Yunan
mitolojisinde güzellik tanrıçası Afrodit'in doğduğu yer olarak bilinen Kıbrıs
adasının, 1571 yılında Osmanlılar tarafından fethedilmesi ardından, burada
yaşamakta olan Hıristiyan nüfusa ek olarak, Anadolu'dan getirilen Müslüman Türk
aşiretlerinin de iskan edildiği bilinmektedir. (1) Kıbrıs'a gelen bu yeni
etnik-dinsel unsur ve Osmanlının kurduğu yönetim yoluyla, İslam hukuku da adaya
yerleşmiş ve yüzyıllardır adada yaşamakta olan Hıristiyan Ortodoks nüfus
üzerinde ve özellikle kadın ve aile yaşamında önemli etkiler yapmıştır.
Kıbrıs
adasının 1571'de Osmanlı İmparatorluğu toprakları arasına katılmasından önce,
geleneksel Ortodoks Bizans toplumu yapısına sahip olan Kıbrıslı Rumların sosyal
ve ekonomik yaşamı, ailenin ve toplum içinde kadının durumu ile ilgili olarak
elde edilen sınırlı bilgiler, günümüze kadar ulaşabilmiş olan bazı halk
şarkılarının sözlerinden, Batılı seyyah ve tüccarların adayı ziyaretlerinden
sonra kaleme aldıkları seyahatnamelerden (2) ve Kıbrıs'taki yabancı ülke
konsolosluklarının raporlarından kaynaklanmaktadır.
Osmanlı
yönetimi öncesinde Kıbrıs'ta egemen olan Lüzinyan aileleri ve Latin
aristokrasisi, ahlâki açıdan pek de iyi bir isim yapmamışlardı. Bazı 16. yüzyıl
seyyahları, denizcilerle tüccarların bazı Ege adalarındaki kadınlarla ilişki
kurabildiklerinden söz etmekteyseler de, Kıbrıs, hem Venedik'ten, hem de bu Ege
adalarından uzaktı. 16. yüzyıldaki Kıbrıs toplumunda kadınlarla erkekler, günlük
yaşamda bir arada değil de, ayrı ayrı yer almaktaydılar. Kadınlar, Kıbrıs'taki
Bizans-Ortodoks kültürün gerektirdiği mütevazi kıyafetleri giymekteydiler. (3)
İtalyan
seyyah Jacobus de Verona'nın 1335'de kaydettiğine göre, kadınlar, halk içine
çıktıklarında, sadece gözlerini gösteren siyah elbiseler giymekteydiler.
Kıbrıs'ı 1394'de ziyaret eden İtalyan
Nicolas de Martoni, Mağusa'nın fahişeleriyle meşhur olduğunu yazmasına karşın,
adadaki bütün kadınlarının başlarının siyah başörtüleriyle örtülü olduğunu ve
sadece gözlerinin görülebildiğini belirtmektedir. Açık yeşilin tonları, 14.
yüzyıl boyunca elbiselerde kullanılan moda renk olarak görülmektedir. 15.
yüzyılda ise, kıyafetler, yöre, yaş ve sosyal sınıfa göre değişirken, vücuda
yapışık elbiselerin adaya gelmesiyle kadın kıyafetleri önemli ölçüde
değişikliğe uğramıştır. Genç kızlar açık renkleri kullanırken, anneler, daha
tutucu karakteri gösteren koyu renkleri tercih etmekteydi. Artık Batının modası
Kıbrıs'taki giyim stilini etkilemeye başlamıştı. Ama 1500'de Giovanni Bellini
tarafından yapılan Venedikli Kıbrıs Kraliçesi Katerina Kornaro'nun portresi,
modaya meraklı Kıbrıs hanımlarının Venedik'te giyilen şık elbiselerden pek de
etkilenmediklerini göstermektedir.(4)
Martoni'ye
göre, kadınlar Mağusa'daki refahın kaynağı olan canlı deve tüyü sanayiinde çalışmakta olup, hiçbir kadın,
kumandanın izni olmadan kentten ayrılamazdı. Eğer kentten ayrılmasına izin
verilirse, geri döneceğine ilişkin olarak saraya bir kefalet vermek zorundaydı.
Yine de kadınlara kentten ayrılma izni çok ender verilmekteydi. Kentte sadece
kadınlar yaşamakta olup, yaşamlarını ancak deve tüyü yününden iplik yapıp
dokuyarak kazanabilmekteydiler. Kadınların bu dönemde başka sanayi dallarında
çalışıp çalışmadığı bilinmemektedir. Kıbrıs'taki Şeri Mahkeme Tutanakları'nda
veya Osmanlı arşivlerinde, deve tüyü sanayiinde çalışan işçiler hakkında
herhangi bir kayda restlanılamamıştır. Kadınların evlerinden uzaktaki
işyerlerinde çalışmaları, ya çok ender görülmekteydi, ya da bu husus pek az kayda
geçirilmiştir.
Seyyah
John Locke'un 1553 yılında gözlemlediğine göre, "Kadınlar daima
erkeklerden ayrı bulunmakta ve genellikle kilisenin arka ucunda
durmaktaydılar." Adayı 1598'de kısa bir süre ziyaret etmiş olan Cotovicus
ise, Kıbrıs kadınlarını "şehvete düşkün" olarak nitelendirmektedir.
16.
yüzyılda kadın kıyafetleri daha fazla değişime uğramış, refah ve bolluğun
artmasına bağlı olarak daha parlak renkli kumaşlardan yapılmış elbiselere
yönelinmiştir.
Alman
Oryantalisti Cornelius van Bruyn, 1683'de, Kıbrıs'taki kadınların Anadolu'daki
kadınlar gibi giyindiklerini ve başörtüsü taktıklarını yazmaktadır. Ama 18.
yüzyılda adayı ziyaret etmiş olan Richard Pococke ile Van der Nyenburg,
Kıbrıslı kadınları başı örtülü olarak tanımlamamaktadırlar. Van der Nyenburg,
Kıbrıslı kadınların kıyafetini Rodoslu kadınlarla kıyaslamış ve peçe
takmadıklarını belirtmiştir. Ricard Pococke ise, kadınların peçesiz dolaştığını
ve bu yörelerde bu şekilde dolaşmanın açık saçık olarak nitelendirildiğini
yazmıştır. Pococke'a göre, erkeklerin çoğu, karılarına hizmetçileri gibi davranmakta, onlarla oturup konuşmamakta ve
karıları da, ancak kocaları yemeklerini yeyip bitirdikten sonra yemek yiyebilmekteydi. Başka yazarlar, bunun
eski bir Bizans geleneği olduğunu belirtmektedir.
Kişi ve
aile ahlâkı konusuna büyük önem veren İslam, 16. yüzyıldan çok önce Şeriat
kurallarına göre kadın ve aileye ilişkin kurallarını oluşturmuş ve Müslüman
olmayan tabaanın yaşam tarzına büyük bir özerklik tanımışsa da, devletin resmi
dini olarak Osmanlı Müslüman toplumunun sosyal ve ekonomik yaşamını derinden
etkilemiştir.
Kıbrıs'ın
Osmanlı yönetimine geçmesinden sonra, Kıbrıs'taki Hıristiyan yerli halk, gerek
Anadolu'dan getirilip adada iskan edilen Müslüman aileler, gerekse din
değiştirenlerle birlikte yaşamaya başlamışlardı. Adaya getirilen İslam
hukukunun korunması, bunun geleneksel koruyucuları olan kadılar ve Şeri
Mahkemeler tarafından sağlanmıştır. Müslüman kadınlar yanında, Rum Ortodoks
nüfustan kadınlar da, zorunlu olmamalarına rağmen, İslam hukukundan
yararlanmıştır.
Kıbrıs'ta
günümüze kadar gelebilen Şeri Mahkemelerin sicillerinde, Hicri 980 ile 1330
yılları arasındaki vakalar kaydedilmiş olup, toplam 63 adet olan bu defterlerden
4 tanesi Lefkoşa'daki Etnografya Müzesi'nde, 53 tanesi Evkaf Dairesi'nde ve 6
tanesi de Girne'deki Milli Arşiv'de saklanmaktadırlar. Alman araştırmacı
Merkelbach'ın da vurguladığı gibi, kadıların çalışmaları hakkında önemli
bilgiler elde etmemizi sağlayan bu Şeriye Sicillerinde (Tutanaklarında), sadece
İslam hukuku ile sınırlı bilgiler değil, yönetimsel konulardaki görevler
hakkında da bilgiler bulunduğundan, Osmanlı dönemindeki sosyal, ekonomik ve
yönetimsel tarihin araştırılmasında çok değerli bir kaynak oluşturmaktadırlar.
(5)
Dr.Kemal
Çiçek, Kıbrıs'ta 1698 ile 1726 yılları arasında kaydedilmiş olan Kadı
Tutanakları üzerinde yaptığı araştırmalarda, zimmilerin (Kıbrıs'ta yaşayan
Hıristiyanların) de kendi aralarındaki davalar için herhangi bir zorunluluk
olmamasına karşın, kendi istekleri ile
sık sık ve her konuda Şeri Mahkemeye başvurmayı tercih ettiklerini
saptamıştır. İlginç olan, dava konuları arasında boşanma, vasi ve nafaka tayini
gibi tamamen kendi kilise hukuklarının ilgi alanına giren özel konuların önemli
bir oran tutmasıdır. Çiçek'e göre, "1698-1726 yıllarını kapsayan toplam
yedi adet Kadı Tutanağında (toplam 922 sayfa), zimmileri ilgilendiren 822 dava
vardır ve bunlardan 82 tanesi miras, 21 tanesi nafaka, 35 tanesi vasi tayini ve
20 tanesi boşanma davasıdır. Toplam dava sayısı içinde zımmileri ilgilendiren
dava oranı, yaklaşık olarak %40'dır. Ayrıca sadece zimmileri ilgilendiren, yani
davada her iki tarafın da zimmi olduğu davaların oranı ise %27 gibi çok yüksek
bir orana ulaşmaktadır.
İmparatorluğun
diğer bölgelerindeki Hıristiyanlarla karşılaştırıldığında durum daha net bir
şekilde ortaya çıkıyor. Amerikalı tarihçi Jennings'in Kayseri üzerinde yaptığı
bir araştırmaya göre, bu oranlar sırasıyla %22 ve %11'dir. Bu oran hiç bir
zaman %34'ü geçmemiştir. Aynı şekilde Jennings'e göre, oldukça fazla zimmi
nüfus barındıran Trabzon şehri sicillerinde de sadece Hıristiyanları
ilgilendiren dava oranı sadece %15'dir. Bu oran Amasya'da yalnızca %8'dir."
(6)
Kadıların
özel görevlerinden biri de, toplumdaki bütün kadınların hak ve çıkarlarını
korumaktı. Osmanlı'nın adayı fethinden 25 yıl sonra, yani 1595 yılına gelindiği
zaman, özellikle Lefkoşa'daki kadınların büyük bir kısmı, Lefkoşa çevresindeki
bazı köyler ve belki de bütün Kıbrıs'taki kadınlar, 1580 yılından başlayarak
Şeri Mahkemelerden yararlanmışlardır. Bunlar arasında yerli halktan
Hıristiyanlar, kısa bir süre önce İslam dinine geçmiş olanlar ve yaşlı
Müslümanlar da bulunmaktaydı.
19.
yüzyılın ortalarına kadar Kıbrıs'ta her türlü davanın bu mahkemelerde
görüldüğü, günümüze kadar ulaşmış olan Şeri Tutanaklardaki dava kayıtlarından
anlaşılmaktadır. Ortodoks Kilisesi'ne bağlı mahkemelerin bağımsız bir statü
kazanması ise, ancak 1864 yılında, Sultan Aziz'in Başpiskopos Sofronius'a
gönderdiği bir beratla sağlanmıştır. (7)
Lefkoşa'daki
Şeri Mahkemenin kadınlara sağladığı koruma, Osmanlı İmparatorluğu'nun diğer
yerlerindeki benzer Şeri Mahkemelerin sağladığı korumayla eşdeğerdi; ama şüphesiz
Kıbrıs'taki gelenek ve siyasal gelişmeler de etkili olmaktaydı. Her türlü
durumda, anlaşmazlıkta taraf olan Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi, herkes Şeri
Mahkemeye başvurabilmekte, ama kararlarına da uymak zorundaydı.
Kıbrıs'taki
kadınlar, erkeklere tanınan aynı yasal hakların çoğundan yararlanabilmekte ve
bu hakların güvence altına alınması için mahkemeye başvurma olanaklarını da
eşit derecede kullanabilmekteydi. Rum Ortodoks çoğunluk nüfusa mensup kadınlar,
doğaldır ki kendi sorunlarını kendi dinsel toplumu içinde çözme seçeneğine
sahipti, ama Şeri Mahkeme önüne getirilen ve görülmesi kabul edilen herhangi
bir davada alınan karar, Şeri kurallara göre alınırdı.
Lefkoşa
Şeri Mahkemesinin arkasında Osmanlı devletinin müeyyide gücü bulunmaktaydı ve
adadaki bütün Osmanlı yetkilileri, Şeri Mahkemenin kararına uymak ve onu
uygulamak zorundaydı. Kadınlar, özellikle evlilik, boşanma ve miras ile ilgili
sorunlarını çözümlemede, kendi geçinceleri için gerekli destek veya nafakayı
almayı, ya da kendi kişisel mülkünü kullanmayı güvence altına almada veya
evlilik içinde görülen fiziksel zor kullanımıyla ilgili şikayetleri iletmede
Şeri Mahkemeden yararlanmaktaydılar.
Kadınları
ilgilendiren küçük veya büyük sorunların çözümlenmesinde mahkemenin önemi,
mahkemeye yapılan başvuruların sıklığından anlaşılabilmektedir. Amerikalı
araştırmacı Jennings'e göre, 1580 ile 1640 yılları arasında saptanan 2975
mahkemelik vakanın yaklaşık dörtte birinde, en az bir kadın olaya katılmıştır.
Bu vakaların yaklaşık dörtte üçünde (%73) en az bir Müslümanın adı geçmektedir.
Jennings, yaptığı araştırmalarda, bu vakalara karışmış Müslüman ve zimmilerin
gerçek sayısı veya ikisi arasındaki oran konusunda herhangi bir veri
bulamadığını belirtmektedir. Bazı vakalar sırasında (cinai olanlar hariç),
kadınlara, erkeklere kolayca tanınmayan, kendilerini yasal bir vekilin temsil etmesi ayrıcalığı
tanınmıştır. Müslüman kadınların %39'u bu tercihten yararlanırken, Hıristiyan
kadınların sadece %23'ü bu tercihi kullanmıştır. Geleneksel olarak Şeri mahkemeler,
halkı mahkemelerde bir vekilin temsil etmesini teşvik etmektedir. Mahkemeye
giden kadınların gittikçe artan oranı da, kuşkusuz kadınların mahkemeye olan
güveninin arttığının bir göstergesidir.
Doğaldır
ki, Şeri Mahkemeler daha çok erkeklere ait bir mekândı. Kadılar ile her türlü
mahkeme ve polis yetkilisi erkek olduğu gibi, saatlerce mahkemedeki işlemleri
seyredip dinlemeye gelmiş yöre halkının hemen hemen hepsi de erkekti. Duruşmada
bulunmak üzere gelen kadınlar, mahkemede uzun süre kalamazdı. Kadınların da
erkekler gibi iyi gözlemde bulunabildikleri kabul edilse bile, akıllarının
erkeklerden daha az olduğuna inanıldığından, tanıkların hemen hemen hepsi yine
erkeklerden oluşmaktaydı. Belki de kadınların halk içinde görünmesi, teşvik
edilmek istenmeyen bir şeydi. Mahkemelerde kadınlar tanık olarak dinlendiği
zaman, daha çok kişisel sorunlar söz konusuydu ve kadınların tanıklığı,
erkeklerin tanıklığının yarısına eşdeğerdi. Bir başka deyişle, iki güvenilir
kadın tanık, bir erkek tanığa eşit tutulurdu. Sırf kadınları ilgilendiren bir
konuda bir dava görülmekteyse, ancak o zaman sadece kadınların tanıklığı
yeterli kabul edilirdi.
Kadınlar,
Lefkoşa Şeri Mahkemesine sürekli olarak ciddi hak taleplerinde bulunmaktaydı.
Bu talepler, yeniçeriler, polisler, sipahiler ve valilik dairesine karşı
yapılmaktaydı. Şikayetler ise, kocalar, babalar, oğullar ve diğer yakınlara
karşı hiçbir zorluk olmadan yapılabilmekteydi. Kadınlar, kendilerine karşı
yapılmış yasal suç duyurularına karşı da, çoğu kez şahsen, buna olanak yoksa
vekilini kullanarak yanıt vermek durumundaydılar.
Kadınların
sahip olduğu önemli haklardan biri de, mal ve mülkü satın alma, satma ve miras
yoluyla elde etmeyle ilgiliydi. Jennings'in 1580 ile 1637 yılları arasındaki
Şeri Mahkeme tutanakları üzerinde yaptığı araştırmalardan anlaşıldığına göre,
taşınır ve taşınmaz mal el değiştirmelerinde sürekli artan oranlarda kadınlar
rol almıştır. Kadınlar, belki de veraset uygulamalarındaki değişikliklerden
etkilenme yüzünden, taşınır ve taşınmaz malları satın almaktan çok,
satmaktaydılar. Bu dönemdeki toplam 19 taşınmaz mal el değiştirmesi vakasında
kadınlar, 13 vakada satış yaparken, 6 vakada da alış yapmışlardı. Toplam 65
taşınır mal el değiştirmesinde ise, kadınlar 50 satış ve 15 alış
gerçekleştirmişlerdi. Açıktır ki, kadınların ellerinde, erkeklerde olduğunun
tersine, mal ve mülk birikimi çok seyrek sağlanırdı. Bu birikimi sağlayan az
sayıda kadın ise, mal ve mülkünü biriktirme, yönetme ve talep etme işinde
başarılı olmaktaydı.
Kadınların
elde ettiği servetin büyük bir kısmı miras yoluyla olmaktaydı. Kendilerine
toprak, ev ve para mirası kalan kadınlar, evlilik öncesi kendilerine mal
verilmesi (drahoma), hediye veya satın alma yoluyla da taşınır ve taşınmaz mal
sahibi olabilmekteydiler. Şeri Mahkemelerde uygulanan İslam yasalarına göre,
kadınlar da, erkek yakınları gibi miras hakkına sahiptiler ve teorik olarak
onlar da erkekler gibi mal-mülk sahibi olabilmekteydiler. Ama ellerinde
biriktirdikleri bu serveti, erkek yakınlarına satmakta ve bunu daha çok para
olarak saklamaktaydılar. Bu para, ekonomik bağımsızlık değilse bile, bir
güvence sağlamaktaydı. Kadınlar, sıklıkla kadılara başvurarak, mallarının
erkeklerden korunması için destek istemekte ve mahkemelerin de bu desteği kendilerine
sağladığı görülmekteydi. Bazen de bir erkek, karısının mülkü üzerinde fazla
sıkı bir denetimi olduğundan şikayetle, mahkemeye başvurmaktaydı. Kadının yerel
toplum içinde ve evi dışındaki ekonomik etkisinin derecesi, kadının sahip
olduğu mal ve mülkle yakından ilgiliydi.
Kadınların
taşınmaz mal birikimine sahip olmasının en sık görülen şekli, erkeklerde de
olduğu gibi miras yoluylaydı. Mahkeme, İslam miras yasalarıyla ilgili gerekli
işlemleri uygulamaktaydı. Lefkoşa Şeri Mahkemesi tutanaklarında emlak
tiplerinin açık bir şekilde sınıflandırıldığını veya hangi mirasçılara neyin
düştüğünü gösterir bir veri bulunmamakla beraber, birçok vakada rakip taraflar,
anlaşmazlıklarını dostça çözmüşler ve mirasın bölünme şekli konusunda yapılan
anlaşmanın, Şeri Mahkeme tarafından kaydedilmesini istemişlerdi. Bu hakkı,
Müslüman olmayan kadınlar bile sıkça kullanmışlardı.
Kıbrıs'ta
kadınların çocuk sahibi olmamaları durumunda, kendi babalarından miras kalan
toprağı işleyebilmeleri için özel kurallar kabul edilmişti. Sipahilerin,
böylesi kadınlara topraklarını kullanmaları için izin vermesi gerekmekteydi. Bu
durumda toprak, işleyemeyen mirasçı olmaması durumunda yapıldığı gibi,
başkasına "resm-i tapu" ödemesi karşılığında devredilemezdi.
Ortadoğu'da
seyrek de görülse, az sayıdaki bazı kadınlar, borç para almakta veya
vermekteydi. Kocalarına veya yakınlarına borç para veren kadınların varlığı,
kadınların, etraflarındaki erkeklerden ayrı olarak kendi mal ve mülklerine
sahip olduklarını ve miras, ya da başlık paralarına kendilerinin
hükmedebildiklerini göstermektedir. Ama yine de borç para veren kadınların
Kıbrıs'taki sayısı azdı.
Kadınlar
bazen, başkalarının borç ödemelerinde güvence veren kimseler olmaktaydı (kefil
bil-mal). Borçlanan kişi, borcunu ödeyemezse, güvenceyi veren herhangi bir
Müslüman veya Hıristiyan kadın kefil, kendi parasıyla bu borcu ödemek
durumundaydı.
Kadınlar,
erkeklerden daha sıklıkla, küçük çocukların koruyucusu (vasi'si) olmaktaydı.
İslam yasalarına göre, anne veya babasından birini kaybetmiş olan küçük çocuk,
yetim/yetime olarak kabul edilmekteydi. İslam miras hukukuna göre, annesiz
kalan bir yetimin babası, çok fakir değilse, kendi olanaklarıyla çocuğunu
büyütmeliydi. Babasız kalan bir yetimin annesi veya diğer yakınları ise, yetime
kalan mirastan, çocuğun günlük geçincesi için belirlenecek bir miktar paranın
alınması amacıyla mahkemenin karar vermesi için başvuruda bulunurdu. Geride
kalan anne veya babanın yeniden evlenmesi, çok yaşlı olması veya ikamet yerinin
değiştirilmesi hallerinde, vasi de değişebilirdi. Vasi'nin görevleri arasında,
yetime ait ve ona miras kalmış olan herhangi bir malı erişkin yaşa gelinceye
kadar, onun adına korumak da vardı. Kadıların en önemli görevlerinden biri de,
vasilerin, yetimlerin iyilik hali ve mal varlığını korumada dürüst davranıp
davranmadığını güvence altına almaktı. Bazen de kadı dışında, çoğu kez
akrabadan bir kişi (nazır), bir çocuğa miras kalmış olan taşınmaz malların
yönetimini üstüne alırdı.
Şeri
Mahkeme tutanaklarında, kadınların geleneksel tarım sistemi veya aile yaşamı
dışında çalıştığına ilişkin hemen hemen hiç bir kanıt bulunamamıştır. Osmanlı
sosyo-ekonomik sistemi, kadınların etkinlik alanını kısıtladığından, kadınlar,
dükkan sahibi, tüccar veya zanaatkâr olamazdı. Pamuk ipliği eğirmek ve yünlü
kumaş dokumak bunların dışında idi. Lüzinyan ve Venedik yönetimlerinde ve
sonradan da 19. yüzyılın başında adayı ziyaret etmiş seyyahlar, bu hususu
kaydetmişlerdir. Ayrıca, yukarıda da
anlatıldığı gibi, kadınların borç para verdiğinden, Mağusa'daki deve tüyü
sanayiinde çalışmasından, birkaçının bazı küçük kuruluşlarda yönetici
(mütevelli) olarak çalıştığından söz edilebilir. İki Hıristiyanın dellal olarak
çalıştığı, Müslüman bir dönmenin evde hizmetkâr olarak çalıştığı
kaydedilmiştir.
1881'de
Kıbrıs'ı ziyaret etmiş olan Arşedük Louis Salvator, Lefkoşa'da bir Kadınlar
Pazarı'nın varlığından söz etmekteyse de, burasının ne zaman kurulduğuna
ilişkin her hangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Kıbrıs'taki
geleneksel aile hukuku, bütün kadınlara mantıki bir geçinme düzeyi sağlayacak
şekilde düzenlenmişti. Uygun kaynak olduğu sürece, erkekler karılarına
alıştıkları düzeyde bir destek vermek zorundaydılar. Kadına evlilik öncesi
verilen mal (drahoma), kadının kişisel mülkü olarak kabul edilirdi; boşandığı
veya kocası ölüp de dul kaldığı zaman kadının geçincesini sağlamayı
amaçlamaktaydı. Kadının ve çocukların geçincesini sağlama yükü, erkeklerin
sorumluluğu altındaydı. Evlilik öncesi verilen mal ve para, çok çeşitliydi.
Lefkoşa Şeri Mahkeme Tutanaklarında sözü edilenlerin miktarı değişik olmakla
beraber, ne yazık ki kanıtlar da azdır.
Evlendirmeler,
kızın babası veya erkek akrabaları tarafından yapılırdı. Yine bu tutanaklarda,
gelin veya güveyin evlenmede ne kadar para ödediğine ilişkin herhangi bir veri
bulunamamıştır. Evlilik, herhangi resmi bir devlet veya dini kuruluşa bağlı
olmayan tamamen özel bir sözleşmeydi. Eğer evlilik öncesi verilen mal-mülkle
ilgili ayrı bir kayıt yapılıyorsaydı, buna ilişkin ayrı listeler tutulmuş
olması gerekir. Çünkü Şeri Mahkeme Tutanaklarında bu konuda bilgi
bulunmamaktadır.
Boşanma
ve boşanmaya ilişkin zorunlu sorumluluklar, sık sık kaydedilmekteydi. Boşanma
basit bir işlem olup, evlilik sözleşmesinin bozulması olarak algılanmaktaydı.
Boşanma, normalde tek yanlı olarak koca tarafından ilan edilmekte ve bir miktar
para verilerek, kadının hamile olup olmadığına ilişkin bir süre beklenmekteydi.
Kadın, bekleme süresi bittikten sonra, isterse her hangi biriyle yeniden
evlenebilirdi. "Hul" denen boşanma şeklinde, kadın boşanma talebinde
bulunmakta veya karşılıklı olarak boşanma kararı alınmaktaydı. Bu durumda,
boşanmanın erkek üzerindeki sosyal etkisi daha az olur ve kadının boşanmaya
ilişkin onay verdiği kayda geçirilirdi. Boşanma sıklığı hakkında herhangi bir
tahminde bulunmak güç olsa da, hul'un erkeğe mali açıdan daha pahalıya
patladığı bilinmektedir.
Kıbrıs'ta
erkeklerin birden fazla kadınla evlenmesi (poligami) olaylarınin varlığına
ilişkin çok az kanıt vardır. Olduğu vakalarda da, erkekler yeniçeri veya polis
subaylarıydı.
Şeri
Mahkeme Tutanaklarına göre, Hıristiyan kadın ile Müslüman erkek arasında olan
karma evlilikler, seyrek görülmeyen olaylardandı. Kıbrıs'ı ziyaret eden
Pococke, Pinkerton, W.Turner gibi Batılı
seyyahlar ve Şeri Mahkeme Tutanakları bu tür karma evliliklerden söz
etmektedirler. Bu gibi durumlarda, kadınlar Müslüman olmakta ve Arapça bir isim
almaktaydılar. Baba adları da Abdullah olarak değiştirilmekteydi. Böylesi kişiler de Şeri kurallara
uymaktaydılar. Müslüman doğmuş kişiler ile sonradan Müslüman olan erkek veya
kadınların kendi aralarında evlenmesi de herhangi bir engel yoktu. Öte yandan
Hıristiyan bir erkeğin Müslüman bir kadınla evlenmesi olanaksızdı.
Yararlanılan kaynaklar:
(1) Doç.Dr.Cengiz Orhonlu, Osmanlı Türklerinin Kıbrıs
Adasına Yerleşmesi (1570-1580), Milletlerarası Birinci Kıbrıs Tetkikleri
Kongresi Türk Heyeti Tebliğleri, Ankara 1971.
(2) Cobham, C.D., Excerpta Cypria. Materials for a
History of Cyprus, Cambridge, 1908
(3) Jennings, Ronald C., Christians and Muslims in
Ottoman Cyprus and the Mediterranean World, 1571-1640, New York University
Press, 1993 (Bu makale kullanılan bilgilerin önemli bir kısmı, bu kaynaktan
alınmıştır.)
(4) Female Costume in Cyprus from Antiquity to the
Present Day, Anastasios G.Leventis Foundation Publications, Nicosia,1999
(5) Merkelbach, Jacob, Die Protokolle des Kadıamtes
Nikosias aus den Jahren 1105/06 (1693-1695), Frankfurt am Main, 1991
(6) Çiçek, Dr.Kemal, Osmanlılar Zamanında Kıbrıs'ta Türk
Adaleti ve Rumlar, Kıbrıs Mektubu, Ankara, Temmuz 1995, No.3
(7) An, Ahmet, Kıbrıs'ta Türk Hukuk Kurumlarının
Geçmişine Kısa Bakış, Kıbrıs Türk Kültürü Üzerine Yazılar, Lefkoşa 1999.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder