28 Nisan 2014 Pazartesi

TMT’NİN KIBRIS SORUNUNDAKİ YERİ


Kıbrıs sorununda belirleyici ve çok önemli bir yeri olan Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT)’nin 1957’de kurulmasından önce, toplumlararası çatışmaları kışkırtan diğer Kıbrıs Türk yeraltı örgütlerinden de söz etmek istiyoruz, çünkü TMT bunların mirasçısıdır.

1950 yılında Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi’nin, İngiliz sömürge yönetimi altında bulunan Kıbrıs adasının Yunanistan’a bağlanması için bir halk oylaması yapması ardından başlayan siyasal hareketlilik, Türk basınında, adanın taksim edilerek sorunun çözümlenmesi şeklinde öneriler ortaya atılmasına yol açmıştı.

1 Nisan 1955’de EOKA adlı Rum yeraltı örgütünün adadaki İngiliz yönetimine karşı bir tedhiş hareketine başlaması ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını öngören enosis politikasını zora dayanarak İngiltere’ye benimsetmeye çalışması, Kıbrıs’ta yaşamakta en iki ana toplumdan ötekisi olan Kıbrıslı Türkleri tedirginliğe sürüklemişti. İngiliz yönetiminin 1878’de başlamasından bu yana enosis amacını güdmüş olan Kıbrıs Rum liderliğine karşı her zaman tepki koymuş olan Kıbrıs Türkleri, enosisin gerçekleşmemesi için İngiltere’nin yanında yerini almıştı. Rum tedhiş örgütü EOKA’ya paralel olarak, İngiliz gizli servisinin tavsiyesi ile 1955 yazında oluşturulan Volkan adlı Kıbrıs Türk yeraltı örgütü, 10 Eylül 1955’de yayımladığı bir bildiride, EOKA tarafından Kıbrıslı Türklere karşı yönelecek herhangi bir saldırıya şiddetle karşı vereceğini açıklamıştı. EOKA, önceleri Kıbrıslı Türklerle çatışmaktan kaçınmış, fakat İngiliz sömürge yöneticilerinin Rum tedhişçilere karşı Kıbrıslı Türk polis ve komandoları kullanmaları sonucu, saldırılar haliyle sömürge yönetiminin güvenlik gücünün büyük bir kısmını oluşturan Türklere de yöneltilmeye başlanmıştı. Zamanın İngiliz yöneticilerinden John Reddaway’e göre, 1958 yılına gelindiğinde Kıbrıs Polis Gücü’nde hiçbir Rum görevli yokken, 542 Kıbrıslı Türk vardı. Yardımcı polis olarak da 70 Ruma karşılık, 1700 Türk görev yapmaktaydı. (J.Reddaway, Burdened with Cyprus, London 1986, s.90)

Rauf Denktaş, TAK ajansına yaptığı bir açıklamada şöyle demekteydi: “Türk toplumu içerisinde Dr. Küçük herşeyden sorumlu durumda. Volkan grubu gençler Doktora gelip birşeyler soruyor, Doktor “durunuz” diyor, duruluyor. Çünkü İngiliz polis müdürleri Doktor’u “lider” bildiği için gelip “bu işi durdur, kafidir artık” diyorlar ve durduruluyor. Yani koordineli birşey yok. Bir gizli teşkilat, bir siyasetin bir yere götürülmesi için kullanılır ve ancak o şekilde etkili olur.” (Vatan, 9 Ocak 1995) Denktaş, bu dağınıklığı gidermek ve toplumu örgütlemek için Kasım 1957 yılında Burhan Nalbantoğlu ve Kemal Tanrısevdi ile Türk Mukavemet Teşkilatı’nı kurduklarını belirtmektedir. (agy)       O yıllarda Türkiye’nin Kıbrıs’taki konsolosluğunda ateşe olarak çalışmakta olan Kemal Tanrısevdi, Nalbantoğlu’nun ölümünün 14. yıldönümünde Mağusa’da düzenlenen bir toplantıda, TMT’yi Denktaş, Nalbantoğlu ve kendisinin 15 Kasım 1957’de birlikte kurduklarını, Kıbrıs Türkünün mukavemet ve direnişinin o tarihte başladığını açıklamış, TMT’nin kuruluş yıldönümünün 1 Ağustos’ta kutlanmasının Kıbrıs mücadele tarihinin başlangıcını inkar etmek olduğunu belirtmiştir. (Kıbrıs, 9 Şubat 1994)

 Rumlara ve İngiliz Sömürge Yönetimine karşı mücadele veren TMT’nin Türkiye tarafından kurdurulduğu iddialarının kesinlikle yalan olduğunu ifade eden Kemal Tanrısevdi, o dönemlerde Türk Konsolosluğu’nda çalışmasına rağmen, kendisine böyle bir görev verilmediğini ifade etmiştir. TMT’nin bir amacının da Kıbrıs Türkünün çektikleri karşısında Türkiye’ye ses vermek ve harekete geçirmek olduğunu söyleyen Tanrısevdi, Kıbrıs Türkünün bu hareketi olmasaydı, o dönemdeki Türkiye hükümetleri Kıbrıs Davası’nı çoktan bırakmış olacaklardı” demiştir. (agy)

Kemal Tanrısevdi, 1 Ağustos 1994 akşamı BRT-TV’de yer alan bir açık oturumda, TMT’nin Lefkoşa’nın Rum kesimindeki Eğlence semtindeki kendi evinde kurulduğunu ve ilk bildirilerin burada yazıldığını, Dr.Burhan Nalbantoğlu’nun icradan sorumlu olduğunu, kendisinin Rauf Denktaş’la birlikte Rum basınını izleyerek politika saptadıklarını ve siyasi bildirileri birlikte kaleme aldıklarını açıklamıştır.

Nisan 1956 ile Ocak 1957 tarihleri arasında Kıbrıslı Türklerle Rumlar arasında çeşitli kışkırtma eylemlerinde bulunan Volkan (Fr.Crouzet, Le ConfIit de Chypre, II, s.959) Kasım 1957’de resmen yasaklanmıştı. Volkan’ın yanında Kara Çete, Kıbrıs Türk Mukavemet Birliği, 9 Eylül Cephesi, KİTEMB gibi başka yeraltı örgütleri de vardı. (Birlik, 2 Ağustos 1991)

Ulus ÜIfet’in başkanlığındaki 9 Eylül Cephesi ile ilgili olarak aynı açık oturumda bilgiler açıklayan Kemal Tanrısevdi, üniversite öğrencisi olan Ülfet’in siyasete meraklı bir kişi olduğunu, lider olmak istediğini, ama eylemlerinin İngiliz Entelijansı tarafından bilindiğini, o nedenle deşifre olduğundan onu TMT’ye almadığını söylemiştir. 31 Ağustos 1957 gününün gecesi Küçük Kaymaklı’da arkadaşları Mustafa Ertan, Kubilay Altaylı ve İsmail Beyoğlu ile birlikte bir evde bomba yaparlarken ani bir infilak sonucu ağır surette yaralandıktan sonra dördü de ölen bu kişiler, toplumda büyük üzüntüye yol açmışlardı. Tanrısevdi, Ulus Ülfet’in kendi kendini kanıtlamak için bomba yapmaya çalıştığını, kendisinin de çağrılı olduğu halde o gün Baf’a gittiğini ve olayı gece saat 9’da öğrendiğini ifade etmiştir. Kemal Tanrısevdi, amaçlarının TMT üyelerinin Türkiye’de eğitilmesini sağlamak olduğunu ve bu amaçla Nalbantoğlu’nun Türkiye’ye giderek orada kendi arkadaşlarının yardımıyla askeri makamlarla tanıştırıldığını belirttiği konuşmasında, liderlik kavgası yüzünden kendisinin Kıbrıs’tan ayrılmak zorunda kaldığını, bir başka deyişle sürgün edildiğini de açıklamıştı. Nitekim Tanrısevdi 1958 yılının Haziran sonunda Türkiye’nin Tahran Büyükelçiliğine atanmıştı.

24 Ağustos 1955 günü yaptığı bir konuşmada, Kıbrıs’ın bir kumaş parçasına benzememesi nedeniyle kesilip biçilemeyeceğini söylemiş olan TC Başbakanı Adnan Menderes, Kıbrıs’la ilgili İngiliz-Amerikan planlarının doğrultusuna girerek, 1956 yılı sonunda Kıbrıs’ın taksimini resmi Türk görüşü olarak benimsemişti. Türkiye ile Kıbrıs Türk liderliğinin “taksim” tezine sahip çıkması Kıbrıs’taki olayların akışını değiştirecek ve özellikle 1958 yılı çok önemli bir dönüm noktası olacaktı.

Kıbrıs Türk liderliği ile işbirliği halinde çalışan Kıbrıs Türk yeraltı örgütlerinden Volkan, daha 20 Aralık 1955 gecesi dağıttığı bir bildiride, Kıbrıslı Türklerle Rumların yüzyıllardır süren sosyal ve ekonomik ilişkilerini kesmelerini talep ediyor ve şöyle diyordu: Bundan böyle bütün kasabalarda hiç bir Türk kardeşimizin hatta İngilizin, Rum semtlerinde dolaşması, onların sinema veya herhangi bir eğlence yerine devamı KATİYEN, tekrar, KATİYEN YASAKTIR.

Bu emre aykırı hareket edenler vatan haini sayılacak ve buralarda girişeceğimiz misilleme hareketi neticesi bu gibilerin uğrayacakları felaketten vicdanen hiç bir surette mesul olamıyacağımızı, çok sevdiğimiz sizlere bildirir, ulu tanrının inayeti ile ve şanlı Türk milletinin himayesi altında hedefimize pek yakında ulaşacağımızı müjdeleriz” (Hürsöz, 21 Aralık 1955)

Dr. Fazıl Küçük, 16 Şubat 1979 tarihinde kaleme aldığı bir makalede 1957 yılında EOKA’nın tedhiş faaliyetleri hakkında Ankara’ya bilgi vermek ve Türkiye’nin yardımını sağlamak amacıyla sık sık Ankara’ya gittiğini ve bu ziyaretlerden birinde Başbakan Menderes’in kendisine Rıza Vuruşkan adlı birini tanıttığını anlatmaktadır. Küçük, daha sonra bir Korgeneralin makamında Vuruşkan’la konuştuğunu ve onun “sivil danışman” olarak Kıbrıs’a geldiğini ve yeraltı faaliyetlerinde kendilerine yardımcı olduğunu yazmaktadır. Osman Örek ise, 17 Şubat 1979 tarihli ve yine Halkın Sesi gazetesinde yayımlanmış olan bir yazısında, Vuruşkan’ın bir İş Bankası müfettişi olarak adaya geldiğini ve Ali Bey kod adıyla bilindiğini, yardımcısı Necdet Bey ile Türk yeraltı örgütlerinin ihtiyaç duyduğu silahların Türkiye’den getirilip, adaya gizlice Girne sahilinden çıkarılabileceği konusunu görüştüğünü belirtmektedir. Örek tanıştıkları tarihi 1958 Temmuzunun son Pazarı olarak vermektedir.

Rauf Denktaş, 1957 yılı sonunda “Türk liderliğini takviye etmek ve daha açık ve etkili görevler almak üzere” (Resimlerle Denktaş, Şubat 1973) başsavcılık görevinden istila etmiş ve “İngilizler bizi Türk Rum kavgasının eşiğine iteliyor” diyen (Kıbrıs Türkleri bu duruma nasıl düştü? İstanbul 1986, s.44) Faiz Kaymak’ın yerine Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Başkanlığına getirilmişti.

Denktaş, 20 Ocak 1978 tarihli The Times gazetesinde çıkan bir söyleşisinde, TMT’nin kuruluşunu şöyle anlatmaktadır: “Çevrede dolanıp hiçbirşey yapmayan kişileri örgütlemek için birkaç arkadaşımla birlikte TMT’yi ben kurdum. Selefi Volkan’dan görevi devralmış olan TMT ilk bildirisini yayımladığı zaman, Dr.Küçük “Kim bu deliler?” diye sormuştu. Ona TMT hakkında bir bilgi vermemiştik ve o Volkan’dan memnundu. Ama kendisinin dışlanmış olduğu duygusunu asla sindirememişti. Birkaç yıl bu durumdan çok rahatsız olmuştu... Herkes benim TMT lideri olduğumu zannetmekteydi, ama değildim. Siyasal danışmanı idim. TMT’yi kurar kurmaz başkalarına devrettim. İngiliz ve Amerikan entelijansları bile, herşeyi yürütüp kararları alan kişinin ben olduğumu zannettiklerinden, bu iyi bir maskeydi. Ama lider ben değildim. Liderler, Türkiyeli eski ordu subaylarıydı.”

 Denktaş, Küçük’ün TMT kurucularının kimliklerini sonradan öğrenip, lideriyle tanıştığını ve “Ağrı” kod adıyla örgütteki en üst baş rolüne getirildiğini belirtmektedir. (E.Kasımoğlu, Eski günler, eski defterler, 1. kitap, Lefkoşa 1987, s.80)

Rauf Denktaş, gazeteci Erten Kasımoğlu’na anlattığı anılarında ayrıca şöyle demektedir:

“(TMT’nin kuruluşu) ardından Ocak 1958’de ben Doktorla birlikte ilk kez Ankara’ya gittik. Gitmezden önce oturup anlaştık. Doktor gazete için Türkiye’den yardım isteyecek, ben de TMT için silah ve idareci isteyeceğim. Bu anlaşma ile Ankara’ya gittik ve görüşmeye başladık.” Denktaş, görüştükleri TC Dışişleri Bakanı Zorlu’nun “Ya öyle mi, size silah göndersek alabilirmisiniz” diye sorduğu zaman kendisinin “Alırız tabii. Bizim Volkan’dan kalma insanlarımız var. Alabiliriz” dediğini, Dr. Küçük’ün ise bundan emin olmadığını söylediğini aktarmakta ve şöyle demektedir: “İşte o tarihten sonra 9 ay geçti. Türkiye’den TMT için lider gönderilmedi. Doktorun o lafı işi, 9 ay geciktirdi. İşte bu nedenle Haziran-Temmuz olaylarını biz lidersiz ve silahsız olarak, kendi becerimizle atlatabildik. O aylarda halkın elinde av tüfeği bile yoktu.” (Eski günler, eski defterler, 1. kitap, Lefkoşa 1987, s. 79)

İngiliz yazar Nancy Crawshaw, “The Cyprus Revolt” adlı kitabında şöyle yazmaktadır: “1957 yılının Aralık ayı sonuna doğru, TMT (Kıbrıs Valisi) Foot’a bir adamını göndermiş ve onu Rum yanlısı olmakla suçlayarak uyarıda bulunmuştu. TMT’nin adamı, iki taraf arasında “güven köprüleri kurmaya” çalışmanın boşuna olduğunu vurgulamıştı. Yayımlanan TMT bildirileri de, enosisin yeni bir şekilde sahneleneceğine işaret ederek, yeni görüşme önerileri sunmuş olan İngiltere’nin Yunanistan’la birlikte hareket ettiğini ve Türklerin taksimden başka herhangi bir çözümü asla kabul etmeyeceklerini, Kıbrıs’taki rejimi değiştirme planlarını uygulamak için İngilizlerle işbirliği yapacak olan herhangi bir Türkün yok edileceğini ve mallarının tahrip edileceğini duyuruyordu.” (London, 1978, s.274)

Nitekim 29 Kasım 1957 tarihli ilk TMT bildirisinde de, “TMT talimatlarına mutlaka itaat edilmesi” doğrultusunda Kıbrıslı Türklere ilk emir verilirken, bu mücadelede, aramızda hainlerin olacağına inanmak istemiyoruz, ama böyle kişilerin olması halinde onları ezmek kaçınılmaz bir görev olacaktır” denilmekteydi. (30 Kasım 1957 tarihli The Times’dan aktaran Prof. Dr. A.Suat Bilge-Le Conflit de Chypre et les Cypriot Turcs-Etude documentaire, Ankara 1961, s.174)

“Ya taksim ya ölüm” sloganına sarılmış olan Kıbrıs Türk liderliği, Dr. Küçük’ün 17 Temmuz 1957’de yaptığı adanın ortasından geçen 35. enlem boyunca Kıbrıs’ın taksimi” önerisiyle ortaya çıkınca, Kıbrıs Türk toplumu içindeki demokratik bazı çevreler, taksim çalışmalarının ilerletileceği konusundaki kuşkularının gerçekleşmekte olduğunu görmüşlerdi. Örneğin Kıbrıs Terakkiperver Emekçi Halk Partisi -AKEL’in Türk Kolu tarafından, 19 Ocak 1957 tarihli bir mektupla, o sıralarda Türkiye’nin Kıbrıs politikasında dayanılacak hukuki tezi hazırlamış olan Prof. Nihat Erim’e iletilen görüşlerde, Kıbrıs’ın Türk ve Rumları bölmeden bir tek devlet olarak yönetilmesi talep edilmekteydi. (Mektubun tam metni için Bak. N.Erim, Bildiğim, gördüğüm ölçüler içinde Kıbrıs, Ankara 1975, s. 55-57)

1957 yılı içinde Kıbrıs Türk liderliğince benimsenen taksim politikasına karşı çıkanlardan biri de, milliyetçi ve liberal bir demokrat olan Baflı Dr. İhsan Ali idi ve 1960’ların başında görüştüğü bir Alman gazeteciye şunları söylemişti: “O zamanlar (taksim planlarına karşı) uyarıcı olarak konuşan tek Türk politikacısı bendim. Şöyle diyordum: Baylar, görüşmeler taksime doğru gitmektedir. Bu emperyalistlerin kirli bir taktiğidir. Taksim şeytanca bir çözüm şeklidir!...1957’de sömürge hükümetinin politikası yavaş yavaş Kıbrıslı Türkler ile Rumlar arasında ayrılık yaratmaya doğru geliştikçe, ben görevimden ayrıldım. Türk terörist örgütü TMT’nin başı olan Denktaş, bana Mart 1958’de bir kez daha kendisiyle birlikte çalışmamı rica etti. Ben bu öneriyi reddettim. Çünkü Denktaş’ın terör politikasının nereye doğru gittiğini biliyordum. Bu korkunç kardeş katline doğru bir gidişti.” (Konrad Schmidt, Auf der Suche nach Aphrodite, Leipzig 1966, s.246)

Sömürge hükümetinin yetkilileri tarafından dile getirilen taksim yanlısı görüşleri de kısaca aktarmakta yarar vardır. Avam Kamarasında 19 Temmuz 1956 günü konuşan Muhafazakar Parti milletvekili Walter Elliot bir çözüm şekli olarak taksim üzerinde ciddl bir şekilde düşünülmesi gerekir” derken, Sömürgeler Bakanı Lennox Boyd da 9 Aralık 1956’da yine Avam Kamarasında konuşurken, adada yaşayan Türklerle Rumlara ayrı ayrı self-determinasyon hakkının tanınmasının düşünülebileceğinden söz etmişti. (E.Yüksel, Kıbrıs’ın taksimine ilişkin ilk öneriler, Söz dergisi, Sayı: 10-13, 1985) New York Times gazetesi ise, taksim fikrinin Amerika tarafından da ciddi görüşmelere konu olduğunu ve buna göre Kıbrıs’ın Türkiye’ye bakan kuzey kısımlarının Türklere güney kısımlarının da Rumlara verileceğini 1956 Ekim’inde yazmıştı. (aktaran Hürriyet, 15 Ekim 1956)

1957 Baharında ise Kıbrıs Valiliği sekreterliği tarafından hazırlanan ve eğer taksim kaçınılmaz hale gelirse nasıl uygulanabileceğini araştıran bir raporda, adanın taksim edilmesi için herhangi bir coğrafik veya demografik temelin bulunmadığı ve taksimin uygulanabileceği tek yolun silah gücü kullanmakla olası olduğu ve bunun için de gerekli zor kullanımın siyasi açıdan kabul edilemiyecek derecede olduğu belirtilmekteydi. Mutlaka zora dayanılarak bir çizgi çekme fikrini ele alan raporcular, Kıbrıslı Rumlarla Türklerin çizginin hangi tarafında kalmak istediklerine karar vermeleri için, onlara uzun bir süreyi kapsayacak şekilde teşvikler sağlamak gerekeceğini ifade etmişlerdi. Ama bunu kabul etmeyecek olan gerek Rumların, gerekse Türklerin de onayının alınması gerekeceğinden bu fikri reddetmişlerdi. (J.Reddaway, agy, s.102-103)

Kıbrıs Valisi Sir Hugh Foot tarafından 1957 yılı sonunda göreve geldikten sonra hazırlanan yeni bir çözüm planına göre Kıbrıs geçici bir süre (5 veya 7 yıl) için muhtariyetle yönetilecek ve bu süre sonunda adanın geleceği konusunda bir karar alınacaktı. Bu ikili self-determinasyon sonucu enosis veya taksim olabilirdi. Planı tartışmak üzere İngiltere Dışişleri Bakanı ile birlikte Ankara’ya giden Foot’a Türkiye hükümetinin verdiği yanıt, Türklerin adanın derhal taksimini istedikleri, aksi takdirde Türklerin Kıbrıs’ta EOKA’ya karşı kurdukları kendi yeraltı örgütleri ile savaşa başlayacakları şeklindeydi. Foot anılarında, TC Dışişleri Bakanı Zorlu’nun kendisine kaba davrandığını söyleyerek, şöyle demektedir: “Bundan hiçbir şüphem yoktu ki Zorlu, Kıbrıslı Türklerin ayaklanması için emir veren kişi olarak bilinmekteydi ve belki de emri bizzat kendisi vermişti.” (A Start in Freedom, London, 1964, s. 150)

Bu arada Ankara’da yapılmakta olan İngiliz Türk görüşmelerini etkilemek isteyen Kıbrıs Türk liderliği 27 Ocak 1958 günü Lefkoşa’da yeni blr “Ya Taksim, ya Ölüm” gösterisi düzenlemiş ve Kahrolsun Foot yaşasın Harding” diye bağıran göstericilere karşı ilk kez İngiliz askeri birlikleri kullanılmıştı. İngiliz askeri birlikleri ile Türklerin karşı karşıya gelmelerini, eski Kıbrıs valilerinden Lord Winster şöyle değerlendirmişti: “Büyük Britanya Türklerin taksim isteğini teşvik etmek gibi saçma bir politikanın meyvalarını şimdi toplamaktadır.” (Manchester Guardian, 7 Şubat 1958)

Tarihe 27-28 Ocak 1958 olayları diye geçen ve Lefkoşa ile Mağusa’da üçü yaşlı dördü genç 7 Kıbrıslı Türkün öldüğü ve 70 kadarının yaralandığı bu TMT eylemi ardından İngiltere Foot planını geri çekmiş ve Ankara’dan Kıbrıs’a dönen Dr.Küçük, Lefkoşa’daki karşılama töreninde gazetecilere adanın yarısının nasıl bir Türk eyaleti olacağına ilişkin ayrıntılar vermişti. (K.Cankat, Emekçi halk muhalefetimizin geçmişinden, Söz gazetesi, 31 Temmuz 1987)

27-28 Ocak 1958 olaylarında ölenler için Denktaş’ın “Bu ölüler bize lâzımdır. Dünyaya sesimizi bu ölülerle duyuracağız” şeklindeki sözlerini Sevim Ülfet’e atfen aktaran Arif Hasan Tahsin de, “Aynı yolu yürüyenler, farklı yerlere varamazlar” başlıklı anılarında (Söz, 2 Aralık 1982) Rauf Denktaş’ın Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Başkanlığına gelir gelmez Kıbrıs’taki olayların hızla bir tırmanış kazandığını vurgulamaktadır. 27-28 Ocak 1958 olaylarıyla ilgili gerçeklere değinen bir başka yazı 28-29 Ocak 1985 tarihli Yeni Düzen gazetelerinde Ahmet An tarafından yayımlanmıştır.

Olayların Rauf Denktaş tarafından kendi bakış açısıyla nasıl verildiğini öğrenmek için Erten Kasımoğlu ile yaptığı söyleşiye bakılabilir. (Eski günler, eski defterler, 1. kitap, Lefkoşa, 1987, s.52-64) TAK muhabiri Nezire Gürkan’la yaptığı söyleşide de konuya değinilmektedir. (Vatan, 9 Ocak 1995) O dönemde kimin kime hizmet ettiğinin belli olmadığını söyleyen Denktaş şöyle devam ediyor: “Ajan provokatörler var o zaman. Yani kim kime hizmet eder, kim kimden yanadır pek de belli olmaz. Haber “Taksim” olduğunu göstermiyor. Tercüman “Taksim” diye yapıyor. Gazete bunu manşet yapıyor ve duyuluyor...Haberdeki Fatin Rüştü Zorlu ben geçmişte hatırlattım, böyle giderse taksim olur” dedi” ifadesi, “Zorlu taksim olur dedi” diye çevrilmiş.” Görüldüğü gibi Denktaş çeviriyi kimin yaptığına değinmeden onun ajan provokatör olabileceğini ima etmekte ve bu karmaşa içinde kıvılcımın nasıl tutuşturulduğu hakkında ayrıntı vermekten kaçınmaktadır.

1958 Şubat ayı başında TMT’nin çıkardığı ve pasif mukavemet siyasetinin başlamasını ve Türk köylerinin muhtarlarının istifa etmesini talep eden broşürler hakkında Vali’nin kaza komiserleriyle acele bir toplantı yaptığını Rumca Ethnos gazetesinden aktaran Bozkurt gazetesi, 21 Şubat 1958 tarihli sayısında da Rauf Denktaş’ın ayrı bir Türk hastahanesi kurma projesiyle ilgili makalesini yayımlamış, 29 Nisan 1958’de de ayrı Türk belediyelerinin kurulması kararının Kıbrıs Türk liderliği tarafından alındığını duyurmuştu. Zaten daha iki yıl öncesinden İngiliz sömürge yönetimi Lefkoşa’da meydana gelen toplumlararası çatışmalar nedeniyle başkenti kuzey ve güney olmak üzere ortasından ikiye ayırmıştı. (Halkın Sesi, 27 Nisan 1956)

O günlerdeki Rum kamuoyunun fikrini ise Eleftheria’dan okuyalım: “Türkler, 19 Aralık 1956 tarihine kadar taksim kelimesini bile akıllarına getirmemişlerdir. Fakat o zaman bir Radcliffe projesi ortaya atıldı ve adaya yalnız bir bütün olarak tatbikinin mümkün olacağı ileri sürülmüştü. Şimdi Türkler taksim istiyorlar. Bu azınlık, sabık Vali Harding’in adaya dönmesini arzu ediyor. Türkler adadaki nüfusun %18’i, bütçeye yapılan yardımın %5’i, adadaki ekilebilen arazinin, %13’ü ve adanın ticaretinin ancak %1’ini ellerinde tutmaktadırlar. O halde nasıl taksim istiyorlar, biz bile anlamıyoruz” (aktaran Bozkurt, 8 Şubat 1958)

Kıbrıs Rumları arasında 1957 sonbaharında EOKA’nın başı Grivas tarafından başlatılan ve 1958’in Ocak ayında yoğunlaştırılan anti-komünist kampanya çerçevesinde solcu Rum sendikacılar ile demokratlar tedhiş ve öldürmelere maruz kalıyordu. EOKA Kıbrıslı Rum komünistleri öldürmek için özel bir bölüm oluştururken, TMT de benzeri çalışmaları Kıbrıslı Türk demokratları için yürütmekteydi. Milli politika olarak saptanan “taksim çizgisinden ayrılan veya buna karşı çıkan Kıbrıslı Türkler “hain” diye ilan ediliyor ve onlar için ölüm fermanları çıkarılıyordu. Kıbrıslı Türklere Rumların artık birarada yaşayamayacakları telkini giderek, tehdide dayalı bir zorlamaya dönüşüyordu.

TMT, 1958 Mayısının ilk haftası içinde yayımladığı bir bildiride, Rum sendikası PEO’ya üye olan bütün Kıbrıslı Türk işçilerin istifa etmelerini emrediyor ve bundan böyle Rumlarla işbirliği yapanların cezalandırılacakları uyarısında bulunuyordu. Kıbrıslı Rum ve Türk işçilerin birlikte kutladıkları 1 Mayıs 1958 töreninde, ortak düşman olan İngiliz emperyalizmine karşı ortak mücadele verilmesi vurgulanmış ve bu durum gerek sömürge yönetimini, gerekse Kıbrıs Türk liderliğini endişelendirmişti.

1 Mayıs günü Atatürk Enstitüsünü ziyaret eden Dr. Küçük oradaki öğrencilere yaptığı bir konuşmada, komünistler ile hiçbir temasta bulunmamalarını söylemiş, o günün gecesi ise solcu Türklerin devam ettiği Lefkoşa Türk Eğitim-Spor Kulübü (TEK) basılarak yağma edilmişti. 3 Mayıs 1958 tarihli Haravgi gazetesi TEK’in eşyalarının yakılmasına değinen haberinde şöyle demektedir: “Solcu sendikalarının 1 Mayıs gösterileri esnasında bazı Türk fotoğrafçılarının durmadan resim aldıkları müşahade edilmiştir. Daha sonra Türk semtinde “TEK’in kulübünün solcu gösterilerine bir heyet gönderdikleri söylentileri yayılmaya başlamıştı. Bu kulübün üyelerinin de Rum solcu sendikalarına satıldıkları iddia edilmiştir. Gece saat 9’da ise bu binaya hücum eden 30 kadar fanatik Türk, kulüb eşyalarını sokağa fırlatarak yakmışlardır.” (aktaran Bozkurt, 4 Mayıs 1958)

Estirilen tedhiş ve korku havası emekçi halk üzerinde etkisini göstermeye başlamış ve günlük Türkçe gazeteler, solcu PEO sendikasından istifa ilânları ile dolup taşmaya başlamıştı. (Bak Kutlu Adalı, Solcular Mayıs’ta avlanabilir, Yeni Düzen 1 Mayıs 1989) TMT, yeniden belirlenecek olan İngiliz politikasını etkilemek amacıyla, 18 Mayıs 1958’de yayımladığı bir bildiride topluca eylem zamanının geldiğini duyurmaktaydı. Pile’de ele geçen bildiride, İngiltere Kıbrıs’a muhtariyet verdiğini ilân ettiği gün bu ada kan ve ateş içinde boğulacaktır” denilirken, Kıbrıs Türklerinin hazırlıklarını tamamlamaları ve gelecek 15 gün içinde eyleme geçecek şekilde hazırlıklı olmaları talimatı veriliyordu. 20 Mayıs 1958’de Lefkoşa’da dağıtılan bir başka TMT bildirisinde ise, halktan silah azlığı yüzünden morallerini bozmamaları isteniyor, Anadoludaki savaşın sopa ile nacaklarla mücadele edilerek kazanıldığı söyleniyordu. Yerel liderler, halka, evlerinde bıçak, nacak, balyoz, sivri uçlu aletler, büyük taşlar, kaynar sular ve petrol biriktirmelerini tavsiye ederken, Türk evlerine helmetli Türk askeri resmi altında, bölünmüş Kıbrıs adasını gösteren resimler asılmaktaydı. Türkiye’nin yardımlarına geleceğine inanan Kıbrıslı Türkler, Rumların dörde bir sayıca üstünlüğünden hiç de yılmıyorlardı. EOKA’nın fanatikliği şimdi YA TAKSİM, YA ÖLÜM diyen TMT’ye geçmışti. (N. Crawshaw, agy, s.287)

15 Ekim 1965 tarihli “Zafer Kıbrıs Türkünündür” gazetesinin “1958’de solcu Türklerin temizlenmesi harekâtı” olarak  nitelendirdiği ilk terör dalgasının bilançosu şöyleydi:

22 Mayıs 1958... PEO Türk Şubesi Başkanı Ahmet Sadi Erkurt’un kurşunlanması. Yaralanan Ahmet Sadi daha sonra Londra ya göç etti.

24 Mayıs 1958... 1955 yılı sonunda sömürge yönetimi tarafından kapatılıncaya kadar 14 hafta yayımlanabilen İnkılapçı gazetesinin sahip ve yazı işleri müdürü Fazıl Önder (32) vahşice öldürüldü.

29 Mayıs 1958... Berber Ahmet Yahya (26) gece uyurken öldürüldü. TEK Yönetim Kurulu üyesiydi. Öldürüldüğü gün Bozkurt gazetesine verdiği açıklamada “İşçi Birliğine kayıd edilmediğim gibi, solcu temayüllü birisi de değilim. Ben daima halkımın ve liderlerimizin çizdiği yoldan yürüdüğümü ve yürüyeceğimi beyan ve ilan ederim.”

29 Mayıs 1958 tarihli Haravgi gazetesinin şu değerlendirmesi ilginçtir: “Türkler bir taraftan, Rumlar ise başka yönden ellerine geçirdikleri tabancalarla milliyetçi olduklarını isbat etmeye çalışmaktadırlar. Bu iki fanatik halk topluluklarının bir ve aynı idealleri mevcuttur. O da ellerinden geldiği kadar solcu öldürmektir. Bir taraf Mukadderatını Tayin Hakkını böyle yapmakla garanti edeceğini, diğer taraf da yani Türkler, solcu, daha doğrusu kendi görüşlerine göre komünistleri öldürmekle Taksimde muvaffak olacaklardır. Diğer taraftan, İngiltere’nin yapacağı yeni açıklama ile vaziyetin ne olacağı belli değildir.”

Demokrat görüşlü Kıbrıslı Türklerin öldürülmesine Mayıs ayından sonra da devam edilmiştir:

5 Haziran 1958... İnşaat İşçileri Sendikası Yönetim Kurulu üyelerinden Hasan Ali’ye silahlı saldırı. Yara almadan kaçmayı başarabildi.

30 Haziran 1958... Leymosunlu berber Ahmet İbrahim (46) Türklerle Rumların birarada yaşayabileceklerini söylediği için kurşunlanarak öldürüldü.

3 Temmuz 1958... .Arif Hulûsi Barudi, bir Rum kuruluşunda çalıştığı için tehdit edilmiş, kurşunlanmış, ama ölmeden kurtulabilmiştir. (Ayrıntı bilgi için Bak. K.Cankat, Emekçi halk hareketimizin geçmişinden, Söz, 14 Ağustos 1987 ve Victims of Fascist Terrorism, Nicosia 1964, s.5-8)

Emperyalizmin böl ve yönet politikasının karşısına çıkan örgütlü demokratik hareketin kan ve kurşunla, dayakla sindirilmesi ardından bir dizi kışkırtrna eylemiyle toplumlararası düşmanlık ve nefret yaratılıp körüklenmek istenmişti. Bunlardan ilki 7 Haziran 1958 akşamı saat 10.30’da Lefkoşa’daki Türk Haberler Bürosu binasının verandası altına konan bir bombanın patlamasıyla başlatılmıştı. Rauf Denktaş, Erten Kasımoğlu’na anlattığı anılarında bu konuyla ilgili olarak şöyle demektedir: “Olayın patlak vermesiyle o akşam bizimkiler bütün Tahtakala’yı yaktılar. Açıkçası büyük bir felâket. Ve hâlâ daha kimse inanmaz ki, bu olay katiyen TMT tarafından planlanmış değildi. Yıllar sonra öğrendik ki, iki arkadaşın başbaşa verip planladıkları bir işti bu. Ama gençliğin ve halkın o günkü reaksiyonu bombayı Rumun koyduğu noktasındaydı ve buna karşı bir direniş olarak patlatılmış olduğu imajını haliyle yaratıyordu.” (agy, s.81)

O sıralarda İngiliz hükümeti tarafından hazırlanmakta olan yeni Kıbrıs planından tatmin olmayan Türk hükümeti, taksim tezine milli bir mahiyet vermek üzere bu tezi milli duygulara dayandırmak yoluna gitmiş ve 1955’den beri ilk defa olarak Kıbrıs mitinglerine izin vermişti. İstanbul’da yapılacak olan büyük mitingin, Lefkoşa’da 7 Haziran akşamı patlayan bomba ardından 8 Haziran günü yapılması da ilginç bir zamanlamaydı. Rauf Denktaş’ın bu konudaki bir başka değerlendirmesi ise şöyledir: “1958 Haziran olaylarının Türkiye tarafından tertiplendiği iddiası mesnetsiz bir iftiradır. Fakat bunu Kıbrıslı liderlerin emrivakilerle Türkiye’yi harekete geçirmek istemelerinin bir misali olarak görenler, “Aman, aynı şeyi yine yapmasınlar” korkusu ile, 1960-63 devresinde her söylediğimizi şüphe ile karşılayacak ve bize inisiyatif adına hiçbir şey bırakmayacaklardı. Bu yanlış teşhisin cezasını da 1963-65 yıllarında milletçe çekecektik.” (Milliyet, 21 Aralık 1966)

Denktaş’ın burada kastettiği, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra Kıbrıs’a gelen Türkiye’nin ilk Büyükelçisi Kıbrıs kökenli Mehmet Emin Dirvana’dır. Cemaat Meclisi’nde Milli Günler Yasası yapılırken, 27-28 Ocak ile 7 Haziran tarihlerinin “Direniş Günü” olarak kutlanmasına Dirvana karşı çıkmış ve “Bu kutlamayı yapamazsınız, cinayet olur” demişti. (Eski günler, eski defterler, s.94)

Dirvana, 7 Haziran olayı ile İstanbul’daki 6/7 Eylül 1955 olayları arasında bir benzerlik olduğu ve böyle esef verici bir hadisenin milli bir gün olarak kutlanmasının vahim bir hata olacağı görüşündeydi. (Milliyet, 15 Mayıs 1964, “Denktaş hakikatı tahrif ediyor” başlıklı Denktaş’a yanıt mektubundan)

Bir başka ilginç “tesadüf” de 8 Haziran 1958 günü İstanbul’da yapılan ve Dr.Küçük’ün de konuşup “Kıbrıs’ta Türklerle Rumların birlikte yaşaması artık imkansızdır” demesinden 4 gün sonra yer alan, Ankara’daki büyük mitingin yapıldığı sıralarda, yani 12 Haziran’da Lefkoşa yakınlarındaki Gönyeli köyünde yeni bir kışkırtma eyleminin düzenlenmiş olmasıydı. Bir gece önce, İngiliz devriye askerleri tarafından tutuklanıp, 12 Haziran günü bir Türk köyü olan Gönyeli dışında serbest bırakılıp köylerine gitmeleri söylenen Kördemenli Rumlardan 9’u vahşice öldürülmüştü. Tırmanan toplumlararası çatışmalarda ölenlerin sayısı, Haziran 1958’de 4 Türk ile 25 Rum iken, Temmuz’un ilk yarısında ölenlerin sayısı 35 Türk ve 55 Rum’a yükselmişti. Temmuz 1958 sonuna kadar, Kıbrıslı Türklerin çoğunlukta olduğu Küçük Kaymaklı’daki 970 evde yaşayan 700 Kıbrıslı Rum, tedhiş olayları yüzünden evlerini terketmek zorunda kalmıştı. Baf kazasına bağlı Akursos köyünün Türk sakinleri, örgütlü ilk Türk göç hareketini gerçekleştirmek üzere, millerce uzaklıktaki Şillura köyüne taşınmışlardı. Tedhişçilik hareketlerinin Türklere yöneltilmesinin bir nedeni de, Kıbrıslı Türklerin adanın 35. enlem derecesinin kuzeyine göç etmeyi göz önünde tutmaya başlamaları ve bu suretle fiili bir taksime gitmek istemeleri olmuştu. Bu amaçla Türklerin göç edebilecekleri yerlerin saptanması için Kıbrıs Türk liderliğince çalışmalar yapılmış ve hazırlanan bir göç planı Türkiye Dışişleri Bakanlığına gönderilmişti. (Mehmet Yüksel, Kıbrıs’ta faşist baskılar ve faşist örgütlenmeler, İlke dergisi, İstanbul, Kasım 1974, s. 127)

7 Haziran 1958 bomba patlatma provokasyonu ile başlatılan toplumlararası tedhiş olaylarından iki ay sonra 56’sı Rum ve 53’ü Türk olmak üzere 100’den fazla Kıbrıslı insan hayatını kaybetmiş, 170’den fazlası da yaralanmıştı. Kurbanların çoğu silahsız kişiler olup, öldürme ve yaralamaların çoğu korkunç bir vahşetle yapılmıştı. Toplumlararası ayrılık şimdiye kadar görülmemiş şekilde artmıştı. Lefkoşa’nın Rum Belediye Başkanı Dervis ile Türk liderlerden Rauf Denktaş, Vali Foot ile birlikte 12 Temmuz 1958 günü bir çağrı yaparak, Rumlarla Türkler arasındaki şiddet olaylarının derhal durdurulmasını istediler. Olaylar durmak bilmiyordu. Silahlı EOKA’cılar 17 Temmuz günü 5 Türkü öldürdü. Vali 22 Temmuz’da ada çapında bir ateşkes yapılmasını emretti. Sivillerin hareketleri ve haberleşmesi tamamen kısıtlanmıştı. TMT 23 Temmuz 1958’de yasadışı ilan edildi. Emperyalist anayurtlardan verilen emirlerle 4 Ağustos 1958’de EOKA, ertesi gün de TMT eylemlerini durdurduklarını açıkladılar.

19 Haziran 1958’de açıklanan MacMillan’ın ortaklık planı İngiltere tarafından NATO Konseyi’ne getirilip, bazı değişikliklere tabi tutuldu ve ortaklık yerine Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’ye garantörlük verildi. 15 Ağustos’ta açıklanan bu yeni NATO planı, 9 Ekim 1958’den itibaren İngiltere tarafından uygulanmaya başlandı. Türkiye Dışişleri Bakanı Zorlu, “İngiliz planı Kıbrıs Türkleri için ideal bir hal çaresi olmamakla beraber, şimdilik bu planı kabul etmiş bulunuyoruz. Zira Türk ve Rum toplumları için ayrı meclisler öngören bu plan” diyerek, planın adeta bir taksim unsuru ihtiva etmekte oluşuna önem vermişti. 1957 Haziran’ından beri karma belediyelerden çekilmiş bulunan Kıbrıslı Türk üyeler, ilk ayrılıkçı kurum olan ayrı kaza belediyelerini oluşturdular. Osman Türkay, 10 Ekim 1958 tarihli Bozkurt’ta yer alan “Hükümranlığı paylaşırken” başlıklı makalesinde, “1 Ekim 1958 tarihinde yürürlüğe konan İngiliz ortaklaşma planı ile Türkiye de Ada üzerinde hükümran bir devlet sırasına girmiş bulunuyor” diye yazmaktaydı.

İngiltere’nin yeni NATO planını her ne pahasına olursa olsun uygulama kararı alması üzerine Rum toplumu lideri Başpiskopos Makarios ile Yunan hükümeti Kıbrıs’a bağımsızlık verilmesi önerisini kabul ettiler. 16-18 Aralık 1958’de Paris’te yapılan NATO Bakanlar Konseyi toplantısında görüşmeleri sürdürme kararı alan taraflar, 7 hafta sonra Zürih’te bağımsız bir devlet olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması kararına vardılar ve anlaşma 19 Şubat 1959’da Londra’da imzalandı. (M.Yüksel, Emperyalizmin taksim planları ve Kıbrıs Cumhuriyeti, İlke, Nisan 1975, s.68-69)

16 Ağustos 1960’da ayrı, bağımsız bir devlet olarak ilan edilen Kıbrıs Cumhuriyeti devleti, ada nüfusunun %18’ini oluşturan Kıbrıslı Türklere yönetimde %30, nüfusun %82’sini oluşturan Kıbrıslı Rumlara da %70’lik bir temsiliyet hakkı veriyordu. Anayasa ile kurulan düzen, ada toprakları üzerinde asker bulunduran üç NATO ülkesi olan Türkiye ile Yunanistan ve askeri üslerine çekilmiş olan İngiltere tarafından garanti edilmekteydi, 1963 yılı sonuna kadar ağır-aksak sürdürülmeye çalışılan bu düzenden memnun olmayan Kıbrıs Rum liderliği, enosisi hedefleyen Akritas Planını, Kıbrıs Türk liderliği de adada taksimin gerçekleştirilmesi ve ayrı bir Türk devletinin kurulmasını hedefleyen Geçici Merhale Planını (tam metin için Bak Glafkos Clerides, Cyprus: My deposition Vol.1, Nicosia 1989, s.466-472, 203-207) uygulamaya koydular. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamı için yayın yapıp Kıbrıs Türk toplumunu demokratik bir çizgide örgütlemeye çalışan haftalık Cumhuriyet gazetesi yazarları Ahmet Muzaffer Gürkan ile Ayhan Hikmet’in, 23 Nisan 1962 gecesi yeraltı örgütü elemanlarınca öldürülmesi, bu dönemin en ilginç gelişmesiydi. Aynı günkü gazetede çıkan ve ‘“Türk ve Rum toplumlarını birbirine düşürmek için planlar düzenleyen tedhişçi ve tahrikçilerin elebaşısının yüzündeki maskenin indirileceğinin yakın olduğunun belirtildiği yazıda, Bayraktar Camisine bomba koyanlar hakkında bilgisi olanların Tahkikat Komisyonlarına hiç çekinmeden gidip bilgi vermeleri” istenmekteydi.

Kıbrıs Türk liderliğinin politikasını eleştirenlere karşı yöneltilen bu ikinci terör dalgası, toplum içindeki demokratik unsurların sindirilmesiyle sonuçlanmıştı. Üçüncü terör dalgasında ise, Türk ve Rum dostluğunun simgesi haline gelen AKEL MK üyesi Kıbrıslı Türk sendikacı Derviş Ali Kavazoğlu ile sendikacı Rum arkadaşı Kostas Mişaulis 11 Nisan 1965 günü öldürülerek estirildi. Adları buraya yazılamamış daha onlarca demokrat Kıbrıslı Türk, Kıbrıs Türk liderliği ve TMT’nin görüşleriyle uyuşmadıkları gerekçesiy1e tehdit ve baskılara maruz kalmış ve ya adayı terkederek hayatlarını kurtarmışlar veya sindirilerek etkisiz hale getirilmişlerdir.

Fuat Veziroğlu TMT’nin 32. kuruluş yıldönümüyle ilgili olarak yazdığı bir makalede şöyle demektedir: “TMT mücadelesinin zaferle taçlandırıldığı 20 Temmuz’un üzerinden 16 yıl (geçmiştir)... Bugünü anlamak için gerilere doğru 32 yıl uzanmak gerek. 1958’leri yaşamak gerek. TMTyi tanımak ve bilmek gerek. 20 Temmuz gökten zembille ya da paraşütle inmiş değildir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de öyle... Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, TMT’nin 1958’lerde toprağa sürdüğü tohumdur.” (Kıbrıs, 1 Ağustos 1990)

Aynı yazar,  1990 yılı sonlarında Türkiye’deki Genel Kurmay Başkanlığı bünyesinde bir kuruluş olan Özel Harp Dairesi’nin Kıbrıs konusunda suçlanması üzerine kaleme aldığı bir başka yazıda, 1958 yılında, o zamanki adıyla Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) diye bilinen bu kuruluştan haberdar olduğunu belirterek, şunları söylemiştir: “Bu satırların yazarı, bugünü aşamada bile, bütün bildiklerini açıklama lüksüne sahip değildir. Şu kadarını vurgulamakla yetinelim ki, Türk devleti ve Türk Genel Kurmayı Türk ulusunun yüce çıkarları neyi gerekli kılıyorsa, 1958’lerden beri Kıbrıs konusunda onu yaptı... Kıbrıs tarihinde iki “zaman” çok önemlidir.  Biri 21 Aralık 1963. Diğeri 20 Temmuz 1974... STK’nın sağladığı olanaklarladır ki, Kıbrıs Türkü direndi ve 20 Temmuz 1974’e ulaştık. 20 Temmuz ise, 21 Aralık’ın ürünüdür...Keşke daha fazlasını yazabilseydim.” (Kıbrıs, 27 Kasım 1990)

TC Genel Kurmay Başkanlığı Harekat Başkanı Korgeneral Doğan Beyazıt da 3 Aralık 1990 günü yaptığı bir açıklamada, “Özel Harb’in düşman işgali altında kalan bölgede gerilla yeraltı ve kurtarma-kaçırma” çalışmaları olduğunu belirtmiş, Özel Harp Dairesi Başkanı Tuğgeneral Kemal Yavuz da Adnan Menderes zamanında 27 Eylül 1952’de Milli Savunma Yüksek Kurulu kararıyla kurulduğunu açıklayarak, bugüne kadar görev aldığı alanları sayarken 1963 ile 1974 yılları arasında Kıbrıs’taki mukavemet hareketinin örgütlenmesini de saymıştır. (Cumhuriyet, 4 Aralık 1990)

Görüldüğü gibi Türk Mukavemet Teşkilatı’nın Kıbrıs sorununun Türk milli politikası olan taksim doğrultusunda çözümlenmesi için yürütülmekte olan çabalar, henüz tam anlamıyla açıklanmamış olan karmaşık ve gizli-askeri odaklara kadar uzanmaktadır. 1964 yılında Erenköy’de bulunduğu sırada, oradaki öğrencilere kendisinin Türkiye Genel Kurmayı’na bağlı olduğunu söylemiş olan Kıbrıs Türk lideri Rauf Denktaş’ın Kıbrıs sorunundaki belirleyici rolü, 1958’den beri önemini korumaktadır. “13 Şubat 1975’de KTFD’nin kurulmasını müteakip TMT’nin temelleri üzerine 7 Ağustos 1976’da Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı kurulmuş ve TMT, görevini yerine getirmenin engin huzur ve mutluluğu içerisinde tarihe mal olmuştur” denmesine rağmen (Halkın Sesi, 1 Ağustos 1991, Toplumsal Direniş Savaşımının Öyküsü) eski TMT’cilerin etkinliği Kıbrıs Türk Toplumu içinde egemen olmaya devam etmektedir.

 

(İlk defa, Türkiye’de yüksek öğrenim gören Kıbrıslı Türk öğrencilerin oluşturduğu Üniversite Temsilciler Konseyi (ÜTK) tarafından Lefkoşa’daki AKM’de düzenlenen TMT konulu bir toplantıda okunan bu çalışma, daha sonra haftalık Yeni Çağ gazetesinde dizi yazı halinde yayımlandı: 20 ve 27 Şubat, 6, 13 ve 20 Mart 1995, Sayı: 216-220. Ayrıca şu kitaplarıma da alındı: Kıbrıs nereye gidiyor?, Everest Yayınları, İstanbul 2002, s.121-140, TMT’nin Kurbanları, Lefkoşa 2008, s.7-23, Rumcası için bkz. To Vathi Kratos : Turkia, Ellada, Kipros, Alfadi, Lefkosia 2004, s.125-145, Almancası için bkz. Thetis, Mannheimer Beitraege zur Klassischen Archaeologie und Geschichte Griechenlands und Zyperns, Band:5/6, Mannheim 1999, s.511-518)

 

22 Nisan 2014 Salı

DAVANIN BASINDAKİ YANKILARI


Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi- AİHM Türkiye'yi Bir Kez Daha Kıbrıs'ta İnsan Hakların İhlalden Suçlu Buldu

Lefkoşa, 21 Şubat (KHA)-Kıbrıslı Türk Doktor Ahmet Cavit An, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumlar arasında düzenlenen ve Kıbrıs'ın özgür bölgesinde yer alan iki toplumlu etkinliğe katılmak için özgür bölgeye geçişinin Türk makamları tarafından engellenmesi üzerine Türkiye hükümeti aleyhinde AİMH'de açtığı davayı kazandı.
AİHM, Türkiye ve Kıbrıs Türk makamlarının Doktor Ahmet Cavit An'a Hükümet kontrolündeki bölgeye geçişini engellemelerinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin örgütlenme ve toplantı özgürlüğüyle ilgili maddesini ihlal ettiğine karar vererek, Türkiye'yi Ahmet Cavit An'a 15 bin Euro manevi tazminat, 4 bin 715 Euro da masraflar olmak üzere toplam 19 bin 715 Euro ödemekle cezalandırdı.
AİHM, An'ın 1992 yılında açtığı davayla ilgili olarak dün açıkladığı kararında işgal ettiği bölgede olanlardan sorumlu olmadığı yolunda Türkiye'nin ileri sürdüğü iddiaları da ret etti. Mahkeme, Kuzey Kıbrıs'ta çok sayıda askerin görev yapmakta olmasının bölgenin Türkiye'nin etkili kontrolü altında bulunduğunun bir göstergesi olduğunu vurguladı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ayrıca Türkiye'nin söz konusu olayla ilgili olarak yerel tüm hukuk yollarının denenmediği iddialarının da kabul edilebilir bir mazeret olamayacağı hükmüne vardı.
KHA/EM/HG/2003
Kıbrıs Haber Ajansı

Yeni Düzen, 22.2.03
Güney Kıbrıs’a geçişlerdeki ‘keyfi engellemelerin’ sonu!..
Becerdiniz!

Bir Kıbrıslı Türk doktor, Türkiye’ye karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava kazandı.
Güney Kıbrıs’a geçişi keyfi şekilde engellendiği için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne
başvuran Kıbrıslı Türk Ahmet Cavit An, davayı kazandı.
AİHM’nin gerekçeli kararında “Ankara’nın KKTC üzerinde mutlak kontrolü var” görüşü savunuldu.
Mahkeme, Türkiye’nin Ahmet Cavit An’a 15 bin Euro manevi tazminat, 4 bin 715 Euro da masraflar olmak üzere toplam 19 bin 715 Euro ödenmesini kararlaştırdı
AİHM, bir pediyatr olan An’ın 1992 yılında açtığı davada dün kararını açıkladı ve Kıbrıs Türk makamlarının An’a Kıbrıslı Rumlarla gösteri yapma izni vermemesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin örgütlenme özgürlüğü maddesine aykırı olduğuna hükmetti
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Güney Kıbrıs’a geçişinin keyfi olarak engellenmesi nedeniyle Kıbrıslı Türk Ahmet Cavit An tarafından açılan davayı karara bağladı. Mahkeme, Türkiye’yi suçlu buldu ve Ahmet Cavit An’a 15 bin Euro manevitazminat, 4 bin 715 Euro da masraflar olmak üzere toplam 19 bin 715 Euro ödenmesini kararlaştırdı. AİHM, bir pediyatr olan An’ın 1992 yılında açtığı davada dün kararını açıkladı ve Kıbrıs Türk makamlarının An’a Kıbrıslı Rumlarla gösteri yapma izni vermemesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin örgütlenme özgürlüğü maddesine aykırı olduğuna hükmetti.
AİHM, Ankara’nın Strasbourg’da An’a karşı sunduğu savunmada, davacının tüm başvuru haklarını kullanmadığına ilişkin tezini kanıtlayamadığı gerekçesiyle, Sözleşmenin etkili başvuru hakkıyla ilgili maddesinin de ihlal edildiğinde karar kıldı. Mahkeme bu davada Türkiye’yi Ahmet Cavit An’a 15 bin Euro manevi tazminat, 4 bin 715 Euro da masraflar olmak üzere toplam 19 bin 715 Euro ödemekle cezalandırdı.
Mahkemenin gerekçeli kararında, “adanın kuzeyinde çok sayıda Türk askeri bulunduğundan, Ankara’nın Kuzey Kıbrıs’ta etkin bir kontrol sahibi olduğu” ve bu nedenle “KKTC’nin eylem ve politikalarının Türkiye’nin doğrudan sorumluluğu altında” olduğu belirtiliyor.
Kararda, davacıya Kıbrıslı Türk ve Rumlar arasında ortak barışçıl gösteriler yapmak amacıyla adayı ikiye ayıran tampon bölgeye geçişinin engellenmesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin örgütlenme ve toplantı özgürlüğüyle ilgili maddesine aykırı olduğu da vurgulanıyor.
AİHM kayıtlarında davacı Ahmet Cavit An, 1989’da Lefkoşa’da kurulan ancak resmen kayıtlı olmayan “Federal ve Bağımsız Kıbrıs Devleti İçin Hareket” adlı derneğin koordinatörü olarak tanımlanıyor. 8 Mart 1992 ile 14 Nisan 1998 arasında tampon bölgede gösteri yapmak için yapılan 46 başvurudan sadece 6’sına izin verildiği, ancak An tarafından yapılan hiçbir başvurunun olumlu sonuçlanmadığı belirtiliyor.



22 Şubat 2003, Cumartesi
Mehmet Altan ( www.gazetem.net )

Manşetlik bir haber daha...
Dünkü gazetelerden sadece Milliyet’te, onun da 18.sayfasında yer alan çok önemli bir haber vardı. Düpedüz manşetlik bir haberdi.
Bir KKTC vatandaşı Türk Ordusu’nun da işgalci olduğunu öne sürerek, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne Kıbrıs’taki Yeşil Hat’tan diğer kesime geçemediğini söyleyerek dava açmış ve mahkeme, Rum ilişkilerini geliştirmek ve federal bir Kıbrıs için çaba sarf eden bir derneğin koordinatörü olan davacı KKTC vatandaşına, Türkiye’nin 20 bin Euro’ya yakın bir tazminat ödemesine karar vermiş. Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 11. ve 13. maddesinden mahkum etmiş.
Davanın en önemli yanı Türkiye’nin Kıbrıs tezlerinin temelinden geçersiz kılınması. Türkiye, KKTC’nin egemen bir devlet olduğunu ileri sürüyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ise, KKTC’yi Türkiye’nin yönetip yönlendirdiği inancında.
Daha önce kuzeydeki mülkünün Türkler tarafından gasp edildiğini öne süren Loizidou adlı bir kadının davası da aynı şekilde sonuçlanmıştı. Denktaş, Annan planını kabul etmemekte direnirse bunun maliyetinin çok artacağı anlaşılıyor. Bu manşetlik haber, bütün Türkiye ve KKTC için çok uyarıcı bir anlam taşıyor. Medyanın böylesine hayati bir haberi neden görmediği ise pek anlaşılır gibi değil.


AİHM'den emsal Kıbrıs kararı
23 Şubat 2003 Pazar
Ahmet Cavit An'ın açtığı davada AİHM, 'Türk makamlarının iki toplum arasında barışın sağlanmasına engel oluşturduğu' yargısına vardı

BRÜKSEL - 1992-1998 tarihleri arasında Kıbrıslı Türklerle Güneyli Rumlar arasında siyasi, sosyal ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi için Güney Kıbrıs ve Yeşil Hat'a gitmesine izin verilmeyen Ahmet Cavit An'ın Türkiye aleyhine AİHM'de açtığı dava sonuçlandı.

AİHM, Türkiye'nin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) örgütlenme hakkını kapsayan 11'inci maddesi ve hakların yasal yollardan aranmasını düzenleyen 13'üncü maddesini ihlal ettiğini hükme bağladı. Türkiye ayrıca, An'a, 15 bin Euro'luk manevi tazminatın yanı sıra 4 bin 715 Euro'luk mahkeme masraflarını da ödeyecek. Karar, benzeri başvurulara emsal oluşturacak.

Gerekçeli kararda, Türk makamlarının An'ın 8 Mart 1992-14 Nisan 1998 tarihleri arasında, Güney Kıbrıs ve Yeşil Hat'ta iki toplumlu toplantılara katılmasının engellendiği belirtildi. 1989'da Kıbrıslı Rum ve Türkler tarafından kurulan, Ahmet Cavit An'ın koordinatörlüğünü yaptığı, "Bağımsız ve Federal Kıbrıs Hareketi" adlı örgütün, iki toplum arasında siyasi, kültürel ve sosyal ilişkilerin geliştirilmesini hedeflediği kaydedilen kararda, An'ın toplantılarla Kuzey ve Güney Kıbrıslılar arasında diyaloğu arttırmayı amaçladığına dikkat çekildi. An'ın toplantılara katılmasının reddedilmesinin, iki toplum arasında barışın sağlanmasına engel oluşturduğu vurgulandı.

Sadece altı toplantıya izin
AİHM, Türk makamlarının, An'ın 1992-98 arasında Güney Kıbrıs'ta yapılan, iki toplum temsilcilerinin bir araya geldiği 46 toplantıdan sadece altısına katılmasına hoşgörü gösterdiklerini belirterek, An'ın Kıbrıs'taki BM barış gücü ve BM Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin düzenlediği iki toplumlu toplantılara katılmasının da engellendiğini kaydetti.

 
 
Ahmet Cavit An AİHM Türkiye'yi Tazminat Ödemeye Mahkum Eden Kararını Değerlendirdi

 
Lefkoşa, 24 Şubat (KHA)-Kıbrıslı Türk Doktor Ahmet Cavit An, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumlar arasında düzenlenen iki toplumlu etkinliğe katılmak için özgür bölgeye geçişinin Türk işgal makamlarınca engellenmesi üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) Türkiye hükümeti aleyhinde açtığı davayı kazanmasının ardından KHA'nın sorularını yanıtladı.

Ahmet Cavit An KHA'na verdiği demeçte, Kıbrıslı Rum fikir arkadaşlarımla birlikte, Kıbrıs'ın bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğü için mücadeleye devam edeceğini belirterek AİHM'nin verdiği karardan duyduğu memnuniyeti dile getirdi.

Cavit An, onbir yıllık sabırlı bir bekleyişin ardından bu kararın çıkmış olmasını büyük bir memnuniyetle karşıladığını belirterek, "geç de olsa, şikayetimin haklı olduğunun AİHM tarafından onaylanması, işgal rejiminin kararlarının keyfiliğini ve hukuk dışılığını kanıtlamıştır" dedi.

"İlerleyen süreç içerisinde Denktaş rejimine karşı yeniden herhangi bir dava açmayı düşünüyor musunuz?" sorusuna karşılık Cavit An, "ihtiyaç duyulursa neden olmasın? En yakın arkadaşım ve hareketimizin aktif üyelerinden Kutlu Adalı'nın öldürülmesinin sorumlularının AİHM tarafından bir an önce cezalandırılmasını diliyorum," dedi.

AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin örgütlenme ve toplantı özgürlüğüyle ilgili maddesini ihlal ettiğine karar vererek, Türkiye'yi Ahmet Cavit An'a 15 bin Euro manevi tazminat, 4 bin 715 Euro da masraflar olmak üzere toplam 19 bin 715 Euro ödemeye mahkum etmişti.  KHA/EM/HG/2003
 
14 Mart 2003 tarihli Rumca Periodiko dergisinde (ve Türkçesi de 3 Mart 2003 tarihli Afrika gazetesinde) çıkan Ahmet An’la yapılan söyleşinin tam metni aşağıdadır:
1. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurma nedeniniz neydi?
Kendi ülkemde toplanma ve seyahat özgürlüğümün keyfi olarak kısıtlanmasıydı. Bildiğiniz gibi, ilerici Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar olarak, 24 Eylül 1989 tarihinde Lefkoşa’da “Bağımsız ve Federal Kıbrıs için Temas Grubu”nu oluşturmuştuk. Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs Türk yeraltı örgütü TMT’nin 1958’deki terör dalgasından sonra ilk defa bir örgütte biraraya geliyordu. Temel ilkelerimizi ve görüşlerimizi duyurduk ve sonra da, “Kıbrıs’ta federalizm” konusu üzerine hazırlanmış olan her iki taraftan yazılı bildirileri tartışmak üzere buluştuk. “Bağımsız Kıbrıs” konusunu inceleyecek zamanımız olmadı ve Ledra Palace’ta ancak üç defa toplanabildik. Birçok siyasal, kültürel, tıbbi ve sosyal toplantı düzenledik. Örneğin Kıbrıslı Türk muhalif liderleri, 1974’den sonra ilk defa Kıbrıslı Rum dinleyiciler önünde konuşmaları için Mağusa Kapısı Kültür Merkezi’ne davet ettik.
Kıbrıs Türk liderliği, gerçek federal sistemin ilkeleri hakkında kamuoyunu aydınlatma çalışmalarımıza karşıydı. Bildiğiniz gibi Kıbrıs Türk liderliği, Kıbrıs Türk toplumuna taksim fikrinin aşılandığı 1958’den beri, Kıbrıs’ta yaşayan iki ana toplum, yani Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar arasında dostluk fikrine karşı olagelmiştir.
6 Mayıs 1991’de Temas Grubu Hareketimizden 4 kişilik bir heyet, resmi olarak geçiş izinlerini veren sorumlu dairenin bağlı olduğu Dışişleri Bakanı Sayın Atakol’u ziyaret etti. Bakan bize, Kıbrıslı Rum   yurttaşlarımızla her buluştuğumuzda, Kıbrıs Rum basınının bizim, “işgal altındaki bölge”den geldiğimizi yazdığını ve bizim de “işgal” altında yaşamadığımıza dair birşey söylemediğimizi ifade etti. Ben, Atakol’a Hareketin Kıbrıslı Türk koordinatörü olarak “işgal” değerlendirmesini, Kıbrıs’ta bir gerçek olarak kabul ettiğimi söyledim. Biz Bakanlık’tan ayrıldıktan sonra, Sayın Atakol, bu olayı Sayın Denktaş’a rapor etti ve o da. “Türk Barış Kuvvetleri”nin komutanına bir mektup yazarak, bana ve o ziyarette bana eşlik eden diğer üç kişiye asla geçiş izni verilmemesini bildirdi.
Yine 1991’in Mayıs ayı içinde Bağımsız ve Federal Kıbrıs için Temas Grubu Hareketi’nin Kıbrıslı Türkler Komitesi, Strazburg’daki Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu’na, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “Kıbrıs Türk makamları” aleyhine bir şikayette bulunma kararı aldı. Bu başvuru, Kıbrıs Türk liderliğini öfkelendirdi ve basında bize karşı tepki koydu. Komisyon, Kıbrıs hükümetinin “Sözleşme’nin 1. maddesine göre, Kıbrıs’ın kuzeyindeki Kıbrıs Türk makamlarının eylemlerinden sorumlu tutulamayacağı”na karar verdi ve başvurumuzu kabul edilemez bulduğunu açıkladı. (No.18270/92, Ahmet Cavit An ve diğerleri, Kıbrıs’a karşı, 8 Aralık 1991)
3 Şubat 1992 tarihli ve “KKTC Sağlık Bakanlığı”ndan aldığım bir mektupta, “KKTC” Bakanlar Kurulu tarafından alınmış ve benim Kıbrıslı Rumlarla temasımı yasaklayan bir kararın bulunduğu bana bildirildi. 7 Mayıs 1992’de, “KKTC” Başbakanı’na bir mektup yazarak, yukarıda sözü edilen mektuptaki Bakanlar Kurulu kararının içeriği hakkında bana bilgi verilmesini talep ettim. Ama hiçbir yanıt almadım. 29 Mayıs 1992’de Türkiye Dışişleri Bakanlığına bir protesto mektubu gönderdim, o da yanıtsız kaldı. 18 Mayıs 1994’de “KKTC Dışişleri ve Savunma Bakanlığı, Konsolosluk ve Azınlık İşleri Dairesi”nden aldığım bir mektupta, 19 Nisan 1994 tarihli izin talebinin bana verilmeme gerekçesi olarak, “Güney’de bulunduğum zaman “devlet aleyhinde propaganda yaptığım” için “güvenlik nedenleri ve kamu yararı” gerekçesiyle bana izin verilmediği bildirildi.
24 Eylül 1989 ile 8 Eylül 1992 tarihleri arasında, ben, hem kendi adıma, hem de Hareket’in Kıbrıslı Türk üyeleri adına, Dışişleri Bakanlığı’na 87 defa başvurarak, “Yeşil Hat”tı geçip Ledra Palace’a veya Lefkoşa’nın Kıbrıs Rum kesimine geçmek için izin istedim. Sadece 15 defa olumlu yanıt alabildim. Reddedilen başvurular arasında, Mayıs 1992’de Lefkoşa Uluslararası Havaalanı’nda BM Barış Gücü tarafından düzenlenen “Bahar Şenliği” ve Haziran 1992’de BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin örgütlediği iki toplumlu tıbbi seminere katılmam da vardı. Ayrıca, Mayıs 1992’de, aynı makamlar, Hareketimiz tarafından Lefkoşa’nın kuzeyinde düzenlenen bir toplantıya Kıbrıslı Rumların katılması için izin vermeyi reddetti. Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu’na bu durumları şikayet etmek için bir yol bulmaktan başka bir şansım kalmamıştı.    
 
2. Neden bir Kıbrıslı Rum avukata gitmeye karar verdiniz?
Kıbrıs Rum toplumundaki gelişmeleri kitle iletişim araçlarından her gün izlediğim için, Kıbrıs’taki İnsan Haklarının Korunması için Uluslararası Dernek adlı kuruluşa bir mektup yazarak, yardım istemeye karar verdim. Şikayetimi Starzburg’a iletmeme yardımcı oldular ve ikinci davamın avukatı olan İngiltere’den Prof.Malcolm Shaw’u buldular. Bu tür konulara ilgi göstermediklerinden ve Türkiye’ye karşı bir dava açmaya cesaret edebilen bir Kıbrıslı Türk avukat bulamadım. İlk davadaki Kıbrıslı Türk avukatımız, kendisinin, üyesi olduğu Lefkoşa Baro Konseyi’nden gelen mesleki ve psikolojik baskı altında bulunduğunu bana söylemişti. Tek oyla (4’e karşı 3 oyla) Baro’nun Disiplin Kurulu tarafından cezalandırılmaktan kurtulmuştu. 
 
 3. Mahkeme kararından önce ve sonra yaşamınız nasıl etkilendi?
Herhangi bir değişiklik olmadı. Kıbrıs Türk makamlarından, Lefkoşa’nın Rum kesimine geçmek ve orada Kıbrıslı Rum yurttaşlarımla buluşmak için yakında bir izin isteyerek, onların izin verip vermeyeceklerini deneyeceğim. 
Mahkemenin kararını beklediğim yıllar içinde de, Kıbrıs’ın tarihi ile ilgili araştırmalarıma devam ettim ve Kıbrıs ve Kıbrıslı Türklerin tarihi üzerine 9 tane kitap yayımladım. Kitaplarımdan birinin yayımlanması için “KKTC” Eğitim Bakanlığı’nın Kültür Dairesi onay vermişti. Bu, 1900’e kadar doğmuş olan 160’dan fazla Kıbrıslı Türk şahsiyetin yaşamöyküleri ve Kıbrıslı Türklerin günlük yaşamlarına ilişkin bir derlemeydi. Herhangi bir gerekçe göstermeden iki yıl beklettiler. Uzun bir bekleyişten sonra, süreci hızlandırarak, Bütçe Dairesi’nden kitabın basımı için gerekli olan parayı şahsen ben buldum, ama Eğitim Bakanlığının belgeleri imzalamasını sağlayamadım. KKTC’nin kitap yayımlaması için gerekli olan parayı ve izni verenin Türkiye olduğunu öğrendim. Dolaylı olarak bana söylenen, Strazburg’ta Türkiye aleyhine yaptığım şikayeti geri çektiğim takdirde, KKTC makamlarının kitabımı basabileceği ve istediğim zaman Yeşil Hat’tın öte yanına geçebileceğimdi. Tabii ki bu ahlaksızca öneriyi reddettim. 500 sayfalık kitabımı sonunda ancak Temmuz 2002’de özel kesimden bir sponsörün yardımıyla yayımlayabildim.
Özel kesimde hekimlik yaparak yaşamımı idame ettirmem mümkün olmadığı için, 1999’da Mahkeme’den hukuki yardım talep etmiştim. “KKTC” Vergi Dairesi, asgari ücretten daha fazla kazancım olmadığı halde, 1999 için geçen yıl benden vergi tahsil etti.
     
4. Avrupa Mahkemesinin kararını öğrendiğiniz zaman neler hissettiniz?
Uluslararası bir mahkemenin, sonunda, benim ayrımcılığa tabi tutulduğum ve toplanma özgürlüğüm ile etkin çare bulma hakkımın ihlal edildiğine karar vermesine çok sevindim.
 
5. Bu kararı nasıl değerlendirmektesiniz?
Bayan Loizidu’nun davasında olduğu gibi çok önemli bir karardır. AİHM şöyle demiştir: “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini imzalayan ülkelerin, kendilerine ait toprakların dışında da etkiler yaratan makamların eylem ve ihmallerinden sorumlu tutulabileceklerini anımsatmıştır. Böylesi sorumluluk, söz konusu olan devlet, askeri bir eylem sonucu, kendi ulusal toprağı dışındaki bir bölgeyi etkin denetimi altında tutuyorsa da söz konusu olabilir. Böylesi bir bölgede, Sözleşmede konan hak ve özgürlükleri güvence altına alma yükümlülüğü, böylesi bir denetimin, doğrudan doğruya kendi silahlı kuvvetleri aracılığı ile veya kendisine tabi olan yerel bir yönetim tarafından yapılmasına bakılmaksızın söz konusudur.”
Uluslararası organ, şikayet edilen hususların, Türkiye’nin “yargı" yetkisi”ne girmediğine ilişkin Türk iddialarını kabul etmeyerek, “KKTC”nin “Türkiye’ye tabi yerel bir yönetim” olduğunu bir defa daha vurgulamıştır.
 
6. Bu başarıya ilişkin olarak toplumunuzun tepkisi ne olmuştur?
Yeniden birleşmiş bir Kıbrıs Cumhuriyeti için mücadele edenler için, büyük bir umut ve cesaret vermiştir. Ama, karar, adalet ve kalıcı barışa giden yolu engelleyenler ve etnik ayrımın devamı için ellerinden geleni yapanlar için de, bir tokat etkisi yapmıştır.
 
7. Sıradan insanlar nasıl tepki vermiştir ve siyasilerin bu karara ve size karşı tepkileri nasıl olmuştur?
Sıradan insanlar ve kendi arkadaşlarım, medeni cesaretimi takdir edip, beni şahsen kutladılar. Sözümona ilerici Kıbrıslı Türk politikacılardan herhangi bir tepki veya telefon almadım! Sadece Afrika gazetesinin sütun yazarları, Mahkeme’nin kararından hemen sonra yazılar yazdılar. Bazı başka Kıbrıs Türk gazeteleri de sadece haberi verdiler.
 
8. Sayın Denktaş ile şimdiye kadar hiç karşılaştınız ve kendi görüş ve inançlarınızı onunla tartıştınız mı?
Onunla herhangi bir siyasal tartışma yapmadım. Onun Kıbrıs’ı taksim etme politikasının, Kıbrıslılar için sadece felaket ve acı getirdiğine ilişkin olarak onu ikna etmeye çabalamak boşunadır. Bir defasında bir konferansında ona, politikada herhangi bir hata yapıp yapmadığını sormuştum. Aralık 1963 olaylarından hemen sonra ayrı bir devlet ilan edilmemesinin hata olduğu şeklinde bir yanıt vermişti!
 
9. Bugün Kıbrıs Türk toplumunun durumu nasıldır?
Tamamiyle bir karmaşa yaşanmakta olduğunu söylemeliyim. Statüko dışında herhangi bir çözüm, Kıbrıs Türk halkının çoğunluğu tarafından kabul edilecektir. O nedenle, binlercesinin, erken bir çözüm, AB üyeliği ve barış için gösteriler yapması bundandır.
 
10. Size göre, Kıbrıs Türk halkının en büyük sorunu nedir?
Bugün Kıbrıslı Türklerin en büyük sorunu, sayılarının gittikçe azalmasıdır. Türkiye’den her yıl daha fazla sayıda gelmekte olan yerleşikler yüzünden, işgal altındaki bölgede basit bir azınlık durumuna gelmiş bulunuyoruz. Kendilerine seçimlerde oy kullanma hakkı verildiğine göre, sonuçlar artık yerli Kıbrıslı Türklerin iradesini yansıtmamaktadır. En erken bir zamanda, Avrupa Konseyi’nin Nüfus, Göç ve Göçmen Komitesi’nin denetimi altında güvenilir bir nüfus sayımı yapılmalıdır.  
 
11. Kıbrıs’ın birleşmesi için 1 numaralı düşmanın kim olduğunu düşünüyorsunuz?
Belki de “Denktaş Bey” yanıtını vermemi istiyorsunuz. Ama ben soruna daha geniş bir perspektiften bakmak istiyorum. ABD ve onun gizli servisleri-Super NATO-, 1956’dan beri adamızın taksimini planlayıp, teşvik edenler olagelmiştir. Onların aleti olanlar, hem Türkiye’de, hem Yunanistan’da, hem de Kıbrıs’ta, Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk toplumları  içinde aktif  durumdadırlar.
 
12. Avrupa Mahkemesi kararından sonra tekrar “Güney”e geçmeyi düşünecek misiniz?
En erken bir zamanda ve belki de iki gün öncesinden, bir Kıbrıs Rum örgütünden bir davetiye mektubu ile birlikte başvuru yapmadan. Kıbrıs’ta İnsan Haklarının Korunması için Uluslararası Dernek’in Başkanı olan Sayın Chris Clerides, yakın bir gelecekte beni bir toplantı için davet etmeyi planlamaktadır. Ayrıca üyesi olduğum Yeni Kıbrıs Derneği, Kıbrıs Yazarlar Birliği gibi diğer Kıbrıslı örgütler de beni toplantılar için davet edeceklerdir. 
 
13. Böylesi bir durumda Denktaş rejiminin nasıl davranacağına ilişkin herhangi bir işaret var mıdır?
Bekleyip göreceğiz. Örneğin, yakın geçmişte, üyesi olduğum Yeni Kıbrıs Derneği’nin yıllık toplantısı için izin alamadım, ama Ekim 2002 sonunda, Intercollege’de yapılan bir uluslararası konferansa katılmam için BM Barış Gücü’nün yardımıyla izin almıştım.
. 
14. Kıbrıslı Rumların ve Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs için kişi olarak daha fazlasını yapabileceklerine inanıyor musunuz?
Tabii ki. Ledra Palace’daki herkese açık toplantılarda ve Pile’de yapılanlarda fazla katkıda bulunulmuştur ve çok iyi sonuçlar vardır. Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar ada dışında  ve bir utanç duvarı olan ateş hattına rağmen iyi dostluklar kurabildiklerine göre, neden burada da bütün engeller ve kısıtlamalar kaldırılarak özgürce buluşmalarına izin verilmemektedir? BM Barış Gücü, ara bir dönem için bu konuda bir sorumluluk alabilir.
 
15. Kıbrıs’ın geleceği için iyimser misiniz? Kıbrıs’ın geleceği için ne öngörmektesiniz?
İyimser olmak istiyorum, ama vereceğimiz uzun bir mücadele vardır. Önce dış müdahalelerden uzak olmalıyız. Herhangi bir ayrımcılık olmadan bütün etnik kökenlerden gelen Kıbrıslılar arasında dostluk ve işbirliğinin gelişmesine yardımcı olacak olan demokratik, federal bir Kıbrıs devletini ve çok kültürlü toplumu hep birlikte kurmak zorundayız. Çok etnili siyasal partiler olmadan, Kıbrıs’ta milliyetçiliği yenmeyi başaramayacağız ve kalıcı bir barış olmayacaktır. Sorun, hangi sınıf güçlerinin gelecekte iktidarda olacağıdır.
Aşağıda “1990-Uluslararası Komünist Meseleler Yıllığı”nda yer alan (CIA’ye ait) bir değerlendirmeye bakalım: “AKEL’in Kıbrıs Türk toplumu içinde yasaklanmış olmasına karşın, parti, Kıbrıslı Rumlar arasında eleştiriye neden olacağından aktif olmamayı tercih etmiştir... Kıbrıs’ın kuzeyi ve güneyi eğer bir gün yeniden “federal bir cumhuriyet”te birleşirse, iki toplumun sol kanat partilerinin seçmen gücünün birlikte, başkanlık seçimlerindeki oyların çoğunluğunu oluşturabileceği düşünülebilir.” (T.W.Adams tarafından kaleme alınmış olan Kıbrıs bölümü, s.608) O nedenle Kıbrıslılar arasında ayrılık ve taksim zorunlu olmaktadır. Gadalaves? (Anladın mı?)
 
Dr. Cavit AİHM’ye mektup gönderdi.
2003-09-24 | Simerini |

Kıbrıs Türkü Dr. Ahmet Cavit AİHM'ye bir mektup gönderdi. Mektubunda Ankara'nın kendisine ödemek ile yükümlü olduğu para cezasının Kuzey tarafından ödendiğini, Kuzey'in Türkiye yönetiminin bir uzantısı olduğunu ifade etti. Türkiye Cumhuriyeti AİHM'nin aldığı bir karar uyarınca Dr. Ahmet Cavit'e özgür bölgelere geçme hakkını elinden aldığı için 20 bin lira tazminat ödemeye mahkum edilmişti. Söz konusu ceza Kuzey kısmı tarafından Dr. Cavit'in banka hesabına yatırıldı.

Cavit'in avukatı H. Klerides'in Proto radyosuna yaptığı açıklamaya göre Cavit'e parayı Türk lirası olarak alması için baskı uygulandı.

Klerides söz konusu Dr. Cavit tarafından yollanan mektup sonrası dosyanın artık kapandığını belirtiyor. Söz konusu durumun Kuzey'in tanınması anlamına gelmediğini ya da Türkiye tarafından ödenecek diğer tazminat davaları için örnek teşkil etmeyeceğini belirtiyor.

Hükümet sözcüsü K. Hrisostimidis'den AİHM tarafından Dr. Cavit'e tazminat ödeme cezasına çarptırılan Türkiye'nin Kuzey aracılığı ile söz konusu tazminatı ödeme konusunda yorum yapılması istenince "Kuzey'in bir uydu olarak kabul edildiğini" ve "Türkiye tarafından bir ödeme yapıldığının kabul edilmediğini, Mahkeme tarafından cezaya çarptırılan ve borcu ödemekle yükümlü bulunan merciinin Türkiye olduğunu" ifade etti. Sözlerine bir Kıbrıs Rumu'nun AİHM'ye baş vurduğu ve tazminat kazandığı bir koşulda farklı olacağını ekledi. Hükümet sözcüsü Kuzey tarafının ödediği miktar hakkındaki rakamların tamamen gazete kaynaklarına dayandığını konu hakkında resmi bir malumata sahip olmadıklarını ifade etti.

Loizidu davası ve Loizidu'ya ödenecek tazminatın Kuzey'deki "tazminat komisyonu" tarafından ödenmesi konusunda ise Hrisostimidis yorum yapmak istemediğini ifade etti.

Soruları cevaplarken "tazminat parası Türkiye tarafından ödendiği takdirde, ve bunun da böyle olması doğal çünkü AİHM Türkiye'yi cezalandırdı ve bu Türkiye'nin uydusu 'Kuzey' üzerinden ödendiği durumda herhangi bir sorun yaşanmayacaktır." dedi.

Hrisostimidis Bir Kıbrıs Rum'una ödenecek tazminatta da aynı işlemin geçerli olup olmayacağı konusunda ise "o zaman koşulların farklı" olacağını söyledi.


AİHM, Dr.Ahmet Cavit An davasında Türkiye’nin itirazını reddetti: Tazminat ödenecek

Lefkoşa (Özel):
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Kıbrıslı Türk Dr.Ahmet Cavit An'ın davasıile ilgili olarak Türkiye’nin yaptığı temyiz başvurusunu reddetti. 9 Temmuz 2003 tarihinde toplanan Mahkemenin “Grand Chamber” adlı organı, 20 Şubat 2003’de aldığı kararın son ve kesin olduğunu Türkiye’ye duyurdu. Bu durumda, red tarihi olan 9 Temmuz 2003 tarihinden başlayarak, üç ay içinde, bir başka deyişle 8 Ekim 2003 tarihine kadar, Türkiye’nin toplam 19 bin 714 Euro’luk tazminatı Dr.Ahmet Cavit An ve avukatına ödemesi gerekiyor.

AİHM kurallarına göre, mahkeme kararının açıklanmasından üç ay sonrasına kadar, “Grand Chamber”e başvurularak, karar aleyhine şikayet yapılabiliyor. Ancak davanın yeniden görüşülmesi, sadece“istisnai durumlar”da mümkün olmakta ve 5 yargıçtan oluşan organ, sadece“ciddi” bir neden olması halinde davayı yeniden ele almaktadır. Türkiye’nin, üç aylık bu sürenin dolacağı son günde yaptığı temyiz başvurusu, “Grand Chamber”tarafından görüşülmeye değer bulunmayarak, reddedilmiş bulunuyor.

1989-90 yıllarında faaliyet gösteren iki toplumlu “Bağımsız ve Federal Kıbrıs için Temas Grubu”nun Kıbrıslı Türk koordinatörü olan Dr.Ahmet Cavit An, Kıbrıs’ın Türk askerinin işgali altında bulundurulan bölgesinde örgütlenme özgürlüğünün kısıtlandığı gerekçesiyle, 1992’de Türkiye aleyhine dava açmıştı.

AİHM, 11 yıl sonra verdiği kararda, Kıbrıs Türk makamlarının An'ın örgütlenme özgürlüğüne getirilen kısıtlamaların, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ilgili maddesine aykırı olduğunu onaylamış ve şikayet sahibini haklı bulunmuştu. Mahkeme, bu davada Türkiye'yi, Dr.Ahmet Cavit An'a 15 bin Euro manevi tazminat, 4 bin 714 Euro da masraflar olmak üzere toplam 19 bin 714 Euro ödemekle cezalandırmıştı.


Dr. Ahmet Cavit An, AİHM kararı açıklandıktan sonra ilk kez Yeni Düzen’e konuştu: “İnsan hakkımı kullandım.”


Röportaj: Tayfun Çağra

Avrupa Konseyi Lahey’in hemen ertesi günü “Mayıs 2004’te Türkiye bir AB ülkesinde işgalci olacak” açıklamasını yaparken bunun sadece AB nezdinde geçerli olduğu Dr. Ahmet Cavit An davasının sonuçlanmasında ortaya çıkıyor. Çünkü aslında Avrupa’nın diğer kurumlarında bu “işgalcilik” hali hazırda telaffuz ediliyor. Loizidu davası gibi davalar açılırken ve çözümsüzlük uzadıkça buna benzer davaların arkasının geleceği gözlemlenirken bu varolan kanının bu konular üzerinde oldukça etkili olduğu ortaya çıkıyor.

Dr. Ahmet An da aynı iddiada, yani “1974 yazından beri bir işgal durumunun olduğu” kanısında... Kendi başvurusu AİHM’de kabul edilirken ve bir sonuca bağlanırken varolan bu “işgalci” kanısının önemli rol oynadığı düşüncesinde...

Dr. An, “özgürlüklerinin kısıtlandığı” ve Güney’e geçişinin engellendiği gerekçesiyle AİHM’ye yaptığı başvurunun kabul edilişi ve geçtiğimiz ay da haklı bulunarak lehine karar alınması ile ilgili görüşlerini Yenidüzen’e aktardı. Şunu da eklemek gerek; Dr. An, lehine AİHM kararı açıklandıktan sonra Güney’e geçmek için yaptığı ilk başvurudan sonra bu akşam bir konferans için Güney’e geçiyor. Dr. Ahmet Cavit An’ın AİHM’de görüşülen başvurusu sonuçlanmış ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine göre “örgütlenme özgürlüğünün kısıtlandığı” gerekçesiyle Türkiye’nin Dr. An’a 15 bin euro manevi tazminat, 4 bin 715 euro masraflar olmak üzere toplam 19 bin 715 euro ödenmesini kararlaştırmıştı. Ahmet An’ın Yenidüzen’e yaptığı açıklamaları ilgiyle okuyacağınızı tahmin ediyoruz.     

Soru: Dr. Ahmet An, kamuoyu merak ediyor; nasıl başvuru yapıldı, nereye yapıldı, nasıl bir süreç izlendi diye... Bunların yanıtlarını sizden almak iyi olacak. Karar alındıktan sonra yayınlanan haberde de verildi ancak sizin ağzınızdan AİHM’ye neden başvurduğunuzu öğrenebilir miyiz?

Ahmet An: Başvuru nedenim Güney’de olan bazı toplantılara gerek kendim gerekse daha önce kurduğumuz Bağımsız Federal Kıbrıs İçin Temas Grubu’nun faaliyetlerine yönetimin izin vermemesiydi. Benim başvurumun öncesinde Temas Grubunun yaptığı bir başvuru vardı. O başvuru da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kıbrıs Türk makamları aleyhine yaptığı bir başvuruydu. Fakat Mahkeme aldığı kararda bu konudan Kıbrıs Türk makamlarının sorumlu tutulamayacağını çünkü adanın “işgal” altında tutulan kuzeyinde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin otoritesinin geçerli olmadığı sonucuna varılarak o başvuru sonuçsuz kaldı. Arada geçen süre içinde yine gerek Temas Grubu’nun düzenlediği etkinlikler gerekse benim kişi olarak UNHCR (BM Göçmenlere Yardım Fonu)’ın bazı iki toplumlu projeler için düzenlenen tıbbi toplantılara yaptığım başvurulara izin verilmemesi üzerine bu işin artık siyasi bir engel olarak kalmadığı, artık tıbbi yönden de gelişmeme engel oluyor düşüncesiyle başvurumu yaptım.

Soru: Başvuruyu yaparken nereyi aradınız, telefon mu buldunuz, bir adrese mi gittiniz?

Ahmet An: Güney’deki insan hakları konusunda faaliyet gösteren bir derneğin varlığını biliyordum. Uluslararası olarak Kıbrıs’taki insan haklarının korunması için dernek diyebileceğimiz bir dernek vardı, ona başvurdum ve onların bana bulduğu avukat vasıtasıyla şikayetin komisyonda bilahare mahkemede görüşülmesi sağlandı. Ben herhangi bir oturuma katılmadım, benim adıma avukatım katıldı.

Soru: Siz avukatla o süreçte bir bağlantı kurdunuz herhalde...

Ahmet An: Tabii avukatla Londra’da görüşmem oldu. Olayı anlattım, diğer haberleşmelerle olayın nasıl cereyan ettiğini, Temas Grubunun faaliyetleri, kaç başvuru yapıldığı, kaçında “evet”, kaçında “hayır” yanıtı aldığımız, bize gösterilen zorluklar hakkında avukatımı yeterince bilgilendirdim.

Soru: Avukatınız kimdi?

Ahmet An: Leicester Üniversitesi Uluslararası Hukuk Profesörü Malcolm Shaw. Avukatım vasıtasıyla işlemleri yapabildik. Tabii başvuru yapıldıktan sonra bir süre beklemeye alındı. O dönemde komisyon vardı, Mahkeme kurulmamıştı. Önce Titina Loizidu davasının sonucu beklendi, Loizidu davasında Kuzey Kıbrıs’taki yönetimin Türkiye’nin bir alt yapı yönetimi olduğu kararına varıldıktan sonra bizim başvurumuzun daha güçlü bir şekilde kabul edileceğine inancımız arttı.

Soru: Hangi yıl başvuru yaptınız?

Ahmet An: Temas Grubu olarak da 13 Mayıs 1991’de yaptık. Bunun sonucu az önce dediğim gibi çıktı. Bilahare kişi olarak ben 24 Eylül 1989’da Türkiye aleyhine yaptım çünkü Kuzey’de alınan kararların sorumluluğunun Türkiye’ye ait olduğunu görüyordum. Daha önce zamanın dışişleri bakanı Kenan Atakol’la temasların engellenmesi konusunda Temas Grubu olarak yaptığımız bir görüşmede Atakol, bize rumlarla buluştuktan sonra basında; “işgal altındaki bölgeden gelen Kıbrıslı Türklerle görüşme yapıldı” şeklinde yazılar çıktığını ve bizim de işgal altında gelmediğimize dair açıklama yapmamızı söylemişti. Ben de demiştim ki; Bu onların 1974’ten beri kullandığı bir terimdir. Onlar kuzeyi işgal altındaki bölge diye nitelendiriyorlar. O nedenle biz Temas Grubu olarak çıkıp “Hayır biz işgal altından gelmiyoruz” diye açıklama yapmak durumunda değiliz. Kaldı ki ben kişi olarak Bağımsız ve Federal Kıbrıs İçin Temas Grubu’nun Kıbrıs Türk koordinatörü olarak ülkemizin işgal altında olduğu görüşündeyim deyince bütün olay öyle başladı ve oraya katılan dört arkadaş olarak bizim evlerimize geri dönmemiz akabinde evlerde tekrar soruşturma yapıldı Dışişleri Bakanlığı’nca... Öğrendik ki Atakol, önce Denktaş beye bir şikayet mektubu yazarak bizim Temas Grubu olarak bu görüşte olduğumuzu yazmış. Denktaş bey de Barış Kuvvetleri Komutanlığı’na bir mektup yazarak Temas Grubu üyelerinin Güney’e geçmelerinin yasaklanması talebinde bulunduğunu öğrendik. Bilahare benim Güney’e veya arabölgeye geçme konusunda yaptığım dilekçelere doğrudan doğruya yazılı bir yanıt verilmiyor, son anda “evet” veya “hayır” yanıtı veriliyor, gerekçe olarak da “uygun görülmedi” deniyor. Ve benim bir şikayetim üzerine yazılı olarak verilen cevapta; Bakanlar Kurulu’nun kararıyla Güney’e geçmemin engellendiğini öğrendim. Bunun yanında bir başka aldığım yanıtta devlet aleyhine propaganda yaptığım iddia edildi ve kamu yararına güneye geçmemin engellendiği öne sürüldü. Ben bu gerekçeleri kabul edemezdim çünkü benim yaptığım toplantılarda bu şekilde bir görüş dile getirildiğine kani değildim.

Soru: Hakkınızda size verilen yanıtlar var, Bakanlar Kurulu’nun güneye geçişinizi engelleyen kararı var ve siz AİHM’ye başvuruyorsunuz... Yani buna girişmek herhalde biraz cesaret mi gerektirir?

Ahmet An: Tabii çünkü benim doğal bir insan hakkım... Kendime güveniyordum, belki onun için... Siyasal olarak bağımsızlık ve federasyona inandığım için, bu Temas Grubu’nun görüşleri şu veya bu şekilde kamuoyunda duyurulduktan sonra Kıbrıs Türk liderliğinin bu görüşlere onay vermediğinin bilincindeydim. Çünkü bir iki kez de direkt Denktaş bey tarafından hakkımızda yorumlar yapıldı.

Soru: Sözlü  uyarılardan başka şahsınıza karşı “tehdit” gibi şeyler de oldu mu?

Ahmet An: AİHM’ye başvurduğumun açıklanması akabinde yazılı bir tehdit mektubu aldım. Bütün temaslarımın kamuoyuna açık olmasına inandığım için hep bilgi verirdim. Bildirileri, haberleri, tartışmaları gerek Yenidüzen gazetesinde gerekse diğer yayın organlarında o dönemlerde hep yayınlamıştık. Kapı altından atılan bu tehdit mektubunu da kamuoyuna duyurmuştum. İmzasız bir mektuptu; akan suları geri döndüremeyeceğim, bu konularda daha fazla ısrarlı olmamam konusunda tehditkar bir mektuptu, onu da kamuoyuna duyurmuştum. Onun dışında belki bir-iki telefonda sövme almışımdır.

Soru: Karar açıklandıktan sonra herhangi bir gelişme oldu mu?

Ahmet An: Beni seven sayan arkadaşlar beni tebrik etti, onun dışında olumsuz bir tepki almadım. Özellikle Rum basını, gazete, radyo, medyadan sözlü söyleşi yapma teklifleri geldi, onlara yanıt verdim. Türk basınından böyle bir söyleşi ilk kez oluyor. Türkiye’den pek bir şey olmadı.

Soru: Bazı şeylerin geç algılanması alışkanlığı olabilir belki...

Ahmet An: Olabilir ama ben daha çok başvurma sebeplerimden biri de örgütlenme özgürlüğü üzerineydi. Seyahat özgürlüğü anlamında bir başvuruda bulunmadım çünkü Türkiye henüz seyahat özgürlüğü ile ilgili maddeyi imzalamış değil bildiğim kadarıyla... O nedenle benim başvurum örgütlenme özgürlüğü, ikincisi de yerli hukuk yollarını sonuna kadar kullanabilme hakkına ilişkin ki bu bağlamda benim gerek Kıbrıs’taki Dışişleri Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Başbakanlık ki o dönemde Özker Özgür Başbakan Yardımcısı’ydı... O’na yazdığım mektupta Bakanlar Kurulu’nun aldığı kararla ilgili bana bilgi verilmesini talep ettiğimde hiçbir yanıt almadım. Bilahare Türkiye Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’e yazdığım mektuplar var. Bunlara da yanıt almadığım için yerli hukuk yollarının sonuna kadar kullanıldığı kararına varıldı ve doğrudan mahkemeye yapılan başvurum uygun görüldü. Bildiğiniz gibi zaten başvurunun önce haklı veya haksız olduğuna karar verilir, başvuru kabul edilir, ikinci aşamada başvurunun niteliği üzerinde görüşme yapılarak kişinin ne derecede zarar gördüğü konusunda veya özgürlüğünün ne derecede kısıtlandığı doğrultusunda karara varılır.

Soru: Biraz önce bahsettiğiniz gibi önce yerli hukuk yollarının denenmesi şartı var...

Ahmet An: Tabii, zaten Türkiye adına savunma yapan eski büyükelçi Zaim Necatigil’in yerli hukuk yollarının sonuna kadar kullanılmadığı ve neden idari mahkemeye başvuru yapmadığım doğrultusunda bir itirazı oldu fakat mahkeme tarafından uygun bulunmadı çünkü ben yeterli derecede resmi makamlara başvuruda bulunmuşum ve yanıt almamışımdı.

Soru: AİHM karar alırken, gerçi gazetelerde yayınlandı ama bir de sizin ağzınızdan duyarsak böyle bir kararın gerekçesi neydi?

Ahmet An: Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesi’nin üç maddesinin zedelendiğine dair başvuruda bulunmuştum. Birincisi 10. madde; toplantı özgürlüğü ile ilgili bir madde olarak öne çıkar ve 11. maddede barışçı bir şekilde toplanma özgürlüğü ile beraber görüşüldü. 10. maddeyi ayrı görüşmeye gerek duymayan mahkeme 11. maddeyi görüşürken 10. maddeyi de gözönünde bulundurdu.

11. madde olay olduktan 6 ay sonraya ilişkin olayları kapsar. Yani çok eskiye ilişkin bir olayla ilgili başvuruda bulunamazsınız. Bu süre içinde yapılan 46 başvurudan sadece 6’sına izin verilmiştir. Bazı durumlarda da izinler izni talep edenlerin bazılarına verilirken başvuru talep edene verilmediği kararda vardır. Burada “ayırımcılık” yapıldığı da belirleniyor.

13. madde için de mahkeme kararında; varolan iç hukuk çarelerinden herhangi birini kullanması halinde etkin olabileceğini gösteremediği için 13. maddenin de ihlalinin sözkonusu olduğunu gözlemlenmiştir deniliyor.

Soru: Şimdiye kadar galiba toplumda şöyle bir kanı vardı; AİHM Kıbrısla ilgili karar alırken sadece Rum kesimi lehine karar aldığı gibi... Veya diğer taraftan yapılan başvuruları görüştüğü gibi... Kuzey’den ilk örnek oldunuz siz, başvuru yapan ve lehinde karar alınan...

Ahmet An: Evet ilk örnek ama söylediğiniz kanı bana göre yanlış bir kanı... Çünkü bu Avrupa Konseyi üyesi bütün ülkeler için geçerli bir durum ve eğer Konsey üyesi Türkiye bu sözleşmeyi kendi topraklarında uygulamak üzere yükümlülük almışsa aynı şekilde işgal ettiği toprak üzerinde de aynı yükümlülüğü taşımak zorundadır. Zaten Mahkeme kararında benzer şekilde ifade edilir ve Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti  toprakları üzerinde normalden de fazla sayıda asker bulundurması ve bu topraklar üzerinde idari olarak söz sahibi olmasını uygun bulmamıştır. Türkiye genelde burada yapılan uygulamalardan “KKTC sorumludur” demektedir fakat Mahkeme bunu da kabul etmek istemiyor. Mahkeme bunu da kabul etmemiştir, bu gerekçe de yersiz bulunmuştur çünkü bu topraklarda Türkiye’nin söz hakkı var. Kaldı ki bizim sivil makamlar OK dedikten sonra bildiğim kadarıyla askeri makamlar da kırmızı mürekkeple onaylar.

Soru: AİHM davanıza, başvurunuza bakarken sizi “işgal altındaki bir ülkenin vatandaşı” olarak mı kabul etti?

Ahmet An: Bu zaten doğaldır. Avrupa Konseyi ve BM kararlarında kabul edilen, var olan birşeydir. Benim zaten bu özgürlüğümü kullanmama engel olan işgal makamlarıdır. Mahkemede tescil edilen budur, o yüzden Türkiye sorumludur.

Soru: AB açısından Mayıs 2004’de “bir AB toprağı işgal edilmiş” olacak ama şu anda da diğer kurumlar tarafından “işgal vardır” deniyor, öyle mi?

Ahmet An: Kaldı ki Kıbrıs’taki işgalin kabul edilmesi Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye girmesinden sonra kabul edilecek bir durum değil ki... Bu 1974 yazından beri varolan bir durumdur. Şimdiki siyasilerin söylemi belki durum değişikliği olacak yani bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprağı işgal altında değil de AB’ye girmiş ve AB üyesi olmuş Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprağı işgal altında addedilecek ki karşı noktada Kıbrıs Cumhuriyeti değil de AB’nin makamlarını bulmuş olacak.

Soru: İlk örneksiniz dediğimiz gibi... Haksızlığa uğradığını düşünen insanlarımız için de bir yol mudur mu?

Ahmet An: Eğer gerçekten Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin herhangi bir maddesine ters bir uygulamayla karşı karşıya kalmışlarsa o maddeyle ilgili şikayetlerini rahatlıkla gerek kişisel gerek avukatları aracılığıyla mektupla, internetle yapabilir. Önemli olan şikayetin hangi maddeye dayandırılarak yapıldığının açık ve seçik olarak yazılmasıdır. Kaldı ki yerli hukuk çarelerinin aranmış olması gerekir. Orada sorulur; size yapılan bu haksızlık yüzünden hangi makamlara başvurdunuz, herhangi bir yanıt aldınız mı? Bu yanıt sizce uygun mudur değil midir? Veya yerli mahkemelere yapılan şikayete paralel olarak bir sonuç çıkmamışsa, erteleniyorsa rahatlıkla başvurulabilir.

Soru: Son olarak şunu da sorayım; böyle bir karar alındı ama bu kararın yaptırımı nedir? Yani siz “Özgürlüklerim kısıtlandı” dediniz, AİHM de size hak verdi, karar aldı, nedir bunun yaptırımı?

Ahmet An: Mahkeme kararlarının uygulanmasından Mahkeme sorumlu değildir. Ancak Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu sorumludur. Aynı şekilde Titina Loizidu davasında da Kuzey’deki malına gidemediği için bu kişi için bir tazminat talep edilmiştir. Fakat bu tazminatın ödenmesi TC hükümeti tarafından geciktiriliyor. Bu nedenle de Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu bu konuyu görüşmeyi sürdürüyor. Çeşitli defalar görüşülmüş ve Türkiye’ye bir an önce bu konuyu hallet diye tavsiyede bulunmuştur ama bugüne kadar bir yaptırım herhalde siyasi nedenlerle alınamamıştır.

Soru: Biraz da erteleniyor galiba yine siyasi nedenlerle...

Ahmet An: Tabii belli bir noktaya kadar geciktirilebilir, belli bir noktadan sonra önlem almak gerekir. Benim davamda da siyasi yanlar bulunduğu için mutlaka çok siyasi yönde hassas bir noktada bu davaya bakılıp karar verilecek diye düşünüyordum çünkü 1992’den 2003’e 11 yıl bekledim. Nitekim Annan Planı öncesinde çok hassas olan bir dönemde bu karar alındı ki anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az misali... Bakalım, bir sonuç verecek mi.

 (Yeni Düzen, 19 Mart 2003)