Geçtiğimiz aylar içinde Türk kamuoyunun en büyük ilgi ile izlediği konu
Kıbrıs’tı. Türkiye’nin güney komşusu olan Kıbrıs devletinin yasal Cumhurbaşkanı
Makarios’a karşı girişilen faşist darbe ve onun ardından gelişen kanlı olaylar,
tüm dikkatlerin Doğu Akdeniz’deki bu küçük ada üzerinde toplanmasına yol açtı.
Türk kamuoyunun Kıbrıs’la ilgilenmeye başlaması 1950’lerden önceye uzanır.
300 yılı aşkın bir süre Osmanlı İmparatorluğunun egemenliği altında bulundurulan
Kıbrıs adası, 1878 yılında iflâsa doğru sürüklenmekte olan Osmanlı Hanedanı
tarafından para karşılığında İngiltere’ye kiralanmıştı. 1920’de, yeni Türkiye’nin
gelecekteki sınırları çizilirken Kıbrıs, milli sınırlar dışında bırakılmış;
önce Sevr (1920) sonra da Lozan (1923) Antlaşmaları ile ada üzerinde iddia
edilen tüm haklardan vazgeçilmişti. Kıbrıs, 1925 yılında resmen İngiltere’ye
bağlanarak İngiliz Krallığı sömürgesi haline geldi. Bu tarihten sonra başlayan,
Kıbrıs Türklerinin toplu halde adadan göç ederek Türkiye’ye yerleşmeleri, 1938’de
en yoğun noktasına varmış, fakat 1945’lerde birden nüfus akıntısında bir
durgunluk belirmişti
Geride
kalan Türk azınlığı, çoğunluktaki Rumların
sosyal, kültürel ve ekonomik ilerlemeleri yanında, Kıbrıs’ın İngiliz
boyunduruğundan kurtularak Yunanistan’a bağlanması için sürdürdükleri Enosis
mücadelesinden endişelenmiş, ki bir süre sonra toparlanarak politik partiler kurmaya
başlamıştı. Kıbrıs Türklerinin ilk siyasal örgütlenmesi, İngilizler 1931-43
dönemi sert tedbirlerini gevşeterek Belediye Meclisi üyelerinin halk tarafından
seçilmesine izin vermesinden sonra gerçekleşmiştir. Seçimlere “İngilizci” ve “Milliyetçi”
olarak iki grupla katılan Türk adaylar, sonradan birleşerek 1943 yılında Kıbrıs
Adası Türk Azınlığı Kurumu’nu (KA.T.A.K) kurdular. Enosise karşı cephe alarak,
Türk azınlık haklarının korunması için harekete geçen bu kuruluş başlangıçta
bir varlık göstermeyi başarmış, fakat İngiliz sömürgecilerin bölücü oyunları
sonunda Dr. Fazıl Küçük ve arkadaşlarının partiden ayrılarak Kıbrıs Türk Milli
Halk Partisi’ni kurmaları ile ikiye ayrılmıştı.
1949’da adadaki Türk siyasi partileri “Kıbrıs Türk Milli Birliği” adı
altında birleştirilmiş, bunun yanında diğer sosyal, mesleki, bütün kuruluşlar “Kıbns
Türk Kurumları Federasyonu” adı ile bir tek merkeze bağlanmıştı. 1948’de
kurulan “Türk İşçi Komisyonu” ile de Türk işçilerinin Kıbns Rum işçileri arasında
yaygın ve etkin olan sol sendikalara üye olarak bilinçlenmeleri engellenmek
istenmişti.
Yüzyıllarca uyum içinde bir arada yaşayan ada halkının birliği, İkinci
Dünya Savaşı boyunca gelişmiş, fakat 1955-59 olağanüstü
dönemde “böl ve yönet” politikası yüzünden derin yaralar almıştır. 1941 yılında
Emekçi Halkın İlerici Partisi (AKEL)’de örgütlenen Kıbrıs işçi sınıfı, İkinci
Dünya Savaşının getirdiği ekonomik bunalım döneminde işçiler arasında büyük
destek kazanmış, kurulan “Tüm Kıbrıslılar İşçi Federasyonu” (PEO) adanın her
tarafında etkinleşirken, o zamana kadar hiçbir örgütü bulunmayan Türk işçiler
de sol sendikalara üye olmaya başlamıştı.
İngiltere, İkinci Dünya Savaşından sonra Ortadoğu’yu Amerikan emperyalizminin
himayesine bırakıyordu. 1947 Mart’ında ABD, Türkiye ve Yunanistan’a 400 milyon
dolarlık bir askeri yardımı öngören Truman Doktrinini
ilân etti. 1948’den itibaren Amerikan stratejleri gözlerini Kıbrıs adasına
çevirmişler, o zamana kadar sabit bir üssü olmayan Amerikan 6. Filosu için
Kıbrıs’a önem vermeye başlamışlardı.
1932 yılında kurulan sol sendikalarda örgütlenmeye başlayan Kıbrıslı işçiler,
İkinci Dünya Savaşı sonunda yapılan 1946 Belediye Seçimlerinde AKEL adaylarını
desteklemişlerdi. 1943’te Mağusa ve Limasol belediyelerini kazanan AKEL’ciler,
1946 Mayıs’ındaki yeni seçimlerde Lefkoşa ile diğer iki büyük şehirde de belediye
yönetimlerini ellerine geçirmişlerdi.
22
Mart 1947 tarihli New
York Herald Tribune gazetelerinin verdikleri bir haberde, Amerikan
Dışişleri Bakanlığında hazırlanan bir belgeye göre İngiltere ile Yunanistan
anlaştıkları takdirde Kıbrıs’ın Yunanistan’a geçmesine Amerikan hükümetinin
muhalefet etmeyeceği bildiriliyordu.
O dönemlerde, Mısır ve İran’da İngiltere’ye karşı hoşnutsuzluk arttıkça,
Amerikan diplomasisi üsler elde etmek için Ortadoğu’daki milliyetçi akımları
körüklemeye başladı. Bu sıralarda Amerika’nın açıkça enosisi desteklediğini
görüyoruz. Yunanistan’daki Amerikan ajanları etrafa, adada Amerikan üslerinin
kurulmasının Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesine doğru gidecek ilk adımı
oluşturacağı fikrini yayıyorlardı. Öte
yandan da Kıbrıs’ta gelişmekte olan sol hareketle mücadele etmek için Washington, her zamanki yöntemlerini uyguluyordu. AFL sendikası temsilcileri, solcu PEO
sendikası karşısında “hür” bir sendika kurmak için hesapsız para döküyorlardı.
Bu amaçla enosis taraftarlarına yılda 300 bin dolar ödendiği ileri
sürülüyordu. Bu dönemde Kıbrıslı Rumların bir kısmı adanın doğrudan doğruya
Yunanistan’la birleşmesini isterken, Kıbrıslı komünistler de adanın bağımsız
bir devlet olmasını istiyordu. 1948 Mayıs’ında İngiltere’nin önerdiği muhtariyet
anayasası, Kıbrıs Rumları tarafından reddedildi. Aynı yılın Ekim ayında
Lefkoşa’da AKEL tarafından düzenlenen ve 25 bin kişinin katıldığı mitingde “Kıbrıs’ta
Amerikan ve İngiliz üsleri istemiyoruz” yazılı pankartlar taşınmış ve Yunan iç
savaşının komünist lideri Markos için para toplanmıştı.
1953 Şubat’ında Washington’da Churchill
ile Eisenhover arasında büyük bir pazarlık yapıldı.
Bu karşılaşmadan sonra ABD, Ortadoğu’daki çabalarında İngiltere’yi desteklemeye
karar verdi.
1955 yılına gelinceye kadar, uyum içinde birarada yaşamış olan Kıbrıs’taki
Türk ve Rum toplumları arasında düşmanlık olaylarına rastlanmamaktadır. Kıbrıs
Tarihi, ada Türklerinin İstanbul’dan gönderilen valilere başkaldıran Rumlarla
birleşerek, Osmanlı yönetimine karşı birlikte ayaklandıklarını yazmaktadır.
Birinci Dünya Savaşında, Türkiye ile Yunanistan karşı karşıya savaşırken,
İngiliz yönetiminde yaşayan Kıbrıs’taki Türklerle Rumlar arasında iyi
ilişkiler hüküm sürmekteydi. Hatta Kıbrıs’taki Türk azınlık 1914’de adanın
İngiltere’ye bağlanmasından sonra, büyük bir gösteri düzenleyerek, Türkiye’nin
savaşa girmesini kınamış, İngiltere’ye olan bağlılığını göstermişti. Türklerle
Rumlar arasındaki işbirliği, belediye meclisleri yanında, ticaret alanında ve
spor gibi sosyal faaliyetlerde de görülüyordu.
Osmanlı ve İngiliz
egemenlikleri boyunca. azınlık haklan ile bile
yeterince uğraşmamış olan Kıbrıs Türk liderlerinin, Rumlar self-determinasyon
ve enosis için şavaşa başlayınca, İngiliz sömürgecileri işbirliğine girmelerinin
hikayesi ilginçtir. Bunun en güzel kanıtı, bugün Kıbrıs Türklerinin tek lideri
durumunda olan Rauf Denktaş’ın şu sözleridir: “Biz ‘Statükonun muhafazası’
dedik davamıza ve İngailizlerin gün gele adayı terk edebileceklerine inanmak
istemedik. Değişen dünyadan bihaber körü körüne İngiliz dostluğu güttük.” (12’ye
5 kala Kıbrıs, R. Denktaş, Ankara, 1966, s. 6)
Nisan 1955’de “Kıbrıs Ulusal Kurtuluş Cephesi” (EMAK) adıyla eylemlerine
başlayan ve Temmuz 1956’da, “Digenis” takma adlı liderinin CIA ajanı Grivas olduğu
ortaya çıkan (sonradan EMAK adı, “Kıbrıslı Savaşçıların Ulusal Örgütü” (EOKA)’ya
çevrilecektir Grivas tarafından) Kıbrıs’ın İngiliz sömürge yönetiminden
kurtuluşu hareketi başladığı zaman, Türk şâiri Nazım Hikmet, “Rum ve Türk
kardeşlerim” diye başlayan aşağıdaki bildiriyi yayınlamıştı:
“Kıbrıs mücadelesi doğru ve haklıdır. Haklı istekler, haklı mücadeleler
daima kazanılır. Bu mücadelede Türklerin vazifeleri Kıbrıs’taki Rumlarla
birleşip Kıbrıs’ı müstemlekecilerin elinden kurtarmaktır. Kıbrıs’ı İngilizlerin
hava üssü olarak kullanmalarına engel olabilirlerse, bu, dünya sulhu için
büyük bir muvaffakiyet olacaktır. Bu mücadelede muvaffak olunduğu takdirde,
Kıbrıs’taki Amerikan üslerine de sed çekilmiş olacaktır. Bütün namuslu ve sulh
sever insanlar, ki ben de bunların içindeyim, Kıbrıs’ın hürriyetine kavuşması için
elimizden gelen her şeyi yapmamız lazımdır.” (19 Nisan 1955, Akşam)
1955 terör olaylarından sonra İngilizlerin korunmasından artık
faydalanamayacaklarını ve yeni tedbirler aramak gerektiğini anlayan Kıbrıs
Türkleri “anavatan” diye nitelendirdikleri Türkiye’den yardım istediler.
Kıbrıs’ta meydana gelen olaylar, 1955 yılma kadar Türkiye ve Yunanistan
hükümetleri arasında açık bir çatışma haline gelmemiş, daha çok iki ülke basını
ve kamuoyları arasında bir polemik konusu teşkil etmişti.
Türkiye hükümeti 1954’den beri, Türk kamuoyu ise 1948’den beri Kıbrıs’ta
statükonun korunmasını savunmuş, statükonun değişmesi halinde adanın Türkiye’ye
iadesi gerektiğini öne sürmüştü. 1950’lerden sonra yoğunlaştırılan enosis
propagandası ve Kıbrıslı Rumların İngilizlere karşı başlattıkları
anti-kolonyalist tedhiş hareketini saptırmak için “böl ve yönet” politikasını
ustaca uygulayan İngiliz emperyalizmi, Rumların isteklerine karşı denge unsuru
olarak Kıbrıs Türklerini kışkırtmaya başlamıştı.
1955 yılma kadar İngiltere ve Yunanistan arasında bir anlaşmazlık gibi görünen
Kıbns sorunu içine Türkiye’nin resmen taraf olarak girmesi, Ağustos 1955
sonunda İngiltere’nin çağrısı üzerine toplanan Londra Konferansı ile olmuştur.
İngiltere Dışişleri Bakanı A. Eden, 1923 yılında Kıbrıs üzerindeki tüm haklarından
vazgeçen Türkiye’yi, “Kıbrıs da dahil olmak üzere Doğu Akdeniz’i ilgilendiren
siyasi sorunları ve savunma sorunlarını görüşmek üzere” Londra’ya çağırıyordu.
Hiç bir sonuç alınamadan dağılacak olan konferansın amacı Türkiye’yi Kıbrıs
sorununda taraf yapmaktı.
1954 Temmuz’unda Nasır’ın baskısı sonunda Süveyş’ten çekilen İngiltere, Ortadoğu’daki
askeri karargahını Kıbrıs’a taşıdı. Süveyş, bölgede İngilizlerin çekildiği en
son yer olmalıydı ve stratejik önemi büyük olan Kıbrıs adası dengesiz Yunanistan
hükümetlerine bırakılamazdı. İngiliz Sömürgeler Bakanlığı ve Intelligence Service’te
hazırlanan, CIA’in de destekleyeceği plânlara göre, Türkiye Başbakanı Adnan
Menderes, Rumların enosis isteklerine karşı koyacaktı. Sovyetler Birliği’nin
komşusu, yarım milyonluk bir ordu bulunduran ve ABD’nin ülkesinde roket üsleri
kurmasına izin veren bu devlet adamına önem verilmeliydi. Menderes, ABD’den,
çökmekte olan Türkiye’deki rejime mali yardım yapmasını istiyordu. Ekonomik
durum da çok bozuktu. Kıbrıs sorunu böylece Türk kamuoyu önüne çıkartılarak,
dikkatler dışa çekilecekti. Londra’daki üçlü görüşmelerden birşey çıkmadı,
fakat Türkiye Kıbrıs sorununa dört elle sarılmıştı. Böylece Kıbrıs
anlaşmazlığı, sömürge halkının sömürgecilere karşı verdiği bir savaş olmaktan
çıkmış, Kıbrıs halkının yanısıra hepsi de NATO üyesi olan üç Avrupalı ülkeyi
ilgilendiren uluslararası bir sorun haline gelmişti.
1951 yılında Yunanistan’ın Kıbrıs konusunu Birleşmiş Milletler’e getirmesi
üzerine İngilizler, Kıbrıs’taki hareketsiz Türk azınlığın, Rum çoğunluğa karşı
koymada yararlı olabileceğini düşünmüşlerdi. Birinci Dünya Savaşından beri
bütün hakları ihmal edilen Kıbrıs Türklerinin, Rumlara göre nüfus oranı 1/4’den
1/5’e düşmüş, dünya savaşları arasında yer alan ajitasyon hareketleri boyunca
siyaset sahnesinde hiç görünmemişlerdi.
Anti-kolonyalist hareketin başlatıldığı böyle bir ortamda, 1955 Ağustos’u
ortalarında Kıbrıs’tan Türk basınına gönderilen bir haber, Türk kamuoyunda
galeyana yol açtı. Bu haberde, Kıbrıs Rumlarının 28 Ağustos günü bir “Türk
katliamı” yapacakları bildiriliyordu. Katliam haberinin Kıbrıs’ta tam Londra
konferansı arifesinde yayılmış olması özellikle üzerinde durulacak bir
noktadır. 6/7 Eylül olayları hakkında sonradan 1960 Yassıada duruşmalarında
yapılan bir soruşturma sonucu, haberin Kıbrıs Türklerinin lideri Dr. Fazıl
Küçük’ten geldiği ortaya çıkmıştır. Dr. Küçük, 13 Ağustos 1955’de Kıbrıs
Türktür Cemiyeti Başkanı Hikmet Bil’e yazdığı mektupta, Rumların taşkınlıklarını
son günlerde arttırmış olduklarını ve Lefkoşa’da yaydıkları habere inanmak
gerekirse -ki haber Dr. Küçük tarafından uydurularak yayılmıştı- pek yakında
genel katliama hazırlandıklarını belirterek, Türkiye’ deki Kıbrıslılar
tarafından kurulan Cemiyet’in bütün şubelerini olaydan haberdar
ederek,harekete geçmelerini rica ediyor ve mitingler düzenlemelerinin büyük
faydası (!) olacağını öğütlüyordu.
29 Ağustos’ta Londra’da Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin katıldığı Üçlü
Konferans’ın açılması ile beraber, Türk basınının Türk tezini destekleyen bir
kampanya açıldı. Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki ilk tezi şöyleydi: “Kıbrıs’ta
statükonun muhafazası gerekir, yani İngiltere adadan çekilmemelidir. Eğer bu
statü bozulacaksa, ada Türkiye’ye iade edilmelidir.”
Londra Konferansında bir konuşma yapan İngiltere Dışişleri Bakanı Macmillan
İngiltere’nin daha l878’de Kıbrıs’a ayak basarken Doğu Akdeniz’in ve Ortadoğu’nun
savunmasını üzerine aldığını ve bu durumda bugün için de bir değişiklik olmadığını
ve Ortadoğu devletlerinin savunmasında Kıbrıs’ın önemli bir yer işgal etmekte
olduğunu belirterek, NATO stratejisi içinde Doğu Akdeniz’in savunması görevinin
İngiltere’ye verildiğini, bu bakımdan bu stratejinin birinci plânda Kıbrıs’a dayandığını
söylemiştir.
Konferans boyuna
Hükümetin teşviki ile Türk kamuoyunda yaratılan Yunan aleyhtarlığı, 6 Eylül
1955 günü Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve ve Türk konsolosluğuna bomba
atıldığı şeklinde uydurulup yayılan bir haberin, İstanbul’a ulaşması ile
doruğuna ulaştı. Başlangıçta bir gençlik gösterisi şeklinde başlayan hareket,
geniş bir kalabalık kitlesinin de katılmasıyla büyüdü ve mahiyet değiştirerek
Rum dükkân ve mağazalarının tahrip ve yağması hareketi haline geldi. 6/7 Eylül
olaylarında tahrip edilen dükkân ve mağaza sayısı 862 olarak saptanmıştır.
(Hürriyet 17 Eylül, 1955) Menderes, kendi kışkırtması sonucu başlayan, daha
sonra kontrolden çıkan olayların “gizli komünist teşkilâtı ve solcu unsurların”
eseri olduğunu söylüyor ve İstanbul, Ankara ve İzmir’de sıkıyönetim ilân
ediyordu.
Türk hükümetine Kıbrıs’taki gelişmeler hakkında bilgi vermek üzere 31 Mayıs
1956’da Ankara’ya gelen Kıbrıs Türk liderleri, 4 Haziran günü Ankara’daki İngiliz
Büyükelçisinin daveti üzerine Büyükelçiyi de ziyaret etmişler, Türklerin
kendilerini savunmak üzere kendi milis kuvvetlerini oluşturmaları için
İngiltere’nin izin vermesini (!) istemişlerdi. Adadaki sömürge yönetimi,
tedhişçilere karşı açtığı savaşta halktan bütün silâhları toplamıştı. Oysa
Kıbrıs’taki Türk liderliğinin, 1 Nisan 1955 de eylemlerini başlatan Rum yeraltı
örgütüne karşı, İngiliz Intelligence Service’in tavsiyesi ve Türkiye’nin yardımı ile
kurduğu VOLKAN adlı terör örgütü daha 10 Eylül 1955’de yayınladığı bir bildiride
Kıbrıs Türklerine karşı yöneltilecek herhangi bir saldırıya şiddetle karşılık
verileceğini açıklıyordu.
EOKA, önceleri Kıbrıs Türkleriyle çatışmaktan kaçınıyordu. Fakat İngilizlerin
Rum gerillalara karşı Türk polis ve komandoları kullanmaları sonunda, saldırı
Türklere de yöneltilmeye başlandı.
Kıbrıs Türklerinin tek siyasal örgütü olan K.T. Milli Birliği’nin adı 1955’de
“Kıbrıs Türktür Partisi”ne çevrildi. Sonraları Lefkoşa’daki Türk Kız ve Erkek
Liselerinin adı da değiştirilerek, Adnan Menderes ve Celâl Bayar Liseleri
adlarını alacaklardır. VOLKAN, artık ölen Türklere karşı Rum avına başlamıştı.
Büyük paralar karşılığında EOKA’cılar öldürülüyordu.
Bu arada Radcliffe’in yeni anayasa teklifleri ortaya atıldı, fakat Yunan hükümeti
ile Seyşel adasında sürgünde bulunan Başpiskopos Makarios, bunları reddetti.
Türkler ise ihtiyati olarak Radcliffe anayasasını kabul etmişlerdi. Sömürgeler
Bakanı Lennox.Boyd,
Yunanistan’a şantaj yapmak üzere adanın taksimini bir alternatif
olarak ortaya atmıştı. Kıbrıs’ın taksimi fikrinden ilk defa resmi olarak, 19
Ağustos 1956’da Avam Kamarasında Muhafazakâr Milletvekili Walter Elliot söz etmiştir. Kıbrıs konusundaki resmi görüşmelerde ise ilk defa aynı yılın
Eylül ayında Atina’da Yunan Dışişleri Bakanı Averof ile Türkiye’nin Atina
elçisi İksel arasında yapılan özel bir görüşmede ele alınmıştır. Artık taksim
tezine bağlanan Türkler, taksim fikrinin iik defa Yunan hükûmeti tarafından
ortaya atıldığını iddia ediyorken, Yunanistan bunu yalanlıyordu. Oysa taksim
fikri İngiltere ile Türkiye hükümetlerinin anlaşması sonucu ortaya
çıkan bir politikaydı.
14 Ekim 1956 tarihli Atina gazeteleri Kıbrıs sorunu için yeni bir çözüm
şekli bulunduğunu, N.Y. Times gazetesinin Londra’dan verdiği bir haberi ele
alarak, Taksim fikrinin Amerika tarafından da ciddi şekilde görüşmelere konu
olduğunu, buna Kıbrıs’ın Türkiye’ye bakan kuzey kısımlarının Türklere, güney
kısımlarının da Rumlara verileceğini yazmışlardı.
24 Ağustos 1955 günü yaptığı bir konuşmada Kıbrıs’ın bir kumaş parçasına
benzememesi nedeniyle, kesilip biçilemeyeceğini söyleyen Başbakan Menderes, 1956
sonunda “taksim” i resmi Türk görüşü olarak benimsemiş ve bunu 1958 yılı sonuna
kadar ısrarla savunmuştu. Bundan sonra Türkiye taksim için daha yoğun bir kampanyaya
girişirken Kıbrıs Türkleri de daha saldırgan bir tutum benimsediler. Ankara’dan
dönen Dr. Küçük, Kıbrıs Türklerine Menderes’le görüştüğünü ve adanın 35. enlem boyunca ikiye taksim
edilmesini istediklerini duyuruyordu. VOLKAN duvarları “Ya taksim ya ölüm” sloganı ile doldururken, “Rumlarla ilişkiler kesilmeli” diye
telkinlere başlıyordu. Tedhiş eylemleri için bomba yaparken ölen Kıbrıslı Türk
gençler için parlak cenaze törenleri düzenleniyordu.
1957 yılı sonunda Kıbrıs valisi Harding değiştirilerek, yerine liberal görüşlü
Foot atandı. 26 Ocak 1958’de Ankara yapılan Bağdat Paktı Konferansına katılan
Foot ve Selwyn-Lloyd, Menderes ve Zorlu ile görüştüler. Türkiye hükümeti, derhal
adanın taksimini, aksi takdirde Türklerin EOKA’ya karşı kurdukları kendi yeraltı örgütleri ile
savaşa başlayacaklarını bildirdi.
Türkiye Dışişleri Bakanı Zorlu, Kıbrıs Türklerine Lefkoşa’da yangınlar çıkararak
gösteriler düzenlemeleri için emir vermekteydi. Foot’un Ankara’ya geldiği gün
Kıbnslı Türkler Lefkoşa’da taksim lehinde gösteriler yaptılar. “Kahrolsun Foot,
Yaşasın Harding” diye bağıran göstericilere karşı, ilk kez İngiliz askerleri kullanıldı.
8 Türk öldü, birçoğu yaralandı. Bunun üzerine İngiltere planı geri aldı. Dr.
Küçük Ankara dönüşünde Lefkoşa’da zaferle karşılandı. Türk-İngiliz
yakınlaşmasından endişelenen Rumlar, İngiliz mallarına boykot kampanyası
açtılar.
1957 yılı içinde Kıbrıs’ta Rumlarla İngilizlerin çarpışması devam ederken,
Türkler diplomatik baskıya başladı. Bir yandan İngiltere’ye baskı yapılılırken,
öte yandan da Kıbrıs Türklerinin de mal edilemiyeceğini göstermek ve Türklerle
Rumların birarada yaşamalarının olanaksız olduğunu kanıtlamak için planlar
hazırlanmaktaydı.
Uzun bir süre yürüttüğü Kıbrıs Türk toplumu temsilciliği ve K.T. Kurumları
Federasyonu Başkanlığından ayrılan Faiz Kaymak, 1956 yılında İngiltere
Sömürge Bakanına “Biz
sağlam bir çözüm yolu istiyoruz. Teklifleriniz (muhtar yönetim) doyurucu değil.
Bizi Filistin - Arap çatışmasına benzeteceksiniz. Yani bir bakıma Türk-Rum
kavgasının eşiğine iteliyorsunuz” demiş, (Kıbrıs Türkleri bu duruma nasıl
düştü?, F. Kaymak, İstanbul 1968, s. 45 ) ve böl-yönet politikasına karşı
çıkmıştı. Fakat onun yerine 27 Ekim 1957’de Fe rasyon başkanlığına seçtirilen
sömürge yönetimi başsavcısı Rauf Denktaş, İngiliz’in bu oyununu oynamaya dünden
hazırdı. Dr.Küçük’ün hukuk danışmanı olan Denktaş, İngiltere’de yaptığı
öğreniminden döndüğü zaman, Türklerin haklarını elde etmek için gerekirse
silâhlanıp dağa çıkabileceğini söylemiş, sonra da savcı yardımcısı olarak sömürge
yönetiminde görev almıştı. 1973 Şubat’ında yıllanmış lider Dr. Küçük’ün
uzaklaştırılması ile Kıbrıs Cumhurbaşkanı yardımcılığına yükseltildiği zaman,
Denktaş’ın yayınlattığı “Resimlerle Denktaş” broşüründe bu görevi devralışı şöyle
anlatılır: “1957 sonunda Türk liderliğni takviye etmek ve daha açık ve etkili
görevler almak üzere başsavcılık görevinden istifa etmiş olan Denktaş, K.T. Kurumları
Federasyonu Başkanlığına seçilerek bu teşkilatı organize etmiştir.”
İngilizlerin hazırlamakta olduğu yeni Kıbrıs planından tatmin olmayan Türk
hükümeti, taksim tezine milli bir mahiyet verrmek üzere, bu tezi milli
duygulara dayandırmak yoluna gitmiş ve 1955’den beri ilk defa olarak Kıbrıs
mitinglerine izin vermiştir. Hükümetin bu yeni politikası, 1958 Haziran ve Temmuz
aylarında tüm Anadolu’yu bir mitingler dalgasının kaplaması sonucunu vermiş ve
yüzbinlerce kişinin “Ya taksim, ya ölüm” haykırışları, Türkiye’yi bir baştan
bir başa kaplamıştı.
Kıbrıs mitinglerini hükümetin teşvik ve tahrik ettiği bir gerçekti. 8
Haziran-13 Temmuz arası Türkiye’de 43 miting ve 10 kapalı salon toplantısı
yapılmış, bu mitinglerde 790 kadar hatip toplam olarak 108 saat süren
konuşmalar yapmışlar ve mitinglere 2,690,000 kişi katılmıştı. (13 Temmuz 1958,
Hürriyet)
Bu arada Türk basınında çııkan iki ilginç görüşü aktarmakta yarar görüyoruz.
Ulus gazetesi
yazarlarından Bülent Ecevit, 4 Nisan 1958 günü yayınlanan “Kıbrıs’ta yağmur
duası” başlıklı yazısında Türklerin ve Rumların adada bir arada yaşayabilecekleri
görüşünü savunuyordu. Yazar, Kıbrıs’ın bir köyünde Türklerin ve Rumların
birlikte yağmur duasına çıkmasını ve akşama Türklerin, iki bin kadar Rumu kendi
köylerinde ağırlamış olması olayını ele alarak “siyasal meseleler halledilince”
pekâlâ iki cemaatin birarada yaşamasını mümkün kılacak etkenlerin mevcut
olduğunu öne sürüyordu.
Türk hükümetinin Kıbrıs politikası konusunda, anayasa uzmanı Prof. Nihat Erim
de CHP Beyoğlu Gençlik Kolu’nun 15 Şubat 1958’de düzenlediği sohbet toplantısında
yaptığı bir konuşmada, Kıbns Türklerinin adada bağımsız bir devlet kurmaları fikrini
savunmuş ve ayrıca Türk-Yunan ilişkileri üzerinde de durarak, Türkiye,
Yunanistan ve İsrail arasında bir federasyon kurulmasını önermişti. (16 Şubat
1958, Hürriyet)
“Takviye” edilen Lefkoşa’daki Türk liderliği de boş durmuyordu. 1958 yılı 1
Mayıs İşçi Bayramı, gösterilerine katılan Türk ve Rum işçiler, anti-emperyalist
sloganlar haykırarak, Kıbrıs’ta barış içinde yanyana yaşayan iki toplum
arasında İngiliz sömürge yönetimi ve onların dümen suyundaki Türk liderliğince
başlatılmak istenen ayrılıkçı ve şövenist tutumu protesto ediyorlardı. İşte bu
gösterilerin üzerinden bir hafta geçmeden, İngiliz emperyalistlerinin “böl-yönet”
politikasının uygulayıcısı durumundaki Türk liderliği, gözü dönmüş paralı
katillerini sol eğilimli Türkler üzerine saldırtmaya başladı. İlerici Türkler
bir bir öldürülüyor, canlarını kurtaranlar
adayı terketmek zorunda kalıyor,
uygulanan kanlı terör ve baskılarla işçiler sendikalarından istifaya
zorlanıyordu.
Bu dönemde aylardır İngilizler tarafından tezgâhlanan oyunlarla Türk-Rum
çatışması başlatılıyor, Türklerle Rumların birarada yaşayamayacağı görüşü Türk
liderliğince yaygınlaştırılıyordu. Toplumlar arası, nefreti uyandırmak için
İngiliz askerleri tarafından gecenin geç saatlerinde Rum evlerinin duvarlarına “VOLKAN” yazılıyordu.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi İngilizlerce
yakalanmış olan 40 kadar Rum, İngiliz kamyonlarıyla Gönyeli ovasına
getirilip, Türk tarlalarına salıverilirken, köye de Rumların ekinleri yakmaya
geldiği bildirilip, ekinler İngilizler tarafından yakılıyordu. Haber üzerine
galeyana gelen Türkler toplanıp, Rumlara saldırıyor ve çoğunu katlediyordu. Bu
olayın arkasından İngilizler tarafından bir tek Türkün bile bir ayı geçen
hapislik cezasına çarptırılmaması dikkate değer bir noktadır. Oysa o günlerde,
değil insan öldürmek, beraberinde hava tüfeği mermisi bulundurmak bile 6 ay
hapis cezasını gerektiriyordu. Gönyeli olayı İngilizler tarafından kısa
zamanda örtbas edilmiştir.
Bu dönemin ilginç olaylarından bir diğeri de 6/7 Eylül olaylarından
esinlenerek hazırlanan 6/7 Haziran 1958 olaylarıdır. Türk Haberler Merkezine
konan bombanın patlaması üzerine Lefkoşa’nın Rum kesimine yürüyen Türk gençleri
tarafından 30 yerde yangın çıkarıldı, 13 kişi öldü; Lârnaka’da iki Rum
bıçaklanarak öldürüldü, Baf’ta dükkânlar yakıldı, Limasol’da gösteriler yapıldı.
Bu olaylarla ilgili olarak R. Denktaş, 21 Aralık 1966 tarihli Milliyet
gazetesindeki “Kıbrıs Cumhuriyeti nasıl kuruldu?” başlıklı açıklamalarında şu
görüşleri savunur:
“1958 Haziran olaylarının Türkiye tarafından” tertiplendiği iddiası mesnetsiz bir iftiradır.
Fakat bunu Kıbrıslı liderlerin emrivakilerle Türkiye’yi harekete geçirmek
istemelerinin bir misâli olarak görenler ‘Aman, aynı şeyi yine yapmasmlar’
korkusu ile, 1960-63 devresinde her söylediğimizi şüphe ile karşılayacak ve
bize inisiyatif adına hiçbir şey bırakmayacaklardı! Bu yanlış teşhisin cezasını
da 1963-65 yıllarında milletçe çekecektik.
Vali Foot’un bahsettiği olaylar 1958’in 6/7 Haziran akşamı T. C. Basın-Yayın
Binasının önünde bir bombanın patlamasıyla başladı. Bina Girne yolundaydı. Rum
semtine çok yakındı. Herhangi bir Rum istedikten sonra, buraya bir bomba koyabilirdi.
Cemaati harekete geçirmek isteyen herhangi bir Türk de bunu yapabilirdi. Burada
bu kadar yıldan sonra bir kere daha belirtmek istediğim bir hakikat vardır. Bomba
olayından bizim haberimiz ve bu olayda bir duhulümüz asla yoktu. O günler
heyecanlı günlerdi. Sık sık Türkler öldürülmekeydi. Gerilim yüksekti. İngilizlerin
bir ‘Oyun yaparak’ Taksim’den vazgeçmelerinden korkanlar vardı. Bombayı kim
koymuşsa koymuştu. Derhal vaka yerine toplanan yüzlerce Türk genci,
soğukkanlılıkla bunun incelenmesini yapacak bir ruh haleti içinde değildiler. Türkiye’ye ait bir bina tecavüze uğramıştı. Bir gövde gösterisi yapmak fikri ile yola döküldüler, Rum tarafına
yürüdüler. Rumlarla çarpışma
başladı. Silâhsız bir cemaat, silâhla mukabele görünce, yapabileceği şekilde düşmana zarar vermek yollarını aradı ve buldu. Rum dükkânlarını ateşe verdi. Rumların
misillemesi olmasaydı bu vaka
orada âdi bir polis vakası olarak bitecekti.
Fakat Rumlar (sonradan Grivas’ın hatıratında yazıldığı gibi) böyle bir hareketi ganimet bildiler. Türkleri sindirmek için harekete geçtiler.”
6/7 Haziran olayları ile ilgili olarak
tutuklanan 16 Türk gencinin gizli
duruşmada gece sokağa çıkmamaları koşuluyla salıverilmelerine karar verildi. Bomba ve cephane taşıma
suçunun cezası ölüm olmasına
rağmen, tutuklanan bir Türk polisi
100 sterlin kefaletle serbest bırakıldı,
sonra da ilk uçakla Türkiye’ye gitmesine
yardımcı olundu. Bu arada İngiliz bayrağını yırtan iki Rum gencine on sekizer ay hapis cezası veriliyordu.
Emperyalizmin Emrinde İki Örgüt
Kıbrıs halkının şovenist kışkırtmalarla birbirlerine düşürülmesinde, EOKA
ile sonradan Türk Mukavemet Teşkilâtı (TMT) adını alacak olan VOLKAN’ın rolleri
büyüktür. Liderliklerini Grivas ve Denktaş’ın yaptıkları bu iki faşist yeraltı
örgütü, bir yandan enosis ve taksim için milliyetçi ve Kıbrıs gerçeklerinden uzak
fikirler peşinde koşarken, öte yandan da emperyalizmin Kıbrıs’taki toplumları
ayırma isteğine hizmet ediyorlardı. EOKA ve TMT’nin bir diğer ortak yanı da
ilericilere karşı giriştikleri sindiricl hareketlerdir. EOKA, Mart 1957’de İngilizlere karşı ilk
ateşkesi ilan etmiş, ama öte yandan da Rum toplumuna mensup ilerici kişileri
öldürüyor, köylere maskeli, silâhlı baskınlar düzenleyerek, saldırılarını
solcuların ailelerine de yöneltiyordu. Özellikle 1958 yılında artan EOKA’nın
solcu avını protesto için adanın birçok yerlerinde EOKA’ya karşı gösteri
yürüyüşleri yapılması bu saldırıları durduruyordu. TMT’nin Kıbrıslı Türk
ilericilere kargı Mayıs 1958’de uygulamaya başladığı kanlı terör ise Cumhuriyet
kurulduktan sonra da devam edecektir.
14 Temmuz 1958’de Irak’ta yapılan devrim ve bunun sonucu Irak’taki monarşik
rejimin devrilmesi, Temmuz ortalarında bütün Ortadoğu’da büyük bir bunalımın
doğmasına yol açmıştır. Irak Bağdat Paktından çıkıyor; Sovyetler Birliği’nin
Ortadoğu’da kontrolü ele alması söz konusu oluyordu. Bunu önlemek için Amerika
bölgeye ilk defa olarak müdahale etti. Türkiye’deki ABD üslerinden Lübnan’a
Amerikan askerleri taşınırken, Kıbrıs’taki İngiliz üslerinden de İngiliz askerleri
Ürdün’e çıkıyordu. Harekât başarı ile sonuçlanmıştı. Türkiye’nin ABD’nin
bölgedeki tek sadık dostu olduğu anlaşılmıştı. Onun mükâfatlandırılması ve
güçlendirilmesi gerekiyordu.
Haberler Merkezi olayından bu yana toplumlararası çatışmada ölü sayısı yüzü
bulmuştu. Türkiye için parlak ve yeni bir yardım programı açıklandı. 359 milyon
dolarlık yardımın 234 milyonu ABD, 25 milyonu Uluslararası Para Fonu, 100
milyonu da OEEC veriyordu. Türkiye’nin 800 milyon dolarlık dış borçlan için de
ödeme süresi uzatılıyordu. Başbakan Menderes tebrik ve teşekkür için Londra’ya uçtu.
“1958 olaylarından sonra TMT’yi kurarak Türk toplum direnişini yetkili ellere
teslim eden Denktaş, devamlı rapor ve beyanatlarıyla, geleceğini açıkça gördüğü
(!) olaylara karşı Türk toplumunu ve Türkiye’yi uyarmaya çalışmış, bu çabada
çoğu kez tek başına kaldığı halde görevinden şaşmamıştır” sözleri île “Resimlerle
Denktaş” broşüründe tanıtılan bugünkü Kıbrıs Cumhurbaşkanı yardımcısı ve Otonom
Türk Yönetimi Başkanı ve de Kıbrıs Türk toplumumun toplumlararası görüşmelerdeki
tek temsilcisi, 1955’lerde EOKA’nın karşıtı (!) olarak kurulan yeraltı örgütü
VOLKAN’ı sonradan TMT’ye dönüştürmüş ve fanatik milliyetçi Türkleri
silahlandırarak, günümüze kadar gelen Kıbrıs Türk toplumundaki anti-demokratik
baskı gruplarının tohumlarını atmıştı. İki toplum arasında düşmanlığın artması
ve gençliği fanatik milliyetçiler olarak yetiştirmek amacıyla yine Denktaş
tarafından kurulan ve başına, taksim çığırtkanı, Türkiye Milli Gençlik
Federasyonu Başkanlarından Celâl Hordan’ı getirdiği Kıbrıs Türk Milli Gençlik
Teşkilâtı’nı Menderes bile “Faşist bir teşkilât” olarak nitelendiriyor, Rumları
tahrik edecek davranışlardan kaçınmasını tavsiye ediyordu. (Milliyet, Denktaş
açıklıyor... 23 Aralık 1966)
TMT’nin emperyalizmin Kıbrıs’taki maşası Rauf Denktaş tarafından kuruluşu,
1 Ağustos 1971’de Lefkoşa’da yayınlanan “TMT’nin kuruluşunun 13. Yılında” adlı
dergide kendi ağzından şöyle anlatılır:
“TMT toplumumuzun bağrından kopmuş ilk mukavemet teşkilâtı değildir. Ancak
ilmi esaslara göre örgütlenen, hedefi tayin edilmiş, bilinçli bir politika
izleyen ve devamlılık kaydeden ilk kuruluştur; vazifeyi tamamen amatör
gönüllülerden meydana gelmiş olan Volkan’dan devralmış, kısa bir zamanda ada
sathına yayılmış ve kök salmıştır.
TMT’nin ilk kuruluş çalışması Rumlarla meskûn bir yerde, mütevazi bir evde
3 kişi tarafından yapılmış; (Bunlardan biri Rauf Denktaş, diğeri 1958-64 yılları
arasında TMT’de Lefkoşa Bölge Komutanlığı Serdarı olarak görev yapan ve 1972
Ağustos’unda lösemiden ölen Kemal Şemiler, üçüncüsü de halen K. Türk Yönetimi
Ankara Temsilciliğini yapmakta olan Rıza Vuruşkan’dır) ilk beyannamelerle
ortaya çıkar çıkmaz gönüllülerin müracaatı ile süratle gelişmiştir. Bu örgütün
kurulmasını gerektiren faktörler şunlardır:
1. EOKA’nin siyasi liderliğe bağlı olarak Rumların enosis siyasetini güden
bir yeraltı teşkilâtı halinde etkili faaliyeti karşısında Türk cephesinde
hissedilen boşluk .
2. Halkımızın bölgesel ve birbirinden ayrı mukavemet hücrelerinin etkili
bir şekilde faaliyet göstermesi ve bu faaliyetlerin Türk davasına hizmet
edebilmesi için gerekli görünen ‘tek çatı’nm kurulması.
3. Türkiye’deki mukavemetçilerle bağlantı kurulması ihtiyacı.
4. Uzun vadeli bir mukavemete geçebilmek için halka ve desteğe itimat telkini.
TMT bu faktörlerin gerektirdiği şekilde düşünülmüş, buna göre kurulmuş ve
yaşatılmış bir örgüttür. Kurulduğu günden bu yana Kıbrıs Türkünün can ve mal emniyetini
sağlamak yönünde olduğu kadar, davanın bilinçli bir şekilde takibinde de uhdesine
düşeni yapmıştır ve yapmaktadır...”
Ortadoğu’daki karışık durumdan yararlanan çeteci Grivas ve Denktaş’ın
önderliklerini yaptıkları EOKA ve TMT örgütleri, tedhişçilik hareketlerini
artırdılar.
Bu dönemde adada meydana gelen kanlı olaylar, bir yandan Türkiye’yi, öte
yandan da İngiltere’yi ve aynı zamanda ABD’ni Kıbrıs sorununa bir an önce bir
çözüm yolu bulmaya zorlamış ve sonunda NATO’nun öncülüğü ile 1959 Şubat’ında
bağımsızlık formülü ile meselenin kapatılmasına yol açmıştır. TMT, 14 Temmuz 1958’de yayınlandığı bir bildiri ile
bütün Kıbrıslı Rumlara karşı savaş ilân ettiğini açıklarken, 5 gün sonra da Dr.
Küçük ile Denktaş, Türk hükümetine telgraf çekerek adadaki vahşet karşısında
daha fazla hareketsiz kalınmamasını, 20 Temmuz’da da Dr. Küçük’ün Halkın Sesi
gazetesinde yayınladığı bir yazıda, İngiliz yönetiminin Türk toplumunun
varlığını koruyamaması nedeniyle Kıbrıs’a Türk askerinin gönderilmesini istiyorlardı.
Tedhişçilik hareketlerinin Türklere yöneltilmesinin bir diğer nedeni de
Kıbrıs Türklerinin adanın 35. enlem derecesinin kuzeyine göç etmeyi gözönünde
tutmaya başlamaları ve bu suretle fiili bir taksime gitme istemeleri olmuştur.
Bu amaçla Türklerin göç edebilecekleri yerlerin saptanması için çalışmalar
yapılmış ve hazırlanan bir göç plânı Türkiye Dışişleri Bakanlığına
gönderilmişti.
İngiltere, Yunanistan ve Türkiye Başbakanları, yayınladıkları bildırilerle
Türklerle Rumların şiddet hareketlerinden kaçınmalarını istediler. Emperyalist
anayurtlardan verilen emirlerle 4 Ağustos’ta EOKA, ertesi gün de TMT
eyletnlerini durdurduklarını açıkladılar.
Bağımsız Kıbrıs Formülü
“Tedhişin kanlı bir görüntüye bürünmesi, Amerika’yı da harekete
getirmişti. Adaya yatışıklık sağlamak yolunda bir çözüm yolu “bağımsızlık”
formülüydü. Bu formül Kıbrıs meselesine doğrudan çözüm yolu arayan taraflardan
ne Türkiye’nin Taksim tezine, ne de Yunanistan’ın enosis sloganına benziyordu.
Ne varki 1959 yılı başlangıcında, Amerika’nın bu yönlü baskısı arttı ve “Bağımsız
Kıbrıs” deyimi gerçek bir slogan oldu.
Bu sloganın öne sürülmesi konusunda çeşitli tartışmalar başlamıştı: Amerika’nın
sadece bir teklif öne sürdüğü söyleniyordu. Bilinen gerçek, aynı teklifin daha
önce 1958 Eylül ayında, Makarios tarafından öne sürülmüş ve reddedilmiş
olmasıydı.
Yine de, Amerika’nın teklifi veya vermiş olduğu sanılan ‘direktif’ Yunan
Başbakanı Karamanlis ile Türkiye Başbakanı A. Menderes’in birbirlerine
yakınlaşmasına neden olmuş ve böylece, “Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti”nin temeli
atılmıştı: 11 Şubat 1959 Zürih - Londra Antlaşmaları ile.” (F. Kaymak, a.g.y. s.
58)
Türkiye hükümetini beş yıl uğraştıran ve Türk-Yunan ilişkilerini kopma
safhasına getiren Kıbrıs sorununun “Bağımsız Kıbrıs” formülü ile çözümlenmesi
aynı konuyla on yıldan beri ilgilenen Türk kamuoyu için bir sürpriz niteliği
taşıyordu, ama yıllardır artık bıkkınlık getiren bir konunun kapanmasından
kimse de şikâyetçi değildi.
Türkiye Dışişleri Bakanı Zorlu, 28 Şubat 1959 günü TBMM’de yaptığı bir konuşmada
yapılan eleştirileri şöyle cevaplıyordu: “Bir fedakârlık yaptı isek bütünü
almamakla fedakârlık yaptık. Ama biz taksimi
terketmekle bir fedakârlık yapmadık.
Taksimi temin edip Yunanistan’la yıllar
yılı mücadele etmektense, adada Türk
cemaatine egemenlik ve efendilik temin ettik. Ayrıca Türk anavatanının da
emniyetini teminat altına aldık.”
Kıbrıs Türkleri ise şaşırmıştı. Lefkoşa’da biri Kıbrıs’ın bağımsızlığını
savunan, öteki hâlâ daha “Ya taksim, ya ölüm”
sloganının söylendiği iki gösteri yapılmıştı. Taksim isteyenlerden bir
grup, “Niye evlerinize gitmiyorsunuz?” diye soran Türkiye elçisi Burhan Işın’a “Sen
niye gitmiyorsun?” diye cevap veriyordu.
1957 sonlarında, İngiliz emperyalistlerinin Kıbrıs halkının birliğini
bozmak için yaptığı teklifleri reddederek görevini Rauf Denktaş’a devreden Faiz
Kaymak anılarını derlediği kitabını şu cümlelerle bitirir:
“27 Ekim 1957’de Kıbrıs Türk toplumu temsilciliği Federasyon Başkanlığı
görevinden uzaklaşmış bulunuyordum. Yine de, Türk kamu oyunun konu üstündeki
düşüncelerini öğrenmek istedim. Bu amaçla Ankara’ya geldim. Sayın İnönü “görüşme”
isteğimi hemen cevaplandırdı. Konu üstündeki düşüncelerimi kısaca anlatım.
Dinledi ve şöylece konuştu: “Birlik olunuz ve Rumlarla iyi geçinmeye bakınız.
Ben bunu Doktor’a da, Denktaş’a da söyledim.” (s. 60, a.g.y.)
“Kıbrıs’ta yıllanmış kargaşalıklardan bıkkınlık getiren Türk halkı, ‘bir
yönetim kurulsun da n’olursa olsun’ diyecek çizgiye, gelmişlerdi. Yunanistan’a
ya da Türkiye’ye bağlanmak isteyip de, adadaki İngiliz gücünü söküp atmak
uğruna çaba harcayanlar, ibret dolu bir ders almış gibiydiler. Eski İngiliz
yönetimine özlem duyanlar da yok değildi!
Ne ki, şimdi kurulmuş, olan “Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti”nde, şanlı şerefli
yerlere geçmek çabası önde gelmekteydi. İngiliz öldürmek, sabotajlarda bulunmak
işi sona ermişti. İngilizler sınırları çizilmiş, nişan taşları dikilmiş
üslerini yine elde tutmuşlardı. Yine Kıbrıs’ın her köşesinde pervasızca gezip
dolaşacaklardı. Bundan böyle, yeni Kıbrıs Cumhuriyeti mekanizmasını ellerine
alacak olanların, halklarına verecek ‘sermayesi’ yoktur. Geleceğe umut katacak
araçtan yoksundular! Kampanya yarışına girişemeyeceklerdi. Yine de, Kıbrıs
Devleti mekanizmasında görev almış olan her iki topluluğun temsilcileri
rollerini oynamaya başladılar.
Bağdaşamayan iki ayrı toplumun amaç ve çıkarlarını birlikte yürütmek için
hazırlanmış bulunan KIBRIS ANAYASASI, daha ilk adımda çürüklüğünü gösterdi;
başarılı sonuçlara erişilmeden türlü çatışmalar başladı.
Bu kanlı çatışmalarda en çok zarar görenlerse, bugün salt Türkiye’nin
yardımlarıyla yaşayabilecek bir duruma düşen Kıbrıs Türkleri oldu.” (a.g.y.
s.63-64)
18 Aralık 1958’de Paris’te yapılan NATO toplantısında Zorlu-Averof görüşmesinden
6 gün
sonra EOKA ateşkes ilân ederek eylemlerini durdurdu. 1959’un ilk ayı içinde
görüşmeler devam etti. 5 Şubat’ta Menderes -Zorlu ile Karamanlis-Averof, Zürih’te
toplandılar. 6 gün içinde anlaşmanın ana hatları çizildi. Sonra iki Dışişleri
Bakanı Londra’ya giderek durumu, İngiltere hükümetine bildirdiler. Kıbnslıların
kaderinin tayin edildiği Zürih görüşmelerinde ne Türkler, ne de Rumlar temsil
edilmemişti. Dr. Küçük ve Başpiskopos Makarios Londra’ya çağrıldı, fakat
görüşleri alınacak değildi, hazırlanmış antlaşmayı imzalamaları isteniyordu.
Kıbnslılar bir olup-bitti karşısında kalmışlardı. 48 saat içinde anlaşma
sağlandı. Makarios, “Antlaşmayı imzalamadığım takdirde adanm bir sömürge olarak
taksim edileceğine inanıyordum, bunu önlemek için imzaladım” diyecekti sonraki
yıllarda.
Türkler,
Rumların kendilerini ayrı bir toplum olarak değil de, bir azınlık olarak görmek
istediklerini iddia ederlerken, Rumlar da Londra Antlaşmalarının yapaylığından
ve işlemezliğinden kuşkulanarak bu Antlaşma ile Türklere verilen hakların,
Türkler tarafından adanın taksimi yolunda kullanılacağından korkuyorlardı. Gerçekten
de 1959 Antlaşmaları ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, dünyada ilk defa çoğunluğun
yönetimini anayasası ile kabul etmeyen tek ülke idi.
Lefkoşa’da taraflar arasında başlayan Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası
çalışmalarında da görevlendirilen Rauf Deaktaş, hâlâ ayrılıkçı tutumunu
sürdürüyordu. Kendi ağzından dinleyelim:
“...Ben yine kendi tezimi savunmaya devam edince, Zorlu kızdı. “Yahu, sen
ne zannediyorsun? Adada iki hükümet mi kuracağız? Bakanlar Kurulu çoğunluk
kararı ile icrayı faaliyet edecek. Bu zaten böyledir. Değişen bir şey yoktur
Anlamıyorsunuz gitti. Bırakınız şu askerimiz adaya girsin” diyerek yine
muhtemel bir Yunan ihtilâlinden ve bunun Kıbrıs’a yapacağı tesirlerden
bahsetti. Kararı kati idi, Averof ile Atina hava alanında anlaştığı şekli
kabul edecektik Yanından üzüntü ile ayrıldım. Türkiye bir şeyin baskısı altında
idi. Fakat bu baskı ne idi, bunu bilemiyorduk..” (Milliyet, 20 Aralık 1966, Denktaş açıklıyor.)
Kıbrıs Anayasasına ek olarak bir de Garanti Antlaşması hazırlanmıştı. Buna
göre kendisi NATO’ya bağlı olmayan Kıbrıs’ın bağımsızlığı üç NATO ülkesi olan
Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından, enosis ve taksim isteklerine karşı
garanti edilecek, bu amaçla Kıbrıs’ta Türk ve Yunan Alayları bulunacaktı. İngiltere
ise zaten taksimi kendi adına gerçekleştirmiş ve adanın 256.4 kilometre kare tutan
iki bölgesindeki egemen askeri üslerine çekilmişti. Böylece Kıbrıs’ın
bağımsızlığı NATO strateji çemberi içine sokularak yarı bağımlı bir hâle
getirilmişti. İngiliz üsleri ve Amerikan dinleme istasyonları ada üzerinde
kalıyor ve emperyalizmin çıkarları korunmuş oluyordu. İşbirlikçi Denktaş
görevini yapmanın huzuru içindeydi. “1959’un ilk günlerinde açıklanan
Zürih Antlaşmasının esaslarındaki Türk hak ve yetkileri ve özellikle Türk
Alayının adaya çıkışı ile fiilen desteklenmiş olan Garanti Antlaşması,
Denktaş’ın önsezilerine dayanarak yapmış olduğu tekliflerin Anavatan tarafından
benimsenmesi ile mümkiin olmuştur. Denktaş’ın bir konuşmasındaki “Evlâtlarım
beni Türk askerinin Kıbrıs’a yeniden çıkmasını sağlayan kişi olarak
hatırlasınlar. Başka rahmet istemem” sözleri Alay’ın Kıbrıs’a çıkışına verdiği
önemi izah etmektedir.” (Resimlerle Denktaş)
İngiltere kesin olarak Kıbrıs’a
bağımsızlık verme kararını aldıkten sonra ada halkının kendi kendini
yönetiminde Kıbrıs Türkleri güvenlik açısından çareler aramaya bakmışlar ve
Zürih-Londra Antlaşmaları ile sağlanan aşırı garantileri almışlardı. Kıbrıs
Rumları ise, bu garantilerin çoğunluk yönetimine karşı azınlığın imtiyaz
kazanması şeklinde kullanılabileceklerinden endişelenmeye başlamışlardı.
Türkiye’nin kendilerini desteklediğini ve adada Türk askerinin varlığına
dayanan Kıbrıs Türkleri, ayrı bir toplum olarak, tam haklar istemeye
başladılar. Bu haklar pratikte uygulanamaz veya tüm olarak devletin çıkarları
ile çatışsa bile yine diretiyorlardı. Sınırlı bir bağımsızlık kazanan yeni
cumhuriyet, birçok yeni anlaşmazlık konularını anayasa ile birlikte
getiriyordu. Bağımsızlığın parlak günleri geçince Rumlarla Türkler arasında ilk
anlaşmazlıklar başladı. Ada halkının %81’ini oluşturan Rumlar, sadece enosisten
vazgeçmekle kalmamışlar, aynı zamanda halkın %18’ini oluşturan Türklere, dış
siyaset, milli savunma ve mali işleri içine alan hayati konularda veto hakkı
tanımaya mecbur olmuşlardı! En
büyük güçlük, yönetimde %30, orduda %40 olan Türk oranlarının uygulanmasında
çıktı. Her derecedeki memurlukları dolduracak sayıda eğitilmiş Türklerin
bulunmayışı aksamaları yol açtı. Türk toplumunda yeni kadroların yetişmesini
tekelciliği yüzünden önleyen Dr. Küçük, bu amaçla 100 genci Ankara’ya gönderip
eğitmek istiyordu, ama geç kalmıştı. Üç yıl içinde 2,000’den fazla atama, Anayasa
Mahkemesine getirildi. Nüfus ve kadro azlığına bakarak Türklere verilen hakların
fazlalığını öne süren Rumların, Anayasayı yeniden gözden geçirme istekleri artmış,
Makarios konuyu görüşmek üzere Ankara’ya gelmiş, fakat iyi kabul görmemişti.
Antlaşmaların uygulanmaması yönünde Rum tarafınca yürütülen milliyetçi kışkırtmalar,
Türk tarafının antlaşmaları kelime kelime uygulatmak istemelerine yol açıyordu.
İlk üç yıl içindi her iki taraf da kendilerini diğer topluma karşı korumak
amacıyla silâhlandılar. He iki toplumda fanatik milliyetçilerce sürdürülen tarihsel Türk-Yunan
düşmanlığı ve günlük tahrikler, bulanık suda balık avlamak isteyenlerin işine yarıyordu.
İlerici Atılımlar
ve Faşist Baskılar
27 Mayıs Devriminden sonra Türkiye’de gelişen nisbi özgürlük havası, Kıbrıs
Türklerini de etkilemiş ve ilerici Kıbrıs Türkleri tarafından Cumhuriyet’in
ilân edildiği gün Lefkoşa’da yurtsever iki Türk avukatm yönetiminde
yayınlanmaya başlayan “Cumhuriyet” adlı haftalık gazete, ilk sayısında yayın
hayatı boyunca şu ilkelere bağlı kalacağını açıklıyordu:
1. Kıbrıs’ta barışın devamı için gayret sarfetmek, emek harcamak.
2. Toplum kalkınmamızın demokrasi ve hürriyet
havası içinde yürütülmesini sağlamak.
3. Kıbrıs Türk köylü ve işçisinin haklarını daimi surette savunarak onları,
daha iyi günlere hazırlamak.
4. Şahsi kin ve nefret dolu yazılara yer vermemek.
5. Her türlü bağımsız fikre sahifelerini açmak.
Kıbrıs’ta barışın devamı için, olumlu tutum ve davranışlar içinde olmayan
ve yıllardır Türklerin bir kabile gibi yönetilmesinden yana olan Türk
liderlerini eleştiren, Kıbrıs’taki yabancı askeri üslere karşı çıkarak
hükümetin tarafsız bir politika izlemesini isteyen bu gazete ve çevresindeki
bir grup ilerici tarafından kurulan Kıbrıs Türk Halk Partisi denemesi de, henüz
bir filiz halinde iken toplumun başına diktatör kesilenlerce kanlı bir şekilde sona
erdirilecekti. Kıbrıs temsilciler Meclisinde Başkan Yardımcılığı görevinde
bulunan Orhan Müderrisoğlu, 8 Şubat 1962 günü verdiği bir demeçte, “Ben zaten,
şahsen memleketimizde siyasi parti kurulmasının aleyhindeyim. Aleyhindeyim derken
maksadım şudur. Kuvvetli siyasi partilerin bu cemaata faydası olamaz. Ancak
cemaati böler” demekteydi.
Emperyalizmin işbirlikçisi durumunda olan Kıbrıs Türk liderliği ve ona bağlı faşist yeraltı
örgütünce yeni dönemde de sürdürülen telefon ve mektup tehditlerine rağmen,
Cumhuriyet gazetesi, okurlarına gerçekleri göstermeye başlamıştı. Örneğin 9
Ocak 1961 günü Denktaş-Küçük diktasının oyunlarını polise değil cemaatımıza
şikâyet diyoruz” diye yazan Ayhan Hikmet, Denktaş’ın yazıhanesine çağrılarak
tehdit ediliyor ve TMT’nin gayrı resmi yaym organı durumunda olan 33 Ocak günlü
Nacak gazetecinde, “Kafanız ezilecekse bu, Türk gençliğinin bileceği iştir”
ihtarını alıyordu. Ayrılıkçı ve şöven Türk liderliğine karşı açtığı demokrasi
savaşını yılmadan sürdüren, halkın artan destek ve ilgisi karşısında günlük yayın
için hazırlıklara başlayan Muzaffer Gürkan (35) ve Ayhan Hikmet (33), 23 Nisan
1962 gecesi maskeli meçhul kişilerce öldürülmüştür. Aynı gece işlenen çifte cinayet,
bütün adada büyük bir infial yaratmış ve toplum liderlerinin katılmadığı
cenaze töreninde üçbinden fazla Kıbrıslı Türk, katilleri telin etmiştir. Gürkan
ve Hikmet’in öldürülmesi olayı, başta Cumhurbaşkanı Makarios olmak üzere sağcı-solcu
tüm Rum liderler tarafından da en sert sözlerle kınanmıştır. Makarios verdiği
demeçte şöyle diyordu:
“Bu tüyler ürpertici çifte cinayetin, iki Türk camiinde vuku bulan bomba
infilâklerini soruşturmak maksadıyla özel surette tayin edilen soruşturma komisyonunun
bilgi verilmesi için yaptığı müracaatın yayınlanmasından ve “Cumhuriyet” gazetesinin
dünkü sayısında vatandaşları komisyona bilgi vermeye teşvik eden ve
infilâklerden sorumlu kimselerin yüzlerindeki maskenin yakında kaldırılacağını
açıklayan bir yazıdan sonra işlenmiş olması, ciddi düşünce ve endişelere yol
açmaktadır.”
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr. Küçük ise Türk İzci Festivalinde çeşitli yorumlara
yol açan ilginç konuşmasında şu cümleleri kullanmıştır:
“Bu mutlu günde başka şeyler konuşmak ve sizleri üzmek istemiyorum. Fakat
icbar edilirsem birçok şeyleri açıklayacağım.” (Akın, 3 Mayıs 1962)
Dr. Küçük, Denktaş’a oranla daha ılımlı sayılmaktaydı. Ama Denktaş’ın Başkanı
bulunduğu Türk Cemaat Meclisi’nin İrtibat Bürosu 30 Nisan tarihli bülteninde
tecavüz ve öldürmelerden kesin olarak Rumları sorumlu tutuyordu.
Ağustos 1960 - Ekim 1962 arası Türkiye’nin Kıbrıs Büyükelçisi görevini yapan
Emin Dirvana. Kıbrıs Türkleri arasında demokrasinin kurulması için gösterilen tüm
çabaları destekliyordu. 1964 Mart’ın da Milliyet gazetesinde yayınlanın bir yazı
dizisi ve Denktaş’ın “Kıbrıs’ta işlenen hatalar” başlıklı yazısındaki suçlamalara
karşı, 15 Mayıs 1964’de “Denktaş hakikati tahrif ediyor” başlığı altında bu
dönem hakkmdaki gerçekleri dile getirmişti. Türk Cemaat Meclisi Başkanlığına
getirilen R. Denkaş’ın görevi, Türk halkının ekonomik, sosyal ve kütürel
kalkınmasını düzenlemekti. Oysa o, daha ilk günlerden Cumhurbaşkanı
Yardımcılığında gözü olduğu için, Rum basınının ve Makarios’un her demecine
karşılık vermekten geri kalmıyor, Türk ve Rum toplumlan arasındaki barışın
yıkıcısı oluyordu. Örneğin, 6/7 Eylül olaylarının yargılamasının Türkiye’de
yapıldığı bir sırada, bu olayların Kıbrıs’taki benzeri olan 6/7 Haziran olaylarını,
27 Ocak Şehitler Günü yanında “milli mücadele günü” olarak kutlamak istemesi
Dr. Küçük ve Dirvana’nın sert tepkisi ile karşılanmıştı.
Türk Kesimi
Hızla Silahlandırılıyor
Kıbrıs Cumhuriyeti Savunma Bakanı Osman Örek, 1969’da Londra’da yayınlanan “Kıbrıs”
adlı kitabın yazarı H. D. Purcell’e yaptığı
açıklamaya göre, Türkler silâh eğitimine 1961 sonu ve 1962 başlarında başlamıştır
(s.319). Nisan 1973’te Lefkoşa’da yayınlanan “Mücahit” dergisinde de H. Ş.
Altay şöyle der:
“...TMT yönünden 1960-63 devresi biraz da kendini toparlanma ve güçlenme
devresi oldu. Bu üç yıl içinde TMT, elemanlarını eğitti, silâhlarını yeniledi,
tek güç kaynağı saydığı Anavatanımızdan, her türlü yardım garantisi sağladı.
Kadrolarını genişletti. Artık TMT, Kıbrıs Türkünün güç kaynağı idi. Oluşumu
sona ermiş ve olgunlaşmaya başlamıştı. Artık TMT’ye düşen görev, her gün bir
daha güçlenmek ve bu adada yüzyıllardır yaşıyan Türk toplumunun ideallerini
gerçekleştirmekti. Bu ideal birdi ve tartışılmazdı! Kıbrıs Türktü ve eninde
sonunda Türk ülkesine kopmaz bağlarla bağlanmalıydı.”
“1962 yılı Ocak ayı içinde, Türklerin Ankara’yı sık sık telefonda aramalarından kuşkulanan Rumlar,
telefon görüşmelerini banda almaya başladılar. Türklerin 2500’den fazla silâhlı
ve eğitilmiş bir güce sahip olduğunu öğrenmişlerdi. Vakit kaybetmeden onlar da
karşı tedbirlerini almaya başladılar.” (Charles Foley, Legacy of Strife,
London, 1964, s. 166)
Makarios’un üç aktif yardımcısı olan Kleridss, Papadopulos ve Yorgacis,
Başpiskoposu ikna ederek “gizli bir Rum ordusu”nun oluşturulması kararını
tasvip ettirdiler. Rum milliyetçileri tarafından hazırlanan “Akritas Planı”nın
amaçları, sonradan Kıbrıs Rum Milli Muhafız Ordusunun ilk komutanı olacak olan
Yunanlı General Karayannis tarafından 15 Haziran 1965 tarihli Ethnikos Kiryx
gazetesinde şöyle açıklanmıştı:
1. Anayasadaki olumsuz kısımları değiştirmek.
2. Uluslararası antlaşmaları iptal etmek.
3.Self-determinasyon isteğini yenilemek ve onu savunmak.
4. Plebisit yolu ile enosisi gerçekleştirmek.
Zürih-Londra Antlaşmalarının uygulanmasında karşılıklı bir şüphe ve korku
havası yaratılmıştı. Her bir taraf kendini, doğabilecek yeni çatışmalara
hazırlıyordu. Rum polisler, Türklerin silâh kaçırdıkları iddiası ile evleri ve
yollarda arabaları arıyorlardı. Türk gazeteleri, eski EOKA’cıların sivil veya
polis kıyafetinde Türk evlerinin aranmasında kullanıldığını öne sürüyordu.
Türklere göre, Rumlar kendilerini silâhsızlandırıp, etkileri altına alacaktı;
bunun için Türkler baskı altına alınamayacaklarını göstermeliydi.
Türkiye ve Yunanistan’da politik dengesizlik sürerken, Cumhurbaşkanı Makarios,
Anayasanın 1959’da karşı çıktığı 13 maddesinin değiştirilmesi konusunda Yardımcısı
Dr. Küçük’ten görüşme istedi. 16 Aralık 1963’te ise Türkiye hükümeti Anayasanın
tek noktasının değiştırilemeyeceğini bildirdi.
21 Aralık gecesi Lefkoşa’da Rum polis devriyesince yoklanmak istemeyen
Türk lümpenlerle (iki genelev kadını, bir taksi şoförü) polis arasında çekişme
oldu. İki Türk öldü, bir polis yaralandı. Bu olay bahane edilerek ertesi gün taraflarca
çeşitli kışkırtma olayları yer aldı. 23 Aralık günü Makarios, Türk liderleri
ile ateşkes üzerinde anlaştı, fakat ateş kesilmedi. Türkler kendilerini yok
etmek için Rumların bir plân hazırladıklarını iddia ederek, Rumlara karşı mevzilenmeye
ve şehir içinde barikatlar kurmaya başladılar. Ateşin kesilmemesi üzerine 24
Aralık’ta Rum polisi ve çoğu eski EOKA’cı olan Rum siviller, Türk mevzilerine
karşı geniş bir karşı saldırıya geçtiler. Türklerin Küçük Kaymaklı bölgesini
etraftan sarmaları üzerine, Rumlar eski EOKA’cı Sampson’un yönettiği saldırı
sonunda bölgeyi ellerine geçirdiler. Türklerden bir çok kadın, çocuk ve yaşlı
esir alındı, evler yağma edildi. 25 Aralık’ta Lefkoşa dışında üslenmiş olan
Türk Alayı, Girne yolunda mevzilendi. O gece Türkiye’nin adaya çıkartma yapacağı
haberleri yayıldı. 26 Aralık günü Türk ve Yunan Alayları bir İngiliz komutanın
yönetimine verildi. Oluşturulan bu ilk barış gücünde Türkler ve Yunanlılar
aktif bir görev almıyorlar, bu işi 2,700 İngiliz askerine bırakıyorlardı.
Şiddetli çatışmaların olduğu başkent Lefkoşa, harita üzerinde yeşil kalemle ikiye
ayrılıyor ve günümüze kadar gelen yeşil hat çiziliyordu.
28 Aralık’ta Rauf Denktaş, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin artık var olmadığını açıklıyordu.
1 Ocak 1964’de Cumhurbaşkanı Makarios, taraflara bildirmeden Türkiye,
Yunanistan ve İngiltere ile olan antlaşmaları feshettiğini duyurdu. 5 Ocak günü
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr. Küçük, adanın taksimini istedi ve Türk memurların
hükümetteki görevlerine dönmeyeceklerini açıkladı. 10 Ocak’ta da 35. enlemin
taksim için ideal çizgi olacağını açıkladı.
15 Şubat’ta Londra’da toplanan konferansta Kıbrıslı Rumlar, Garanti ve
İttifak Antlaşmalarını feshettiklerini, fakat üniter devletin güçlendirilmesi
ve korunmasını istediklerini bildirdiler. Adadaki Türk toplumuna din, kültür
ve eğitim konularında özerklikle birlikte azınlık hakları güvencesi vermeye
hazır olduklarını duyurdular. Rauf Denktaş, iki toplumun tamamen ayrılması ve
adanın taksimini savunurken, Türkiye Başbakanı İsmet İnönü doğrudan doğruya
taksim istemekten çok, Kıbrıs ekonomisinin bölünüp parçalanmaması için federal
yapıda bir devletin kurulmasını öneriyordu. Taksim bir seçenek olarak Türkler
tarafından terkedilmemişti, ama artık ilk resmi istek olarak Federasyon tezi
üzerinde duruluyordu. Türk toplumuna ada topraklarının %38’inin verilmesi isteniyordu.
(26 Mart 1965’te Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri U Thant’a sunulan Plaza
Raporu)
1963 olaylarından sonra da Kıbrıs Türk halkının demokrasi ve özgürlük mücadelesi
sürekli olarak önlenmiş, liderler arasındaki çekişme ve suçlamalar, sen-ben
kavgaları devam etmiştir. Kıbrıs Türklerinin adada varlıklarını
sürdürebilmeleri için ekonomik kalkınmanın planlanması başta olmak üzere,
yığınla sorun bir kenara itilerek; toplumun ileri gelenleri, nüfuz mücadelesi
için birbirlerine düşmüşlerdi. Dr. Küçük Lefkoşa’da viskisini yudumlarken,
Denktaş da verimsiz görüşmeler için Londra-Lefkoşa-Ankara arasında dolaşıyordu.
Adaya girişinin engellenmesiyle, Ankara’da kalan Denktaş ile Küçük arasında
ikilik daha da artmıştı. Kıbrıs’ta 1964-67 yılları arasında Türkiye’den gelen
mali yardımla, her dereceden memur 30 sterlinle geçimlerini sürdürmeye
uğraşırken, Denktaş, Ankara’da 200 sterlinlik maaşı ile sürgün cezası çekmekte
idi!
Bu dönemde, Dr. Küçük sivil yönetimin sesini duyurmaya çalışarak, bir dizi
manevra ile, “Türk Mukavemet Teşkilatı” lideri Kemal Coşkun’un Türkiye’ye geri
çağrılmasını sağlamıştı. 24 Şubat 1967’de Kıbrıs’tan ayrılan TMT lideri, Kıbrıs
hükümeti tarafından 10 Mart 1966’da “Türk elçiliği ateşesi, dış sabotaj
faaliyetleri yönetmektedir” sözleri ile suçlanmıştı. (Herald Tribüne, 11 Mart
1966)
Nitekim Nisan 1967’de Kıbrıs hükümeti, Kemal Coşkun’un bir İsviçre
Bankasındaki hesabında 1.5 milyon TL (60 bin sterlin) bulunduğunu, Lârnaka’daki
Shell petrol depolarına sabotaj yapan Fransız ajanlara 4 bin sterlin vererek
hükümetine 50 bin sterlin olarak hesap verdiğini açıklıyordu.
4 Mayıs 1967’de 1964 yılından beri yüksek öğrenimleri aksayan 438 Kıbrıslı
öğrenci de Türkiye’ye döndü. Aynı ay içinde Küçük’e sadık bakanların evleri
önünde bombalar patlatıldı. TMT’nin yeni haftalık yayın organı Zafer gazetesi “Kendilerini
lider sayanlara karşı en ufak bir güvenimiz yoktur” diyor ve o güne kadar
efsanevi bir insan olarak tanıtılan ve gazetelerde değil resmi, isminden bile
sözedilmeyen Kemal Coşkun’un büyük boy bir resmini yayınlıyor ve Ankara’nın
hata ettiğini öne sürüyordu.
Romantik, adaya sandalla çıkma deneyi ile Kıbrıs Türkleri üzerinde etki
yapmak isteyen Denktaş, Kıbrıs’a girmesine izin verilmesinden sonra, TMT’nin
kadrolarında liderlik mücadelesini hızlandırdı. Sonunda birbirlerine düşen
Kıbrıslı Türk liderleri memnun etmek üzere adaya giden Türkiye’li
diplomatların yardımı ile “Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi” kuruldu. Bu formüle
göre Küçük’ün ayağını kaydırması mümkün olan Denktaş, sözde ikinci plâna
itiliyor, Yönetimin Başkan Yardımcılığına getiriliyordu. (30 Aralık 1967)
Toplumun yönetimi yine aynı kadrolar elinde kalmış, Türk halkı açısından
pek bir şey değişmemişti. Sonradan “Kıbrıs Türk Yönetimi” adını alan bu
kuruluş, geçtiğimiz aylarda Kıbrıs’ın yasal Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı
girişilen faşist darbe harekâtı ve onun ardından gelişen kanlı olaylardan sonra
“otonomlaşmış” ve Kıbrıs’ın kuzeyindeki Türk bölgelerinin yönetimini sağlamaktadır.
Anti-Demokratik Seçimler
Yılların kökleştirdiği ve demokrasi ilkelerine ters düşen bir baskı rejimi
altında yönetilen Kıbrıs Türk halkının bugüne kadar demokratik bir seçim deneyi
yaşamamış olması ilgi çekicidir.
1960 yılında yapılan ilk genel seçimlerde, halktan yana hiç bir kişiye
seçilme hakkı tanınmamış, Dr. Küçük’ün Milli Partisi ile K.T. Kurumlan
Federasyonu’nun birleştirilmesi ile oluşturulan “Milli Birlik Partisi”nin
imtiyazlı sınıfa mensup adayları halka zorla seçtirilmiştir. “Cemaatimizin
bölünmemesi, birlik ve beraberliğin sağlanması gerekçesiyle tek liste ile
seçimlere katılan bu uyduruk partinin ne bir programı, tüzüğü, ne de bir parti
örgütü bulunuyordu. 1970 yılında yapılan ikinci genel seçimlerde de aynı anti-demokratlk
tutum uygulanmış, bu kez de “Ulusal Dayanışma Programı” adı altında toplanan
adayların seçilmesi için Kıbrıs Türk Yönetimi tarafından yoğun baskı ve
propaganda uygulanmıştı.
Cumhurbaşkanı Yardımcılığı için 1960’da tek aday gösterilen Dr. Küçük,
1968 yılında çıkan ikinci aday M. Zekâ’nm adaylığını geri çekmeye zorlanması
ile yine seçimsiz olarak görevine devam etmiş, ancak Şubat 1973 seçimlerinde Küçük’ün adaylığını
koymaktan vazgeçmesiyle meydan, birlikte çalıştıkları ezeli rakibi Rauf
Denktaş’a kalmıştı. Fakat 1971 başlarında kurulan “Cumhuriyetçi Türk Partisi”nin
Genel Başkanı A. Mithat Berberoğlu’nun da Cumhurbaşkanı Yardımcılığı için
adaylığını koyması, Kıbrıs Türklerini istedikleri gibi yöneten Türk liderliğini
ve buna bağlı baskı ve terör örgütü TMT’yi rahatsız etmişti. “Kıbrıs
Türklerinin yıllardır siyasi örgütlerden yoksun, gelişmemiş bir siyasi düzen
içinde adeta bir kabile biçiminde sevk ve idare edilişine artık müsaade
edilemez, edilmemelidir” diyen CTP, kuruluşundan beri çeşitli baskı ve engellemelerle
karşı karşıya bırakılıyordu. Bu muhalefet partisi tarafından yapılan
eleştiriler, yönetim tarafından büyük tepkilerle karşılanıyordu. İki aday
arasındaki tartışmalar, Türkiye basınına da yansımış, CTP’ye karşı uygulanan
anti-demokratik baskı ve yıldırma hareketleri sonunda, Berberoğlu son anda adaylığını
geri çekmek zorunda bırakılmıştı (7-21 Eylül 1973, Barış gazetesine Berberoğlu
tarafından bu konuda geniş açıklamalar yapılmıştır.) Bu şekilde Kıbrıs Cumhurbaşkanı
Yardımcılığına seçim yapılmadan oturan Rauf Denktaş’ın tutumu, Kıbrıs Türk
halkı arasında hoşnutsuzluk yaratmıştı.
Adaylıktan çekilmeye zorlanan CTP Başkanına yapılan baskılarla Kıbrıs Türk
Yönetiminin yanlış tutumlarını eleştiren ve kınayan çeşitli makaleleri Türkiye basınından aktaran CTP’nin 5. sayılı bülteni ile yasaklanan
kitaplarla ilgili olarak parti üyeleri aleyhine açılan davalar için toplam
olarak 1955 Kıbrıs lirası para cezası ödenmişti. Bugün de Kıbrıs Türkleri
arasında Denktaş Yönetimine karşı yükselen muhalefet halk arasında gittikçe güç
kazanmaktadır.
Kıbrıs Türk Yöneticileri, anti-demokratik tutum ve davranışlarını
eleştirenlere karşı yasa dışı yöntemlerle, Kıbrıs anayasasının demokratik
ilkeleriyle kişilerin temel hak ve özgürlüklerini zedelemekte; muhalif sesleri
sindireyim derken işsizlik, pahalılık ve diğer sosyo-ekonomik sorunlara tutarlı
çözüm yolları getirememektedirler. 15 Temmuz 1974’e gelinceye kadar Kıbrıs Rumları,
faşist Yunan cuntasına demokrasi dersi verirken, ada Türkleri sömürge
yönetiminden kalma kanunlarla susturulmak istenmekteydi.
Kasım 1967 olayları ile yeniden alevlenen ve Türkiye’yi seferberlik
ölçüsüne varan hazırlıklara iten çatışmaların bitimiyle, Rumların dört yıldır
Türklere karşı uyguladıkları ekonomik baskılar yumuşatılmış, Haziran 1968’de de
ikili görüşmelere başlanmıştı. Kıbrıs Türklerinin kalkınması için çeşitli
atılımların yapılması gereken bu dönemde vatan- millet edebiyatı sürdürülmüş,
toplumun sorunlarına eğilinmemiştir. Rumlar ise, hiçbir şey olmamış gibi ilerlemelerine
devam ederek, hükümet icraatına tüm ağırlıklarını koymuşlar, bunu bütün dünyaya
duyurmak için olağanüstü bir çaba göstermişlerdir. Türklerin ekonomik hayatı
gazoz ya da para-arsa ticareti yapan kişilerin şahsi kalkınma plânlarına
bırakılmış, “yönetime bir kuruş vergi vermem” diyenler, para gücüne dayanarak liderlikçe
korunmuşlardır. Ankara’nın gönderdiği yıllık 10 milyon sterlin’lik yardımın 4.5
milyonu askeri amaçlara kullanılmıştır. Sıkıyönetime fazlasıyla alışmış Kıbrıs
Türkü, yönetimi eleştirince, sanki bu doğrudan Türkiye’ye yapılmış gibi gösterilmek
istenerek, “davaya zarar verir” gerekçesiyle susturulmuştur. Kıbrıs Türkleri
arasında demokrasi oyununa izin vermeyeceğini bildiren Denktaş, çeşitli anti-demokratik
uygulamalardan, kendi dışında bir kuruluş olarak nitelediği TMT örgütünü
sorumlu tutmakta, kendisi de masum güvercin pozuna bürünmektedir.
Ücretler ve maaşların gelişen yaşam koşullarına uydurulamaması, geçimi zorlaşan
halkın dış ülkelere toplu göçüne yol açmaktadır. İnsanca yaşayabilmek için,
darbeden önceki ekonomik duruma göre, aylık gelirin şehirlerde 118, köylerde 85 Kıbrıs lirası olması
gerekirken, Türk bölgelerinde uygulanan ücret politikası ile bir işçi ailesi
ayda 35 lira ile geçinmek zorunda bırakılarak, her türlü sosyal sigorta ve
güvenlik haklarından yoksun bir halde yaşatılmaktaydı. Türk Amme Memurları ise,
çalışma koşullarını düzeltmek amacıyla yasal grev haklarını kullanmaya karar
verince, “silâhınız geri teper” denerek, işçiler gibi örgütlenme ve grev hakları,
uygulamada geniş ölçüde kısıtlanmaktadır. 1970 yılı başında Kıbrıs Türk toplumunda
ilk grevi gerçekleştiren 500 ilkokul öğretmenine ve sendika yöneticilerine yapılan
baskılar hâlâ hatırlardadır.
Gün geçtikçe biriken sosyo-ekonomik sorunları çözümlemeyi başaramayan
yöneticiler, her türlü ilerici düşünceye açık olan Kıbrıs Türk toplumunda
uyanan muhalefeti saptırmak için K.T. İslam Cemiyeti, K.T. Milli Ülkü Derneği
gibi kuruluşları desteklemekte, “Zaman” adlı faşist ve Turancı bir gazeteyi
finanse etmektedirler. Türkiye’den adaya çağrılan, kişiliği belli bazı
kimseler tarafından konferanslar düzenlenerek Kıbrıs Türklerine milliyetçilik
dersleri verilmektedir.
İşte Kıbrıs Türk kesiminde anti-demokratik, faşist uygulamaların kısa bir
panaroması... Faşist örgütler ve onları yönetenler, bugün her zamankinden daha
faz la güç kazanmış görünüyorlar. Kıbrıs sorununun gerçek çözümü ise, Türk
kesiminde sürdürülmekte olan anti-demokratik baskıların, halk uyanmasın,
bilinçlenmesin diye çeşitli provokasyonlarla yaygınlaştırılan şoven havanın,
düşmanlıkların ve bütün bunların ardındaki emperyalist güçlerin ve maşalarının
tasfiyesinden geçiyor.
(“Mehmet Yüksel” imzasıyla, İlke
dergisi, İstanbul, Cilt:2, Sayı:11, Kasım 1974)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder