AHMET AN İLE SÖYLEŞİ:
FAİZE ÖZDEMİRCİLER
Ahmet An, İstanbul Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi'nde öğrenciyken, Türkiye basınında yayınlanan Kıbrıs'la ilgili
yazıları taramaya ve belgeler üzerinden yazılar yazmaya başlar. Türkiye'de
Sosyalist İşçi Partisi'nin yayın organı olan “İlke” dergisinde yayınlamaya
başladığı yazılarına, Almanya'da ihtisasını sürdürürken de devam eder. 1982'de
Kıbrıs'a döndükten sonra, yerli kaynakları taramaya başlayan An, kitaplar
yayınlar, bir o kadar da kitaplar biriktirir. Kıbrıs'a Almanya'nın Leipzig
kentinden çocuk hastalıkları uzmanı olarak döner dönmesine de, sosyalist bir
ülkeden gelmiş olmak da, “Fırtınalı Yıllar”ı didik didik etmek de, hekim olarak
çalışmasını sınırlar. Bu, Haşmet Gürkan'ın “Sohbete gelirler, dişçiye
gittiklerini anlatırlar ama bana gelmezler” serzenişini hatırlatır biraz da.
İstanbul ve Lefkoşa'da yayınlanan çeşitli gazete ve dergilerde makale ve
araştırmalarını yayınlamaya devam eden Ahmet An'ın, “Kıbrıs'ta Fırtınalı
Yıllar/ 1942-1962”, “Kıbrıs'ta İsyanlar ve Anayasal Temsiliyet Mücadelesi”,
“Kıbrıs Türk Liderliğinin Oluşması”, “Kıbrıslı Türk Bilincinin Geliştirilmesi”,
“Kıbrıs'ta Türkçe Basılmış Kitaplar Listesi”, “Kıbrıs Türk Kültürü Üzerine
Yazılar”, “Kıbrıs Sorununun perde arkası”, “Kıbrıs Nereye Gidiyor?” ve
“Kıbrıs'ın Yetiştirdiği Değerler” şeklinde, her biri belgesel niteliğinde olan
yayınlanmış kitaplarının yanısıra, yayıma hazır bekleyen başka çalışmaları da
var. İstediği şekilde hekimlik yapamamış olmak Ahmet An'ın içinde ukdedir, ama,
söyleşimizde araya giren yayıncısı Remzi Yektaoğlu'nun şu sözlerini de kayda
geçmekte yarar vardır: “İyi ki ona hekimlik yaptırtmadılar, yoksa bu kıymetli
çalışmalar ortaya çıkmayacaktı!”
Doğu
Almanya'da ihtisasınızı bitirip geldikten sonra, nereden başladınız?
Yerli kaynakları araştırmaya başladım. Haşmet
Gürkan, Harid Fedai, Kutlu Adalı, Hizber Hikmet, dostluklarından çok memnun
olduğum arkadaşlarımdı. Onlarla eski kuşakla yeni kuşak arasında bağlantı
kurmak amacıyla, Kıbrıs Türk Sanatçı ve Yazarlar Birliği'ni kurduk, amacımız bu
örgüt çerçevesinde iki kuşağı buluşturup bilgi aktarımını sağlamaktı ama
bilahare, CTP'ye yakın bazı yazarlar örgütü ele geçirerek beni ve Kutlu
Adalı'yı ekarte ettiler...
Galeri
Kültür Yayınları arasından geliştirilmiş baskısı yayınlanan “Fırtınalı
Yıllar”da 1942'den 1962'ye kadar geliyorsunuz; Ayhan Hikmet ve Ahmet Gürkan'ın
katledilmesiyle yaşanan o büyük kopuşa. Ardından 65'te Kavazoğlu'nun
katledilmesiyle bir kopuş daha yaşanıyor, ya sonra?
1962'de “Cumhuriyet” gazetesi yazarlarının
öldürülmesinden sonra demokratik hareket sindirildi. 63-67 yıllarını toplum,
enklavlara sıkışmış bir şekilde, TMT askeri yönetiminin idaresi altında yaşadı.
68-74 yıllarına bakıyoruz. Orada da, ne yazık, Kıbrıs işçi sınıfının partisi
olduğunu söyleyen AKEL'in Türkiye'de yetişmekte olan solcu öğrencilerle görüş
alışverişinde bulunmak adına bir faaliyetini göremiyoruz. 68-74 yılları
arasında nispi bir demokrasi dönemi yaşanıyor ama 74 tamamen bir kopuştur ve
bütün toplumsal değerlerin yeni baştan kurulması sözkonusu oluyor.
Aydınlar
arasında TMT'ye karşı bir muhalefet, ya da tepki geliştiğini göremiyoruz ama...
Tepki vardı fakat bu daha çok TMT'nin
teröründen zarar görenlerin, ailelerinin, dostlarının, ateş düştüğü yeri yakar
misali, ortaya koydukları bir tepki şeklindeydi. 58 terörü başladığında,
biliyorsunuz, önde gelen Kıbrıslıtürk sendika ve parti liderleri canlarını
kurtarmak için adayı terketmek zorunda kalmışlardı.
TMT'yi
doğru değerlendirerek, bugünü öngörenler var mıydı peki?
AKEL'in Türk kolu üyesi olan kişiler TMT'yi
çok iyi değerlendirmişlerdi. Nihat Erim Kıbrıs'a geldiğinde, AKEL Türk Kolu
tarafından, Onun aracılığıyla Türkiye Hükümeti'ne iletilmiş bir mektup var.
İngiliz emperyalizminin yapmaya çalıştığı taksimin büyük acılara yol açacağını
anlatan bir mektuptur bu ve bugün bile tarihi değeri vardır.
Kıbrıs
Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra da iyiye değil kötüye gider herşey. 1958'de
katledilen “Inkılapçı” gazetesinin sahibi Fazıl Önder'den sonra, bu sefer de
Kıbrıs Cumhuriyeti'ni savunan “Cumhuriyet” gazetesi yazarları Ayhan Hikmet'le
Ahmet Gürkan katledilir...
Onlar yeni kurulmuş Kıbrıs Cumhuriyeti'ne iyi
niyetle bakıyorlardı ve geçmişe sünger çekelim diyorlardı. 58 olaylarının
hesabını size sormuyoruz, yeni bir sayfa açıyoruz dedikleri halde bunu
hayatlarıyla ödediler...
“Fırtınalı
Yıllar”da mektuplarını ilk defa yayınladığınız, dönemin TC Kıbrıs Büyükelçisi
Emin Dirvana da, “Cumhuriyet” gazetesine destek veriyordu...
Destek veriyordu çünkü 27 Mayıs askeri
yönetimi Zürih Londra anlaşmalarının yürümesi için karar almıştı ve yazılanlara
bakılırsa, TMT'nin faaliyetleri de o dönemde tatil edilmişti...
Dirvana'dan
sonra neler oldu ki, herşey tersine döndü
Bildiğim kadarıyla, TMT, Kıbrıs TMT'si ve
Türkiye TMT'si diye iki döneme ayrılır. 1 Ağustos 58'den sonra Tansu Paşa'nın
liderliğinde oluşturulan TMT, Kıbrıs TMT'sini ele geçirir. Avukatların
katledilmesinin, merkezi Türkiye'de olan TMT'nin bilgisi dışında gerçekleştirildiği
ve emri verenin de TMT'den bilahare atıldığı söylenmektedir. Elimizde belge
yok, bu sadece söylentidir, ancak Kıbrıs küçük yer olduğu için söylentilerin
büyük kısmının da doğruluk payı vardır...
Büyük
kısmının da yalan olma ihtimali var tabii, dedikodular üzerinden tarih
yaratılamayacağına göre...
Doğrudur. Benim şu ana kadar yayınladığım
kitapların tamamı belgelere dayalıdır. 1930-60 yılları arasındaki liderlik
kavgalarını anlatan 700 sayfalık araştırmam da basın kaynakları taranarak
hazırlanmıştır. Anı yazma geleneği olmadığından, sözlü tarih gelişmediğinden,
ancak, yazılı kaynaklar üzerinden böyle bir tarih yazma denemesine
girişebildim...Çok kapalı dönemler yaşandığı için herkes başından geçenleri
açıkça yazma cesaretini de gösteremiyor tabii..
Yazılanlara
bakarken de, orada adı geçen insanların öldüğünü, yazılan pek çok şeyi
kanıtlama imkanımızın olmadığını görüyoruz ne yazık ki... Buna benzer pek çok
şeyle Özker Yaşın'ın hatıralarında karşılaştım mesela...
Aynı şey, Denktaş Bey'in hatıralarında da
var. Ölmüş kişiye atıfta bulunarak, kuru belge yığını olarak kendi kişisel
görüşlerini aktarıyor, bu da hatıra olmuyor tabii...
Sizin
bugüne kadar yayınladığınız kitaplar ve sürdürdüğünüz çalışmalar bir anlamda,
alternatif tarih yazımına giriş sayılırsa, ki öyledir, son 30 yılda genç
kuşaklara aktarılan ve aslında kasten tahrif edilmiş tarihe bakarsak, sizin
başlattığınız alternatif tarih yazımını sürdürebilecek bir dinamik gelişebilir
mi adada?
Bu tuğla taşları üzerine yeni tuğla taşları
koyarak alternatif bir tarih yazılabilir tabii... Ama, tarihlerin sınıflar
üzerinden yazıldığını da çok iyi bilmek gerekir. Bizde 74'ten sonra Kıbrıs Türk
burjuvazisi kendi tarihini yazma açısından çabalar harcamıştır. Bu çabalar
devlet tarafından destek görmüş, yazılan kitaplar gerek TC Elçiliği, gerek
Cumhurbaşkanlığı tarafından satın alınarak geniş kesimlere ulaştırılmaya
çalışılmıştır. Fakat işçi sınıfının kendi tarihini yazması bu alternatif tarih
çalışmalarıyla yeni başlıyor daha. Sömürge dönemi ve sonrasında emekçi
katmanların ve demokratik görüş sahibi kişilerin bakış açısından tarihin
yazılması yaklaşımı yeni yeni oluşuyor. Bunda bile, partisel kaygılarla tarih
yazılırken belli bir sol görüş açısından bakarak diğer sol görüşleri dışlama
olabiliyor. Özellikle öğrenci hareketinin tarih yazımında sadece KÖGEF bakış
açısı konu edilerek, onun dışındaki sol gruplar kayda geçmemiştir.
Tabii,
genelde bütün kesimlerde, görkemli bir tarih kurmak iddiası var. KÖGEF de
böyle...
Kendilerini öne çıkarmak ve tarihi kendilerinin
eseriymiş gibi sunmak yanılgısından kaynaklanıyor bu. Benim pek çok yazımda
vurguladığım nokta şudur: 74'ten sonra Dev-İş, CTP hareketi 1958'de sekteye
uğratılmış sol hareketle hiçbir bağlantı kuramamıştır. Dev-İş 58 sendikal
hareketiyle bağ kurmadı. CTP de onun öncesindeki sol hareketlerle ilişki
kurmadı.İnkâra gidildiği için o miras üzerinden bir özeleştiri mekanizması da
gelişemedi. Zaten CTP başlangıçta 74 istila ve işgal hareketini barış harekatı
olarak nitelendirerek yola çıkmıştı ve bu başlangıçla, bütün tahlillerin yanlış
çıkması doğaldı...
Şimdi
hemen hemen bütün kurumların başında oturan, bir zamanların KÖGEF militanları
80'li yıllarda işgal sözünü kullanıyorlardı, 83'te de KKTC'nin ilânına karşı
çıktıklarını çok iyi hatırlıyorum...
Türkiye'deki öğrenci hareketinin 74'e bakışı
farklıydı ama daha çok, işgal sözünü kullanan şairlerin şiirlerinin arkasına
saklanarak yapıyorlardı bunu. Mesela, benim bir Alman gazetesinden çevirdiğim
bir makale vardı “Kıbrıs işgal altındadır” diye, CTP, onu alıp, Lefkoşa
ilçesinin faaliyet raporunun içinde ek bir belge olarak sunarak indirekt yoldan
bunu söylemeye çalışıyordu ama emekçi halkın kitle partisi olduğunu söyleyen
bir parti bunu rahatlıkla ve açık açık söyleyebilmeliydi. Öğrenciler, kişi
olarak KKTC'nin ilânına karşı çıkmış olabilirler, doğrudur ama partinin resmi
görüşü KKTC'nin ilânına onay vermek şeklindeydi. Ben 74'ten beri bunun işgal ve
istilâ olduğunu söyleyenlerdenim, bilahare bu görüşe geçmiş değilim ve
biliyorum ki, tek tek kişiler vardı bunun bir işgal istila ve taksim olduğunu
söyleyen ama örgütlü olarak Kıbrıslı Türk sol partiler arasında bunu dile
getiren olmadı...
Doğu
Almanya'da ihtisasınızı tamamlayarak Kıbrıs'a döndünüz, fırtınalı yılları
karıştırmaya meyilli oluşunuz da buna eklenince, hayat kolay olmadı değil mi
sizin için?
Kendimi bu konularda bilgili hissettiğim
için, bilgiden kaynaklanan bir gücüm var benim. 92'de Strazbourg'taki İnsan
Hakları Mahkemesi'ne, örgütlenme özgürlüğümün engellendiği gerekçesiyle başvuru
yaptığımda da, dayanabildiğim tek güç yine kendi bilgilerimdi.
Loizidu
davasıyla sizin davanız kapıların açılmasında etkili oldu mu sizce?
Etkili oldu tabii. Toplumda artan muhalefetin
de etkisi oldu. “Afrika” gazetesine uygulanan antidemokratik baskılar, Şener Levent'in
hapse atılması, halkta işgal gücüne karşı doğal bir tepki geliştirmişti. 2000
Temmuz'unda yapılan mitingin havası bu yüzden çok daha değişikti.
O
hava ne ile bozuldu?
Conflict Resolution hareketinin, sivil toplum
kuruluşlarını ele geçirmesi toplumsal muhalefetin pasifizasyonuna neden oldu.
İşgal gücüne yönelecek olan muhalif hareket, Kıbrıs'taki statükonun başı olarak
gösterilen Rauf Denktaş'a yöneltilerek, belki de Denktaş'ın da onayıyla,
AKP'nin uyguladığı plan CTP'yi iktidara getirdi ve ABD'nin istediği yumuşak
taksim formulü geniş kitleler tarafından kabul gördü.
Oysa,
2000 yılında toplumda işgale karşı gelişen doğal tepkiden yola çıkarak, sizin
Türkiye'ye karşı kazandığınız dava ile Kutlu Adalı'nın davası üzerinden bir
muhalefet gelişebilirdi...
Evet ama bunun için, Kıbrıs sorununun geçmişi
hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmak lâzım, uluslararası hukuktan şaşmamak,
uluslararası hukukun neler gerektirdiğini bilmek lâzım...
Talat'ın,
“Kıbrıs sorunu siyasidir hukuki değildir” şeklinde kurduğu talihsiz bir cümle
var...
Kıbrıs meselesi siyasidir hukuki değildir
diye tamamen siyah beyaz bir tabloyu topluma sunmak yanıltıcıdır. Kıbrıs
meselesi direkt olarak uluslararası hukuku ilgilendiren bir konudur. Garantör
olan Yunanistan darbe yapıyor, ikinci garantör Türkiye darbeyi önleyecek diye
bir işgal ve istila harekatı gerçekleştiriyor, üçüncü garantör ise, adada
üsleri olduğu için buna dahil olmak istemiyor, herşeyi seyrediyor. Bu durumda,
3 garantör ülke gerçekte adanın bağımsızlığını egemenliğini ve toprak
bütünlüğünü garanti etmeyip kendi çıkarlarını Kıbrıs halkının çıkarlarından
üstün gördükleri için suçlu durumdadırlar. Bu nedenle, Kıbrıs halkı açısından
siyasetin, uluslararası hukuk üzerinden yürütülmesi ve yasadışı olarak kurulmuş
olan KKTC'nin hiçbir zaman uluslararası hukuk tarafından tanınmayacağı
noktasından hareket edilmesi gerekir.
Talat'ın
kurduğu bu cümle bilgi noksanlığıyla ilgili olabilir mi?
İçte sorunları çözemeyeceklerini gördükleri
için, bir Kıbrıs Rum aleyhtarlığı kampanyası üzerinden çıkış yolu bulmaya
çalışıyorlar ve bu çok tehlikeli. Kıbrıs'ın birleştirilmesi için yola
çıkanların, Kıbrıs'ın ayrılığını pekiştirecek politikalara yönelmesi Kıbrıslı
Türkler açısından acı vericidir. Ben seçimlerden önce Talat'ın 3.Denktaş
olacağını söylemiştim. “Kıbrıs Rumlarının mülkiyet hakları adaya göç etmiş
Türkiyelilerin insanlık haklarından önce gelemez”, şeklinde bir demeci vardı.
Bunlar Talat'ın toyluğunu gösteriyor.
Annan
Planı'yla birlikte hızlandı değil mi, CTP'nin ve Talat'ın yükselişi?
AB üyeliğine giden yolda Türkiye'nin önü
açılacak gerekçesiyle, Kıbrıslı Türkler rehine olarak kullanılmaya başlandı ki,
bu da Türkiye'nin uluslararası politikası ve Kıbrıslı Türklerin geleceği
açısından tehlikelidir. Kıbrıslı Türklerin çıkarları, her zaman Türkiye'nin
çıkarlarıyla uyuşmayabilir. Talat, “KKTC'yi AB'ye üye yapacağım” şeklinde bir
demeç verdiğinde, ben, o dönemden kırmızı ışıklarımı yakmıştım. Nasıl oluyor da
yasadışı bir devleti sen AB'ye sokacağını söylüyorsun.
Annan
Planı'nın hiç gerçekleşmemek üzere hazırlanmış olduğuna dair bir sonuç çıkıyor
bütün bu konuştuklarımızdan.
Londra Anlaşması da o şekildeydi. Annan'la
aynı şey tekerrür etti. Kıbrıslıların yapmadığı bir anayasa dış güçler
tarafından Kıbrıs halkına empoze ediliyor. Bu noktada Rum halkının
referandumdaki yüzde 76 “hayır”ını yabana atmamak gerekir. Bu “hayır”ın içinde,
belli bir kesimin, sırf dıştan Kıbrıs'ın bağımsızlığını engelleyecek maddelerin
planda olması nedeniyle “hayır” dediğini unutmayalım.
Kapılar
açılınca Rumlarla Türkler arasında çatışma çıkması belki de özlenen birşeydi de
bu gerçekleşmeyince referandumdaki Rum “hayır”ı kullanıldı...
Ne olursa olsun, bütün bunlardan Kıbrıs Türk
solu zarar gördü ve Kıbrıs'ın yeniden bütünleşmesi yolunda bir hareket artık
sıfırdan başlamak zorunda. Toprak bütünlüğünü ve egemenliğini gözeten bir
politikayı hayata geçirmek eskisinden çok daha zor ve bir o kadar yakıcı hale
geldi, bir an önce yapılması gerekir...
Son
30 yılın boşa harcanmışlığı bu umutları da kırıyor...
Rum toplumunun 30-40 yıl Kıbrıs
Cumhuriyeti'ni idare etmelerinin getirdiği dezavantajlar oldu. Rumlarda,
devleti tek toplumlu olarak kabul ederek Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Rum devleti
olduğu görüşü gelişti. Türkler de bundan kopuk olmanın getirdiği
dezavantajlarla, milliyetçi solun politikaları sonucu KKTC'yi sahiplenmeye
yöneldiler. Bu da, Kıbrıs'ın gelecekteki birliği açısından tehlikelidir. İki
tarafın dostluğunu gözeten, Kıbrıs'ın bütünlüğünü sağlayıcı bir politika
geliştirmek ve bunu kitlelere yaymak, kitleleri bu doğrultuda bilinçlendirmek
büyük bir kampanyayı gerektirecektir ama ne yazık ki, CTP de AKEL de, iki
tarafın işbirliğini yönlendirecek politikalar gerçekleştirmekte kısır
kalıyorlar. Tek tek bilinçli insanlar var ama bunların örgütlenebilmesi için
henüz koşullar olgunlaşmış değil, olgunlaşması için çok çaba harcamak
gerekir...
Aydınlar
ne yapıyor diye sormayacağım, ne yapmıyorlar diye de sormayacağım, bunu bir
başka sohbette konuşalım ama ne yapmalıdır aydınlar?
Tarihsel hataları, gerçekleri, politik
hataları ve uluslararası hukukun Kıbrıs'ta öngördüğü doğruları hiç durmadan
günde 24 saat hatta 25 saat kamuoyuna yansıtmalıdırlar. Bu açıdan
sorumludurlar. Oysa yazar örgütlerimiz daha çok edebi yazarları içine alıyor,
onlar da CTP ve AKEL'e yakın, bu yüzden partilerin dışına çıkıp davranan yazar
sayısı az. Karşılıklı yazıların çevrilip diğer topluma ulaştırılması ise en
azından şimdi mümkün görünmüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder