11 Ocak 2014 Cumartesi

2000’Lİ YILLARDA DİN VE TOPLUM


Amerikalı yazar Francis Fukuyama, sosyalizmin Stalinci uygulamalarının iflası ardından yayımladığı kitabı ile “Tarihin Sonu”nun geldiğini duyurmuş ve kapitalist demokrasinin kendi kendini yenileme yeteneği ile üstünlüğünü sürdürdüğünü öne sürmüştü. Şimdi yayımladığı “Düzenin Sonu” başlıklı son kitabında ise, “tarih”in değil, “düzen”in sona erdiğini anlatmaya çalışıyor. Ama yine inandırıcı olamıyor, çünkü kapitalist düzenin yerini alması gereken sosyalist dünya görüşüne olan düşmanlığını koruyor.

1967’DE ORTAYA ÇIKAN NE?

Fukuyama, yeni kitabında ahlaki değerlerin, kişisel özverilerin ve sosyal düzenin nesilden nesile aktarılmasının, 1967’deki  “Büyük  Kesinti” ile durduğunu öne sürmektedir. Başta evlilik kurumunun kolay boşanma ile yıkılması, çocuklara karşı artan sorumsuzluk, cinsellikteki gevşemeler, kadının erkekle eşit bir şekilde işgücüne katılması, evli olmayan annelerin evli olan ev kadınlarına kıyasla refah sistemi tarafından daha fazla korunması gibi nedenlerle evlilikteki sadakatin yok olduğuna parmak basmaktadır. Yazar, bu sadakatin yok oluşuna neden olan etmenlerin de tartışmalı olduğunu belirtirken, baş sorumlu olarak doğum kontrol hapını göstermektedir. Fukuyama’ya göre, doğum kontrol hapı, görülmemiş cinsel özgürlüğün kapılarını açmıştır ve dağılan ailenin biriktirdiği “sosyal sermaye”den mahrum kalan evlatlar, güven, kişisel özveri ve sorumluluk duygularından uzak yetişmektedir.

TV ÇOCUKLARININ DURUMU

Başka uzmanlar, 1967 yılının televizyonla yetişen  çocuk neslinin erişkin yaşa ulaştığı yıl olduğunu unutmamak gerektiğini belirtiyorlar. Eski zamanlarda öncelikle aile içi sohbetler ve masal anlatma gibi araçlarla ahlaki değerlerin yeni nesillere aktarılması sağlanırken, günümüzde ailenin TV seyretmesi sonucu, aile bireylerinin sosyal yaşama aktif katılımı azalmış ve TV’de izlenilen ve hatta kınanması gerektiği vurgulanan davranışların bile olabilirliği ekrana yansıtılarak, sıradanlaştırılmıştır.

DİNİN İŞLEVİ

Bu arada “iyilik ve dürüstlük” gibi belli ahlaki değerlerin toplum içinde yaşatılmasını amaçlayan din kurumunun da çağımızda artık işlevini yerine getiremez olduğu ortaya çıkmıştır. Örneğin bugün sanayi ötesi toplum olarak nitelendirilen Büyük Britanya’da, düzenli olarak dinsel görevlerini yerine getirenlerin genel nüfus içindeki oranı sadece %6’dır. Oysa yapılan bilimsel bazı araştırmalar, dinsel değerlerin insan üzerinde olumlu bir etki yaptığını ve davranışlarını denetlediğini göstermiştir. Bu araştırmaların sonuçlarına göre, dini inancı sağlam olarak nitelenen insanların alkol, uyuşturucu, kumar gibi bağımlılıkları daha azdı. Yaşamın zor olayları karşısında kaderci eğilimleri yüzünden daha az depresyona giriyorlar, Allah’ın kendilerine yardımcı olacağına inanıyorlar ve kendilerini çok fazla yıpratmadan sorunlu süreçleri ruhsal anlamda daha az yara alarak atlatıyorlardı.

Ancak bilim adamları, elbette inancın, psikoterapinin yerini alabilecek bir olgu olmadığını vurguluyorlar. Bir başka husus da, dinin tek başına insanın mutlu olmasına yetmediğidir. Dinsel inanç, rahatlatma, zorluklardan korunma duygusu, korkulardan arıtma gibi yan etkileri ile insanları mutsuz olmaktan alıkoyarken, öte yandan da kişi üzerinde bir denetim mekanizması kurarak belki de her zaman mutlu olabileceği şeyleri yapmasını engelleyebilmektedir.

İKİNCİ KİTABIN SENTEZİ EKSİK

Dostum Hüseyin Mehmet Ateşin’in “Kıbrıs’ta İslami Kimlik Davası” başlıklı kitabını tanıtıp, “Kıbrıs Türk toplumunda dinin yeri”ni incelediğim bir yazıda (Bak.Kıbrıslı, Eylül 1996), “İslami kimliğini bayramdan bayrama hatırlayıp, camiye giden Kıbrıslı Türklerin çoğunluğuna bakıp, dinin hala daha toplumsal ilerlemede bir unsur olabileceği öne sürülebilir” demiştim. Nitekim bu görüşte olanlar, “İslama ve Müslümanlığa Yardım Edenler Adına Şeyh Nazım” tarafından yapılan bir çağrıya uyarak,  22 Aralık 1996 tarihinde Lefkoşa’da “Büyük İslam Kurultayı” adı altında bir toplantı yapmışlar ve “bu toplantımız katiyyen -kesinlikle- siyasetten uzaktır” diye not etmiş olmalarına rağmen, gündemlerini şöyle açıklamışlardı: “1. 2 bininci yıla nasıl gireceğiz? 2. İslamın KKTC’de geleceği, 3. İnsanımızı manevi kalkındırma, 4. Gençliği kötü yol ve alışkanlıklardan ve sapık ideolojilerden korumak”

Gündem maddelerinin tartışılmadığı kurultayda, ana konuşmayı Şeyh Nazım yapmış ve Kıbrıs’ta İslam cemaatının zayıf kalmasını “Misak-ı Milli sınırları belirlenirken, adanın Türkiye haritası dışında bırakılmasına” bağlamıştı. Kıbrıs Türkünün maneviyat eksikliğini “Kıbrıs Türkü başka türlüdür. Çok zekidir, bu nedenle şeytani fikirleri çok” sözleriyle açıklayan Şeyh Nazım, şöyle konuşmuştu: “Şeytanı şişeye hapsedecek adam lazım. Türkiyeden gönderilen din görevlileri Kıbrıs Türkünü tanımıyor. Milyonları ikna edebilirim, ama 60 senedir bu milleti ikna etmekten yoruldum.”

Ateşin, yine İstanbul’daki Marifet yayınlarında bastırdığı ikinci kitabında “Kıbrısta Türklük ve Müslümanlık Kimliğinin Şahsiyet Bulma Mücadelesinde Menfi ve Müspet En Etkin İki Odak: Dr.Fazıl Küçük ve Şeyh Nazım Kıbrısi” konusunu işliyor. (647s.) Kitap 4 bölüme ayrılmış: 1. Konunun perde arkası, 2. Dr.Küçük ve “Halkın Sesi” gazetesi, 3. Şeyh Nazım El Hakkani Al Kıbrısi, 4. Bir senteze doğru.

Anlaşılan, kitabın yazarı görüş belirtmek istediği birçok konusu olduğu için, yer yer konu dışına çıkma pahasına ayrıntıya giriyor ve “Bir senteze doğru” giderken bile yeni yeni konulara değinmekten geri durmuyor. Ama söylemek istedikleri  şu cümlelerde özetlenmiş:

“Din” müessesesi, çarpık bir “Atatürkçülük” gayretkeşliği ve aynı çarpıklıkta şekillenen acaip bir laikperestlik cehdi ile, misyonuna mensubiyetinin hakkını veremeyen din adamlarının da “kişiliksizliği” veya metot eksikliği dolayısıyle, tedavisi epey hırpalanıp zarara uğratılmış, toplumun sosyal yapısından koparılıp atılacak bir uzuv gibi nitelendirilerek çöküp yok olmaya terkedildiği görünümü arzetmektedir. Topluma hayatiyet veren iki etkenden başta geleni olması itibarı ile dini boyutun bu şekilde dışlanışı, fert ve toplum olarak birçok maddi ve manevi hasletimize etki ederek bugün vardığımız “kabulü imkansız” yapıyı oluşturmuştur.” (s.591)

            Ateşin’in çözüm önerisi ise şu:

“Herhalde bu konuda yapılması icab eden en doğru hareket, Vakıflar ve Din İşleri hususunu Devletin tasallutundan kurtarıp İngiliz Sömürge devrinin sonlarındaki muhtar yapısına kavuşturmaktır...Ancak dini hassasiyete sahip olmaktan öteye dini vecibelerini yerine getiren kişilerin sahipliğinde bu müesseseler tekrar yeşererek toplumun yara almış dini şahsiyetini betekrar imar edebilir.” (s.600)  

Yazara göre, böylesi bir gelişmeyle “dinimizi, entellektüelliğimize yakışır bir şekilde “yakinen” öğrenme ve anlama imkanına kavuşacak ve tabir caizse “kişilik” kazanacağız.” (agy)

SİYASAL İSLAMIN YORUMU

Siyasal İslam yorumuna göre ise, “Kıbrıs kazanında en az bir asırdır süren Rum-Türk çatışmasında, Türk unsurunun en büyük ayak bağı, yanlış telakkilerin zorlaması sonucu, bir “kurum” olarak İslam dininin ve ondan neşet eden fikriyatın yabancısı durumuna düşürülmüş olmasıdır!” (agy, kitapta bu cümlenin bütününün  büyük harfle dizilmiş olması dikkate değer-A.An)

İslami kimliğimizi kazandıktan  sonra “ARZU edersek en basit ve bayağılaştırılmış bir kopyacılık örneği olarak bizler de “Kıbrıs’ın hepsini isteriz” şeklinde toprak kavgası öngören bir iddiaya “mefkure” sıfatı verebiliriz. Bunun 50 yıllık “Taksim” tezinden tek farkı fiziki olarak %50’lik bir miktar toprak artışıdır..Küçük kaygılarla uğraşmak yerine niçin büyük düşünmiyelim, büyük mefkureler oluşturmayalım?” (s.602-603)

Yazar daha sonra “Necip Fazıl Kısakürek üstadın İdeolojya Örgüsü isimli eserini rehber alarak”, “bir Yüce Mefkure taslağının temel taşlarını tesbit eder” ve “Kıbrıs/Türkiye/Yunanistan işbirliğinin (konfederasyonunun?) tesisi ve bunun sağlayacağı maddi ve manevi çıkarları vurgular.” (s.606)

Ateşin arkadaşımız, gerçi “sahası olunmadığı için bu Yüce Mefkurenin iktisadi boyutuna burada temas edilinmeyeceğini” (s.607) belirtmekte ise de, sentez yapacağım derken sonunda kafasının  iyice karıştığını bu şekilde ortaya koyar. Ama “Son Fatiha”sını okurken, Dr.Küçük’ten geriye kalan mirasın elle tutulur iki hususiyetini çok doğru bir şekilde şöyle özetler:

“Birinci hususiyet Kıbrıslı Müslüman-Türk toplumunun “Müslümanlık” boyutunun devre dışı bırakılacak şekilde hem dış tezahürlerinden hem de gönüllerden sökülüp atılması idi. İkinci hususiyet de TC siyasetine hakim Sulta’nın Kıbrıs Türkleri’nin davasına, “laikleşmiş ve dini hassasiyetten arındırılarak TC şablonuna uygun bir kimliğe tahvil edilmiş” olmasına rağmen sahip çıkmamış oluşu idi.” (s.608)

Bir başka yerde şu saptamayı isabetle yapar:

“Doktor’un idari icraatları arasında en çarpıcı ve hassasiyeti itibarı ile en fazla çekinilerek yapılan tenkit, Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi sultasını ellerinde bulunduranlara karşı sorusuz sualsiz teslimiyet gösterişi ve Kıbrıs’taki toplumun çıkarlarının ne olduğu hususunda Türkiye’deki siyasilerin daha iyi karar verebilecekleri kanaati ile hareket edişidir.” (s.527)

 
YÜCE MEFKURE ARAYIŞI

İşte bu şekilde Kıbrıs Türk toplumunun içine itildiği bunalımın çıkış yolu da belirlenmiş olur. Ama bu yol, Osmanlı monarşisini yeniden tesis etmeyi hayal eden tarikatçi Şeyh Nazım’ın yolu değildir. Aksine, bu yol, Kıbrıslı kimliğini yitirmemiş, ona sahip çıkıp çağdaş değerlerle geliştiren bir kimlikle aşılabilir.

2000’li yıllara giderken, “bugünkü kısır çekişmelerle hayatı birbirimize cehennem etmek yerine, bizden başlamak üzere arzın her karış toprağını sakinlerine cennet yapacak bir Yüce Mefkure’nin ögelerini aramak ve kurgusunu tasarlamak mesuliyetini taşımak” (s.607-608) bizlerin de gündeminin baş maddesini oluşturmuyor mu?

 
(Kıbrıslı Türkün Sesi dergisi,  Aralık 1997, Sayı:28)

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder