GİRİŞ:
Bizde toplumsal geçmişimiz üzerine araştırma yapılması,
özellikle son yıllarda görece bir yoğunluk kazanmış ve bunlardan bir kısmı
kitaplaşarak, kitaplıklarımızdaki yerlerini almışlardır. Araştırma yapan kişilerin,
seçtikleri konu üzerinde uzman olmamaları ve bu yönelişte, sadece kişisel merak
ve ilgilerinin etkili olduğu düşünülecek olursa, onların esas görevlerine ek
olarak bu çalışmaları yürütmüş ve yayımlamış olmaları takdir edilecek birer
davranıştır. Ne var ki, son bir-iki yıl içinde kitaplaşabilmiş dört ayrı
araştırmada gözlenmediğimiz bazı yanlış tutumlara ve eksikliklere değinmek
zorunlu hale gelmiştir.
1. BELGELERLE KIBRIS TÜRK VAKIFLAR TARİHİ
Kıbrıs Türk Milli Arşiv ve Araştırma Merkezi’nin sorumlusu
olan Mustafa Haşim Altan’ın hazırladığı 1356 sayfalık “Belgelerle Kıbrıs Türk
Vakıflar Tarihi”, iki cilde ancak sığdırılabilmiş bir belgeler toplamıdır.
Adına “tarih” denmiş olmasına rağmen, belli bir kronolojik sıra ve sistematik
izlenmediğinden, bu kitaplarda örneğin hangi vakfın ne zaman ve hangi
koşullarda yapıldığını bir bakışta bulmak olanaksızdır. Anlaşılan araştırmacı,
elinin altındaki eski Türkçe yazılı yüzlere belgeyi günümüz Türkçesine aktarmış
ve kendince bir sıralamaya koyarak, iki cilt halinde yayımlatmış.
Bizde özellikle 1974 sonrasından görülen yanlış bir tutum
var. Zamanın politik havasına uyarak, belki de kitapların resmi kanaldan
satışını sağlamak için, devlet ileri gelenlerine önsöz yazdırılıyor. Bu kitapta
da bu tutum izlenmiş. Ama bu görev üç kişiye birden verildiğinden, “Sunuş”,
“Giriş”, “Önsöz” gibi üç ayrı başlık kullanma zorunluluğu doğmuş. “Anadolu
Türkiyesi” gibi ne olduğu belirsiz bir ifade ile, yazarın milliyetçiliğini bazı
yerlere kanıtlamayı amaçlayan “Türk ulusunun Kıbrıs’taki sakinleri”, “yüce
ulusumuz”, “Türk ulusunun bağrından fışkıran Evkaf kurumu” gibi bilimsel
olmayan deyimlerin kullanılması, Hazreti Muhammet adını yazdıktan sonra
(S.A.V.) parantezinin açılması, hiç de yazarın belirttiği “tarafsızlık
ilkesinden hareketle bilimsel kurallara ve olaylara yatkın biçimde” (s.74) bir
anlatım değil. 74. sayfada “Kıbrıs Evkaf Tarihi” başlığı kullanılmasına rağmen,
s.79’da bir kez daha “Kıbrıs Vakıflarının Doğuşu” başlığı kullanılmış. Yazar,
Kıbrıs evkaf tarihini 1571 yılında başlatmasına rağmen, 89.-90. Sayfalarda adı
verilen vakıfların ne zaman yapıldığına ilişkin hiçbir bilgi vermiyor.
Kitabın esas konusu zaten bu olmasına rağmen, s.96’da
Altan şöyle diyor: “Arzu edildiği takdirde Kıbrıs vakıflarının tümü tesbit
edilebilir; mütevellileri saptanabilir; tevliyet zinciri veya köprüleri
kurulabilir. Bu tür işlemler için yeterince belgeler mevcuttur.” Ne yazık ki
hedeflenen bu görev, kitapta yapılmamış; daha da önemlisi, en büyük eksiklik
olarak duran, her iki kitapta adı geçen vakıfların alfabetik bir listesi, ya da
kitap sonunda bir dizin yapılmamış. Neyin, nerede bulunacağı, kitabı eline alan
için bir sorun olmuş. Daha önce de belirtildiği gibi, yazarın Latin harflerine
dönüştürdüğü bu belgeler yığını içinde, neyin, nasıl bulunacağı bir bilmece
gibi. Kitabın sonunda yer alması daha uygun olacak olan Evkaf’la ilgili
Osmanlıca sözlük, 39.-68. Sayfalar arasına alınmış, ama ne yazık ki aktarıldığı
kitaptaki gibi bırakılarak, alfabetik sıralamaya tabi tutulmamış. Burada da
aranılan bir sözcüğün bulunması çok zor.
102. sayfada yine bir bulmaca var: “Kıbrıs’ta ilk yapılan
vakıfların nerede ve kimler tarafından yapıldığının saptanması halinde, bu
vakıfların vakfiyeleriyle de mütevellileri belirlenmiş olacaktır. Kıbrıs
vakıflarının fetihten sonra oluştuğu yolundaki avımızı kanıtlayan belgeler
arasında mühimme kayıtları gösterilebilir.”
Sayın Altan’a sormak gerek: Bu belirlemeyi yapmak sizin
görevinizken, niçin 104. Sayfaya kadar bunu yapmıyor ve “bunların tümünü
kaydetme olanağımız şu anda yoktur. Bu çalışma başlı başına bir araştırma ve
tesbit konusudur” diyorsunuz? O zaman iki ciltlik, 1356 sayfalık belge torbası
içinden gerçek araştırmayı sonuçlandırmak, biz okuyucuya mı bırakılıyor?
Yazarın kendisi de s.96’da şu itirafta bulunmuş: “Kıbrıs vakıflarının
başlangıçta nasıl yönetildiklerine dair birçok acele olarak hazırlanan rapor ve
yazılardan bazı kısımları çalışmamızın bu bölümüne sıkıştırıyoruz.”
Evet, gerçekten de yazarın sıkıştırdığı belgelerle,
okuyucunun canı sıkılıyor ve “yeri geldikçe belgesel yaklaşımlarla konu
aydınlatılacaktır” (s.97) denilerek, belge bombardımanı altında tarihsel
gelişim es geçiliyor. 17. yüzyılın sonu ile 18. yüzyılla ilgili büyük bir
boşluktan sonra, 19. yüzyılın başında Kıbrıs evkaf müdürlükleriyle ilgilenen
İstanbul’daki Evkaf-ı Hümayun Nezareti Başkanları’nın biyografilerine geçiliyor
(s.128-180). Sayfa 130’da şu ifadeye yer verilmiş: “1829-32 yılları Kıbrıs
tarihi vakıf eserleri için oldukça öneli bir imar dönemi olarak kabul
edilebilir.” Hangi nedenle? Hiçbir belge ve kanıt verilmemiş. Yan tarafa
krokisi konulan Yeni Medrese’nin hangi yıla ait olduğu da belirtilmemiş. Oysa
bu krokinin gerçekleşmemiş bir proje olduğu anlaşılmaktadır.
Sayfa 131’de Kıbrıs vakıflar yönetiminin ilk yerli
yöneticisinin Kâmil Efendi (1838) olduğu belirtilmiş, ama ondan sonra gelen
müdürlerin kronolojik sırayla kimler olduğu saptanmamış. Bu nasıl Vakıflar
Tarihi’dir bilinmez! Sözü edilen birçok mezhep hakkında da hiçbir bilgi
verilmemiş: Zuhuri Baba Dergâhı, Alemdar Baba Zaviyesi, Mevlevilik, Celâliye
Vakıfları ve benzerlerinin Kıbrıs Türkleri arasındaki anlamı ve önemi ne idi?
Okuyucu için bunlar karanlık kalan noktalar oluyor.
İkinci ciltte daha çok 20. yüzyıldaki evkaf çalışmaları
ve ardından Kıbrıs Türk toplumuna devredilmesi mücadelesinin aşamaları
anlatılmış. Belge yığınağı ve sistematik yoksunluğu, orada da sürüyor. Dahası,
kitaba alınmış belgelerin fotokopileri, cilt kesimi sırasında sayfa
kenarlarının kesilmesi yüzünden zarar görmüş. Bu da yayımcının büyük bir hatası.
Bir de kitabın ciltlenerek yeniden kesildiğini düşünürsek, bu kitabı okunmaz
hale getirebiliyor.
Son olarak şu söylenebilir: “Belgelerle Kıbrıs Türk
Vakıflar Tarihi” gerçek bir tarih kitabı olmaktan öte, bir belgeler yığınıdır.
Üç kişilik bir komisyonun denetiminden geçirilerek, basılmasına karar verildiği
belirtildiğine göre, denetimcilerin görevlerini yerine getirmedikleri
söylenebilir. Ama isteyen araştırmacılar, bu belge yığınından yararlanarak,
yeni bir Vakıflar Tarihi yazımını deneyebilirler. Belgeleri günümüz yazısına
çevirerek, araştırmacıların kullanımına sunduğu için de Mustafa Haşim Altan’a
teşekkür notunu düşmelidirler.
(Açıklama: Bu yazının giriş bölümü ve ilk kitap olarak ele alınan
“Belgelerle Kıbrıs Türk Vakıflar Tarihi” ile ilgili görüşlerimiz, 8 Haziran
1988 tarihli Ortam gazetesinin Aylık Sanat Eki’nde yer almıştır. Ek’in
yönetmeni Yaşar Ersoy, 4 kitabın eleştirisini bir arada ve yazıyı “tam metin”
olarak yayımlayacağına ilişkin söz vermiş olmasına rağmen, beni haberdar
etmeden yazıyı “tefrika” etmeyi yeğlemiştir! Yazının 4 aylık bir süre içinde
güncelliğini yitireceğini düşündüğümden, onun bu tavrını açıkça eleştirdim. Ama
hatasını kabul etmeyen Ortam Sanat’ın yönetmeni, yazının devamını bana geri
vererek, “sayfalarının artık bana kapandığını” duyurmuştur. Yazının devamını
yayımlamayı sağlayan Kıbrıs Postası gazetesine teşekkürü bir borç bilirim.)
2. KIBRIS TÜRKÜNÜN VAROLUŞ SAVAŞIMINDA İKİ ULUSAL KONGRE
Konu edeceğimiz ikinci araştırma kitabı, “Kıbrıs Türkünün
Varoluş Savaşımında İki Ulusal Kongre – Meclis’i Milli (1918), Milli Kongre
(1931)” başlığını taşıyor. Sabahattin İsmail ve Ergin Birinci tarafından
hazırlanmış. Öğrendiğimiz kadarıyla Ergin Birinci, daha çok eski yazı ile
yazılmış gazete haberlerinin günümüz alfabesine aktarılmasında görev yapmış,
değerlendirmelerin çoğu Sabahattin İsmail’e ait. Bu kitapta da ana malzeme, adı
verilen iki kongre ile ilgili basın haberlerinin günümüz Türkçesine
kazandırılmasından meydana gelmiş. Ama burada da belgelere, belirli siyasi
çevrelerin hoşuna gidecek yorumlar ve değerlendirmeler eklenerek, gerçek tarih
araştırmacılığından uzaklaşılmış.
Meclis-i Milli ile ilgili olarak bizde ilk araştırma
yazısını yayımlayan (Bak. Yeni Kıbrıs, Ocak 1985, s.24, 29) Harid Fedai’nin
“Milli Meclis bir kıvılcımdan öteye gitmez” tanımlaması doğru bir saptama
olarak yer etmişken, yazarlar, “Kitap üzerine birkaç söz”de şöyle diyorlar:
“Yaptığınız ve elinize kitap olarak somutlaşan bu
çalışmamızdan sonra kesinlikle söyleyebiliriz ki, Kıbrıs Türkü self-determinasyon
yürüyüşüne ne 1958’de, ne 1964’de, ne 1974’de, ne de 1983’de başlamıştır.”
(s.4-5)
Tamamen bilimsellikten uzak, zorlama bir değerlendirme,
hiç de tarihsel gerçeklere dayanmıyor. Yazarların kendi tanımlamasıyla
söylersek, “Kıbrıs Türk halkının verdiği savaşımın tarihsel boyutlarını
bilmeyenlerin bu tür yanlış değerlendirmelerine her gün rastlıyoruz.” (s.4)
Bu da kitaba da bir önsöz yazması istenen Rauf Denktaş
ise başka bir değerlendirme yapıyor: “Kıbrıs Türklerinin ulusal mücadelesi,
1878’de Türkiye’nin adadan çekildiği gün, Rum liderliğinin Enosis bayrağını
açması ile başlamıştır.” (s.7) Oysa tarih, enosis bayrağının daha eskilerde
açıldığını ve bu yüzden 1821’de Kıbrıs Valisi Küçük Mehmet’in başta Rum
Başpiskopos Kipriyanos olmak üzere 300’den fazla Kıbrıs Rum ileri gelenin
kafasını kestiğini yazar. Neyse biz yine konumuza dönelim.
Avukat ve gazeteci Ahmet Raşid, Meclis-i Milli’nin daha
ikinci yıldönümünde 10-11 Aralık günlerinin “perde-yi nisyan” altında kaldığına
ve geçmişten gelme övünçleri az bir cemaat için böyle günlerin daha başka bir
özelliği, bir kutsallığı olması gerektiğini yazmışken (Bak. Harid Fedai, agy),
yazarların bunu “Kıbrıs Türkünün ilk kez bir bütün olarak ayağa kalkması, o
dönemde konferanstan ilhak sonucunun çıkmasını engelleyen en önemli etkenlerden
biri” olarak nitelemesi (s.5), bir abartmadan da öte, yersiz bir yakıştırma
olmalı. Abartmanın bir başka örneği ise
şu cümleler: Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, Kıbrıs
Türklerinin, daha Atatürk Samsun’a çıkmadan beş ay önce ve Erzurum Kongresi’nin
toplanmasından yedi ay önce, aynı demokratik yöntemle halk temsilcilerini
belirlemesi ve ilk ulusal kongreyi toplamasıdır. Bu durum, Kıbrıs Türklerinin
mücadeleci yapılarının, özgürlüklerine ne derece düşkün olduklarının ve Atatürk’le
aynı düşünceden hareket ettiklerinin en açık kanıtıdır. Çünkü gelecekteki yeni
Türkiye için en ufak bir umut ışığı olmadığı, daha Türk ulusal savaşının
başlamadığı günlerde böyle bir kongrenin toplanması, başka bir türlü
yorumlanamaz.”
Tabii ki belli önyargılardan hareket edip, belli bir sonuca varmak istenirse, hele Atatürkçülüğün bir tapınma aracı durumuna getirildiği bir dönemde böyle bir kitap yayımlanırsa, araştırmacıların, kongrenin başka toplanma nedeni olup olmadığını araştırmalarına gerek kalmaz!
Zorlama yorumların yer aldığı bir başka bölüm de, 8 Eylül
1919’da yayın hayatına başlayan Doğru Yol gazetesinin amaçları arasında
“Meclis-i Milli kararlarının dünyaya duyurulması” gösterilmekte ve gazetenin
yayıma geçmesi ile birlikte “Kıbrıs Türkleri, Rumların sürdürdüğü ilhak
faaliyetlerinden haberdar olmaya başlamışlardı” denilmektedir. (s.35) Yazarlar,
hangi kaynağa dayandırdıklarını belirtmeden İngiliz yönetiminin Meclis-i
Milli’nin toplanmasını “Kıbrıs Türklerinin çok ender ve ilk kez ortaya
koydukları siyasi bir tavır” olarak nitelediğini belirtmektedirler (s.36).
Varılan bazı yargıların dayandığı kaynaklar
belirtilmezken, alıntı yapılan makale ve kitaplardaki değerlendirmelerin de
değiştirilerek yansıtıldığı gözlemlenmektedir. Dahası, bu konuda yayımlanmış
çalışmalardan yeterince yararlanılmamıştır. Bunun kanıtı, Kıbrıs Türk Cemaat-ı
İslamiyesi adlı örgüt hakkındaki şu cümlelerdir: “Elimizde daha fazla bilgi ve
belge olmadığı için bu örgütün yaptığı çalışmalar, faaliyet dönemi ve kapanış
tarihi ile yöneticileri hakkında bilgi veremiyoruz.” (s.61) Oysa Harid Fedai, bu örgütün nizamnamesi ile
birlikte akıbetini de Söz dergisinde yayımlamış bulunmaktadır. (Sayı:28, 25
Nisan 1986). Fakat titiz bir araştırma yapmadan, bilgi boşluklarını doldurmanın
olası olmadığını, en azından kitap yayımlarken buna dikkat edilmesi gerektiği
bilinmelidir. “Meclis-i Milli Kongresi’nin Sonuçları” başlıklı yargılar ise
subjektif olup, tarihsel gerçeklerden tamamıyle uzak, 1987 yılındaki resmi
tarih anlayışına hoş gelebilecek yakıştırmalar olmaktan öteye gidememektedir.
1931 yılında yapılan Milli Kongre ile ilgili
değerlendirmeler de aynı nitelikte. “Kongre, Kıbrıs Türklerinin İngiliz sömürge
yönetimine karşı başlatmış oldukları anti-kolonyalist savaşımda bir dönüm
noktasıydı” dendikten sonra (s.124), Söz gazetesinden alıntı yapılarak şunlar
aktarılıyor: “Halk bir tek şey istiyor. Şerefiyle ve hukukiyle medeni
cemiyetler arasında kendine lâyık olan mevkie malik olmak ve bu tarikle
insanlığı kurtarmaktır.” (s.137) O halde
nerede anti-emperyalizm, nerede anti-kolonyalizm? Oysa İngiliz emperyalizmine
karşı Rumların ayaklanması üzerine şu yazılmakta:
“Bu arada çok sert önlemler alan İngiliz Yönetimi,
isyanda hiçbir rolü olmayan, ayaklanmaya endişe ile bakan Türk halkını da
cezalandırır.” (s.143) “1931 isyanından sonra Vali’nin Kavanin Meclisini
dağıtması ve tüm siyasi örgütlenmeleri yasaklaması bir dağınıklığın doğmasına
neden olmuştu.” (s.145) Hani 1931 Kongresi bir dönüm noktasıydı? Oysa
yazarlarımız daha ileride, çok geçmeden Milli Kongre’nin beyin takımı arasında
ayrılık doğduğunu belirtirler. (s.149)
Kitaptaki bir diğer önemli eksiklik de “Teslim Bayrağı”nı
çeken M. Remzi Bey’in 17, 24 ve 31 Mart 1932 tarihli Söz’de çıkan yazılarının
belgesel değeri yüksek olmasına rağmen verilmemesi ve can alıcı araştırmacılık
görevinin iki paragraflık özetle geçiştirilmesidir.
“Damarlarındaki kan, anti sömürgeci duygularla kaplı bir
kişi olarak mücadele bayrağını terketmeye, teslim bayrağını çekmeye niyetli
değildir” (s.150) diye tanıtılan M. Necati’nin, yazarların bu saptamasına ters
düşen görüşleri, yine Necati’nin ağzından şöyle veriliyor:
“Bizim hükümetle hiçbir husumetimiz ve hükümete karşı
hiçbir gizli maksat ve emelimiz yoktur. Biz aynı hükümetin idaresi altında nisbi
bir refaha kavuşmak ve tarihi mevcudiyetimizi kurtarmak gibi çok meşru ve
mütevazi bir gayenin etrafında toplanmışız.” (s.151) Necati Bey ne kadar açık
konuşuyor, değil mi? Oysa yazarlarımız, öküz altında buzağı arıyorlar!
Masum Millet gazetesi “bazı sebeplerden dolayı” kapanmak
zorunda kalıyor. Avukat Ahmet Raşit Bey de “bazı sebeplerden dolayı” Kıbrıs’tan
ayrılarak, Türkiye’ye göç etmek kararı alıyor. Sonra Türkiye’de genç yaşta
ölüyor (ölüm yılı ve nedeni verilmiyor). Başkası bu sebepleri araştırmamış ki
yazarlarımız da hazır bulsunlar!
Günümüzdeki resmi görüşe destek olmak amacıyla tarihi
çarpıtarak, toplum gerçeklerine zorlama nitelikler yükleyerek hazırlanan bu
araştırma kitabı, kapsamlı bir monografi çalışması düzeyine ne yazık ki
ulaşamamaktadır. Ciddi araştırmalara girişmeden, sadece eldeki basın
haberlerine dayanılarak ve olmayanı olmuş gibi göstererek, ancak sıradan bir
derleme yapılabilmiştir. Hiç yoktan gene de yararı olmuştur. Ama kitabın bizce
en büyük hatası, “Meclis-i Milli ile başlayan bu self-determinasyon yürüyüşü,
KKTC’nin ilanıyla tamamlanmıştır” önyargısından yola çıkmış olmasıdır. Milli
Kongrenin sonuçları (s.159) olarak yapılan değerlendirmeler de objektif tarih
olgusuna dayanmayan, tamamiyle sübjektif yakıştırmalar olmaktan öteye gidememektedir.
Yazarların Con Rifat’ın “Sürümüze cesur çoban” yazısını (s.198-200) bir kez
daha okumalarını salık vereceğiz.
Kitabın içine yerli yersiz serpiştirilen ve konularla
ilgisi olmayan resimler (s.55 ve s.93 gibi), yararlanılan kaynaklar yerine,
bibliyografya diye verilen listedeki hatalar, alıntı yapılan araştırmalara
karşı gösterilen dikkatsizlik ve yaklaşımdaki toptancı zihniyete de ayrıca
dikkat çekmek isteriz.
Ele alacağımız üçüncü kitap, 21 Haziran 1987’de Londra’da
yapılan 1. Genç Kıbrıslı Türk Aydınlar Paneli’ne sunulan bildirilerden oluşan
ve İstanbul’daki Varlık Yayınevi’nin Mart 1988’de piyasaya sürdüğü “Edebiyatta
Kıbrıslı Türk Kimliği” adını taşıyor. Şair Mehmet Yaşın’ın rejisinde hazırlanan
bu panel ve kitapla ilgili olarak söylenecek ilk söz, kitabın “Sunu”sunda dile
getirilenlere ilişkin olmalı. Kıbrıs Postası gazetesinde daha önce değindiğim
gibi (Kültürel Geçmişimizin Araştırılması ve Kültürel Kimlik Tartışmaları, 4-5
Nisan 1988), panelciler de Kıbrıs’ta yapılmakta olan çalışma ve tartışmalardan
habersiz görünerek, kendilerini bu
konuda öncü ilan ediyorlar. “Ne var ki bu çok geç kalmış arayış, beraberinde
sorunlarını da getiriyor. Kimi zamansa özellikle kültürel boşluktan doğan
belirsizlik bir toz fırtınası kaldırıyor.” (s.5-6) Tıpkı panelcilerin kaldırmak
istedikleri toz fırtınası gibi.
“Bir tarih ve bir kültür bulanık bir suya yazılıyor.
Herkes konuşuyor da bir tek Kıbrıslının kendisinden pek ses çıkmıyor.” (s.6) Anlaşılan panelciler Londra’da oturup, Kıbrıs üzerine ahkâm kestiklerinden
kulaklarını da Kıbrıs’ta olanlara tıkamışlar, gözlerine band takıp, burada
yapılabilen işleri görmezlikten gelmişler. Nitekim bu, panelin konuğu olan
Osman Türkay’ın konuşmasında da ortaya çıkıyor (s.10). “Kıbrıs’ta sağlam bir
köküm yok” diyen Türkay’ın bu sözleriyle, gerçekten “yeni yetişen Kıbrıslı Türk
şairlerine, ya da Kıbrıs’ın Türk edebiyatına ne verebileceği” ortaya çıkmıyor
mu? Oysa kimlik arayanların bir an önce M. Adiloğlu’nun önerdiği “kültürel
değişim süreçlerinin araştırılıp yorumlanması” çalışmalarına kulak vermeleri
gerekiyor. Ama Kıbrıs’ta bu konuda yapılmış olan değerlendirme ve araştırmaları
gözden geçirmeden, öncülük ve orijinallik kaygısına düşmeden, yenilerini yapıp,
karanlıkta kalmış yanları ortaya
sermeden “kimlik” tartışmasına girmek, bir yerde geçmiş kültürel mirasımızı
inkâr ve red anlamına geliyor. M. Yaşın’ın açılış konuşmasındaki şu sözleri,
kendi kişisel kimlik bunalımını sergilemiyor mu?
“Konferansın adına “Kıbrıslı Türk Edebiyatçıların Kimlik
Bunalımı” deseydik, daha yerinde olurdu belki. Sorun asıl bizim içimizde. Bir
halkın kimliğini ortadan kaldırmak öyle kolay değil… Korkarım biz yazarlar
kendi kimlik bunalımımızı dile getiriyoruz.” (s.17)
Doğru söze ne denir? Yalnız herhalde bu bunalım, bütün
Kıbrıslı Türk yazarlara ait değil, kendi kendine “1974 kuşağı” adını takmış
olan Mehmet Yaşın ve çevresine ait! Böyle olunca da kendi çocukluklarını ve
bunalımlarını, bütün Kıbrıslı Türklere mal etmek istiyor:
“Kıbrıslı Türkler –hatta tüm Kıbrıslılar- henüz kendi
sorumluluklarını taşıyacak yaşta değiller. Çocuklarında kendilerine ait bir
kimlikleri olmaz. Bu yüzden ergenlik yaşına girerlerken bunalıma düşerler.
Bizim sorunumuz da bu: KİMLİK BUNALIMI.” (s.18)
M. Yaşın ayrıca, Kıbrıs toprağı üzerinde kültür kavgası
vermekten kaçındığı için, kendince bazı gerekçeler ortaya koyarak şöyle diyor: “Tabuların
egemenlik sürdüğü yerde ciddi bir bilimsel çalışma, ileri bir sanatsal yaratım
gerçekleşemez… Bu konferansın asıl yeri anayurdumuz Kıbrıs olmalıydı. Ne yazık
ki, gerçekleşmesi için gerekli koşulları ancak Londra’da bulabildik… Biz Kıbrıs
dışında, Kıbrıslı kimliğimizi arayarak ve Kıbrıslı Türk Edebiyatına ulaşabilmek
için bulunuyoruz. Konferansın yolumuzu kısaltmasını diliyorum.” (s.20)
Bu hariçten gazel ve kendi kendini ülke dışında sürgünde
tutmakla Mehmet Yaşın’ın nereye varacağını kestirmek, kimlik ararken
kimliksizliğe düşeceğini söylemek kehanet olmasa gerek.
Niyazi Kızılyürek’in panele sunduğu bildiriye, onu daha
sonra yayımladığı “Paşalar, Papazlar” kitabına da aldığı için, burada
değinilmeyecektir, o kitapla ilgili değerlendirmeye bırakılmıştır.
İkinci bildiri Mehmet Yaşın’a ait ve kitabın üçte birini
tutuyor: “Kıbrıslı Türk Edebiyatında kimlik sorununun tarihsel-toplumsal
nedenleri”. (Kıbrıs Türk Edebiyatında da denilebilirdi, ama Kıbrıslı kelimesine
aşırı bir vurgulamaya gerek duyulmuş.) 1930 öncesi Kıbrıs Türklerinin bir
edebiyatı olmadığı savından hareketle yapılan dönem ayrımı, M. Yaşın’ın eski
yazıyı bilmemesine değil, bilgisizliğine mi bağlanmalı? Çünkü Kıbrıs Türk
edebiyatı manisiyle, türküsüyle bu adaya ayak bastığımız günlerden başlar.
Nitekim kendisi de bunu s.43’te vurgulamaktadır. Ama yine bizim ilgisizliğimiz
yüzünden, günümüze aktarılabilen kişilere ait yazılı eser sayısı az olabilir.
Yüzyıllardır halkımızın dilinde söylenegelen maniler, yaşayan halk
edebiyatımızın en canlı örnekleri değil midir? Ne yazık ki, bir edebiyat öğretmeni olan şair
Fikret Demirağ da zengin halk şiiri mirasımızın ürünü olan sözlü edebiyatımız
hakkında şöyle yazabilmektedir: “Halkımızın sözlü kültürü kapsamına giren bazı
türkü, ağıt, mani, destan türünden ürünleri de yukarıdakilere (Müftü Hilmi
Efendi, Kaytazzade Nazım ve Aşık Kenzi
-A. An) katsak, gene de dişe dokunur bir şiir mirasından söz edilemez
bence.” (Ortam Sanat Eki, 11 Mayıs 1988, s.3) 80-100 bin kişilik Kıbrıs Türk toplumunun şiir
mirası olarak üretilebilenler ne kadar azmış ki, milyonluk Demirağ’ın
dişlerinin içini dolduramıyor!..
Hem Demirağ’da, hem de Yaşın’da görülen bir başka ortak
özellik, bulamadıkları kimliklerini mitoloji dünyasında aramak istemeleridir.
M. Yaşın ise, kimliğinin parçalarını Kıbrıslı Zeno’nun stoacılığında
arayabileceğini söylemektedir! (s.41)
Mehmet Yaşın aslında bunalımlı halini, yazısına da
yansıtmakta ve birçok yanlış ve dayanaksız değerlendirme yanında, doğru
yargılara da varabilmektedir. İşte yürekten katıldığımız bir tanesi:
“Bana kalırsa, Kıbrıslı Rumlar Kıbrıslı kimlik adına
adadan ne almışlarsa, Kıbrıslı Türkler de onu aldılar. Bunca laftan sonra
diyeceğim şu: (demek ki kendisi de laf yaptığının bilincinde - A. An)
Kıbrıslılar tarihsiz bir halk değildir, zengin ve özgün tarihimiz, dış
etkilerin tüm olumsuzluklarına karşın, bize kültürel ve ideolojik bir Kıbrıslı
kimlik geliştirebilmenin koşullarını sunmaktadır.” (s.45) “Daha Osmanlı
döneminde (XIX. Yüzyıl) ortaya çıkıp, “Megalo idea-Enosis” politikasıyla koşut
bir Helen kimliğe sarılan Kıbrıslı Rum burjuvazisi tarihsel şansını kaçırdı.
İkinci şansıda, 1930-1950 yılları arasında, yine Enosis komplosuna yenik düşen
Kıbrıslı işçi sınıfı kaçırdı. Üçüncü bir tarihsel şansı artık kaçırmayacağımızı
ummak istiyorum. Yoksa Kıbrıslılar büsbütün yok olacaklar.” (s.45)
Bu arada Mehmet Yaşın’ın bildirisinde bir dizi bilgi
yanlışının varlığına da dikkat çekmek gerek. Örneğin, ilk romanın 1930’ların
sonuna doğru yazıldığı (s.47), Rumlar gitti kimliksiz kaldık (s.49), Sarayönü’nün
adını değiştiren KATAK (s.49), 1940’larda “Türkten Türke” kampanyasıyla
özetlenen tez (s.50) ve izleyen sayfalarda birçok kanıtsız iddia. Hepsini
buraya alıp yanıtlamak olanaksız.
M.Yaşın’ın “Savaşların sosyal-psikolojik etkileri” başlığı
altında vardığı yargıların tümüne katılmak olanak dışı. Çünkü bir kısmı kendi
kişisel veya ailesel bunalımlarına ait ve bunları toplumumuz genelleştirmiş. Bu
yüzden doğru olarak yaptığı birçok saptama da, gereken vuruculuğunu ile
okuyucuya iletilemiyor.
M.Yaşın’dan sonra gelen panel bildirisi Neşe Yaşın’a ait.
“Genç Kıbrıslı Türk Şiirin Kıbrıslı Barış Harekâtı”. Neşe Yaşın’ın da şikayetçi
olduğu (s.98) “Kıbrıslı” sözünün abartmalı kullanımı, bizzat kendi bildirisinin
başlığına bile yansımış. “Genç Kıbrıslı Türk Şiir” yerine, niçin “Genç Kıbrıs
Türk Şiiri” denmesin? Neşe Yaşın’ın “F. Demirağ, Kıbrıslı Türk şiirde bir
şairin kimlik bunalımına ilginç bir örnektir” (s.100) tanımlaması ise bir
gerçeği dile getiriyor.
Kaynakça olarak gösterilen 3 ve 4 numaradaki dergilerin
sayılarının verilmemiş olması, diğer araştırma kitaplarında da gördüğümüz
dikkatsizlik türünden.
Filiz Naldöven’in bildirisinde de bu tür eksikler var.
Ziya Gökalp’in 1930’lu yıllarda Kıbrıs’ı ziyaret ettiğine (s.111) ilişkin bilgi
nereden alınmış? Naldöven’in “Kıbrıs Türkünün belirsiz ve kişiliksiz toplum
yapısına sahip olduğu (s.111) yargısını da buradan aynen kendisine iletmek
gerek.
Son bildiri sahibi Hakkı Yücel ise, kendisini İstanbul’a
“Acı Sürgün”e göndermiş ve Yaşın’larla birlikte, tüm kültürel geçmişimizi
olumsuzlayarak, “1974 kuşağı”nı oluşturduklarını Kıbrıslılara duyuranlardan. Bu
panelde mutlaka ona da bir yer verilmeliydi.
Yücel şöyle diyor: “Kendi hesabıma bütün bu kadar sözü,
geçmiş edebiyatçıları ne tümden inkâr etmek, ne de karalamak için harcamadığımı
ısrarla vurgulamak istiyorum. Temel kaygım bundan sonrası için, yeni ve doğru
umutların, tasarıların ve yaklaşımların oluşturulmasına katkıda bulunmaktır.” (s.141)
Ama bu temel görevin hariç’ten gerçekleştirilemeyeceğini
Hakkı Yücel bilmiyor mu? Hem herkesi bir yana itip, 3-5 arkadaşla kendi
kendilerini çekirdek olarak nitelemekle ayıp edilmiyor mu? Yoksa istenen bu
yeni yapılanma, yine kendilerince dıştan mı enjekte edilecek? İyi ki bildirinin
sonunda “hiçbir saptamanın sonuna kesin nokta konulmamıştır” diye yazılmış.
Demek ki Kıbrıs’ta yaşayan ve bu konuda sözü olanlarla tartışmaya açık bir
tutumları var. Keşke bir panel de burada düzenleseler de, biz de görüşlerimizi
ayrıntılarıyla açıklayabilsek.
Paneli açış konuşmasında Mehmet Yaşın, “74 Kuşağı Şiir
Hareketi’nin onuncu yıldönümünde gerçekleştirilen bu konferans, benzer
kaygıları paylaştığımız diğer genç yazar arkadaşlarımızın da yer alacağı daha
kapsamlı bir birlik oluşturma arzumuzun bir ifadesidir” demiş olmasına rağmen,
Kıbrıs’ta henüz bu doğrultuda herhangi bir çalışma başlatılmamıştır. İnşallah
bu, hareketin (!) 20. yıldönümüne ertelenmez!..
Elimize geçen son araştırma kitabı Niyazi Kızılyürek’e ait.
Yazarın daha önce yayımladığı “Kıbrıs Sorununda İç ve Dış Etkenler” adlı
kitabıyla ilgili tek değerlendirme yazısı, görebildiğimiz kadarıyla 8-9 Ekim
1983 tarihli Söz gazetelerinde çıkmıştı. Ama bu yeni kitap, ilkinden farklı bir
özellik taşıyor ve belli bir konu bütünlüğünden çok, çeşitli konularda 14
makalenin bir araya getirilmesinden oluşuyor. Kitabın ismi “Paşalar, Papazlar”
olmasına rağmen, içinde ne Türk Paşalar, ne de Rum Papazlar var! Anlaşılan
satış unsuru göz önünde tutularak seçilmiş bir başlık bu. Kıbrıs Defterleri
Kitap Dizisi’nin 1. Kitabı olarak sunulan çalışmayı yenilerinin izleyeceği
anlaşılıyor. Ama ne yazık ki, yazarın Kıbrıs Tarihi’ne yeni bir bakış açısı
getirme niyetine rağmen, 14 makale ile bu, gerçekleştirilememiş. Herhangi bir
kronolojik sıra, ya da sistematiğin seçilmemiş olması yüzünden, konuların
sunuluşunda bir yüzeysellik ve kopukluk göze çarpmakta. Öne sürülen görüşlerin
dayandığı kaynak kitap veya makalelerle ilgili olarak, çoğu yerde yanlışlıklar
yapılmış. Dahası, 4. makaleden sonra verilen kaynakça, yüksek öğrenimini Federal Almanya’da yapmış bir araştırmacıya
yakışmayacak derecede eksik. Kitap veya makalelerin hangi yıl, nerede
yayımlandıkları tam olarak belirtilmemiş. Metin içindeki dipnotlarda da bu
eksiklik göze çarpıyor. Yalçın Küçük’e özenti ise bizce yersizdir.
Kitabın dizgisinin Londra’da yapıldığı iç sayfalarda
belirtilmiş olmasına rağmen, nerede basıldığı yazılmamış. Onu da, kitapla
ilgili bir tanıtma yazısı yazan Özker Özgür’den öğrendik. (Yeni Düzen, 12 Mayıs
1988) İleri Basımevi’nde basılan kitapla ilgili olarak Özker Özgür şöyle diyor:
“Kitapta Marksçı eleştiri ve sorgulama yöntemine bağlı kalınmıştır. Ancak bu
yöntem kitabı kuru ve sıkıcı kılmamıştır.”
Böylelikle CTP Genel Başkanının Marksçı yöntemin kuru ve
sıkıcı olabileceğine ilişkin görüşünü de öğrenmiş olduk. Yıllar önce Marks’ın
“Kapital”ini okurken de sıkıcı bulmuş ve “Bu düzen değişmelidir” kitabına
başlamamış mıydı?
Kızılyürek, kitabın önsözüne “Dizinin eleştiri ve
sorgulama metodu Marksçıdır” cümlesini yazmak ihtiyacını nereden hissetmiş,
anlayamadık. Çünkü kitaptaki 14 makale bir bütün olarak ele alındığında,
araştırmacının Marksçı metodu nasıl yüzeysel olarak anladığı ortaya çıkıyor.
Önsözde 14 makaleden söz edilmesine rağmen, makaleler
numaralandırılmamış ve gelişigüzel sıralanmış. İlk makale, Londra’da düzenlenen
ve daha önce sözünü ettiğimiz “Edebiyatta Kıbrıslı Türk Kimliği” konulu panelde
Kızılyürek’in yaptığı konuşmadan oluşuyor. Yazar, “Kıbrıs Türk Yukarı Sınıfı”
gibi belirsiz ve Türkçede kullanılmayan bir tanımlama seçmiş. Anlaşılan, Kıbrıs
Türk ticaret burjuvazisinin az gelişmiş yapısına bakarak, onu klasik burjuvazi
tanımıyla nitelemekten kaçınmış ve İngilizcedeki “upper- classes”dan tercüme
ettiği bu terimi kullanmış. Ama hiç de isabetli olmamış. Oysa Kıbrıs Türk ileri
gelenlerinin eşraf ve mütegallibe’likten ticaret burjuvaziliğine dönüşmüş
olduğu biliniyor. Bağımlı ve az gelişmiş yapısı, ona bu sıfatı vermeye engel
olmamalıydı. Kızılyürek şöyle yazıyor:
“Kuşkusuz, her sömürgede işbirlikçi-geleneksel bir kesim
var. Ancak bunun karşısında, uluslaşmanın, çağdaşlaşmanın, yani kurtuluş
hareketinin öncüsü olan yerli, ulusal sınıflar da var. İşte Kıbrıs Türk
toplumunda olmayan budur.”
Marksçı yöntemi kullandığını iddia eden yazar, ne yazık
ki, baktığı zaman bulmak istediklerini net bir şekilde göremeyince, yoktur deme
kolaylığına kaçıyor. Dahası, 100 bin kişilik Kıbrıs Türk toplumunun
sosyo-ekonomik ve politik yapısını yeterince incelememiş olduğunu ortaya
koyuyor. Marksçı düşünceyi yaratıcı bir şekilde uygulayamadığından “Kıbrıs Türk
yukarı sınıfının siyasal ideolojisi ve ideolojik kimliği SİR + PAŞA = TURAN
diye biçimlenmişti” (s.20) diyerek kesip atıyor.
Hadi Sir’lerden söz etmiş, paşalar nerde? 300 yıl süren
Kıbrıs’taki Osmanlı toplum düzeninin 20. yüzyılın Kıbrıs Türk toplumuna neleri
miras bıraktığına hiç değinmek gereğini duymamış. Osmanlı döneminde halkın hem
Paşalara, hem de Papazlara karşı yaptığı isyanları bile ele almamış. 1940’lı
yıllarda olgunlaştığını söylediği Sir + Paşa kimliği hakkında da inandırıcı ve ayrıntılı
bir bilgi aktarmamış. Oysa, aynı yıllarda Kıbrıs Türk “yukarı sınıfı” ile
“aşağı sınıfı” arasında örgüt düzeyinde farklılaşmalar ve ideolojik görüş
ayrılıkları belirmeye başlamış ve bugünkü Kıbrıs Türk liderliğinin kimliği
şekillenmeye yüz tutmuştu. Müslüman cemaat’lıktan çıkıp, ulusal Türk toplumu
olmaya yönelişteki iç ve dış etkenler, tam da 1940’lı yılların sonunda etkili
olmaya başlamıştı. Anlaşılan Kızılyürek,
Kıbrıs Türk emekçi sınıflarının geçmişteki mücadelesi bir yana, Kıbrıs Türk
burjuvazisinin tarihsel yapılanması hakkında da yetersiz bilgilere sahip, ya da
okuduğu İngilizce ve Almanca kaynak kitaplardan gerektiği gibi yararlanamamış.
Aksi takdirde “Kıbrıs Türk toplumunun bunalımı neredeyse tarihsiz olmasından
kaynaklanmaktadır” diyen bir saptamayı (s.24)
yapmaması gerekirdi. Kızılyürek’in terminolojisiyle söyleyecek olursak,
kendi iddiasının (s.24) tersine, Kıbrıs’ın hem yukarı sınıfları, hem de aşağı
sınıfları kendi tarihlerini kendileri yapmışlardır. Önemli olan bu tarihlere
yabancılık duymadan ve iç-dış etkenleri göz önünde bulundurarak, titiz ve
bilimsel bir tarih araştırmacılığı yapmaktır. Böylesi bir araştırmacılık,
kendisinin kaynak olarak verdiği eserlerde yapılmıştır.
“İktidarsız bir sınıf Kıbrıs Rum burjuvazisi” başlıklı
bölümde anlatılanlar, bilakis Kıbrıs Rum burjuvazisinin ne kadar iktidarlı
olduğunu kanıtlıyor. Onun için, Kıbrıs işçi sınıfı ile birleşip bir Kıbrıs
burjuva devrimi yapmaktan kaçındığı ve iktidarı Kıbrıs işçi sınıfı ile
paylaşmak istemediği şeklindeki yargılar (s.30-31), ne yazık ki başaşağı
çevrilmiş gerekçelerdir. Çünkü Rum burjuvazisinin Enosis ideolojisine sarılıp,
Kıbrıs işçi sınıfının tarihsel bölünmesine yol açan, bizzat işçi sınıfının
örgütleri olmuştur! Günümüzdeki gerçek paşalar egemenliği’nin açıklaması da, bu
tarihsel hatadan kaynaklanmaktadır.
Bizce eksik gördüğümüz bazı yanlarına kısaca değindiğimiz
bu dört kitabın, bütün zorluklara rağmen yayımlanmış olması çok yararlı
olmuştur. Şovenizmin egemen olduğu, demokratik güçlerin mücadelesinin parlamentoya
hapsedildiği toplumumuzda, elbette tarih ve toplum araştırmaları yapılmalı ve
yayımlanmalıdır. İçinde bulunduğumuz açmazların aşılması ve yeni bir tarih
bilincinin yaratılması, ancak böylesi çalışmaların yardımıyla
gerçekleştirilebilir.
Ama araştırmacıların en çok dikkat etmesi gereken nokta,
daima okuyucuya doğru bilgi aktarmak, olabildiğince onu ana kaynaklardan
haberli kılmak, güncel politik kaygılarla yorumlara girişmemek ve en önemlisi
bilimsel yöntemlere bağlı kalmak olmalıdır. Aksi takdirde kafalarda bulanıklık
ve karmaşa yaratılır, yarardan çok zarar sağlanmış olur. Bütün
araştırmacılarımıza yeni çalışmalarında başarılar dilerim.
(Kıbrıs Postası gazetesi, 18, 19 ve 22 Haziran 1988)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder