22 Nisan 2014 Salı

“İŞGAL GÜCÜNE YÖNELECEK OLAN TOPLUMSAL MUHALEFET, DENKTAŞ’A YÖNELDİ!”


AHMET AN İLE SÖYLEŞİ:

FAİZE ÖZDEMİRCİLER  

Ahmet An, İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde öğrenciyken, Türkiye basınında yayınlanan Kıbrıs'la ilgili yazıları taramaya ve belgeler üzerinden yazılar yazmaya başlar. Türkiye'de Sosyalist İşçi Partisi'nin yayın organı olan “İlke” dergisinde yayınlamaya başladığı yazılarına, Almanya'da ihtisasını sürdürürken de devam eder. 1982'de Kıbrıs'a döndükten sonra, yerli kaynakları taramaya başlayan An, kitaplar yayınlar, bir o kadar da kitaplar biriktirir. Kıbrıs'a Almanya'nın Leipzig kentinden çocuk hastalıkları uzmanı olarak döner dönmesine de, sosyalist bir ülkeden gelmiş olmak da, “Fırtınalı Yıllar”ı didik didik etmek de, hekim olarak çalışmasını sınırlar. Bu, Haşmet Gürkan'ın “Sohbete gelirler, dişçiye gittiklerini anlatırlar ama bana gelmezler” serzenişini hatırlatır biraz da. İstanbul ve Lefkoşa'da yayınlanan çeşitli gazete ve dergilerde makale ve araştırmalarını yayınlamaya devam eden Ahmet An'ın, “Kıbrıs'ta Fırtınalı Yıllar/ 1942-1962”, “Kıbrıs'ta İsyanlar ve Anayasal Temsiliyet Mücadelesi”, “Kıbrıs Türk Liderliğinin Oluşması”, “Kıbrıslı Türk Bilincinin Geliştirilmesi”, “Kıbrıs'ta Türkçe Basılmış Kitaplar Listesi”, “Kıbrıs Türk Kültürü Üzerine Yazılar”, “Kıbrıs Sorununun perde arkası”, “Kıbrıs Nereye Gidiyor?” ve “Kıbrıs'ın Yetiştirdiği Değerler” şeklinde, her biri belgesel niteliğinde olan yayınlanmış kitaplarının yanısıra, yayıma hazır bekleyen başka çalışmaları da var. İstediği şekilde hekimlik yapamamış olmak Ahmet An'ın içinde ukdedir, ama, söyleşimizde araya giren yayıncısı Remzi Yektaoğlu'nun şu sözlerini de kayda geçmekte yarar vardır: “İyi ki ona hekimlik yaptırtmadılar, yoksa bu kıymetli çalışmalar ortaya çıkmayacaktı!”

Doğu Almanya'da ihtisasınızı bitirip geldikten sonra, nereden başladınız?

Yerli kaynakları araştırmaya başladım. Haşmet Gürkan, Harid Fedai, Kutlu Adalı, Hizber Hikmet, dostluklarından çok memnun olduğum arkadaşlarımdı. Onlarla eski kuşakla yeni kuşak arasında bağlantı kurmak amacıyla, Kıbrıs Türk Sanatçı ve Yazarlar Birliği'ni kurduk, amacımız bu örgüt çerçevesinde iki kuşağı buluşturup bilgi aktarımını sağlamaktı ama bilahare, CTP'ye yakın bazı yazarlar örgütü ele geçirerek beni ve Kutlu Adalı'yı ekarte ettiler...

Galeri Kültür Yayınları arasından geliştirilmiş baskısı yayınlanan “Fırtınalı Yıllar”da 1942'den 1962'ye kadar geliyorsunuz; Ayhan Hikmet ve Ahmet Gürkan'ın katledilmesiyle yaşanan o büyük kopuşa. Ardından 65'te Kavazoğlu'nun katledilmesiyle bir kopuş daha yaşanıyor, ya sonra?

1962'de “Cumhuriyet” gazetesi yazarlarının öldürülmesinden sonra demokratik hareket sindirildi. 63-67 yıllarını toplum, enklavlara sıkışmış bir şekilde, TMT askeri yönetiminin idaresi altında yaşadı. 68-74 yıllarına bakıyoruz. Orada da, ne yazık, Kıbrıs işçi sınıfının partisi olduğunu söyleyen AKEL'in Türkiye'de yetişmekte olan solcu öğrencilerle görüş alışverişinde bulunmak adına bir faaliyetini göremiyoruz. 68-74 yılları arasında nispi bir demokrasi dönemi yaşanıyor ama 74 tamamen bir kopuştur ve bütün toplumsal değerlerin yeni baştan kurulması sözkonusu oluyor.

Aydınlar arasında TMT'ye karşı bir muhalefet, ya da tepki geliştiğini göremiyoruz ama...

Tepki vardı fakat bu daha çok TMT'nin teröründen zarar görenlerin, ailelerinin, dostlarının, ateş düştüğü yeri yakar misali, ortaya koydukları bir tepki şeklindeydi. 58 terörü başladığında, biliyorsunuz, önde gelen Kıbrıslıtürk sendika ve parti liderleri canlarını kurtarmak için adayı terketmek zorunda kalmışlardı.

TMT'yi doğru değerlendirerek, bugünü öngörenler var mıydı peki?

AKEL'in Türk kolu üyesi olan kişiler TMT'yi çok iyi değerlendirmişlerdi. Nihat Erim Kıbrıs'a geldiğinde, AKEL Türk Kolu tarafından, Onun aracılığıyla Türkiye Hükümeti'ne iletilmiş bir mektup var. İngiliz emperyalizminin yapmaya çalıştığı taksimin büyük acılara yol açacağını anlatan bir mektuptur bu ve bugün bile tarihi değeri vardır.

Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra da iyiye değil kötüye gider herşey. 1958'de katledilen “Inkılapçı” gazetesinin sahibi Fazıl Önder'den sonra, bu sefer de Kıbrıs Cumhuriyeti'ni savunan “Cumhuriyet” gazetesi yazarları Ayhan Hikmet'le Ahmet Gürkan katledilir...

Onlar yeni kurulmuş Kıbrıs Cumhuriyeti'ne iyi niyetle bakıyorlardı ve geçmişe sünger çekelim diyorlardı. 58 olaylarının hesabını size sormuyoruz, yeni bir sayfa açıyoruz dedikleri halde bunu hayatlarıyla ödediler...

“Fırtınalı Yıllar”da mektuplarını ilk defa yayınladığınız, dönemin TC Kıbrıs Büyükelçisi Emin Dirvana da, “Cumhuriyet” gazetesine destek veriyordu...

Destek veriyordu çünkü 27 Mayıs askeri yönetimi Zürih Londra anlaşmalarının yürümesi için karar almıştı ve yazılanlara bakılırsa, TMT'nin faaliyetleri de o dönemde tatil edilmişti...

Dirvana'dan sonra neler oldu ki, herşey tersine döndü

Bildiğim kadarıyla, TMT, Kıbrıs TMT'si ve Türkiye TMT'si diye iki döneme ayrılır. 1 Ağustos 58'den sonra Tansu Paşa'nın liderliğinde oluşturulan TMT, Kıbrıs TMT'sini ele geçirir. Avukatların katledilmesinin, merkezi Türkiye'de olan TMT'nin bilgisi dışında gerçekleştirildiği ve emri verenin de TMT'den bilahare atıldığı söylenmektedir. Elimizde belge yok, bu sadece söylentidir, ancak Kıbrıs küçük yer olduğu için söylentilerin büyük kısmının da doğruluk payı vardır...

Büyük kısmının da yalan olma ihtimali var tabii, dedikodular üzerinden tarih yaratılamayacağına göre...

Doğrudur. Benim şu ana kadar yayınladığım kitapların tamamı belgelere dayalıdır. 1930-60 yılları arasındaki liderlik kavgalarını anlatan 700 sayfalık araştırmam da basın kaynakları taranarak hazırlanmıştır. Anı yazma geleneği olmadığından, sözlü tarih gelişmediğinden, ancak, yazılı kaynaklar üzerinden böyle bir tarih yazma denemesine girişebildim...Çok kapalı dönemler yaşandığı için herkes başından geçenleri açıkça yazma cesaretini de gösteremiyor tabii..

Yazılanlara bakarken de, orada adı geçen insanların öldüğünü, yazılan pek çok şeyi kanıtlama imkanımızın olmadığını görüyoruz ne yazık ki... Buna benzer pek çok şeyle Özker Yaşın'ın hatıralarında karşılaştım mesela...

Aynı şey, Denktaş Bey'in hatıralarında da var. Ölmüş kişiye atıfta bulunarak, kuru belge yığını olarak kendi kişisel görüşlerini aktarıyor, bu da hatıra olmuyor tabii...

Sizin bugüne kadar yayınladığınız kitaplar ve sürdürdüğünüz çalışmalar bir anlamda, alternatif tarih yazımına giriş sayılırsa, ki öyledir, son 30 yılda genç kuşaklara aktarılan ve aslında kasten tahrif edilmiş tarihe bakarsak, sizin başlattığınız alternatif tarih yazımını sürdürebilecek bir dinamik gelişebilir mi adada?

Bu tuğla taşları üzerine yeni tuğla taşları koyarak alternatif bir tarih yazılabilir tabii... Ama, tarihlerin sınıflar üzerinden yazıldığını da çok iyi bilmek gerekir. Bizde 74'ten sonra Kıbrıs Türk burjuvazisi kendi tarihini yazma açısından çabalar harcamıştır. Bu çabalar devlet tarafından destek görmüş, yazılan kitaplar gerek TC Elçiliği, gerek Cumhurbaşkanlığı tarafından satın alınarak geniş kesimlere ulaştırılmaya çalışılmıştır. Fakat işçi sınıfının kendi tarihini yazması bu alternatif tarih çalışmalarıyla yeni başlıyor daha. Sömürge dönemi ve sonrasında emekçi katmanların ve demokratik görüş sahibi kişilerin bakış açısından tarihin yazılması yaklaşımı yeni yeni oluşuyor. Bunda bile, partisel kaygılarla tarih yazılırken belli bir sol görüş açısından bakarak diğer sol görüşleri dışlama olabiliyor. Özellikle öğrenci hareketinin tarih yazımında sadece KÖGEF bakış açısı konu edilerek, onun dışındaki sol gruplar kayda geçmemiştir.

Tabii, genelde bütün kesimlerde, görkemli bir tarih kurmak iddiası var. KÖGEF de böyle...

Kendilerini öne çıkarmak ve tarihi kendilerinin eseriymiş gibi sunmak yanılgısından kaynaklanıyor bu. Benim pek çok yazımda vurguladığım nokta şudur: 74'ten sonra Dev-İş, CTP hareketi 1958'de sekteye uğratılmış sol hareketle hiçbir bağlantı kuramamıştır. Dev-İş 58 sendikal hareketiyle bağ kurmadı. CTP de onun öncesindeki sol hareketlerle ilişki kurmadı.İnkâra gidildiği için o miras üzerinden bir özeleştiri mekanizması da gelişemedi. Zaten CTP başlangıçta 74 istila ve işgal hareketini barış harekatı olarak nitelendirerek yola çıkmıştı ve bu başlangıçla, bütün tahlillerin yanlış çıkması doğaldı...

Şimdi hemen hemen bütün kurumların başında oturan, bir zamanların KÖGEF militanları 80'li yıllarda işgal sözünü kullanıyorlardı, 83'te de KKTC'nin ilânına karşı çıktıklarını çok iyi hatırlıyorum...

Türkiye'deki öğrenci hareketinin 74'e bakışı farklıydı ama daha çok, işgal sözünü kullanan şairlerin şiirlerinin arkasına saklanarak yapıyorlardı bunu. Mesela, benim bir Alman gazetesinden çevirdiğim bir makale vardı “Kıbrıs işgal altındadır” diye, CTP, onu alıp, Lefkoşa ilçesinin faaliyet raporunun içinde ek bir belge olarak sunarak indirekt yoldan bunu söylemeye çalışıyordu ama emekçi halkın kitle partisi olduğunu söyleyen bir parti bunu rahatlıkla ve açık açık söyleyebilmeliydi. Öğrenciler, kişi olarak KKTC'nin ilânına karşı çıkmış olabilirler, doğrudur ama partinin resmi görüşü KKTC'nin ilânına onay vermek şeklindeydi. Ben 74'ten beri bunun işgal ve istilâ olduğunu söyleyenlerdenim, bilahare bu görüşe geçmiş değilim ve biliyorum ki, tek tek kişiler vardı bunun bir işgal istila ve taksim olduğunu söyleyen ama örgütlü olarak Kıbrıslı Türk sol partiler arasında bunu dile getiren olmadı...

Doğu Almanya'da ihtisasınızı tamamlayarak Kıbrıs'a döndünüz, fırtınalı yılları karıştırmaya meyilli oluşunuz da buna eklenince, hayat kolay olmadı değil mi sizin için?

Kendimi bu konularda bilgili hissettiğim için, bilgiden kaynaklanan bir gücüm var benim. 92'de Strazbourg'taki İnsan Hakları Mahkemesi'ne, örgütlenme özgürlüğümün engellendiği gerekçesiyle başvuru yaptığımda da, dayanabildiğim tek güç yine kendi bilgilerimdi.

Loizidu davasıyla sizin davanız kapıların açılmasında etkili oldu mu sizce?

Etkili oldu tabii. Toplumda artan muhalefetin de etkisi oldu. “Afrika” gazetesine uygulanan antidemokratik baskılar, Şener Levent'in hapse atılması, halkta işgal gücüne karşı doğal bir tepki geliştirmişti. 2000 Temmuz'unda yapılan mitingin havası bu yüzden çok daha değişikti.

O hava ne ile bozuldu?

Conflict Resolution hareketinin, sivil toplum kuruluşlarını ele geçirmesi toplumsal muhalefetin pasifizasyonuna neden oldu. İşgal gücüne yönelecek olan muhalif hareket, Kıbrıs'taki statükonun başı olarak gösterilen Rauf Denktaş'a yöneltilerek, belki de Denktaş'ın da onayıyla, AKP'nin uyguladığı plan CTP'yi iktidara getirdi ve ABD'nin istediği yumuşak taksim formulü geniş kitleler tarafından kabul gördü.

Oysa, 2000 yılında toplumda işgale karşı gelişen doğal tepkiden yola çıkarak, sizin Türkiye'ye karşı kazandığınız dava ile Kutlu Adalı'nın davası üzerinden bir muhalefet gelişebilirdi...

Evet ama bunun için, Kıbrıs sorununun geçmişi hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmak lâzım, uluslararası hukuktan şaşmamak, uluslararası hukukun neler gerektirdiğini bilmek lâzım...

Talat'ın, “Kıbrıs sorunu siyasidir hukuki değildir” şeklinde kurduğu talihsiz bir cümle var...

Kıbrıs meselesi siyasidir hukuki değildir diye tamamen siyah beyaz bir tabloyu topluma sunmak yanıltıcıdır. Kıbrıs meselesi direkt olarak uluslararası hukuku ilgilendiren bir konudur. Garantör olan Yunanistan darbe yapıyor, ikinci garantör Türkiye darbeyi önleyecek diye bir işgal ve istila harekatı gerçekleştiriyor, üçüncü garantör ise, adada üsleri olduğu için buna dahil olmak istemiyor, herşeyi seyrediyor. Bu durumda, 3 garantör ülke gerçekte adanın bağımsızlığını egemenliğini ve toprak bütünlüğünü garanti etmeyip kendi çıkarlarını Kıbrıs halkının çıkarlarından üstün gördükleri için suçlu durumdadırlar. Bu nedenle, Kıbrıs halkı açısından siyasetin, uluslararası hukuk üzerinden yürütülmesi ve yasadışı olarak kurulmuş olan KKTC'nin hiçbir zaman uluslararası hukuk tarafından tanınmayacağı noktasından hareket edilmesi gerekir.

Talat'ın kurduğu bu cümle bilgi noksanlığıyla ilgili olabilir mi?

İçte sorunları çözemeyeceklerini gördükleri için, bir Kıbrıs Rum aleyhtarlığı kampanyası üzerinden çıkış yolu bulmaya çalışıyorlar ve bu çok tehlikeli. Kıbrıs'ın birleştirilmesi için yola çıkanların, Kıbrıs'ın ayrılığını pekiştirecek politikalara yönelmesi Kıbrıslı Türkler açısından acı vericidir. Ben seçimlerden önce Talat'ın 3.Denktaş olacağını söylemiştim. “Kıbrıs Rumlarının mülkiyet hakları adaya göç etmiş Türkiyelilerin insanlık haklarından önce gelemez”, şeklinde bir demeci vardı. Bunlar Talat'ın toyluğunu gösteriyor.

Annan Planı'yla birlikte hızlandı değil mi, CTP'nin ve Talat'ın yükselişi?

AB üyeliğine giden yolda Türkiye'nin önü açılacak gerekçesiyle, Kıbrıslı Türkler rehine olarak kullanılmaya başlandı ki, bu da Türkiye'nin uluslararası politikası ve Kıbrıslı Türklerin geleceği açısından tehlikelidir. Kıbrıslı Türklerin çıkarları, her zaman Türkiye'nin çıkarlarıyla uyuşmayabilir. Talat, “KKTC'yi AB'ye üye yapacağım” şeklinde bir demeç verdiğinde, ben, o dönemden kırmızı ışıklarımı yakmıştım. Nasıl oluyor da yasadışı bir devleti sen AB'ye sokacağını söylüyorsun.

Annan Planı'nın hiç gerçekleşmemek üzere hazırlanmış olduğuna dair bir sonuç çıkıyor bütün bu konuştuklarımızdan.

Londra Anlaşması da o şekildeydi. Annan'la aynı şey tekerrür etti. Kıbrıslıların yapmadığı bir anayasa dış güçler tarafından Kıbrıs halkına empoze ediliyor. Bu noktada Rum halkının referandumdaki yüzde 76 “hayır”ını yabana atmamak gerekir. Bu “hayır”ın içinde, belli bir kesimin, sırf dıştan Kıbrıs'ın bağımsızlığını engelleyecek maddelerin planda olması nedeniyle “hayır” dediğini unutmayalım.

Kapılar açılınca Rumlarla Türkler arasında çatışma çıkması belki de özlenen birşeydi de bu gerçekleşmeyince referandumdaki Rum “hayır”ı kullanıldı...

Ne olursa olsun, bütün bunlardan Kıbrıs Türk solu zarar gördü ve Kıbrıs'ın yeniden bütünleşmesi yolunda bir hareket artık sıfırdan başlamak zorunda. Toprak bütünlüğünü ve egemenliğini gözeten bir politikayı hayata geçirmek eskisinden çok daha zor ve bir o kadar yakıcı hale geldi, bir an önce yapılması gerekir...

Son 30 yılın boşa harcanmışlığı bu umutları da kırıyor...

Rum toplumunun 30-40 yıl Kıbrıs Cumhuriyeti'ni idare etmelerinin getirdiği dezavantajlar oldu. Rumlarda, devleti tek toplumlu olarak kabul ederek Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Rum devleti olduğu görüşü gelişti. Türkler de bundan kopuk olmanın getirdiği dezavantajlarla, milliyetçi solun politikaları sonucu KKTC'yi sahiplenmeye yöneldiler. Bu da, Kıbrıs'ın gelecekteki birliği açısından tehlikelidir. İki tarafın dostluğunu gözeten, Kıbrıs'ın bütünlüğünü sağlayıcı bir politika geliştirmek ve bunu kitlelere yaymak, kitleleri bu doğrultuda bilinçlendirmek büyük bir kampanyayı gerektirecektir ama ne yazık ki, CTP de AKEL de, iki tarafın işbirliğini yönlendirecek politikalar gerçekleştirmekte kısır kalıyorlar. Tek tek bilinçli insanlar var ama bunların örgütlenebilmesi için henüz koşullar olgunlaşmış değil, olgunlaşması için çok çaba harcamak gerekir...

Aydınlar ne yapıyor diye sormayacağım, ne yapmıyorlar diye de sormayacağım, bunu bir başka sohbette konuşalım ama ne yapmalıdır aydınlar?

Tarihsel hataları, gerçekleri, politik hataları ve uluslararası hukukun Kıbrıs'ta öngördüğü doğruları hiç durmadan günde 24 saat hatta 25 saat kamuoyuna yansıtmalıdırlar. Bu açıdan sorumludurlar. Oysa yazar örgütlerimiz daha çok edebi yazarları içine alıyor, onlar da CTP ve AKEL'e yakın, bu yüzden partilerin dışına çıkıp davranan yazar sayısı az. Karşılıklı yazıların çevrilip diğer topluma ulaştırılması ise en azından şimdi mümkün görünmüyor.

 (Afrika gazetesi, Pazar Eki, 15 Mayıs 2005)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder