İstanbul’da yayımlanan haftalık Aktüel dergisinin 13 Ağustos 1998 tarihli sayısında, Türkiye’nin Strazburg’daki Avrupa Konseyi İnsan hakları Komisyonu’nda avukatlığını yapmış olan ve bir süre önce artık Türkiye’yi savunamayacak durumda olduğunu öne sürerek bu görevinden istifa eden Prof. Bakır Çağlar ile bir söyleşi yayımlandı. Konu, Kuzey Kıbrıs’taki mülkü için Türkiye’yi 640 bin dolar tazminata mahkum ettiren Titina Loizidu idi. Ama söyleşinin bir yerinde Prof. Bakır Çağlar, Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan tarihçi Ahmet Cavit An’ın da Türkiye’ye karşı dava açtığına değinerek, Komisyonun Nisan 1998 ‘de davayı görmeyi kabul ettiğini ve büyük bir ihtimalle An’ı haklı bulacağını belirtmekteydi.
Dr.Ahmet Cavit An, Aktüel dergisinin
bu yayınından sonra, yazılarının yayımlandığı aylık “Kıbrıslı” dergisinin
yönetmeni Dr.Doğan Harman’a telefon eden bir şahsın, Harman’a “Bu adamın
yazılarını artık basmayınız. Zaten onun ayaklarını yakında kıracağız” şeklinde
tehditler savurduğunu öğrendiğini söylemiştir. Dr.An, avukatı aracılığı ile bu
tehditleri derhal Komisyona bildirdiğini sözlerine eklemiştir.
Strazburg’taki davanın konusu ve
geçmişi ile ilgili olarak Dr.Ahmet Cavit An’a yönelttiğimiz soruları ve
aldığımız yanıtları aşağıda bulacaksınız:
- Strazburg'taki davanın konusu nedir?
Strazburg'taki
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu'na iki başvurumuz olmuştur. İlk
şikayetimizi "Bağımsız ve Federal Kıbrıs için Temas Grubu" olarak 13
Mayıs 1991 tarihinde yapmıştık. Bilindiği gibi, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı
Rumların oluşturdukları bu iki toplumlu Temas Grubu, Bağımsız ve Federal bir
Kıbrıs hedefine ulaşmak için, her iki toplum içinde veya ara bölgede çeşitli
siyasal, kültürel, tıbbi ve sosyal toplantılar düzenlemiş ve iki toplum
arasında anlayış ve işbirliği havasının geliştirilmesi için çalışmalar
yürütmüştür. Ama belli bir süreden sonra, yaptığımız çalışmalardan tedirgin
olan resmi makamlar, bize geçiş izni vermemeye başladılar.
Kurulduğu
24 Eylül 1989'dan ikinci şikayetin yapıldığı 8 Eylül 1992'ye kadar geçen süre
içinde, gerek Temas Grubu, gerekse kişisel olarak benim yaptığım 87 geçiş izni
başvurusundan ancak 15'ine olumlu yanıt verilmişti.
3
Ekim 1996 tarihine kadar yapılan toplam 124 başvurudan 102 tanesi hiç bir yasal gerekçe gösterilmeden
reddedilmişti. Öte yandan da 1993 yılından başlayarak, ABD Büyükelçiliğinin
himayesinde düzenlenen Conflict Resolution gruplarının toplantılarına katılan
yüzlerce Kıbrıslı Türke, sürekli geçiş izinleri sağlanmıştı. Ama onların
temaslarına da Aralık 1997'den itibaren yasak konulmuş bulunuyor.
İkinci
başvuru ise, benim tarafımdan, mesleki gelişmeme engel olunması nedeniyle
yapılmıştır. O sıralar Rum kesiminde
1500'den fazla Kıbrıslı Türk çalışmaktaydı. Ben de Lefkoşa'nın Rum kesimindeki
bir özel hastanede iş bulmuştum ve zamanın ABD Büyükelçisi Robert Lamb'ın da
aracı olmasına rağmen, askeri ve sivil makamlar bana çalışma ve geçiş izni vermediler.
Temas
Grubu'nun gerek Lefkoşa'nın Rum kesiminde, gerekse ara bölgedeki Ledra Palas'ta
düzenlediği etkinliklere katılmamız da keyfi bir şekilde engellenmekteydi. Bu
arada BM Göçmenler Yüksek Komiserliği (UNHCR) tarafından düzenlenen iki
toplumlu tıbbi seminerlere başvuran bütün hekimler gidebiliyorken, sadece bana
izin verilmiyordu.
Siyasal
görüşlerim nedeniyle ayrımcılığa tabi tutuluyordum. Bu şekilde 5 tıbbi seminere
katılmam engellendi. 1500'den fazla Kıbrıslı Türkün Rum kesiminde çalışmasında
bir sakınca görülmezken, benim çalışmam her nedense uygun görülmüyordu.
Çalışmak bir yana, mesleki eğitimimi herkesin rahatça katılabildiği
seminerlerle geliştirmem de engellendiği için, ikinci kez komisyona şikayette bulunma kararı aldım.
Bana
karşı uygulanan bu ayrımcılık, 1993 yılında yayımlanan ABD Dışişleri Bakanlığı'nın
Kongre Dış İşleri Komitesi'ne sunduğu yıllık raporda da yer almış bulunuyor.
- Strazburg'daki Avrupa Konseyi İnsan
Hakları Komisyonuna başvurmazdan önce, neden KKTC'de dava açmadınız?
Avrupa
İnsan Hakları Komisyonu'na şikayet etmezden önce, yerel mahkemelere başvurmak
istemedik. Çünkü uluslararası tanınmamış bir ülke olan KKTC'deki hukuk
sistemine güvenmemekteydik.
Basına
yansımış olan şu haberler de, bu
kanımızı doğrulamaktadır:
"Cumhuriyet
Meclisinin dünkü oturumunda söz alan SDP Milletvekili Ergün Vehbi, bugünkü
yargı düzeninde bir çürüme gözlemlediğini, Meclis'in yargı sistemini yeniden
ele alıp değerlendirmesini istedi. Vehbi, "İddia ediyorum ki, bu ülkede
yargıya yurttaşın güveni kalmamıştır. Hakimleri, savcıları, dava satan
avukatları izleyecek bir mekanizmaya gereksinim vardır" dedi. (Halkın
Sesi, 13.12.1991)
"Lefkoşa
Kaza Mahkemesinde ciddi olay: Eski Bakan ve Emekli Yüksek Mahkeme Yargıcı Orhan
Zihni Bilgehan, "Zaten hukuk devleti mi mevcuttur. KKTC'de mahkemeler ve
hakimler dökülüyor" şeklinde konuştu." (Kıbrıs, 14.4.1992)
"Avukat
Menteş Aziz, Girne'de fırtına gibi esti ve bir mahkeme duruşmasından önce basın
mensuplarına şöyle konuştu: "Tutuklular için iki gün daha tutukluluk
istiyorlarmış, geçen hafta da aynısını yaptılar, son dakikada gelip böyle
davranıyorlar. 25 yılda memlekette bir polis devleti kurduk. Bir karagöz
perdesi kurduk, mahkeme değil." (Kıbrıs ve Halkın Sesi, 6 Eylül 1997)
"Savunma
Avukatı Menteş Aziz, üzerinde çok durduğu mahkeme çıkış saati ile ilgili
itirazda bulundu ve şöyle konuştu: "Yargıç tarafından verilen tutuklama
emri dosyalardan çalındı. Üç gündür canımı yedim, bulamadım...Bana göre
bilinçli bir şekilde alındı. Mahkemeye çıkılan saati kesinlikle saptamak
zorundayız. Saptayalım ki her şey ortaya çıksın. Aksi halde, adaleti
gerçekleştirmek zorlaşacaktır." (Kıbrıs, 17.6.1998)
Herşeyden
önce, davamızın herhangi bir kısıtlama ve korku olmadan, özgürce savunabilecek,
demokratik düşünce yapısına sahip bir avukatın bulunması zordu. 13 Mayıs 1991
tarihinde Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na, Bağımsız ve Federal Kıbrıs için
Temas Grubu Kıbrıs Türk Komitesi adına ilk şikayetimizi yaptığımız zaman
(Application No.18270/91), avukatımız Lefkoşa'da çalışan demokrat bir kişi olan
Ergin Ulunay'dı.
Komisyona
başvuruda bulunduğumuza ilişkin basın bildirimiz Kıbrıs Türk basınında basında
yayımlandığında, Denktaş Bey'e yakınlığı ile bilinen Vatan gazetesi, 25 Mayıs
1991 günkü sayısında şu manşeti atmıştı: "Büyük Skandal" . Çünkü biz
sorumluları, "KKTC makamları"
diye değil de, "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Türk makamları" diye
isimlendirmiştik. Yazıda şöyle denmekteydi: "KKTC makamlarını dış dünyaya
karşı "Kıbrıs Cumhuriyetinin Türk makamı" olarak göstermek de
yasalarımıza göre herhalde suçtur. Suç değilse, suç olmalıdır. Meclis harekete
geçmeli, bu rezilliğin önünü alacak bir yasa derhal yapılmalıdır. ve aynı
zamanda herkesin görüp anlaması için Giriş kapılarımıza "Bu Kapıdan
KKTC'yi Tanımayanlar Geçemez" diyen bir levha asmalı." Konu hakkında
gazetenin görüşünü sorduğu avukatımız ise şöyle demekteydi: "Yapılan
müracaatın hukuki ve siyasi yönü varken, hiçbir yorum ve açıklamada
bulunamayacağım."
- Bu ilk başvurunun görüşülmesinden
sonra çıkan kararda ne denmekteydi?
Komisyonun
8 Ekim 1991 tarihli kararında, "İlgili iç hukuk ve uygulama" başlığı
altında şu olgular özetlenmişti:
"Başvuru
sahipleri, Ledra Palas Kapısındaki giriş-çıkış noktasının "Birinci
Derecede Askeri Yasak Bölge" içinde olduğunu belirtmektedirler. O nedenle
askeri makamlar "geçiş izni verilmesinde söz sahibidirler...Kıbrıs Türk
askeri, güvenlik ve polis makamları, uygulamada Kuzey Kıbrıs'ta üslendirilmiş
bulunan Türkiye'nin Kıbrıs'taki Barış Kuvvetleri Komutanlığı'na bağlıdırlar.
Kuzey
Kıbrıs'ta yerel tazmin edilme olasılığı belirsizdir. Çünkü Kıbrıs Türk
mahkemeleri, Kuzey'den Güney'e veya Güney'den Kuzey'e seyahat özgürlüğünü,
hukuk yönünden değil de, siyasal bir konu olarak değerlendirecek ve o nedenle
kendi üzerine yasal sorumluluk almaktan geri duracak, kararları Türkiye askeri
makamlarını bağlamayacaktır."
Kıbrıs
Cumhuriyeti'nin Türk makamlarına karşı şikayetimizi yaptığımız zaman, Komisyon,
Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti'nin Kıbrıs'ın kuzeyindeki Türk makamları tarafından
yapılan fiillerden sorumlu tutulamayacağını belirledi. Çünkü Kıbrıs Cumhuriyeti
Hükümeti'nin adanın kuzeyinde yasaları uygulaması 1974'den beri engellenmekte
olup, yasaların uygulanmasına yönelik bu kısıtlama...Türk Silahlı Kuvvetlerinin
oradaki varlığı nedeniyle olmaktadır. (Human Rights Law Journal, Vol.13, No.4,
s.153)
- Sonra ne oldu?
Kararın
öğrenilmesinden sonra, Avukat Ergin Ulunay, bana, kendisine mesleki ve
psikolojik baskı yapılmakta olduğunu ve
Kıbrıs Türk Baro Konseyi'nden atılmak üzere Disiplin Kurulu'na
verildiğini duyurdu. Neyse ki, yapılan
oylamada 3'e karşı 4 oyla bu öneri
reddedildi.
- Yukarıda sözünü ettiğiniz ikinci
başvuruyu ne zaman yaptınız?
İkinci
başvuruyu yapmazdan önce, 7 Mayıs 1992'de KKTC Başbakanı Derviş Eroğlu'na ve 29
Mayıs 1992'de TC Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin'e mektup göndererek, yapılan bu
haksızlığın giderilmesini rica ettim. Ne yazık ki bu iki makamdan da herhangi
bir yanıt alamadım. Bana uygulanan ayrımcılık yüzünden zarar görmekte
olduğumdan, 8 Eylül 1992 tarihinde Strazburg'daki Komisyona ikinci şikayetimi
yaptım. (Application No. 20652/92)
- Bundan sonraki gelişmeleri de
anlatırmısınız?
Kıbrıs'ta
İnsan Haklarını Korumak için Uluslararası Dernek tarafından benim için
görevlendirilen avukatım Leicester Üniversitesi Uluslararası Hukuk Profesörü
Malcolm Shaw'un bana bildirdiğine göre, 18 Eylül 1992'de kabul edilen başvurum,
ilk defa 27 Haziran 1994 tarihinde Komisyon tarafından görüşüldü ve şikayetin
Türkiye'ye iletilmesine karar verildi.
Komisyon,
8 Nisan 1995'de de Türkiye'ye karşı açılmış olan Loizidu davasında alınacak
kararın beklenmesine karar verdi. Bu karar 18 Aralık 1996'da açıklandı.
Komisyon
23 Ocak 1997'de Türkiye'nin benim tarafımdan yapılan şikayetle ilgili görüşünü
hazırlamasını talep etti ve bu yanıt 30 Eylül 1997'de verildi.
İnsan
Hakları Mahkemesi'nin Loizidu davasında verdiği 18 Aralık 1996 tarihli kararı
gözönünde bulunduran Komisyon, 14 Nisan 1998 günü yaptığı oturumda, şikayet
başvurumu kabul edilebilir buldu. Şimdi komisyonun vereceği kararı
bekliyoruz.
(Kıbrıs'ta
Sosyalist Gerçek, Sayı:33, Ekim 1998)
Yukarıdaki
söyleşi 22 Şubat 2003 tarihli Afrika gazetesinde aşağıdaki ek ile
birlikte yeniden yayımlandı:
13
Ağustos 1998 tarihli Aktüel dergisinde çıkan NECDET AÇAN’ın Prof. Bakır Çağlar
ile söyleşisinden:
“Türkiye aleyhine yapılan dördüncü
Rum başvurusu şunu söylüyor: “Kuzey Kıbrıs’ta sadece azınlık Rumların değil,
Türklerin de hakları ihlâl ediliyor.” Ayrıca iki önemli tesbit yapılmış: Rum
kesimiyle bütünleşme ya da barışçıl yaşama için kurulan derneklere üyeliğin
yasak olması ve askeri mahkemelerin varlığı, ki DGM’ler gibi çalışır, Avrupa ve
Türkiye’nin hukuk sistemi arasındaki çelişkiyi net bir şekilde açığa çıkarıyor.
- Bu dava kabul
edildi mi?
Beklemede,
ama enteresan başka bir dava var. İlk kez Kuzey Kıbrıs'ta yaşayan bir Türk,
tarihçi Ahmet Cavit An Türkiye'ye karşı dava açtı. Gerekçesi şu: "Ben
Kuzey Kıbrıs'ta yaşayan bir kişi olarak Güney'de üye olduğum derneğin toplantılarına
katılamıyorum. Bunu engelleyen Türkiye Cumhuriyeti." Önemli yanı şu:
Komisyon Nisan 1998'de davayı görmeyi kabul etti ve büyük ihtimalle An'ı haklı
bulacak. Normalde An'ın KKTC yetkililerine karşı dava açması gerekirdi, ama Türkiye
Cumhuriyeti'ne açtı.
- Basında ileri
sürüldüğü gibi Türkiye'nin tazminatı vermeme şansı var mı?
Kesinlikle yok. "Parayı KKTC'den alın" demek de safsata. Dava zaten Türkiye
aleyhine açıldı. Karar da Türkiye aleyhine verildi.
- Vermezse ne
olur?
Şu an Türkiye aleyhine iki bin dava var. Bir kısmında yargılanıp mahkum oldu,
dostane çözüme gidildi, para ödedi. Kıbrıs konusunu diğer konulardan ayırmak
teknik olarak mümkün değil. Çünkü hepsinde mahkum olan Türkiye. Türkiye bir sözleşmenin
altına imza attı. Ödemezse sözleşmeyi ihlal eden ülke durumuna girer. Basit bir
yaptırımı var; 1967 Albaylar Cuntası dönemindeki Yunanistan örneğinde görüdüğü
gibi Türkiye dışlanır. Avrupa Konseyi'nden ihraç edilir. Tek örnek oydu, Türkiye
ikincisi olur.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder