun geldiğini duyurmuş
ve kapitalist demokrasinin kendi kendini yenileme yeteneği ile üstünlüğünü
sürdürdüğünü öne sürmüştü. Şimdi yayımladığı “Düzenin Sonu” başlıklı son
kitabında ise, “tarih”in değil, “düzen”in sona erdiğini anlatmaya çalışıyor.
Ama yine inandırıcı olamıyor, çünkü kapitalist düzenin yerini alması gereken
sosyalist dünya görüşüne olan düşmanlığını koruyor.
1967’DE ORTAYA ÇIKAN NE?
Fukuyama, yeni kitabında ahlaki
değerlerin, kişisel özverilerin ve sosyal düzenin nesilden nesile
aktarılmasının, 1967’deki “Büyük Kesinti” ile durduğunu öne sürmektedir. Başta
evlilik kurumunun kolay boşanma ile yıkılması, çocuklara karşı artan
sorumsuzluk, cinsellikteki gevşemeler, kadının erkekle eşit bir şekilde
işgücüne katılması, evli olmayan annelerin evli olan ev kadınlarına kıyasla
refah sistemi tarafından daha fazla korunması gibi nedenlerle evlilikteki
sadakatin yok olduğuna parmak basmaktadır. Yazar, bu sadakatin yok oluşuna
neden olan etmenlerin de tartışmalı olduğunu belirtirken, baş sorumlu olarak
doğum kontrol hapını göstermektedir. Fukuyama’ya göre, doğum kontrol hapı, görülmemiş
cinsel özgürlüğün kapılarını açmıştır ve dağılan ailenin biriktirdiği “sosyal
sermaye”den mahrum kalan evlatlar, güven, kişisel özveri ve sorumluluk
duygularından uzak yetişmektedir.
TV ÇOCUKLARININ DURUMU
Başka uzmanlar, 1967 yılının
televizyonla yetişen çocuk neslinin
erişkin yaşa ulaştığı yıl olduğunu unutmamak gerektiğini belirtiyorlar. Eski
zamanlarda öncelikle aile içi sohbetler ve masal anlatma gibi araçlarla ahlaki
değerlerin yeni nesillere aktarılması sağlanırken, günümüzde ailenin TV
seyretmesi sonucu, aile bireylerinin sosyal yaşama aktif katılımı azalmış ve
TV’de izlenilen ve hatta kınanması gerektiği vurgulanan davranışların bile
olabilirliği ekrana yansıtılarak, sıradanlaştırılmıştır.
DİNİN İŞLEVİ
Bu arada “iyilik ve dürüstlük” gibi
belli ahlaki değerlerin toplum içinde yaşatılmasını amaçlayan din kurumunun da
çağımızda artık işlevini yerine getiremez olduğu ortaya çıkmıştır. Örneğin
bugün sanayi ötesi toplum olarak nitelendirilen Büyük Britanya’da, düzenli
olarak dinsel görevlerini yerine getirenlerin genel nüfus içindeki oranı sadece
%6’dır. Oysa yapılan bilimsel bazı araştırmalar, dinsel değerlerin insan
üzerinde olumlu bir etki yaptığını ve davranışlarını denetlediğini
göstermiştir. Bu araştırmaların sonuçlarına göre, dini inancı sağlam olarak
nitelenen insanların alkol, uyuşturucu, kumar gibi bağımlılıkları daha azdı.
Yaşamın zor olayları karşısında kaderci eğilimleri yüzünden daha az depresyona
giriyorlar, Allah’ın kendilerine yardımcı olacağına inanıyorlar ve kendilerini
çok fazla yıpratmadan sorunlu süreçleri ruhsal anlamda daha az yara alarak
atlatıyorlardı.
Ancak bilim adamları, elbette
inancın, psikoterapinin yerini alabilecek bir olgu olmadığını vurguluyorlar.
Bir başka husus da, dinin tek başına insanın mutlu olmasına yetmediğidir.
Dinsel inanç, rahatlatma, zorluklardan korunma duygusu, korkulardan arıtma gibi
yan etkileri ile insanları mutsuz olmaktan alıkoyarken, öte yandan da kişi
üzerinde bir denetim mekanizması kurarak belki de her zaman mutlu olabileceği
şeyleri yapmasını engelleyebilmektedir.
İKİNCİ KİTABIN SENTEZİ EKSİK
Dostum Hüseyin Mehmet Ateşin’in “Kıbrıs’ta İslami Kimlik Davası”
başlıklı kitabını tanıtıp, “Kıbrıs Türk toplumunda dinin yeri”ni incelediğim
bir yazıda (Bak.Kıbrıslı, Eylül 1996), “İslami kimliğini bayramdan bayrama
hatırlayıp, camiye giden Kıbrıslı Türklerin çoğunluğuna bakıp, dinin hala daha
toplumsal ilerlemede bir unsur olabileceği öne sürülebilir” demiştim. Nitekim
bu görüşte olanlar, “İslama ve Müslümanlığa Yardım Edenler Adına Şeyh Nazım” tarafından
yapılan bir çağrıya uyarak, 22 Aralık
1996 tarihinde Lefkoşa’da “Büyük İslam Kurultayı” adı altında bir toplantı
yapmışlar ve “bu toplantımız katiyyen -kesinlikle- siyasetten uzaktır” diye not
etmiş olmalarına rağmen, gündemlerini şöyle açıklamışlardı: “1. 2 bininci yıla
nasıl gireceğiz? 2. İslamın KKTC’de geleceği, 3. İnsanımızı manevi kalkındırma,
4. Gençliği kötü yol ve alışkanlıklardan ve sapık ideolojilerden korumak”
Gündem maddelerinin
tartışılmadığı kurultayda, ana konuşmayı Şeyh Nazım yapmış ve Kıbrıs’ta İslam
cemaatının zayıf kalmasını “Misak-ı Milli sınırları belirlenirken, adanın
Türkiye haritası dışında bırakılmasına” bağlamıştı. Kıbrıs Türkünün maneviyat
eksikliğini “Kıbrıs Türkü başka türlüdür. Çok zekidir, bu nedenle şeytani
fikirleri çok” sözleriyle açıklayan Şeyh Nazım, şöyle konuşmuştu: “Şeytanı
şişeye hapsedecek adam lazım. Türkiyeden gönderilen din görevlileri Kıbrıs
Türkünü tanımıyor. Milyonları ikna edebilirim, ama 60 senedir bu milleti ikna
etmekten yoruldum.”
Ateşin, yine İstanbul’daki
Marifet yayınlarında bastırdığı ikinci kitabında “Kıbrısta Türklük ve Müslümanlık Kimliğinin Şahsiyet Bulma Mücadelesinde
Menfi ve Müspet En Etkin İki Odak: Dr.Fazıl Küçük ve Şeyh Nazım Kıbrısi”
konusunu işliyor. (647s.) Kitap 4 bölüme ayrılmış: 1. Konunun perde arkası, 2.
Dr.Küçük ve “Halkın Sesi” gazetesi, 3. Şeyh Nazım El Hakkani Al Kıbrısi, 4. Bir
senteze doğru.
Anlaşılan, kitabın yazarı görüş
belirtmek istediği birçok konusu olduğu için, yer yer konu dışına çıkma
pahasına ayrıntıya giriyor ve “Bir senteze doğru” giderken bile yeni yeni
konulara değinmekten geri durmuyor. Ama söylemek istedikleri şu cümlelerde özetlenmiş:
“Din” müessesesi, çarpık bir
“Atatürkçülük” gayretkeşliği ve aynı çarpıklıkta şekillenen acaip bir
laikperestlik cehdi ile, misyonuna mensubiyetinin hakkını veremeyen din
adamlarının da “kişiliksizliği” veya metot eksikliği dolayısıyle, tedavisi epey
hırpalanıp zarara uğratılmış, toplumun sosyal yapısından koparılıp atılacak bir
uzuv gibi nitelendirilerek çöküp yok olmaya terkedildiği görünümü
arzetmektedir. Topluma hayatiyet veren iki etkenden başta geleni olması itibarı
ile dini boyutun bu şekilde dışlanışı, fert ve toplum olarak birçok maddi ve
manevi hasletimize etki ederek bugün vardığımız “kabulü imkansız” yapıyı oluşturmuştur.”
(s.591)
Ateşin’in çözüm önerisi ise şu:
“Herhalde bu konuda yapılması
icab eden en doğru hareket, Vakıflar ve Din İşleri hususunu Devletin
tasallutundan kurtarıp İngiliz Sömürge devrinin sonlarındaki muhtar yapısına
kavuşturmaktır...Ancak dini hassasiyete sahip olmaktan öteye dini vecibelerini
yerine getiren kişilerin sahipliğinde bu müesseseler tekrar yeşererek toplumun
yara almış dini şahsiyetini betekrar imar edebilir.” (s.600)
Yazara göre, böylesi bir
gelişmeyle “dinimizi, entellektüelliğimize yakışır bir şekilde “yakinen”
öğrenme ve anlama imkanına kavuşacak ve tabir caizse “kişilik” kazanacağız.” (agy)
SİYASAL İSLAMIN YORUMU
Siyasal İslam yorumuna göre ise,
“Kıbrıs kazanında en az bir asırdır süren Rum-Türk çatışmasında, Türk unsurunun
en büyük ayak bağı, yanlış telakkilerin zorlaması sonucu, bir “kurum” olarak
İslam dininin ve ondan neşet eden fikriyatın yabancısı durumuna düşürülmüş
olmasıdır!” (agy, kitapta bu cümlenin bütününün
büyük harfle dizilmiş olması dikkate değer-A.An)
İslami kimliğimizi
kazandıktan sonra “ARZU edersek en basit
ve bayağılaştırılmış bir kopyacılık örneği olarak bizler de “Kıbrıs’ın hepsini
isteriz” şeklinde toprak kavgası öngören bir iddiaya “mefkure” sıfatı
verebiliriz. Bunun 50 yıllık “Taksim” tezinden tek farkı fiziki olarak %50’lik
bir miktar toprak artışıdır..Küçük kaygılarla uğraşmak yerine niçin büyük
düşünmiyelim, büyük mefkureler oluşturmayalım?” (s.602-603)
Yazar daha sonra “Necip Fazıl
Kısakürek üstadın İdeolojya Örgüsü isimli eserini rehber alarak”, “bir Yüce
Mefkure taslağının temel taşlarını tesbit eder” ve “Kıbrıs/Türkiye/Yunanistan
işbirliğinin (konfederasyonunun?) tesisi ve bunun sağlayacağı maddi ve manevi
çıkarları vurgular.” (s.606)
Ateşin arkadaşımız, gerçi “sahası
olunmadığı için bu Yüce Mefkurenin iktisadi boyutuna burada temas
edilinmeyeceğini” (s.607) belirtmekte ise de, sentez yapacağım derken sonunda
kafasının iyice karıştığını bu şekilde
ortaya koyar. Ama “Son Fatiha”sını okurken, Dr.Küçük’ten geriye kalan mirasın
elle tutulur iki hususiyetini çok doğru bir şekilde şöyle özetler:
“Birinci hususiyet Kıbrıslı
Müslüman-Türk toplumunun “Müslümanlık” boyutunun devre dışı bırakılacak şekilde
hem dış tezahürlerinden hem de gönüllerden sökülüp atılması idi. İkinci
hususiyet de TC siyasetine hakim Sulta’nın Kıbrıs Türkleri’nin davasına,
“laikleşmiş ve dini hassasiyetten arındırılarak TC şablonuna uygun bir kimliğe
tahvil edilmiş” olmasına rağmen sahip çıkmamış oluşu idi.” (s.608)
Bir başka yerde şu saptamayı
isabetle yapar:
“Doktor’un idari icraatları
arasında en çarpıcı ve hassasiyeti itibarı ile en fazla çekinilerek yapılan
tenkit, Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi sultasını ellerinde bulunduranlara karşı
sorusuz sualsiz teslimiyet gösterişi ve Kıbrıs’taki toplumun çıkarlarının ne
olduğu hususunda Türkiye’deki siyasilerin daha iyi karar verebilecekleri kanaati
ile hareket edişidir.” (s.527)
YÜCE MEFKURE ARAYIŞI
İşte bu şekilde Kıbrıs Türk
toplumunun içine itildiği bunalımın çıkış yolu da belirlenmiş olur. Ama bu yol,
Osmanlı monarşisini yeniden tesis etmeyi hayal eden tarikatçi Şeyh Nazım’ın
yolu değildir. Aksine, bu yol, Kıbrıslı kimliğini yitirmemiş, ona sahip çıkıp
çağdaş değerlerle geliştiren bir kimlikle aşılabilir.
2000’li yıllara giderken,
“bugünkü kısır çekişmelerle hayatı birbirimize cehennem etmek yerine, bizden
başlamak üzere arzın her karış toprağını sakinlerine cennet yapacak bir Yüce
Mefkure’nin ögelerini aramak ve kurgusunu tasarlamak mesuliyetini taşımak”
(s.607-608) bizlerin de gündeminin baş maddesini oluşturmuyor mu?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder