31 Aralık 2013 Salı

YASEMİNLERİMİZİ GERİ ALABİLECEK MİYİZ?


* Kutlu Adalı-İlkay Adalı, Gideyim Buralardan Diyorum (Şiirler), Kutlu Adalı Vakfı Yayınları No.1, Lefkoşa, Temmuz 1998, 64s.
* Kutlu Adalı, Kağnı Gölgesi (Seyahat Yazıları), Kutlu Adalı Vakfı Yayınları No.2, Lefkoşa (Mayıs 1999) 149s.
* Kutlu Adalı, Yaseminlerimi Geri Verin (Son makaleleri), Kutlu Adalı Vakfı Yayınları No.3, Lefkoşa (Haziran 1999), 117s.

Değerli yazar dostum Kutlu Adalı'nın "faili meçhul" bir cinayete kurban gitmesi üzerinden dört yıl geçti, ama cinayetin meçhul olmayan failleri hakkında herhangi bir işlem yapılmadı. Geçen yıl yayımlanan ve kızı İl Adalı'nın "Yaseminlerimizi geri verin" başlığını verdiği kitabın ilk bölümünde, onun öldürülmesi öncesinde kaleme aldığı sütun yazılarından 22 tanesine yer verilmiş. İkinci bölümde de, "Dikenli Yol" başlığı altında bir döneme ilişkin siyasal anılarını içeren 9 yazısı var.

Lefkoşa'da yayımlanan günlük Yeni Düzen gazetesinin sütun yazarlarından olan Kutlu Adalı, makalelerinde, St.Barnabas Manastırı soygununu "kurcaladığı" ve soygunu yapanların üzerine gittiği için katledilmişti.

Neydi bu soygun olayı? 1974'deki Kıbrıs  Savaş Harekâtı'na katılan yüksek rütbeli bir asker kişi, yıllar sonra emekli olunca, adaya gelip, savaşta ele geçirdiği ve St.Barnabas Manastırı'na gömdüğü "ganimet"ini kurtarmak için bir harekât düzenlemişti. 14 Mart 1996 akşamı saat 19 sıralarında 10-12 kadar maskeli silahlı  kişi, St.Barnabas Manastırı’na bir baskın düzenleyerek, manastır bekçilerini dört saat süreyle bir odaya hapsetmişler ve St.Barnabas’ın mezarında kazı yapıp, “birşeyler”i alıp götürmüşlerdi. Olay, 16 Mart günü Kıbrıs gazetesinin manşetindeydi . Reuter’in  tüm dünyaya yaydığı bu silahlı soygun haberi, resmi ağızlar tarafından da doğrulanmış, ama soruşturmanın selâmeti açısından konu, yargıya sevkedilmeden, kamuoyuna daha ayrıntılı bilgi verilmek istenmemişti.

"Fazla kurcalamayın, altından çapanoğlu çıkar" şeklinde çıkan söylentileri, 5 günlük suskunluktan sonra Başbakanlıktan yapılan ve "olayın güvenlik güçlerimizin aldığı ciddi bir ihbar üzerine gerçekleştirilen bir operasyon olduğu"nun belirtildiği kısa bir açıklama izlemişti.

Kutlu Adalı, 23 ve 26 Mart 1996 tarihli sütun yazılarında (s.12 ve 16) konunun içine itilmek istendiği tabular üzerine giderek, ilgili makamları uyarmış ve önlem alınmasını istemişti. Ama St.Barnabas soygunu üzerine yazdıkları yüzünden çeşitli tehditler aldığını, 2 Nisan günü çıkan "Demokrasi herkese lazımdır" başlıklı makalesinde açıkladı (s.24-26). Telefonla yapılan müteaddit tehditler, sonunda onun 6 Temmuz akşamı evinin önünde, yine silahlı bir baskınla öldürülmesiyle noktalandı ve bu olayda bir "Çapanoğlu"nun  gerçekten var olduğu ortaya çıktı!

Kutlu Adalı, öldürülmesinden 2 ay önce, 7 Mayıs 1996 günü yayımlanan "Tugayın Komutanı Kim?" başlıklı makalesinde şöyle yazmıştı (s.51):

"Türkiye'yi gerçekten çökertmek, yıkmak isteyen laiklik, çağdaşlık düşmanları, Türkiye'nin güneşini, aydınlığını, ışığını kesiyor ve oy avcılığı uğruna Türkiye'yi karartıyorlar. Aydınlıktan, ışıktan karanlıklarla kol kola girmiş emperyalist uşakları Türkiye'yi kurtaramaz.

Türkiye çalkalandıkça, Kıbrıs Türkleri alabora oluyor. Silahlı, bombalı tehditlerin sahipleri, Kıbrıs'ta da desteklenip, kollanıyor, karanlık güçler Kıbrıs'ta da aydınlığı boğmak istiyor. Bu tutucu, yobaz, ülkücü, gerici güçler demokrasiyi, Türkiye'de olduğu gibi Kıbrıs'ta da çökertmek istiyorlar...Ülkemizde 35 bin garantör Türk askeri, can ve mal güvenliğimizi korumak için görev yaptığı halde, "Özgürlükçü Türk Tugayı" adı altında can ve mal güvenliğimizi tehdit ediyorlar. Bellerinde tabanca, ellerinde bomba, ceplerinde dinamit lokumu, evlerinde cephanelik üzerimize yürüyorlar. Dağıttıkları bildirilerde, yasadışı yer altı eylemleriyle Kıbrıs Türkünü hainlerden kurtarma terörüne girişiyorlar. Bu "Özgürlükçü Türk Tugayı"nın komutanı kimdir? Subayları, erleri kimlerdir? Karargâhları nerededir? Güçleri, cephanelikleri nerelerde gizlenmektedir? Bunların gerçek amaç ve niyetleri nedir? Kardeş kavgası çıkartmak, kardeş kanı döktürmek için aramıza kimler tarafından sokulmaktadırlar? Kardeş kavgası Türkiye'ye ve Kıbrıs Türkleri'ne ne kazandıracaktır?

Yanıt bekleyen sorular çoktur. Polis ve Güvenlik Örgütünü sivil yönetime vermemekte direnenler, bu sorulara yanıt aramalı ve Kıbrıs Türkleri'nin can ve mal güvenliğini 35 bin askerle garanti altına alanlar, bu yasadışı Özgürlükçü Türk Tugayı'nı yerle bir etmelidir. Kıbrıs Türkünün yasal olarak yalnız bir garantörü vardır. Çizmeyi aşanlara hedefleri bildirilmelidir. Yasadışı eylemlere göz yumanlar, yarın kendilerine gerekli olacak demokrasi ve hukuk devletini mumla arayabilirler. Demokrasiyi yer altı örgütlerine kurban etmeyin."

Ne yazık ki Kutlu Adalı'nın bu uyarılarına aldıran olmadı. ve tam iki ay sonra, 8 Temmuz 1996 tarihli Kıbrıs gazetesi, manşetinden şu haberi verdi:

"Adalı cinayetini 'T.İ.T.' üstlendi. Dün saat 16.40 sıralarında KIBRIS'ı telefonla arayan kimliği belirsiz bir erkek, "Kutlu Adalı'yı biz öldürdük, Türk İntikam Tugayı" diyerek telefonu kapadı. T.İ.T. daha önce de basın kuruluşlarına gönderdiği tehditkâr beyannameleriyle dikkat çekmişti.

Kutlu Adalı'nın öldürülmesi 2 Mayıs ve 1 Haziran geceleri, Lefkoşa'da CTP İlçe Örgütü Binası ve DP Genel Merkezi'ne yapılan bombalı saldırıları izledi. Bu bombalı saldırılarda ölen, ya da yaralanan olmamıştı. Kutlu Adalı, önceki akşam 23.30'da Lefkoşa'da Kızılbaş semtindeki evinin önünde bilinmeyen kişi ya da kişilerce otomatik bir silahla açılan ateş sonucu olay yerinde can vermişti.

Yakın mesafeden vurularak öldürülen Kutlu Adalı'ya silahlı saldırıyı yapan kişileri yakalamak için polis dün sabahın erken saatlerine kadar yol güzergâhlarında barikatlar kurdu, aramalar yaptı. Fakat saldırganlar yakalanamadı." 

*** 

Siyasal makaleleri yanında, edebiyatın diğer dallarında da ürünler vermiş olan Kutlu Adalı, eşi İlkay Adalı ve çocukları tarafından kendi adına kurulan Vakfın ilk kitabı olarak yayımlanan "Gideyim Buralardan Diyorum" adlı şiirler toplamında yer alan, "Kasım 1995" tarihli son şiirinde şöyle demekteydi:

"Umutlar umutsuzluklarla yarışır gibi savaşır
nenemi, dedemi anımsarım
Babam annem yarım kalmış aşklarım
Yollarda hala oynayan çocukluğum
Savaş yılları acılar felaketler
Bitmek bilmeyen barış özlemi
Yüreğim dayansın istiyorum
Dayanamıyorum
Gideyim buralardan diyorum
Selamsız kalmaktan korkuyorum"

Kutlu arkadaş, sen sana yakışanı yaptın, buralardan gitmedin. Zorlu kavgamıza katkını koydun. "Bu düğümü çözmek var son, hele dur" diyordun. Yüreğin dayandı, ama düğüm henüz çözülemedi; çözülmesini istemeyenler seni susturdular. Ama fikirlerini susturamadılar:

"Çekiyor kollarıyla kaçamıyorum
Zeytin veren toprak oluyorum
Özyurdumun insanına ürün oluyorum"
***
"Maviler yeşiller arasında köpüklenen ey deniz
Senin her dalgandan çıkan köpükte
Bir haykırış bir çığlık duyuyorsan
Yurdumun özgürlük türküsüdür bilesin"

(İstanbul'daki Kıbrıslı Türklerin örgütü KIBES tarafından 8 Temmuz 2000'de düzenlenen Kutlu Adalı'yı anma toplantısında yaptığım konuşma)
 

 

KIBRIS TÜRK SOLUNUN DÜNÜ VE BUGÜNÜNE KISA BİR BAKIŞ


Kıbrıs adasında yaşayan iki ana etnik-ulusal toplum olan Rumlar ile Türkler, Rusya’da 1917 devriminin başarıya ulaştığı günlerde, İngiliz sömürge yönetimini yaşamakta idiler. Sosyalist Ekim devriminin doğrudan etkileri altında adada hız kazanmaya başlayan sol düşünceler, daha çok Yunanistan’daki fikir akımlarından etkilenmekteydi. 1915-17 yıllarında Leymosun’da üç Rum tarafından oluşturulan siyasal hareket, Aralık 1922’de, iki ayda bir çıkan Pirsos (Meşale) adlı bir gazeteyi yayımlamaya başlamıştı.

1924 yılı başında fakir köylülerin borç ödemelerinin durdurulmasını talep eden komünist hareket, bir Ziraat Bankasının kurulmasını ve ilerici bir çalışma yasasının çıkarılmasıyla işçilerin yaşam koşullarının iyişeltirilmesini, çalışma saatlerinin 14-12 saatten 8 saate indirilmesini istedi.

 
KIBRIS KOMÜNİST PARTİSİ VE KIBRISLI TÜRKLER

Pirsos gazetesi Ocak 1924’de kendi kendini, kuruluş hazırlıklarını sürdürmekte olan Kıbrıs Komünist Partisi (KKK)’nin resmi yayın organı olarak ilan etti. 1 Ocak 1925’den itibaren 15 günde bir çıkan “Neos Anthropos” (Yeni İnsan) gazetesini yayımlamaya başlayan komünistler, 14 Ağustos 1926’da gizli olarak yaptıkları bir toplantı sonunda KKP’nin resmen kurulduğunu açıkladılar.

İlk parti programında Kıbrıslı Türklerden de söz eden KKP, Kıbrıslı Rum, Türk , Ermeni, bütün ada halkının ortak düşmanı olarak nitelendirdiği emperyalizme karşı eylem ve işbirliğini güçlendirme ve etnik şovenizmi geriletme talebini yükseltmekteydi.

Bilinen bilgilere göre, KKP’nin Kıbrıslı Türklerle olan ilişkileri çok sınırlı kalmıştı. Önce bağımsızlık, sonra da özerklik isteyen KKP ile adanın Yunanistan’a bağlanmasını (enosisi) savunan Rum milliyetçileri arasındaki görüş ayrılıkları, Partinin savunduğu “anti-emperyalist birlik cephesi”nin oluşmasını engellerken, Kıbrıslı Türk emekçilerle olan ilişkiler de çeşitli nedenler yüzünden geliştirilememişti. Bu nedenlerden belki de en önde geleni, bilimsel sosyalist fikirlerin Türkler tarafından Türkçe olarak öğrenilmesini sağlayacak yayınların yok denecek kadar az olmasıydı. Dil ve kültür ilişkileri nedeniyle Türkiye’den olan etkilenme, Türkiye Komünist Partisi’nin 1923’den beri yasaklanmış olması ve Kemalizmin tek geçerli görüş kabul edilmesi yüzünden sınırlıydı.

Kıbrıslı Türk emekçilerin politik ve daha çok ekonomik açıdan bilinçlenmeleri, daha sonraki yıllarda, Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri ile Tüm-Kıbrıs İşçi Sendikaları Federasyonu (PEO)’nun Türk Şubesi’nin çalışmaları sonunda gerçekleşecekti. (Kemal Cankat, Ekim Devriminin Kıbrıs İşçi Sınıfının Politik Örgütlenmesi Üzerindeki Etkileri, Söz gazetesi, 6-13 Kasım 1987)

Kıbrıs’ta kuraklığın ve fakirliğin, kapitalist dünyada ise ekonomik bunalımın doruğa çıktığı bir sırada, halk yığınları sosyalizm fikirlerine yönelmekte iken, İngiliz sömürge yönetimi de kitap yasaklama ve ceza yasasındaki değişikliklerle, sol hareketin gelişmesine engel olmaya çalışmaktaydı. Kıbrıslı Rum milliyetçilerin Ekim 1931’deki ayaklanması ardından, ülkedeki siyasi faaliyetlerin yasaklanması ve anayasal düzenin Kavanin Meclisi’nin kapatılmasıyla birlikte ortadan kaldırılması geldi. İşte bu yıl içinde, Kıbrıs Türk basın organlarından Söz gazetesinde yer alan “Sürüden Ayrılanı Kurt Yer!” başlıklı bir makalede yer alan şu satırlar, bazı sol görüşlü Kıbrıslı Türklerin de siyasal çalışma yaptıklarını göstermektedir:

“Son birkaç haftadır Lefkoşada olduğu gibi diğer kaza merkezlerinde de komonistler beyannameler çıkarıyorlar ve asnafı Bolşevikliğe davet ediyorlar. Biz, Komonistlerin neşrettikleri beyannameleri tahlil ve terviç edecek değiliz; yalnız bunları imza edenler arasında bir kaç ta Türk ismi gördüğümüz için en ziyade bunlarla meşgul olacak ve buna dair fikir ve kanaatımızı izaha çalışacağız...Bolşeviklere yanaşan ve karışan Türklerin kimler olduklarını bilmiyoruz. Fakat kimler olursa olsun, bu hareketleri ile bizi gücendirdiler ve pek tehlükeli bir vaziyete soktular...Kendini bilmeyen cahil bir iki Türk, Komonistlerin propagandasına kapılmış ve bizden ayrılmışlarsa, bunda Cemaatımızın bir kusuru ve hatası yoktur. Hata varsa bizden ayrılan ve karanlık yollara sapanlardadır ki bunları da sürüden ayrıldıkları için hiç şüphe etmeyiz ki kurtlar yiyecektir.” (13 Ağustos 1931)

 
KIBRISLI TÜRK EMEKÇİLERİN AYRI SENDİKALARDAKİ MÜCADELESİ

1941 yılında siyasal partilerin yeniden kurulmasına İngiliz sömürge yönetimi yeniden izin verdiği zaman, çalışmalarını yasadışı olarak sürdürmekte olan KKP’nin, 14 Nisan 1941’de AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi kelimelerinin Rumca ilk harfleri) adı ile yasal planda çalışmalarını sürdürdüğü görülür.

1943 yılı başında yapılan AKEL’in 2. Kongresinde Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi (enosis) politikası benimsenince, gerek sendikal harekette, gerekse siyasal çalışmalarda Kıbrıslı Türklerle işbirliğinde zorluklar başlar. İşte bu nedenle, zaten 27 Aralık 1942’de ilk Türk Amele Birliği oluşturulmuş bulunuyordu. Niyazi Dağlı başkanlığındaki 12 Kıbrıslı Türk dülgerin Rum işçi sendikasından ayrılmasıyla başlayan etnik temele dayalı ilk sendikal örgütlenme, 13 Ağustos 1944’de Hasan Şaşmaz’ın başkanlığındaki yüzlerce Türk işçisinin PEO’dan kopmasıyla daha da genişler. 1945 yılına gelindiğinde, Türk İşçi Birlikleri’nde örgütlü Kıbrıslı Türk işçi sayısı 843’e yükselmişti.

Ekim 1947’de “İşçinin Yolu ŞAŞMAZ” adlı ilk Kıbrıslı Türk solcuların yayın organı çıkartılır. “Kol ve kafa işçisinin siyasal ve sosyal davalarını güden dergidir” alt başlıklı bu yayın organı, 2. sayısından sonra “fazla ideolojiktir” gerekçesiyle yayımını durdurur.

13 Ocak ile 17 Mayıs 1948 tarihleri arasında 125 gün süren tarihi Maden Grevi, Kıbrıslı Rum ve Türk işçi sendikalarının sınıf dayanışmasının güzel bir örneğini oluşturur. Kıbrıs Türk liderliğine yakın Halkın Sesi ve Hürsöz gazetelerinin başlangıçta bu grevi desteklemiş olmalarına rağmen, daha sonra bu desteği geri çekmeleri üzerine, işçilerin sesini duyuracak günlük bir yayın organı oluşturma çabaları, ancak 19 Mayıs 1948’de ilk sayısını yayımlayabilen “Emekçi” gazetesi ile sonuç verir. Grevin bitmesinden iki gün sonra yayımlanan bu ilk Kıbrıs Türk işçi gazetesi, 1949 yılı içinde bir ara günlük yayımını durdurur ve sonradan haftalık olarak yayımlanmaya başlar. Kıbrıs Türk liderliğine yönelttiği eleştiriler yüzünden başı derde giren “Emekçi”, kısa bir süre sonra kapanmak zorunda kalır.

Aralık 1951’de yapılan 7. AKEL Kongresinde, “hâlâ daha şovenist Kıbrıs Türk burjuvazisi ile toprak ağalarının etkisi altında olan Kıbrıs Türk azınlığına daha fazla ilgi gösterilmesi” onaylanır.

1948 yazından beri Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri ile işbirliği yapmaya başlayan PEO, Kasım 1952’de Türk üyeleri için bir merkez bürosu açma kararı alır ve Mart 1954’de, daha önce sözü edilen “Emekçi” gazetesinin sahip ve yazarlığını yapmış olan Ahmet Sadi Erkurt’u (ki 1952’den beri PEO Merkez Konseyi üyeliği yapmaktaydı) bu büronun maaşlı sekreterliğine getirilir.

Bu arada “AKEL’ci Türkler olarak size ilk defa konuşuyoruz” diye başlayan ve “AKEL Türk Kolu İdaresi” imzalı ilk Türkçe bildiriler, Galatya köyüne kadar Türk emekçilerine ulaştırılır. (Köylü gazetesi, 8 Kasım 1954)

1954 yılı sonuna gelindiğinde, PEO’da 1500 kadar Kıbrıs Türk işçisinin örgütlendiğini görüyoruz. Bu arada PEO, Türk üyeleri için sık sık Türkçe bildiriler ve aylık bir “İşçi Bülteni” çıkarmaya başlar. Hatta “İşçinin Sesi” adlı haftalık bir sendika gazetesinin yayımlanması planlanır. 13 Eylül 1955’de “İnkılapçı” adlı haftalık bir gazetenin yayımlanmaya başlaması ile bu plandan vazgeçilir.

14 hafta yayımlanabilen “İnkılapçı” gazetesi, o günlerde önem arzeden bütün toplumsal ve ekonomik konularda makaleler ve haberler vererek, emekçilerin sesi haline gelir. Ama İngiliz sömürge yönetiminin 14 Aralık 1955’de olağanüstü durum ilan etmesi ardından, AKEL’in günlük yayın organı Neos Demokratis ‘le birlikte kapatılır. Başta AKEL olmak üzere solcu köylü, gençlik ve kadın örgütleri yasadışı ilan edilir, birçok solcu tutuklanıp hapse atılır. “İnkılapçı”nın 12 Aralık 1955 tarihli son sayısında yer alan “Tehdit” başlıklı yazıdan anlaşıldığı üzere, zamanın Kıbrıs Türk liderliği ve ona bağlı yeraltı örgütleri “İnkılapçı”yı çıkaran ekibe “İnkılapçı gazetesini durdurunuz, öldürüleceksiniz, kafanız ezilecektir” vb sözler içeren tehdit mektupları göndermişti.

 
TMT’NİN BASKI VE TEDHİŞ POLİTİKASI

1 Mayıs 1958’de Türk  ve Rum işçilerin birlikte yürüyerek, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı ortak bir mücadele vermeye kararlı olduklarını açıklamaları ardından, Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) yayımladığı bir bildiride, Rum PEO sendikasına üye olan Türk işçilerden istifa etmelerini ve bundan böyle Rumlarla işbirliği yapanların cezalandırılacağını açıklar. Zamanın günlük Türkçe gazeteleri, PEO’dan istifa ilanlarıyla dolup taşar. Ama ilk teşhiş eylemi 22 Mayıs 1958’de PEO’nun Türk Şubesi Başkanı Ahmet Sadi’yi öldürme teşebbüsü ile başlar. Ardından 24 Mayıs günü “İnkılapçı”nın yazı işleri müdürü Fazıl Önder öldürülür. Lefkoşa ve Leymosun’da başka ilerici Kıbrıslı Türkler öldürülür veya yaralanır.

Bu sırada, Türkiye ve Kıbrıs Türk liderliği Kıbrıs sorununun yegâne hâl çaresinin taksim olduğu şeklindeki politikalarını sürdürürken, adanın taksim edilmesine karşı çıkan Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıs Türk solu seslerini yükseltmekte ve muhalefet yapmaktaydılar. Örneğin AKEL’in Türk kolu, o sıralarda Kıbrıs’ta bulunan Prof.Nihat Erim’e ilettiği 19 Ocak 1957 tarihli bir mektupta, “ayrılmaz bir bütün olan Kıbrıs halkı, Türkler ve Rumlar, bu topraklarda yüzyıllarca birlikte yaşamışlar ve yaşamaktadırlar” diyerek, “ortaya atılan adayı taksim etme fikri, Kıbrıs meselesinin nihai hâl şekli olmayacağı gibi, kabili tatbik de değildir. Çünkü Kıbrıs Türk ve Rum halkı ayrı ayrı iki mıntakada yaşamamaktadır. Böylece ortaya bir muhaceret işi çıkacaktır. Böyle hadiselerin hangi menfaatlere hizmet ettiğini tarih hepimize göstermiştir” şeklindeki görüşlerini aktarmışlardı. (Nihat Erim, Bildiğim, Gördüğüm Ölçüler İçinde Kıbrıs, Ankara 1975, s.55-57)

 
KIBRIS CUMHURİYETİ DÖNEMİ

1960’da Kıbrıslı Rum milliyetçilerin enosis ve Kıbrıslı Türk milliyetçilerin taksim taleplerinin dışında bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin kurulması, yeni bir dönemin başlangıcı olur. Kıbrıs Cumhuriyeti’ne sahip çıkan ve onun kurulduğu 16 Ağustos 1960 günü ilk sayısını çıkaran “Cumhuriyet” adlı haftalık Kıbrıs Türk gazetesi çevresinde, taksimci Kıbrıs Türk liderliğine karşı demokrasi mücadelesini sürdüren demokratlar, 27 Eylül 1960’da da Kıbrıs Türk Halk Partisi’ni kurarlar.

Kıbrıs Türk toplumunu uyarıcı yayınlardan tedirgin olan çevreler, “Cumhuriyet”in 23 Nisan 1962 tarihli 89. sayısında çıkan ve Lefkoşa’nın Rum kesimindeki iki caminin bombalanmasının sorumlularını ima eden yazı üzerine telaşa kapılıp, o günün gecesi, “Cumhuriyet”in sahip ve yazarları olan Ahmet M.Gürkan (35) ile Ayhan M.Hikmet’i (33) öldürtürler.

Kıbrıs Türk liderliğinin taksim politikasına muhalefet eden demokratlara karşı girişilmiş olan bu ikinci tedhiş eylemi, toplumu, 1963 Aralık’ındaki toplumlararası çatışmaların başlamasından sonra daha da artacak olan yeni bir baskı ve korku dönemine sokacaktı. “Cumhuriyet” gazetesi yazarlarından Dr.İhsan Ali, Rumca Fileleftheros gazetesine verdiği bir demeçte, gazetenin yayınının devamı için çaba göstereceklerini belirtmişse de, bu gerçekleştirilemedi.

1965 yılı Nisan ayında AKEL Merkez Komitesi’nin Kıbrıslı Türk üyelerinden Derviş Ali Kavazoğlu’nun sendikacı Rum arkadaşı Kostas Mişaulis ile birlikte katledilmesi, üçüncü tedhiş dalgasını oluşturur. Artık siyasal ortam, ayrılıkçı Kıbrıs Türk liderliğinin kesin tekelindeydi.

1968 yılının ilk yarısından itibaren, toplumlararası ilişkilerin yumuşamaya başlaması ve görüşme sürecine girilmesi ardından, Kıbrıs Türk muhalefet güçleri yeniden mücadelelerini yükseltmeye başlarlar. Eylül 1968’de Kıbrıs Türk İlkokul Öğretmenleri Sendikası’nın (sonradan KTÖS adını alacak) ve Aralık 1970’de Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP)’nin kurulması, sendikal ve siyasal hakların yeniden tesisi konusunda önemli kilometre taşları olur.

 
ADANIN TAKSİMİNDEN SONRA

Adanın, 1974 Temmuz’undaki olaylar ardından taksim edilmesi ile, kuzeyde toplanan Kıbrıslı Türkler, çeşitli siyasal partiler, sendikalar ve birlikler oluştururlar. Bunların sol kesimde anılanlarının verdikleri mücadeleler, başarıları ve hataları ile bilinmektedir.

Son dönemdeki duruma kısaca bakacak olursak tablo şöyledir: Her yıl ABD’de yayımlanmakta olan “Uluslararası Komünist Meseleler Yıllığı” adlı kitabın 1991 Yıllığı’na göre, “AKEL’in Kıbrıs Türk toplumu içinde yasaklanmış olmamasına karşın, parti, “yeşil hat” üzerinden temas sağlamanın zorluğu yüzünden, kuzeyde aktif olmamayı seçmiş bulunuyor.

Kıbrıslı Türkler arasında üç tane sol kanat partisi vardır: CTP, TKP ve YKP...Üç sol kanat partisi de, Kıbrıs sorunu için federal çözümü savunmakta ve buna ulaşmada toplumlararası yakınlaşmanın bir araç olduğuna inanmaktadır. CTP liderine göre, “üç sol kanat partisi de, kendi kendilerine özgüdürler ve hiç biri de Kıbrıs’ın güneyinde veya dünyanın herhangi bir yerindeki her hangi bir partiyi kopya etmemektedirler.” (6 Kasım 1990’da Özker Özgür ile yazar Thomas W.Adams’ın yaptığı kişisel iletişimden öğrenilmiştir.”

1990 Yıllığı’nda ise Kıbrıs Türk soluna ilişkin şu değerlendirme yer almaktadır:

“Eğer Kıbrıs’ın kuzeyi ile güneyi bir gün “Federal Cumhuriyet”te yeniden birleşecek olursa, her iki toplumdaki sol kanat partilerinin birleşik oy gücünün, bir Cumhurbaşkanlığı seçiminde oyların çoğunluğunu sağlayabileceği tahmin edilebilir.”

İlk defa 1989 Yıllığı’nda dile getirilen ve burada daha açık bir şekilde formüle edilen Amerikan emperyalizminin korkusu, bu ülkenin neden iki devletli ve adanın taksimine dayanan bir konfederal çözüm peşinde koştuğunu açıklarken, İngiliz ve Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi olagelmiş olan Kıbrıs Türk liderliğinin de “Rum düşmanlığı” ve “toplumların temas ettirilmemesi” politikasının nedenini ortaya çıkarmaktadır. (A.An, ABD’nin Kıbrıs Türk Soluna Bakışı, Sosyalist Gözlem, Ekim 1993, Sayı:5)

 
BUGÜNKÜ SOL SİYASAL YAPILANMALAR

Bugünkü Kıbrıs Türk solunu siyasal planda temsil etmekte olan ve hep birlikte %30’luk oy potansiyelini aşan  Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP), Toplumcu Kurtuluş Partisi (TKP) ve Yurtsever Birlik Hareketi (YBH)’nin -ki 10 yıl önce TKP’den kopanların oluşturduğu YKP ile Özgür başkanlığında CTP’den kopanların 1998’de birleşmesinden oluşmuştur-, yukarıda sözü edilen ve ölümle, baskıyla susturulmuş olan sol birikime sahip çıkmaması, dikkate değer bir husustur. Bugünkü politikalarını, eski sol geleneğin hata ve sevabıyla savunduğu ilkelere dayandırmayan bu partiler, Kıbrıs Türk toplumuna, içine düşürüldüğü siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel çıkmazdan çıkış yolunu da açıkça gösterememekte, son çözümlemede onu, çaresiz bırakıp erimeye terketmektedirler.

25 yıllık süreç içinde, sol sosyal demokrat bir çizgiden hareket edip, bugün liberal bir yapıyı benimseyen CTP’nin eski çizgisini, bir ölçüde YBH devralırken, sağ sosyal demokrat görüşteki TKP, kendini yeniden üretemediğinden gelişememektedir. Bu üç siyasal partinin üye ve yandaşlarının bir kısmı, işçi ve memur sendikalarında o görüşlerin izdüşümlerini oluşturmaktadırlar. Bu yapılanmalardan bağımsız bir siyasal görüş sahibi olan Kıbrıs Türk solunun diğer unsurları, dönem dönem bazı yayın organlarında veya kendi dergi veya gazetelerinde düşüncelerini aktarabilmekte, ya da belli dar arkadaş grupları şeklinde varlıklarını sürdürmektedirler.

Kıbrıs Rum kesimindeki siyasal partilerin hepsi de, adanın taksimine karşı olup, Kıbrıs sorununun iki toplumlu, iki kesimli federal bir devlet yapısıyla çözümlenmesini ve adada 25 yıldan fazla bir süredir askeri güçle dayatılan oldu-bittilere bir son verilmesini talep etmektedirler. Kıbrıs Komünist Partisi AKEL ile Kıbrıs sosyalist partisi EDEK, %40’dan fazla oy potansiyeline sahiptirler.

Kıbrıs Türk liderliğinin taksimci ve ayrılıkçı politikalarına karşı, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yeniden federal bir çatı altında örgütlenmesi ve adamız üzerinde yaşayan iki ana etnik-ulusal toplum olan Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türkler arasında dostluk ve işbirliğinin yeniden kurulması için güçlerini birleştirmesi gereken Kıbrıs Türk solu, bir an önce yeni bir durum değerlendirmesi yapmalıdır. Bağımsız ve federal bir Kıbrıs Cumhuriyeti’ne giden yoldaki zorlukların aşılması için, sahte solculardan arınmak ve mücadeleyi yeni baştan örgütlemek artık kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmiştir. 

(Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek, Temmuz 1996, Sayı:6 ve kitap içinde: Ahmet An, Kıbrıs Nereye Gidiyor? İstanbul 2002, s.223-231)
 

 

 

 

ÖNGÖRÜLERİ HAKLI ÇIKAN BİR “HAİN” : Dr.İHSAN ALİ


            Yurdu Kıbrıs için yüreği sevgi dolu bir yaşam süren Dr. İhsan Ali (1904-1978), bir hekim olarak hem Kıbrıslı Türklere, hem de Kıbrıslı Rumlara hizmet verdi. Belli bir görüş sahibi ve zeki bir politikacı olup, gerek yerel, gerekse uluslararası politika ile her zaman yakından ilgili idi.

            Bir iç hastalıkları uzmanı olarak 1934 yılında ülkesine döndüğü zaman, Baf’a yerleşti ve oradan, İngiliz sömürge yönetimi altındaki Kıbrıs halkının yaşam koşullarının iyileştirilmesi mücadelesine büyük katkılarda bulundu. Kıbrıs Türklerinin siyasal, sosyal ve ekonomik sorunları ile ilgili olarak düzenli makaleler kaleme aldı. Önce 1935’de, ilerici Kemalist Ses gazetesinde, haftalık olarak tıbbi konular üzerine yazmaya başladı. Daha sonra Söz gazetesinde siyasal makaleleri çıkmaya  başladı ve bir yıl sonra bu gazetenin yazı işleri müdürü oldu. KATAK çevresindeki Kıbrıs Türk liderliğini eleştirdi ve kendisi de KATAK’ın Baf kaza sekreterliğini yapmaktaydı.

            1951-53 yıllarında, Dr. Küçük’ün politikalarına muhalif olan Necati Özkan’ın İstiklâl gazetesinde yazdı. Dr. İhsan Ali, Baf Maarif Encümeni üyeliği yanında, Baf Türk Birliği Kulübü’nde de sosyal yönden aktifti ve ayrıca Baf Belediye Meclisi üyeliği yaptı.

            1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğu zaman, taksimci Kıbrıs Türk liderliğinin emri ile 1962’de öldürülen iki avukat, Ahmet Gürkan ve Ayhan Hikmet’in sahipliğindeki haftalık Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başladı. Dr. İhsan Ali, “Hatıralarım” adlı kitabında şu değerlendirmeyi yapmaktadır:

            “Zürih ve Londra Antlaşmalarıyla olağandışı bir devlet yaratıldı. Bu devlet çerçevesinde, dünyada benzeri bulunmayan bir anayasa ile iki toplumun uyumlu işbirliği çok zordu. Daha üç yıl geçer geçmez, 1963 olayları diye bilinen ilk kanlı olaylar yaşandı...(s.37)

            Sömürge idaresi, ...adayı terk ederken, başka yerlerde de yaptığı gibi karışıklık tohumlarını bırakmak istedi ve bu tohumları Zürih-Londra Antlaşmalarıyla ekebileceğini düşündü...(s.37)

            Anayasanın öngördüğü Türk devlet memuru ve polis oranı, nüfus oranından fazlaydı (%30). Diğer yandan Türk askerlerinin (Türk Alayı) oranı %40, Yunan askerlerinin ise (Yunan Alayı) %60’tı. Kıbrıslı Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısına veto hakkı, ayrı mahkemeler, ayrı belediyeler ve her şeyin üzerinde Kıbrıs’ta Türk ve Yunan askeri bulundurulması hakkının tanınması, Türk tarafına çok cazip göründü ve büyük başarı olarak sayıldı. Ancak gerçekte başarılı olanlar sömürgecilerdi. Tüm çabaları, er ya da geç iki toplumu çatışmaya sokacak bir anayasanın kabul edilmesi için ne gerekiyorsa yapmaları üzerine odaklanmıştı. Kıbrıs’ta yaratacakları bir iç savaşla, Zürih anayasasıyla elde etmeyi başardıkları askeri üslerini güvenceye alacaklarını düşündüler.” (s.37)

            Dr. İhsan Ali, taksimci Kıbrıs Türk liderliğine karşı verdiği onurlu mücadeleyi de şöyle savunmaktadır:

            “Bu insanların, Kıbrıs Türk toplumunu nasıl korkuttuklarını anlamak kolaydır. Amaçlarının, durumun fiili bir bölünmeye varması için iki toplumu birbirinden uzaklaştırmak olduğuna şüphe yoktu...Okuyucularımın bu liderlikle işbirliğini niye reddettiğimi anlayacaklarını umarım... Kıbrıs Türk liderliğinin siyasetini izlemediğim için, kendi ihanetlerini örtmek amacıyla beni hainlikle suçladılar.

Bazı Elenler dahi, yaptığımı garip buldular. Çünkü, fanatik ve şoven yapıları, durumu bir Kıbrıslı olarak göğüslediğimi ve Kıbrıs halkının bir bütün olarak çıkarlarını gözettiğimi anlamalarına izin vermiyordu. Bu ruhu değerlendiremiyorlardı. Şimdi soruyorum: Kıbrıs halkı, bilincine, her şeyden önce Kıbrıslı olduğunu yerleştiremiyorsa, bu devlet var olmaya nasıl devam edecek?” (s.58)

            Dr. İhsan Ali, Cumhurbaşkanı Makarios’un yakın bir dostuydu ve 1970’de onun siyasal danışmanı olarak atanmıştı. Faşist darbe ve onu izleyen Türk istilası ardından, 1977’de temel çözüm ilkelerinin kabul edildiği toplantıya katılanlardan biri de o idi. 1978’de, ölümünden birkaç ay önce kaleme aldığı “Hatıralar”ında şunları yazmaktadır:

            “Kıbrıs sorununun çözümünün temel ilkeleri Makarios tarafından Waldheim ve Clifford’a anlatıldı. Bu, toprak oranı, Rum ve Türk göçmenlerin geri dönmesi, serbest dolaşım, yerleşim ve mülkiyet hakkının tanınmasıydı. Bu ilkeler birkaç gün sonra Kıbrıs Türk liderliği ve Türkiye tarafından reddedildi.” (s.94)

            “ Sorunun çözülmesi için, Kıbrıs devletinin bağımsızlığı, bölünmezliği ve bağlantısızlığının güvenceye alınabilmesi için temel olan bazı ön şartlar vardır. Bunlar, dolaşım özgürlüğü, her vatandaşın mülkiyet hakkının tanınması ve tüm yabancı askerlerin Kıbrıs’tan uzaklaştırılmasıdır. Her iki taraftan kitlelerin tutkusu olan bu temel ön şartları Türkiye Hükümeti ile Kıbrıs Türk liderliği tanımıyor ve görüşmek istemiyor. Bu gerçek karşısında, görüşmelerin sürdürülmesi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin dağılması sonucunu getirecek olan bölünme ve belki de çifte enosise yol açacak bugünkü durumun kalıcılaşması için Türklerin uyguladığı bir oyalama taktiğidir.” (s.100)

            Dr. İhsan Ali’nin bu düşünceleri, Kıbrıslı yurttaşların hareket noktasını ortak vatan olarak almaları fikrini çok açık bir şekilde göstermektedir.

            Kardeşinin oğlu, emekli diplomat Özdemir Özgür’e yazdığı ve 2004’de Türkçe olarak “Dr. İhsan Ali’den Mektuplar” adı altında kitaplaşan mektuplarında da görüleceği gibi, Kıbrıs sorunu ile ilgili değerlendirme ve öngörülerinin haklı çıkması, onun konuya olan hakimiyetini göstermektedir.

13 Mayıs 1976 tarihli mektubunda, yakın dostu ve danışmanı olduğu Cumhurbaşkanı Makarios’a gönderdiği mektubu ile ilgili olarak şunları yazmaktaydı:

            “Ben iki toplumun bir arada yaşayabilecekleri tezini savundum. ‘Eğer semeresiz kalmışsa, suç benim değil. Junta ile EOKA B’cilerindir’ dedim ve bu durumda benim durumumun pek nazikleştiğini, çünkü Türk olduğumdan Rum tarafınca yabancı sayıldığımı, namuslu ve ciddi politikam yüzünden Türk toplumundan da kendimi tecrit etmiş olduğumu (Türklerin, yine Rum tarafının ihaneti neticesi olarak, kuzeye nakledilmelerile) ve bu yüzden yıllar yılı politika yapmış bir vatandaş olarak kendimi ‘psychique’ bakımından iyi hissetmediğimi ve diğer yandan bütün Türklerin kuzeye nakledilmesi neticesi olarak hekimlik bakımından da kaybettiğimi,  adeta mütekait bir durumda bulunduğumu belirttim. Beni telefona alarak ‘görüştüğümüzde konuşuruz’ dedi.” (s.151)

            27 Nisan 1977’de ise şunları yazmaktaydı:

            “Kıbrıs meselesinin halledileceği yok. Bana öyle geliyor ki Türkler ayrı hükümet ilan edecekler. Ve Amerika’ya kendi semtlerinde, üs yapmalarına müsaade edecekler. Rum tarafında zaten İngilizlerin üsleri vardır ki istedikleri zaman onlardan faydalanabilirler. Nasıl ki Arap-İsrail harplerinde kullanmışlardı. Yani harp uçakları buradan kalkar ve Arapları bombalarlardı. Böyle bir fırsat ellerinde bulunduğu halde, CIA’in Kıbrıs’ın başına bu kadar büyük felaketi getirmesi alçaklıktır.” (s.180)

Dr.İhsan Ali, sorunu yaratanların getirecekleri çözüm formüllerine de kuşku ile bakmaktaydı. İşte 1978 yılından bazı alıntılar:

 “Ne yazık ki bu problemin anahtarı akılsız Amerikalıların elindedir. Ve onun için ‘logique’ bir çözüme kolay kolay varılamayacağından endişe ediyoruz.” (s.204)

            “Rum tarafının başarılı sonuçlar elde edebileceğine ben ihtimal vermeyorum. Amerika hükümetinin hedefi ve politikası ne ise o olacaktır. Bu hayalperest mahluklar ümitlerini kendilerini mahveden Anavatanlarına (!) bağlamaktadırlar. Halbuki bilmiyorlar ki Yunanistan Amerika’nın ileri sürdüğü çifte enosisi kabul etmiştir ve fakat Türkiye reddettiği için gerçekleştirilmedi. Bunu ben öğreneli epeyi oldu.” (s.206)

            “Bu problemin, yani Kıbrıs meselesinin da kolayca kapanacağı hususunda ümit verici hiç bir işaret yok. Orta Doğu meselesi şimdiki durumu ile devam ettiği müddetçe Kıbrıs meselesi de askıda kalacaktır görünüyor. Bunlar hep NATO oyunları.” (s.211)

            Dr.İhsan Ali, Kıbrıslılık bilincinin gelişmesini de tek çıkış yolu olarak görmüş ve bu doğrultudaki eleştiri ve görüşlerini de dile getirmişti:

            “Kıbrıs devleti olarak müstakil bir devletin kurulmasına Kıbrıs Rum ve Türklerinin taşıdıkları ruh ve kafa, müdhiş bir engel teşkil eder. Türk semtinde Türk bayrağı, Rum semtinde Yunan bayrağı sallanmaktadır. Kıbrıs bayrağı görünmüyor. 28 Mart Ohi’yi Rumlar kendi bayramları, 29 Ekim’i da Türkler kendi bayramları gibi kutlamaktadırlar. Doğrusu, bu gibi hareketler, insanda gelecek için tiksinti yaratır. Başka devletlerin bayram saydıkları günler kutlanır ve Kıbrıs’ın ‘sözde istiklâli’ günü kimseyi ilgilendirmez. Sonra da müstakil, hakimiyetine sahip bir devlet istediklerini ilan ederler utanmadan. Çok korkarım ki, bu durum çifte Enosis ile sonuçlanacaktır ve felaket asıl o zaman olacaktır.” (s.194)

            Dr.İhsan Ali, sağ olsaydı, eminim, bugün Avrupa Birliği’ne katılmış olan adamızın güneyde AB’nin, kuzeyde de Türkiye eliyle ABD’nin denetimi altına girmesinden duyduğu tedirginliği yine aynı açıklıkla dile getirirdi.     

            Dr. İhsan Ali, 5 Haziran 1972 tarihli mektubunda, Makarios’un ikinci defa olarak birisine kendisi hakkında “çok değil, bizim da 5-6 İhsan Ali’miz olsaydı” dediğini aktarırken (s.75), 1 Kasım 1977’de de şunu yazmıştı: “Makarios ortadan kalkınca, bu memleketin tadı kalmadı dersek mübalağa olmaz.” (s.196)

            Ben de diyorum ki, Kıbrıs’ımızın şu an binlerce İhsan Ali’lere ihtiyacı vardır. Görevimiz, onun hatırasına bağlı kalarak, ülkemizin yeniden birleşmesini sağlayacak, yeni İhsan Ali’lerin yetişmesine katkıda bulunmaktır.     

 
(16 Aralık 2005 günü Dr.İhsan Ali Vakfı tarafından düzenlenen anma toplantısında yapılan İngilizce konuşmanın Türkçe çevirisi, Afrika, 26 Aralık 2005)

 

KUZEY KIBRIS’TAKİ TÜRKİYELİ GÖÇMENLERİN KÜLTÜR FARKLILIĞI


            Bilindiği gibi, 1571 yılından beri Kıbrıs adasında Kıbrıslı Rumlarla birlikte yaşamakta olan Kıbrıslı Türkler, 1974 yılında yaşanan savaş ardından, adanın %37’lik kuzey bölgesine toplandılar. Bu tarihten başlayarak adanın Türk denetimi altındaki bölgesine Türkiye’den önce “mevsimlik işçi” adı altında nüfus getirilirken, daha sonra bu bölgenin nüfusunu artırmak amacıyla, gerek kitle, gerekse tek tek aileler halinde göçmenler burada iskan edilmiştir.

 
TC KÖKENLİ NÜFUS

            En son yapılan 15 Aralık 1996 tarihli nüfus sayımının sonuçlarına göre, Kuzey Kıbrıs’ta 200,857 kişi yaşamaktaydı. KKTC Başbakanlık Planlama Örgütü Müsteşarı Ahmet Bulunç tarafından yapılan açıklamaya göre, bunun 164,460 kişisi KKTC uyruklu, 30,702 kişisi  TC uyruklu öğrenci, çalışan, işsiz vd olup, 5,425 kişisi de diğer ülke uyruklu idi. (Kıbrıs, 28 Kasım 1997)

            KKTC uyruklu olarak gösterilenlerden 137,398 kişi KKTC doğumlu iken, 23,924 kişi TC doğumlu, 3,138’i de 3. ülke doğumlu idi. Daha ayrıntılı bilgi verilmediğinden KKTC doğumlu olan 137,398 kişiden hangilerinin Kıbrıslı Türk, hangilerinin Türkiyeli göçmen anne-babadan doğduklarını belirlemek olanaklı değil.

            Öte yandan Kıbrıs Cumhuriyeti İstatistik Dairesi’nin tahminlerine göre, adanın kuzeyinde 2000 yılı sonunda 115 bin TC uyruklu göçmen bulunmaktadır. Kıbrıslı Türklerin sayısı ise 87,800 olarak verilmekte, 1974-2000 yılları arasında da 55,000 Kıbrıslı Türkün adayı terk ettiği tahmin edilmektedir.

 
KAÇAK İŞÇİ SORUNU

            Çalışma ve İskan Bakanlığı Müsteşarı Ahmet Alper, KKTC’deki işyerlerinde çalışanların %70’inin “kaçak” olduğunu açıklarken (Kıbrıs, 7 Ekim 1999), KKTC Meclisinde konuşan CTP Mağusa milletvekili Sonay Adem de, KKTC hükümeti ile başsavcılığın gizlice anlaşarak, ülkedeki 20-25 bin kaçak işçinin statülerinin yasalaşması için gayret gösterildiğinden şikayet etmekte ve bu yönde TC hükümetiyle gizli protokoller imzalandığını söylemiştir. (Kıbrıs, 1 Kasım 2000) Bu arada kaçak işçilerin sosyal güvenceden yoksun ve sendikal örgütlenmeden uzak çalıştırılmaları birçok sorunlar da yaratmaktadır. .

 
SOSYAL VE SİYASAL ÖRGÜTLENME ÇABALARI

            TC kökenli bu göçmenler, Türkiye’nin çeşitli illerinden gelmekle beraber, bazıları geliş bölgelerine göre örgütlenmiş bulunmaktadır:KKTC Karadeniz Kültür Derneği, Erzurumlular Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Malatyalılar Kültür Derneği, Çukurovalılar Kültür ve Dayanışma Derneği, KKTC Hacı Bektaş-ı Veli Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Derneği, Türk Göçmenler Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği gibi. Bu arada Gaziantepliler, ya da Kayserililer bir araya gelerek sosyal dayanışma geceleri düzenlemektedirler.

            Kuzey Kıbrıs’a yerleşmiş olan TC göçmenleri, 1980’li yıllarda ayrı siyasal partiler kurarak (Türk Birliği Partisi, Yeni Doğuş Partisi gibi) genel seçimlere de katılmışlar ve koalisyon hükümetlerine bakan olarak katılarak, anahtar roller üstlenmişlerdi. Ama daha sonra görülen lüzum üzerine örneğin YDP, Demokrat Parti ile birleştirilmişti.

            1993 genel seçimlerinde milletvekilliği için aday olanlar arasında TC doğumluların oranı %22 iken, 1998’de bu oran %17 idi. Son yapılan 1998 genel seçimlerinde ise, 3’ü DP’den, 1’i de UBP’den olmak üzere 4 tane TC kökenli kişi milletvekili olarak seçilerek, KKTC Meclisi’ne girmişti.

            Son genel seçimlerde, Meclis’te yeterince temsil edilmediklerini öne süren bir grup TC göçmeni, Kıbrıs Türk basınına paralı bir ilan vererek, "Nüfusun %40'ını (Kıbrıs, 15 Aralık) / nüfusun yaklaşık üçte birini temsil eden geniş halk kesiminin oyunun kurnazca bölündüğü ve bu kesimin Meclis'te hakça ve dengeli bir şekilde temsiliyetinin önlenmesi"nden şikayetle, bu durumu protesto etmişti. (Hürriyet-Kıbrıs, 22 Aralık 1998)

            Öte yandan bazı Kıbrıslı Türkler, seçimlerde oy kullanma hakkı verilmiş olan TC kökenli göçmenlerin Kıbrıslı Türklerin kendi iradelerinin sandığa yansımasına engel olduğu şeklinde şikayetlerini sürdürmektedirler. Ama bu konuda herhangi bir önlem alınmış bulunmamaktadır. Dahası, seçim öncesi dönemlerde KKTC uyruğuna kaydedilen TC göçmenlerinin sayısında artışlar görülmekte ve kurulu rejime destek verenlerin sayısının artması için girişimler kesintisiz devam etmektedir.   

                       
EVLENME VE DOĞUMLARDA DİKKATİ ÇEKEN HUSUSLAR

            KKTC Başbakanlık Devlet Planlama Örgütü’ne bağlı İstatistik ve Araştırma Dairesi’nin Şubat 2000’de yayımladığı 1998 yılına ait İstatistik Yıllığı’nda yer alan verilere göre, 1998 yılı içinde KKTC’de 1108 evlilik olmuştur. Evlenen erkek ve kadınların, evlenme anındaki karşılıklı okur-yazar durumuna bakıldığı zaman (s.36) şu durum dikkati çekmektedir:

                                      Erkek     Kadın

Okuma-yazma bilmez         6            2

İlkokul                              109        142  

Orta ve dengi okul            188        202

            Kıbrıslı Türk erkek ve kadınların genellikle en az lise ve dengi okul mezunu oldukları göz önünde bulundurulacak olursa, 1998 yılında yapılan evliliklerin en azından üçte birinin TC kökenli kişiler arasında yapıldığı görülmektedir.

            Aynı şekilde, Kıbrıslı Türk erkek ve kadınların daha ileri yaşlarda evlenip, doğum yaptıkları da göz önünde bulundurulacak olursa, aşağıdaki tablodan da anlaşılacağı gibi (s.22), TC kökenlilerin, 1998 yılı içinde meydana gelen doğumların yarıya yakınını gerçekleştirdikleri ortaya çıkmaktadır:

Eğitim durumu     Baba       Anne
 
İlkokul                    751       812      

Ortaokul                 390       259

Klasik Lise             963     1103

            Yine aynı İstatistik Yıllığı’nda yer alan bilgilere göre (s.23), 1998 yılı içinde KKTC’de 2433 doğum olayının meydana gelmiştir. Bu doğumların gerçekleştiği yerle ve annenin yaşına göre dökümü  şöyle olmuştur:

 
Yaş      Devlet Hastanesi Özel Klinik

                   1039               1394

14-19            103                  53 

20-24            420                 448

25-29            292                 509

 
            Bu verilerden de benzer sonuçlar çıkmaktadır. Daha erken yaşlarda evlenip doğum yapan TC kökenli kadınlar, sosyo-ekonomik durumlarının daha düşük olması nedeniyle, Kıbrıslı Türklere kıyasla daha çok Devlet Hastanelerinde doğum yapmayı tercih etmektedirler.

            Nitekim bu durum, KKTC Meclisinde yapılan tartışmalarda da gündeme gelmiş ve zamanın Sağlık ve Çevre Bakanı Dr.Gülsen Bozkurt tarafından dile getirilmiştir. KKTC hastanelerinde tedavi görenlerin yüzde 30’unun TC vatandaşı olduğunu açıklayan Dr.Gülsen Bozkurt, “Türkiye'den KKTC'ye doğum yapmaya gelenler var” diyerek, Meclis’teki konuşmasını şöyle sürdürmüştür:

            “Feribotla Girne Limanı’na ayağı kırık bir durumda gelen hastalar var. Telefon edip, limana ambulans gönderilmesini istiyorlar. Ambulans şoförüne de Girne'deki hastaneye değil, Lefkoşa Devlet Hastanesi’ne gitmek istediklerini söylüyorlar. Ameliyat edildikten sonra faturayı çıkarıp veriyoruz. “Paramız yok, isterseniz canımızı alın” diyorlar. Elimiz kolumuz bağlanıyor.”

            Dr. Gülsen Bozkurt’un verdiği bir uç istismar örneğine göre, Türkiye'de ameliyat olacak para bulamayan bazı hastalar, KKTC'ye getirilmekte ve burada çalışma izni aldıktan sonra, bu hastalar sağlık kurulu kararıyla geri Türkiye'ye gönderilerek ameliyat ettirilmektedir. TC uyruklu bu kişilerin milyarlarca liralık ameliyat masrafı ise, KKTC devleti tarafından karşılanmaktadır. (Kıbrıs, 24.2.1999)

 
TC GÖÇMENİ AİLELERDE AİLE PLANLAMASI YOK

            KKTC genel nüfusu içinde giderek çoğunluk durumuna gelen TC kökenli göçmen nüfusun önemli bir kısmı, gerek eğitim düzeyi ve gerekse sosyo-ekonomik durum açısından Kıbrıslı Türk nüfusa kıyasla daha alt düzeylerde bulunmaktadır. Bu kişilerin daha çok kırsal kökenli veya Kıbrıs koşullarından farklı kültürlerden gelmeleri nedeniyle, bazı çevresel uyum güçlükleri göstermeleri de doğal olmaktadır. TC kökenli göçmen ailelerin Kıbrıs Türklerine kıyasla eğitim durumlarındaki gerilik ve beraberlerinde getirdikleri geleneksel kültür farklılığı yüzünden, erken yaşta evlenme ve çocuk sahibi olmaları da dikkati çekmektedir.  

            Örneğin bu ailelere mensup kız çocukları, eğitimlerini erkek çocuklara kıyasla daha erken  sonlandırmakta ve daha erken yaşlarda evlenip, erken yaşlarda çocuk sahibi olmaktadırlar. Aile içinde erkek çocuk, kız çocuklarına kıyasla daha fazla sevilip, tercih edilmekte ve “erkek adamın erkek çocuğu olur” gibi deyimlerle cinsiyet ayrımcılığına gidilmektedir. 

            TC kökenli göçmen ailelerde, aile planlaması ve doğum kontrolu gibi kavramlar pek bilinmediğinden, bu ailelerindeki çocuk sayısı da  “Allah verdi”ği için daha fazla olmaktadır.      

 
ÇOCUK BAKIMINDAKİ FARKLILIKLAR

            Anne-babanın eğitim ve sosyo-ekonomik durumunun düşük olduğu durumlarda, özellikle yeni doğan bebeklerin düzenli sağlık denetiminden geçirilmemesi, bazı gelişim bozukluklarının geç teşhisine yol açabilmektedir. Sadece süt, unlu gıda ile besleme, sebze çorbasına başlamayıp muhallebilerle sağlıksız beslenme, hijyenik olmayan koşullar yüzünden kusma ve ishale bağlı su kaybı, sık sık hastalanma ve ateşli hastalıklarda erken önlem alınmaması sonucu  enfeksiyona bağlı komplikasyonlar sık görülen durumlardır. Yapılması zorunlu olan bazı çocuk hastalığı aşılarının zamanında ve düzenli olarak yapılmasında da bazı ihmaller görülmektedir. Bu ailelerin ilkokula giden çocuklarında da, eğitim düzeyi düşük olan anne-babadan yeterli desteği görmeme  ve yaşam koşullarındaki zorluklar yüzünden gerekli randımanın alınamadığı saptanmıştır. 

 
SUÇ İŞLEME EĞİLİMİ OLANLARDAN İLGİNÇ ÖRNEKLER

            Kıbrıslı Türklerin büyük bir kısmı daha çok kamu görevinde çalışmayı tercih ederken, kol gücüne bağlı iş alanlarında da çoğunlukla TC kökenli göçmen ve kaçak işçilerin çalışması dikkati çekmektedir. Özellikle inşaat, otelcilik, lokanta işletmeciliği, tamiratçılık gibi dallarda çalışan TC göçmenleri, hizmet kesimindeki büyük bir boşluğu doldurmaktadırlar.  

            Gerek KKTC’ye yerleşmiş olan, gerekse buraya turist olarak gelip çeşitli hırsızlık, soygun,  cinayet, ırza geçme vb  suçlar işleyen TC kökenli kişiler, adadaki sosyal yaşamdaki huzur için bir tehdit unsuru olmayı sürdürmektedir. Kıbrıs Türk basınına son yıllarda yansımış olan bazı ilginç olaylardan bir kısmını buraya aktararak, yazımızı bitiriyoruz:

* Koyuna tecavüz etti! Böyle rezalet olmaz. Ülkemize turist olarak gelen 30 yaşındaki S.D., bir koyuna tecavüz etti .10 milyonluk kefaleti yatıramayan sanık hapse atıldı. (11.7.1993)

* Ülkemizde böylesine hırsızlık olayı görüldü mü? Bu kez bahçeden ağaç çaldılar. (12.9.1994)

* Lefkoşa Yeni Sanayi Bölgesi’ndeki iki fabrikaya önceki akşam giren hırsızlar, fabrikalardan sadece bir miktar giyim eşyası çalmakla kalmadı, eşofman giydirilmiş bir vitrin mankenine de tecavüz etti. Sarışın mankenin giydiği eşofman üzerindeki sperm lekelerini fark eden fabrika sahibi ve çalışanlar hayretler içinde kaldı. (8.10.1994) 

* Girne’de Entari Butik’e giren hırsızlar, dükkandaki manken bebeğe tecavüz ettiler...Girne‘de arka arkaya meydana gelen hırsızlık olayları vatandaşları tedirgin ediyor... Biten çalışma izninin süresini kendi kendine 1996’ya kadar uzatan TC uyruklu bir kişi tutuklandı. (Kıbrıs, 20 Kasım 1994)

* 39 yaşındaki bir kişi, Lapta’da bir gece kulübünde, 29 yaşındaki Mehmet Nacar’ı, “bakışlarını beğenmediği” gerekçesiyle bıçakladı. (2.3.1995)

* Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra el atılması gereken sorun: İç huzur’ Güpegündüz yaşlı kadınla kızına saldıranlar çantayı alıp kaçtı. (22.4.1995)

* KKTC’de çoban sıkıntısı çeken sürü sahipleri çareyi Türkiye’den gelen çocuk çobanlarla çözmeye çalışıyorlar... Yaşları 16 ile 18 arasında değişen bu çocuklar, Türkiye’den gelerek 5 milyon TL aylıkla sürülerin başına geçerek mandıralarda sağlıksız ortamlarda yaşıyor. (11.6.1995)

* Lefkoşa sokaklarında artık baskülüyle para kazanmaya çalışan küçük çocuklar da var... Bu çocuklar, genellikle Türkiye’den KKTC’ye gelen kalabalık ailelere sahip. (22.7.1995)

* Son zamanlarda çok sayıda saka ve iş yapamaz durumda olan şahısların KKTC’ye akınında bir artış gözlemlenirken, Başkent Lefkoşa’da küçük çocukları dilendirerek para kazanma yöntemlerine başvuran şebekelerin türediğine ilişkin  şikayetler arttı. (29.7.1995)

* Dipkarpazlı M.S.B. dün 1 haftadır ayrı yaşadığı imam nikahlı eşinin baba evini basarak 45 günlük öz oğlunu zorla kaçırdı. (26.8.1995)

* Malatya İmam Hatip Lisesi mezunu Ömer Şahin (27) isimli turist genç, Girne’de önüne gelen bütün  kızlara aşk teklifinde bulundu, reddedilince de dayak atmaya kalktı. Tacizci zorba tutuklandı. (6.9.1995)

* TC uyruklu olup KKTC’deki geçimini hayat kadınlığından sürdüren A.M.G, 25 Ağustos’ta Lefkoşa hastanesi doğum servisinde sezaryenle bebeğini dünyaya getirdi... Annenin, istemediği prematüre bebek, 28 Eylül’de hastanede ölürken, anne hastane muhasebesine olan borcunun bir kısmını ödeyip, ortalıktan kayboldu. (8.11.1995)

* Aslen Trabzonlu olup, ailesiyle Sipahi’de ikamet etmekte olan ve gece kulüplerine para yetiştirmek için hırsızlık yapan genç hırsıza, 2 yıl hapislik cezası verildi. (8.2.1996)

* Konya yöresinden gelen Cemile Bulut, yıllardan beri çocukları ile Yedikonuk’ta yaşayan bir aile olup, bugüne kadar ekmek yerine yufka ile beslendiklerini ve evlerine henüz daha ekmek girmediğini kaydettiler. (14.10.1996)

* Bit salgını: Lefkoşa’daki anaokullarıyla ilkokullarda öğrenim gören her 6 öğrenciden biri bitlendi...Atatürk İlkokulu öğrencilerinin, dar gelirli ailelerden geldiğine işaret eden Müdür, okuldaki 380 öğrenciden yaklaşık 60’ının bitlendiğini kaydetti. (2.11.1996)

*  Gazimağusa’da TÜK’nun patates ambarları yakınında bir barakada yaşayan Davulcu çiftinin 6 aylık bebeği farelerin saldırısına uğradı. (25.1.1997)

* “Polis imdat!” Hırsızlık olayları canına tak eden Lefkoşalı bir grup vatandaş, topladıkları imzaları Polis Genel Müdürlüğü’ne iletti ve acil önlem istedi. (29.1.1997)

* Erenköy’de ‘namus’ kavgası: Kız kaçırma meselesi yüzünden kavgaya tutuşan yedi genç, Yeni Erenköy Festival Alanı’nı arenaya çevirdi. (23.7.1998)

* “Gazimağusa Bediz Plajı’na gittik. Gitmez olaydık. Plajın en uç kısmına gelen işçi grubu orada olan aileleri hiç takmadan pantolonlarını çıkarıp, don ile denize girdiler. ne olduğunu anlayamadık.” (13.6.1999)

* Park değil, açık hava yatakhanesi: Yürüyüş, dinlenme ve çocukların oyun yeri olarak inşa edilen Kumsal Parkı, kaçak işçilerin yatakhanesine dönüştü. (5.9.1999)

* Alsancak’taki bir bahçeden erik çalmaya giden hırsız, ağıldaki keçiye tecavüz etti... Zanlının kardeşinin 40 milyon TL ödeyerek keçiyi satın almasıyla sorun çözüldü. (10.6.2000)

* Gazimağusa’da geçtiğimiz hafta bir köpeğe tecavüz edilmesinin ardından, dün de Gazimağusa’ya bağlı Dörtyol köyünde 6 aylık dişi bir kuzu vahşice tecavüze uğradı. (17.8.2000)

* Haspolat Ağıllar Bölgesi’nde ölü olarak bulunan 3 yaşındaki erkek çocuk üzerinde yapılan otopside tecavüze uğradığı anlaşıldı. (1.1.2001)

* Çoğunlukla Lefkoşa kent merkezinde son zamanlarda görmeye alıştığımız dilenci portreleri, her geçen gün yerine yenileri eklenerek çoğalmaya devam ediyor....Dilencilik yapan bir kadının, çocuklarına dahi bu işi yaptırması, sosyal kültür içerisinde bozukluklara yol açmıyor mu? (2.2.2001)

* Gazimağusa’ya bağlı Çınarlı köyü, eşine benzerine az rastlanır bir tecavüz olayıyla sarsıldı. Köy halkının “Kınalı” diye isimlendirdiği eşeğin iç organlarının zarar gördüğü bildirildi. (12.8.2001)

* Atatürk İlkokulu Müdürü Cemal Özyiğit’in Kafesli gazetesine demecinden: “Sorun, Lefkoşa Surlariçi’nin eski halkı tarafından terk edilişi ve onların geride bıraktığı eski, izbe evlere Türkiye’nin özellikle Hatay ili başta olmak üzere çeşitli yerlerinden gelen ailelerin yerleştirilmesidir. 3-4 aile bir olup bir eski evi kiralıyorlar ve her odada bir aile kalıyor. Üstelik çok çocuklu olan bu ailelerde, anne, baba ve çocuklar bir odada yaşamak zorundadırlar. Erkekler, her sabah iş bulmak için yola çıkarlar ve bulabildikleri günlük işlerde çalışırlar. kadınlar ise arandıkları zaman ev temizliğine giderler. Dolayısıyla kazandıkları para geçimlerine bile yetmez. Bu durumda çocukların önemli bir kısmı, başta beslenme sorunu olmak üzere, üniforma ve ayakkabı alamayacak durumdadırlar. 

            İşte böyle bir ortamda aileler çocuklarıyla yeterince ilgilenmez, çocuklar da okula düzenli gelmez. Kimi zaman öğrenciler, evde kalıp daha küçük kardeşlere bakar, kimi zaman da okula gelmeyip işe gider ve aile bütçesine katkıda bulunmaya çalışır. Dolayısıyla çocuklar doğru dürüst ders çalışamaz ve ödev yapamaz. Bu durumda da eğitim kalitesi beklenenin çok gerisinde kalır.” (Eylül 2001)

 
(Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek gazetesi, Lefkoşa, Sayı:77 -Özel-, Ağustos 2002)

 

 
 


KIBRIS OKULLARINDA TARİH DERSİ NASIL OKUTULMALIDIR?


Tarih, genel anlamıyla geçmişteki bütün olanların ve olayların toplamı olup, bugünün anlaşılması için öğrenilmesi gereken bir bilim dalıdır. Günümüz gerçeğinin de bir parçası olan tarih, bugünkü davranışlarımızı, tercihlerimizi etkiler ve yönlendirir. Fransız yazar Marguerita Yourcebar şöyle demektedir: "Tarih bir özgürlük okuludur; bizi önyargılardan kurtarır ve sorunlarımıza başka bir açıdan bakmayı öğretir."

Tarih bilinci, tarih yazımı ve tarih öğretimi konuları da bu bağlamda önem kazanmaktadır. Kıbrıslılar olarak ülkemizin tarihsel geçmişini, toplumlararası ilişkilerin tarihini acaba ne kadar biliyoruz? Tarihsel bilince sahip olabilmek ve tarihten günümüze ve geleceğe dönük yararlı dersler çıkarabilmek için, tarihimizi iyi bilmek ve geçmişimize önyargısız yaklaşmamız gerekmektedir. Bu amaçla, iyi yetişmiş tarihçiler, herkese açık ve zengin arşivler, her şeyin örgürce tartışılabileceği platformlar ve tabulardan arınmışdemokratik bir ortam gerekmektedir. Bunlar olmaksızın tarihsel gerçekleri günışığına çıkarmak çok güçtür. Kıbrıs toplumlarının bu konularda rahat olduğu pek söylenemez.

TARİH KİTAPLARININ YENİDEN YAZILMASI

Ünlü Alman düşünürü Goethe, "Tarih belirli aralıklarla yeniden yazılmalı" derken, bunu şöyle gerekçelendirmektedir: "Bu yalnızca yeni olgular ortaya çıktığı için değil, fakat aynı zamanla bakış açıları değiştiği için de bir zorunluluktur." (1)

O nedenle tarihçilik mesleği, esas itibarıyla bir yeniden inşa faaliyeti olup, fotoğraf çekmekten farklı bir iştir. Ne kadar somut kanıtlardan yola çıkılırsa çıkılsın, sonuçta başka beyinler tarafından oluşturulmuş bir malzeme ile yola çıkılmaktadır. Tarih yazan kimse, sürekli olarak "Kimden yanayım?" ve "Gerçek neydi?" soruları yeniden sorulmalıdır. Geçmişte olanlar bu açıdan sorgulanarak, günümüze ışık tutacak şekilde yazılmalı ve okunmalıdır. Tarihi hümanist bir bilinçle ve adalet terazisine vuran bir sorgulamayla okumayanlar, gerçekte içine düşürüldükleri yabancılaşmadan kurtulamazlar ve modern tebalar olurlar. Zaten resmi tarihlerin asli görevin de bu değil mi?

Kişinin günlük yaşamında çok önemli yeri olan tarih, gerek politikacılar, gerekse ideologlar tarafından tahrif edilmekte ve kitle iletişim araçlarında istenildiği gibi kullanılmakta ve toplumlararası dostluk yerine, düşmanlık duyguları körüklenmektedir.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki uluslararası ilişkilerde veya Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler arasındaki toplumlararası ilişkilerde yumuşama yaratabilmek amacıyla, bazı siyaset adamlarının üzerinde durduklarıve basın haberlerinde sadece sözü edilen tarih kitaplarının yeniden yazılmasıkonusu da önem kazanmaktadır. Burada tarih anlayışı öne geçmekte ve tarihsel olaylar öğrencilere ve kamuoyuna aktarılırken, çağdaş değerlerden hareket edilmesini zorunlu kılmaktadır.

Ayrıca devlet de, tarihi güdümlememeli,ısmarlama tarih yazımından vazgeçilmelidir. Tarih yazıcısı ve öğreticisi, tarihi, çağının sorunlarını yakalayamadan yazar ve öğretirse, geçmiş bize ancak kuru bir serüven olarak gösterilmeye devam edilecektir.

GENÇLER TARİH DERSİNİ SEVMİYOR

Ortaöğretimdeki tarih dersleri, kitapların yazılış şekli yanında, öğretim yöntemleri yüzünden de çoğunlukla öğrencilere sıkıcı gelmektedir. Öğretim sistemi ezbere dayalı olduğundan, öğrencilerden belli gün, ay ve yılların hatırlanması istenmektedir. Oysa öğrencilerin olayların içine çekilerek, neyin, nasıl ve neden olduğunu keşfetmeleri ve bilgi edinmekteki hazzı paylaşmaları daha yararlı olur. Bu da dersi anlamanın yanısıra, karşılıklı tartışma veya araştırmaya yönelmekle gerçekleştirilebilir. Öğrenci değişik kitap ve incelemelerden yararlandırılmalı, kendi görüşlerinin de önemli sayılabileceği bir ortam yaratılmalıdır. Ezberletme sonucu değil, onun yeteneği ve isteği doğrultusunda ufkunun açılabileceği unutulmamalıdır.

Tarih kitaplarının yararı, geçmişi yargılarken öğrencinin önüne çağdaş bir yol açabilirse vardır. Tarih öğretim ve öğrenimi, eğitimde, iletişimde ve toplumda beliren son gelişmelerle uyum içinde yürütülmelidir. Öğretmenin temel eğitimi, hizmet içi eğitimi, öğretim zamanı ve öğretim araçları üstünde durulmalı, geliştirilmelidir. Bu yaklaşım sayesinde, tarihin, lise yıllarında sıkıcı ve anlamsız bir ders olmaktan çıkarılmasısağlanmış olur.

TARİH ÖĞRETİMİNİN SORGULANMASI

Türkiye'deki uygulamaya bakacak olursak, 1975 yılında Türkiye Felsefe Kurumu'nun düzenlediği "Türkiye'de Tarih Öğretimi Semineri'nden 19 yıl sonra, 29 Eylül-1 Ekim 1994 tarihleri arasında Türkiye'deki tarih öğretiminin ilk kez ciddi bir şekilde sorgulandığı"Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları Sempozyumu"nun yapıldığını görürüz. Bunu, Boğaziçi Üniversitesi'nde 1994 yılında başlattığı Uluslararası Tarih Kongreleri izler.

Merkezi Lahey'de bulunan EUROCLIO (Avrupa Tarih Öğretmenleri Dernekleri Daimi Konferansı) ile Körber Vakfı'nın düzenlediği "Gençlik ve tarih" konulu proje çerçevesinde, Türkiye'nin de dahil olduğu 27 Avrupa ülkesinde bu konuda 1991 yılında ilginç bir araştırma başlatıldı. 14 ve 15 yaşlarındaki toplam 32 bin öğrenciye yöneltilen soruların yanıtlarını içeren tarih öğretimi konulu bu araştırma, 1997 yılında iki cilt halinde yayımlandı ve tarih dersinin gençler tarafından sevilmediğini ortaya çıkardı. Araştırmanın bir diğer önemli bulgusu da, Avrupa ülkelerinde tarih öğretiminde öğrencilere "milliyetçilik" duygusunun aşılandığı oldu.

Yapılan değerlendirme toplantısında konuşan EUROCLIO Başkanı Joke van der Leeuw-Rood, tarih öğretmenlerinden bazılarının Avrupa'da kol gezen önyargılardan sorumlu olduklarına dikkat çekti. Toplantıya Türkiye'den katılan Prof.Dr.Salih Özbaran da, araştırmanın sonuçlarına ilişkin olarak konuşurken, Avrupa ülkelerinde tarih öğretiminde milliyetçi görüşün her zaman baskın olduğuna dikkat çekerek, şöyle demiştir:

"Avrupa'da milliyetçi akımların genelde pek geçerli olduğunu söylemek zordur. Ancak projede saptandığıkadarıyla kimi Avrupa ülkelerinde milliyetçi yaklaşımlar canlanmış, ya da varlıklarını korumuştur. Yunanistan, Türkiye, Filistin gibi ülkelerde yansıyan milliyetçi görüşler bir yana, insan hakları sorunlarının ısrarlı takipçisi sayılan İskandinav ülkelerinde, yabancılara karşı oluşan milliyetçi yaklaşımlar, gençliğe uygulanan anket sonuçlarında şaşırtıcı bir durum ortaya koymuştur."

Avrupa'daki bu olumsuzlukların Türkiye'de de geçerli olduğunu belirten Özbaran, şu hususa da dikkat çekmiştir:

"Ne yazık ki, pek çok ülkede tarih öğretmenleri, uygun ve gerekli konuları öğretme özgürlüğüne sahip değillerdir ve ders programları ve politik baskılar bunu engellemektedir." (2)

KIBRISLI BİR TARİH BİLİNCİNİN YARATILMASI SORUNU

Tarih eğitiminin amaç ve hedefleri, öğrencilere açıklıkla anlatılmalıdır. Okulda tarih öğretiminin önemli bir hedefi bir "tarihsel bilinç" oluşturmak ve onu geliştirmek olmalıdır. Bu bilinç, geçmişin yorumunu, günümüzün algılanmasını ve gelecekten beklenti aralarında kurulabilecek bir ilişkiyle tanımlanabilir. Günümüz değerlerini yani toplumsal, moral ve kültürel anlayışları geliştirme, tarih eğitiminin önemli bir amacı olmalıdır. Tarih öğretim ve öğrenimindeki önemli bir unsur da, öğrencilere, geçmişteki değerlerin çağdaşlaştırılmasına yardımcı olmaktır. (3)

Adamızın bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü savunacak olan Kıbrıslı bir kimlik, Kıbrıs'ta yaşamakta olan etnik-ulusal toplumların kimliği zedelenmeden de oluşturulabilir. Ama bu Kıbrıslı kimlik, yeni bir tarih bilincinin geliştirilmesi ve uygulamaya geçirilmesi, eğitime yansıtılması ile kazanılabilir. (4)

Kıbrıslı Rum veya Türklerin tarihsel geçmişi, yek diğerinin geçmişinden tecrit edilemez. Salt arı bir kültür olamayacağı gibi, arı bir tarih de olamaz. Kıbrıslı Rumlar ile KıbrıslıTürkler, kendi toplumsal tarihleri yanında, köklerinin geldiği ana etnik yapıların tarihlerine de "kültürlerarası bir tarih" olarak yaklaşmak zorundadırlar. Çünkü o ana etnik yapıların ulusal tarihleri de, yek diğerinin ulusal tarihinin farklı renklerini taşımaktadır. Ayırımcı ve tek sesli toplumsal bir tarih ise, öteki topluma karşı düşmanlığı körükleyebilir.

Eğer Kıbrıs'ın tarihi, farklı iplik ve çeşitli renklerden oluşan bir dokuma halıya benzetilecek olursa, Kıbrıs'ta yaşamış olan bütün etnik-ulusal toplumların birlikte oluşturdukları bu tarih sürecinde, tek bir toplumun insancıl olmayan bir davranışı, renk veren tek bir ipliğin bütün halıyı boyadığı gibi, tüm tarihi de alt üst edebilir.

Ulusal tarih olduğu gibi, ulusal kimlik de tek renkli olamaz. Bu kimlik de ancak bir ulusun öbürleriyle olan tarihsel ve güncel bağıntıları içinde tanımlanabilen "açık" bir kimliktir. Böyle bir kimliği ise, kültürlerin çok katmanlı yapısını, kültürlerin çelişkilerle beslenen dinamizmini kavrayabilecek bir düşünce biçimi gerçekleştirebilir ancak. "Kapalı" bir ulusçuluk anlayışının belirlediği, tek bir dilin, tek bir kültürün sınırları içinde kapalı kalan değil de, kültürlerarası, uluslararası, dillerarası ilişkileri kavrayabilen ve bunları uygulamaya geçirebilen düşünce biçimi farklı kültürlere saygıyı, farklı toplumlarla birlikte var olmayı sağlayabilir.

Öteki topluma düşmanlığı önleyebilecek böyle bir düşünce biçimi, ancak eğitim aracılığıyla, tüm eğitim kurumlarında eğitime kültürlerarası ve uluslararası bir boyut kazandırarak değiştirilebilir. Örneğin tarih, kültürlerarası bir tarih, bir anlamda tüm toplumların ortak yazdıkları bir tarih olarak tanımlandığında ve okutulduğunda, toplumlar kendi toplumlarına ve o toplumdaki olaylara karşı duydukları sorumluluğu, yabancıtoplumlara karşı da duyacaklar, bu konuda ben ve yabancı ayırımı yapmayacaktır.

Kendisini, ulusunu, kültürünü, öbür kültürlerden kesin çizgilerle ayıran, dünyayı "ben" ve "ötekiler", ya da "ben" ve "yabancılar" gibi iki cepheye ayıran ve eninde sonunda benin var olabilmesi için ötekilerin yok olmasınıtek yol olarak gören düşünce biçimi tehlikelidir. Oysa, kendini farklırenklerden oluşan bir bütünün vazgeçilmez bir parçası olarak duyumsayan insan ve toplumlar, öbür renkleri, ırkları, dinleri, ya kendine benzeterek, ya da dışlayarak "yabancı"yı ortadan kaldırmayı düşünmeyecektir. Bu hümanist düşünce biçimi, ulusal kültür mirasının içerdiği evrenselliği ve kültürlerarasıboyutu vurgulamakta, yabancıya ve yabancı kültürlere geçit tanımak istemeyen içine kapalı kültür anlayışını da sorgulamaktadır. (5)

MİLLİYETÇİTARİH YAZIMI

Tarih, ulus ve toplumlar arasında ayırıcı değil, birleştirici bir rol oynamalıdır. Yurtseverlikten farklı olarak, milliyetçi tarih yazımında, yazar tarihin her aşamasında kendine bir "biz" seçmekte ve "ötekiler"i düşman olarak görmektedir. Bütün milliyetçilerde durum aynıdır. Kendi milliyetinden olanı başkalarından farklı ve onlara üstün görmek, milliyetçi tarihçilerin asgari özelliğidir. Bunu daha sert ve daha yumuşak bir biçimde yapanlar vardır. Ama bütün milliyetçilerde görülen, kendi ulus devletini üstün görme ve gerektiğinde başkalarının çıkarları pahasına kendi ulusunun çıkarlarını üstün tutmaktır. Tarihe bu şekilde bakış ve yorumlama, her ulus devletin gelişmesinin en azından bazı aşamalarında resmi tarih yazımında egemen bir unsur olmaktadır.

Tarihte herşey sonuç olarak zıddını da doğuruyor ve hep kendi haklılığının öyküsünü yazmaya yönelenler olduğu gibi, aynı zamanda mikro-milliyetçiliğin yarattığı felaketleri görüp de, insanlık açısından soruna bakan ve bunun dışına nasıl çıkılabilir diye düşünenlerin sayısı da artmaktadır.(6)

Ders kitaplarının, tarih eğitiminin çok yönlü ve çok uluslu çabalarla sistematik bir şekilde gözden geçirilmesi, çok uzun ve çok zahmetli bir süreçtir. Herhangi bir şekilde hükümetlere taraf olmayan, hükümet dışı tarihçiler ve sosyal bilimciler tarafından Türk, Yunan ve Balkan ders kitapları için yeni modeller üretilme çabaları yürütülmektedir.

TARİH DERS KİTAPLARI İNCELEME ALTINDA

Konumuzla ilgili olarak "İstiklâl" adlı ve 16 Ocak 1951 tarihli bir Kıbrıs Türk gazetesinde rastladığım bazı bilgileri buraya aktarmak istiyorum:

"Unesco haberleri: Tarih kitaplarının Milletlerarası Anlayış Zihniyetine göre yazılması" başlığıaltında verilen haberde, Latin Amerika'da okul kitaplarının karşılıklıincelenmesinin 1921 yılında başladığı, bu konuyla ilgili ilk uluslararasıanlaşmanın 1933'de Arjantin ile Brezilya arasında imzalandığı belirtilmekteydi. Bundan önce Danimarkalılar, Norveç tarih kitaplarını okumuşlar ve bütün Danimarka krallarının kötü ve iktidarsız kimseler olarak gösterildiğini saptamışlar. Bunun üzerine, Norveç, Danimarka, İsveç ve İzlanda bir komisyon kurmuşlar.İsveç'in incelemeyi kendisinin değil de başka ülkelere verip yaptırdığıvurgulanırken, tarih öğretimi alanındaki bu ortak çalışmanın 1. Dünya Savaşısonunda başladığı ve durmadan genişlediği anlatılmaktaydı.

İstiklâl gazetesi, 18 Ocak 1951 tarihli nüshasında da yine "Unesco haberleri" başlığı altında verdiği bir haberde, 24-26 Ekim 1951 tarihlerinde yapılan toplantıda alınan kararlara göre, "Okul kitaplarında (tarih) dikkat edilecek hususlar"ı şöyle sıralamaktaydı:

"1. Siyasi ve askeri vakalardan çok, medeniyet tarihi üzerinde durmak,
2. Çocukların seviyesini aşmamak ve daima onların anlayacağı bir dil kullanmak,
3. Müellif, kendi milli kahramanlarının yaptıklarını ve hareketlerini başka milletlerin kahramanları   zararına fazla tafsil etmemelidir. Bütün kahramanlar insanlığın müşterek malıdır. Askeri şefler kadar mucitleri, sosyologları kutlamak lazımdır.
4. Şarkı ve Afrikayı ihmal etmemem lazımdır. Tarih gerçekten milletlerarası olmalıdır.
5. Her memleket kendi kitaplarını başka memleketlerin tarihçilerinin tenkidine arzetmelidir." (7)

SON TOPLANTILAR

Almanya'nın Braunschweig kentinde, "Georg-Eckert Uluslararası Ders Kitapları Araştırmaları Enstitüsü" tarafından 27-30 Nisan 1994 tarihlerinde düzenlenen "Ders kitaplarında Kıbrıs-Kıbrıs'ta ders kitapları" konulu uluslararası konferansta, ilk defa ülkemizdeki durum değerlendirilmiştir. Kıbrıs'ın Rum ve Türk okullarında okutulan genel tarih kitaplarının Yunanistan ve Türkiye'den gelmekte olmasının yarattığı sorunlar ve Kıbrıs tarih kitaplarının yazımında göz önünde bulundurulması gereken noktalar ilk defa ayrıntılı bir şekilde tartışılmıştır. (8)

Aynı Enstitünün 1998 yılı Ekim ayında Selanik'te düzenlediği ve Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya ve Türkiye'deki tarih ders kitaplarının incelendiği konferansta da, komşu ülkelere yapılan atıfların %23'ünün olumsuz, %73'ünün tarafsız ve sadece %3'ünün olumlu olduğu ortaya çıkmıştır. Yunan ders kitaplarındaki Türkiye ile ilgili atıfların %56.6'sı olumsuz iken, Türk kitaplarında Yunanistan'a yapılan atıfların %55.5'i "düşman" kategorisine girmekteydi. (9)

BOSNA-HERSEK DENEYİMİ

1994 yılında Dayton Anlaşması ile kurulan Bosna-Hersek Federasyonu'nda ise, Avrupa demokrasisinin azınlıklarıkoruduğu ilkesinden hareket eden resmi makamlar, her etnik gruba kendi kültürünü kendi dilinde öğrenme hakkının verilmesini ve ayrı okullara gidilmesini öngörmektedirler. Oysa ayrı okullarda eğitim yapılmasıyla Müslüman Boşnaklar ile Hıristiyan Hırvatlar arasında benzerliklerin değil de, farklılıkların öne çıkartılmasında milliyetçilere koz verileceği uyarısıyapılmıştır. Bir okul öğretmeni olan Vildana Selimoviç, "Etnik kökeni yaşamda bir etken olarak tanımayan yeni bir kuşak yetiştirmemiz düşünülmekteydi. Ama bu ayrı okul önerisiyle tam tersini yapacağız" diye konuşmuştur.

Müslüman-Hırvat Federasyonu'nun %11'ini oluşturan Hırvatlar'ın, tarih ve kültüre çok az farkla yaklaşan ve çok az farkıolan bir dialektte okutulan ayrı okul programı ve ders kitaplarının olup olmaması tartışmalıdır. Çünkü iki kesim arasındaki dil farkı, ABD'nin kuzey ve güney eyaletleri arasındaki gibidir.

Sırp çocuklarının çoğu, zaten ayrı bir eğitim görmekte ve Sırbistan'dan gelen ders kitaplarını okumaktadırlar. Sırplar, savaş ardından geri dönebilen bazı Müslüman Boşnak veya Hırvatların da bulunduğu, Bosna-Hersek'in %49'luk diğer bölümünde yaşamaktadırlar. Federasyonun Eğitim Bakanı Müslüman Boşnaklar ve Hırvatlara üç seçenek sunmaktadırlar: Ayrı okullar, aynı okulda farklı sınıflar veya en azından dil, tarih ve sanat gibi "ulusal konular"da ayrı sınıflar. Federasyon, karma evliliklerden doğan çocuklar veya Sırp çocuklar için herhangi bir model geliştirilmemiştir ve bütün yerel yönetimlerin de bu politikayı uygulayıp uygulamayacakları da belirginleşmemiştir.

Bosna'daki Hırvat milliyetçilerinin ayrılıkçı hareketi, Hırvatistan'la birleşmeyi amaçlamaktaydı, ama başarıya ulaşamamıştır. Etnik Hırvatlara, anavatanlarının komşu ülke Hırvatistan olduğunu öğreten bazı Hırvat kitapları halen kullanılmaktadır, ama Federal Eğitim Bakanı Bosna-Hersek'in etnik Hırvatlar için kendi ders kitaplarını ve müfredatını hazırlayacağını söylemiştir.

Müslüman yorumcu Atıf Purivatra ise, ayrılma politikasının gereksiz olduğunu, çünkü Bosna-Herseklilerin aynı kültüre sahip olduklarını, Bosna-Hersek içinde ayrı Sırp, Hırvat veya Müslüman-Boşnak tarihinden söz edilemeyeceğini söylemiştir. (10)

Kıbrıs'ta kurulması öngörülen federal düzende, İngilizce dilinde eğitim verecek karma okullar ile Rumca ve Türkçe ders verilecek okullardaki ders müfredatlarının durumu ile tarih ders kitaplarının içeriğinin belirlenmesi, üzerinde önemle durulması gereken bir konu olmalıdır.

Dipnotlar:

(1) Tarih ve Toplum dergisi, İstanbul, Mart 1990, s.62
(2) Prof.Dr.Salih Özbaran, Tarih dersini seven yok, Cumhuriyet, 21 Ocak 1998
(3) Prof.Dr.Salih Özbaran, Gençlik ve tarih-II, Cumhuriyet, 11 Ocak 1998
(4) Ahmet An, Kıbrıslılık bilincinin geliştirilmesi üzerine notlar, Lefkoşa 1998
(5) Prof.Dr.Şara Sayın, Yabancı düşmanlığı ve kültürlerarası eğitim, Cumhuriyet, 26 Temmuz 1993
(6) Doç.Dr.Halil Berktay, Tarihçiler arasında diyalog her şeyden önemli, Milliyet, 16 Ağustos 1995
(7)İstiklâl, 16 ve 18 Ocak 1951
(8) Almanya'da yapılan konferansta Kıbrıs'taki tarih kitapları tartışıldı, Yeni Çağ, 9 Mayıs 1994. Konferansa sunulan Ahmet Cavit An ve Pavlos Tzermias'ın bildirilerinin metni için bkz. The Cyprus Review, Vol.6, Spring 1994, No.1
(9) School textbooks 'at root of hatred', Cyprus Weekly, 23 October 1998
(10) Schools may separate Muslim and Croat children, Cyprus Weekly, 7 November 1997

(Bu bildiri, ilk defa İngilizce olarak, 20 Mayıs 2000 tarihinde Lefkoşa’da “İki Toplumlu Öğretmen Eğitim Merkezi” tarafından düzenlenen “Tarih: Nasıl öğretiyoruz? Nasıl öğretilmeli?” konulu seminerde sunulmuştur. Daha sonra Türkçe olarak yayımlanmıştır: Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek, Sayı:53, Temmuz 2000)