18 Aralık 2013 Çarşamba

ARAŞTIRMA KİTAPLARIMIZ BİLİMSELLİKTEN UZAK


GİRİŞ:

Bizde toplumsal geçmişimiz üzerine araştırma yapılması, özellikle son yıllarda görece bir yoğunluk kazanmış ve bunlardan bir kısmı kitaplaşarak, kitaplıklarımızdaki yerlerini almışlardır. Araştırma yapan kişilerin, seçtikleri konu üzerinde uzman olmamaları ve bu yönelişte, sadece kişisel merak ve ilgilerinin etkili olduğu düşünülecek olursa, onların esas görevlerine ek olarak bu çalışmaları yürütmüş ve yayımlamış olmaları takdir edilecek birer davranıştır. Ne var ki, son bir-iki yıl içinde kitaplaşabilmiş dört ayrı araştırmada gözlenmediğimiz bazı yanlış tutumlara ve eksikliklere değinmek zorunlu hale gelmiştir.

1. BELGELERLE KIBRIS TÜRK VAKIFLAR TARİHİ

Kıbrıs Türk Milli Arşiv ve Araştırma Merkezi’nin sorumlusu olan Mustafa Haşim Altan’ın hazırladığı 1356 sayfalık “Belgelerle Kıbrıs Türk Vakıflar Tarihi”, iki cilde ancak sığdırılabilmiş bir belgeler toplamıdır. Adına “tarih” denmiş olmasına rağmen, belli bir kronolojik sıra ve sistematik izlenmediğinden, bu kitaplarda örneğin hangi vakfın ne zaman ve hangi koşullarda yapıldığını bir bakışta bulmak olanaksızdır. Anlaşılan araştırmacı, elinin altındaki eski Türkçe yazılı yüzlere belgeyi günümüz Türkçesine aktarmış ve kendince bir sıralamaya koyarak, iki cilt halinde yayımlatmış.

Bizde özellikle 1974 sonrasından görülen yanlış bir tutum var. Zamanın politik havasına uyarak, belki de kitapların resmi kanaldan satışını sağlamak için, devlet ileri gelenlerine önsöz yazdırılıyor. Bu kitapta da bu tutum izlenmiş. Ama bu görev üç kişiye birden verildiğinden, “Sunuş”, “Giriş”, “Önsöz” gibi üç ayrı başlık kullanma zorunluluğu doğmuş. “Anadolu Türkiyesi” gibi ne olduğu belirsiz bir ifade ile, yazarın milliyetçiliğini bazı yerlere kanıtlamayı amaçlayan “Türk ulusunun Kıbrıs’taki sakinleri”, “yüce ulusumuz”, “Türk ulusunun bağrından fışkıran Evkaf kurumu” gibi bilimsel olmayan deyimlerin kullanılması, Hazreti Muhammet adını yazdıktan sonra (S.A.V.) parantezinin açılması, hiç de yazarın belirttiği “tarafsızlık ilkesinden hareketle bilimsel kurallara ve olaylara yatkın biçimde” (s.74) bir anlatım değil. 74. sayfada “Kıbrıs Evkaf Tarihi” başlığı kullanılmasına rağmen, s.79’da bir kez daha “Kıbrıs Vakıflarının Doğuşu” başlığı kullanılmış. Yazar, Kıbrıs evkaf tarihini 1571 yılında başlatmasına rağmen, 89.-90. Sayfalarda adı verilen vakıfların ne zaman yapıldığına ilişkin hiçbir bilgi vermiyor.

Kitabın esas konusu zaten bu olmasına rağmen, s.96’da Altan şöyle diyor: “Arzu edildiği takdirde Kıbrıs vakıflarının tümü tesbit edilebilir; mütevellileri saptanabilir; tevliyet zinciri veya köprüleri kurulabilir. Bu tür işlemler için yeterince belgeler mevcuttur.” Ne yazık ki hedeflenen bu görev, kitapta yapılmamış; daha da önemlisi, en büyük eksiklik olarak duran, her iki kitapta adı geçen vakıfların alfabetik bir listesi, ya da kitap sonunda bir dizin yapılmamış. Neyin, nerede bulunacağı, kitabı eline alan için bir sorun olmuş. Daha önce de belirtildiği gibi, yazarın Latin harflerine dönüştürdüğü bu belgeler yığını içinde, neyin, nasıl bulunacağı bir bilmece gibi. Kitabın sonunda yer alması daha uygun olacak olan Evkaf’la ilgili Osmanlıca sözlük, 39.-68. Sayfalar arasına alınmış, ama ne yazık ki aktarıldığı kitaptaki gibi bırakılarak, alfabetik sıralamaya tabi tutulmamış. Burada da aranılan bir sözcüğün bulunması çok zor.

102. sayfada yine bir bulmaca var: “Kıbrıs’ta ilk yapılan vakıfların nerede ve kimler tarafından yapıldığının saptanması halinde, bu vakıfların vakfiyeleriyle de mütevellileri belirlenmiş olacaktır. Kıbrıs vakıflarının fetihten sonra oluştuğu yolundaki avımızı kanıtlayan belgeler arasında mühimme kayıtları gösterilebilir.”

Sayın Altan’a sormak gerek: Bu belirlemeyi yapmak sizin görevinizken, niçin 104. Sayfaya kadar bunu yapmıyor ve “bunların tümünü kaydetme olanağımız şu anda yoktur. Bu çalışma başlı başına bir araştırma ve tesbit konusudur” diyorsunuz? O zaman iki ciltlik, 1356 sayfalık belge torbası içinden gerçek araştırmayı sonuçlandırmak, biz okuyucuya mı bırakılıyor? Yazarın kendisi de s.96’da şu itirafta bulunmuş: “Kıbrıs vakıflarının başlangıçta nasıl yönetildiklerine dair birçok acele olarak hazırlanan rapor ve yazılardan bazı kısımları çalışmamızın bu bölümüne sıkıştırıyoruz.”

Evet, gerçekten de yazarın sıkıştırdığı belgelerle, okuyucunun canı sıkılıyor ve “yeri geldikçe belgesel yaklaşımlarla konu aydınlatılacaktır” (s.97) denilerek, belge bombardımanı altında tarihsel gelişim es geçiliyor. 17. yüzyılın sonu ile 18. yüzyılla ilgili büyük bir boşluktan sonra, 19. yüzyılın başında Kıbrıs evkaf müdürlükleriyle ilgilenen İstanbul’daki Evkaf-ı Hümayun Nezareti Başkanları’nın biyografilerine geçiliyor (s.128-180). Sayfa 130’da şu ifadeye yer verilmiş: “1829-32 yılları Kıbrıs tarihi vakıf eserleri için oldukça öneli bir imar dönemi olarak kabul edilebilir.” Hangi nedenle? Hiçbir belge ve kanıt verilmemiş. Yan tarafa krokisi konulan Yeni Medrese’nin hangi yıla ait olduğu da belirtilmemiş. Oysa bu krokinin gerçekleşmemiş bir proje olduğu anlaşılmaktadır.

Sayfa 131’de Kıbrıs vakıflar yönetiminin ilk yerli yöneticisinin Kâmil Efendi (1838) olduğu belirtilmiş, ama ondan sonra gelen müdürlerin kronolojik sırayla kimler olduğu saptanmamış. Bu nasıl Vakıflar Tarihi’dir bilinmez! Sözü edilen birçok mezhep hakkında da hiçbir bilgi verilmemiş: Zuhuri Baba Dergâhı, Alemdar Baba Zaviyesi, Mevlevilik, Celâliye Vakıfları ve benzerlerinin Kıbrıs Türkleri arasındaki anlamı ve önemi ne idi? Okuyucu için bunlar karanlık kalan noktalar oluyor.

İkinci ciltte daha çok 20. yüzyıldaki evkaf çalışmaları ve ardından Kıbrıs Türk toplumuna devredilmesi mücadelesinin aşamaları anlatılmış. Belge yığınağı ve sistematik yoksunluğu, orada da sürüyor. Dahası, kitaba alınmış belgelerin fotokopileri, cilt kesimi sırasında sayfa kenarlarının kesilmesi yüzünden zarar görmüş. Bu da yayımcının büyük bir hatası. Bir de kitabın ciltlenerek yeniden kesildiğini düşünürsek, bu kitabı okunmaz hale getirebiliyor.

Son olarak şu söylenebilir: “Belgelerle Kıbrıs Türk Vakıflar Tarihi” gerçek bir tarih kitabı olmaktan öte, bir belgeler yığınıdır. Üç kişilik bir komisyonun denetiminden geçirilerek, basılmasına karar verildiği belirtildiğine göre, denetimcilerin görevlerini yerine getirmedikleri söylenebilir. Ama isteyen araştırmacılar, bu belge yığınından yararlanarak, yeni bir Vakıflar Tarihi yazımını deneyebilirler. Belgeleri günümüz yazısına çevirerek, araştırmacıların kullanımına sunduğu için de Mustafa Haşim Altan’a teşekkür notunu düşmelidirler. 

(Açıklama: Bu yazının giriş bölümü ve ilk kitap olarak ele alınan “Belgelerle Kıbrıs Türk Vakıflar Tarihi” ile ilgili görüşlerimiz, 8 Haziran 1988 tarihli Ortam gazetesinin Aylık Sanat Eki’nde yer almıştır. Ek’in yönetmeni Yaşar Ersoy, 4 kitabın eleştirisini bir arada ve yazıyı “tam metin” olarak yayımlayacağına ilişkin söz vermiş olmasına rağmen, beni haberdar etmeden yazıyı “tefrika” etmeyi yeğlemiştir! Yazının 4 aylık bir süre içinde güncelliğini yitireceğini düşündüğümden, onun bu tavrını açıkça eleştirdim. Ama hatasını kabul etmeyen Ortam Sanat’ın yönetmeni, yazının devamını bana geri vererek, “sayfalarının artık bana kapandığını” duyurmuştur. Yazının devamını yayımlamayı sağlayan Kıbrıs Postası gazetesine teşekkürü bir borç bilirim.)

 
2. KIBRIS TÜRKÜNÜN VAROLUŞ SAVAŞIMINDA İKİ ULUSAL KONGRE

Konu edeceğimiz ikinci araştırma kitabı, “Kıbrıs Türkünün Varoluş Savaşımında İki Ulusal Kongre – Meclis’i Milli (1918), Milli Kongre (1931)” başlığını taşıyor. Sabahattin İsmail ve Ergin Birinci tarafından hazırlanmış. Öğrendiğimiz kadarıyla Ergin Birinci, daha çok eski yazı ile yazılmış gazete haberlerinin günümüz alfabesine aktarılmasında görev yapmış, değerlendirmelerin çoğu Sabahattin İsmail’e ait. Bu kitapta da ana malzeme, adı verilen iki kongre ile ilgili basın haberlerinin günümüz Türkçesine kazandırılmasından meydana gelmiş. Ama burada da belgelere, belirli siyasi çevrelerin hoşuna gidecek yorumlar ve değerlendirmeler eklenerek, gerçek tarih araştırmacılığından uzaklaşılmış.

Meclis-i Milli ile ilgili olarak bizde ilk araştırma yazısını yayımlayan (Bak. Yeni Kıbrıs, Ocak 1985, s.24, 29) Harid Fedai’nin “Milli Meclis bir kıvılcımdan öteye gitmez” tanımlaması doğru bir saptama olarak yer etmişken, yazarlar, “Kitap üzerine birkaç söz”de şöyle diyorlar:

“Yaptığınız ve elinize kitap olarak somutlaşan bu çalışmamızdan sonra kesinlikle söyleyebiliriz ki, Kıbrıs Türkü self-determinasyon yürüyüşüne ne 1958’de, ne 1964’de, ne 1974’de, ne de 1983’de başlamıştır.” (s.4-5)

Tamamen bilimsellikten uzak, zorlama bir değerlendirme, hiç de tarihsel gerçeklere dayanmıyor. Yazarların kendi tanımlamasıyla söylersek, “Kıbrıs Türk halkının verdiği savaşımın tarihsel boyutlarını bilmeyenlerin bu tür yanlış değerlendirmelerine her gün rastlıyoruz.” (s.4)

Bu da kitaba da bir önsöz yazması istenen Rauf Denktaş ise başka bir değerlendirme yapıyor: “Kıbrıs Türklerinin ulusal mücadelesi, 1878’de Türkiye’nin adadan çekildiği gün, Rum liderliğinin Enosis bayrağını açması ile başlamıştır.” (s.7) Oysa tarih, enosis bayrağının daha eskilerde açıldığını ve bu yüzden 1821’de Kıbrıs Valisi Küçük Mehmet’in başta Rum Başpiskopos Kipriyanos olmak üzere 300’den fazla Kıbrıs Rum ileri gelenin kafasını kestiğini yazar. Neyse biz yine konumuza dönelim.

Avukat ve gazeteci Ahmet Raşid, Meclis-i Milli’nin daha ikinci yıldönümünde 10-11 Aralık günlerinin “perde-yi nisyan” altında kaldığına ve geçmişten gelme övünçleri az bir cemaat için böyle günlerin daha başka bir özelliği, bir kutsallığı olması gerektiğini yazmışken (Bak. Harid Fedai, agy), yazarların bunu “Kıbrıs Türkünün ilk kez bir bütün olarak ayağa kalkması, o dönemde konferanstan ilhak sonucunun çıkmasını engelleyen en önemli etkenlerden biri” olarak nitelemesi (s.5), bir abartmadan da öte, yersiz bir yakıştırma olmalı. Abartmanın bir başka örneği  ise şu cümleler: Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, Kıbrıs Türklerinin, daha Atatürk Samsun’a çıkmadan beş ay önce ve Erzurum Kongresi’nin toplanmasından yedi ay önce, aynı demokratik yöntemle halk temsilcilerini belirlemesi ve ilk ulusal kongreyi toplamasıdır. Bu durum, Kıbrıs Türklerinin mücadeleci yapılarının, özgürlüklerine ne derece düşkün olduklarının ve Atatürk’le aynı düşünceden hareket ettiklerinin en açık kanıtıdır. Çünkü gelecekteki yeni Türkiye için en ufak bir umut ışığı olmadığı, daha Türk ulusal savaşının başlamadığı günlerde böyle bir kongrenin toplanması, başka bir türlü yorumlanamaz.”

Tabii ki belli önyargılardan hareket edip, belli bir sonuca varmak istenirse, hele Atatürkçülüğün bir tapınma aracı durumuna getirildiği bir dönemde böyle bir kitap yayımlanırsa, araştırmacıların, kongrenin başka toplanma nedeni olup olmadığını araştırmalarına gerek kalmaz!

Zorlama yorumların yer aldığı bir başka bölüm de, 8 Eylül 1919’da yayın hayatına başlayan Doğru Yol gazetesinin amaçları arasında “Meclis-i Milli kararlarının dünyaya duyurulması” gösterilmekte ve gazetenin yayıma geçmesi ile birlikte “Kıbrıs Türkleri, Rumların sürdürdüğü ilhak faaliyetlerinden haberdar olmaya başlamışlardı” denilmektedir. (s.35) Yazarlar, hangi kaynağa dayandırdıklarını belirtmeden İngiliz yönetiminin Meclis-i Milli’nin toplanmasını “Kıbrıs Türklerinin çok ender ve ilk kez ortaya koydukları siyasi bir tavır” olarak nitelediğini belirtmektedirler (s.36).    

Varılan bazı yargıların dayandığı kaynaklar belirtilmezken, alıntı yapılan makale ve kitaplardaki değerlendirmelerin de değiştirilerek yansıtıldığı gözlemlenmektedir. Dahası, bu konuda yayımlanmış çalışmalardan yeterince yararlanılmamıştır. Bunun kanıtı, Kıbrıs Türk Cemaat-ı İslamiyesi adlı örgüt hakkındaki şu cümlelerdir: “Elimizde daha fazla bilgi ve belge olmadığı için bu örgütün yaptığı çalışmalar, faaliyet dönemi ve kapanış tarihi ile yöneticileri hakkında bilgi veremiyoruz.” (s.61)   Oysa Harid Fedai, bu örgütün nizamnamesi ile birlikte akıbetini de Söz dergisinde yayımlamış bulunmaktadır. (Sayı:28, 25 Nisan 1986). Fakat titiz bir araştırma yapmadan, bilgi boşluklarını doldurmanın olası olmadığını, en azından kitap yayımlarken buna dikkat edilmesi gerektiği bilinmelidir. “Meclis-i Milli Kongresi’nin Sonuçları” başlıklı yargılar ise subjektif olup, tarihsel gerçeklerden tamamıyle uzak, 1987 yılındaki resmi tarih anlayışına hoş gelebilecek yakıştırmalar olmaktan öteye gidememektedir.

1931 yılında yapılan Milli Kongre ile ilgili değerlendirmeler de aynı nitelikte. “Kongre, Kıbrıs Türklerinin İngiliz sömürge yönetimine karşı başlatmış oldukları anti-kolonyalist savaşımda bir dönüm noktasıydı” dendikten sonra (s.124), Söz gazetesinden alıntı yapılarak şunlar aktarılıyor: “Halk bir tek şey istiyor. Şerefiyle ve hukukiyle medeni cemiyetler arasında kendine lâyık olan mevkie malik olmak ve bu tarikle insanlığı kurtarmaktır.” (s.137)  O halde nerede anti-emperyalizm, nerede anti-kolonyalizm? Oysa İngiliz emperyalizmine karşı Rumların ayaklanması üzerine şu yazılmakta:

“Bu arada çok sert önlemler alan İngiliz Yönetimi, isyanda hiçbir rolü olmayan, ayaklanmaya endişe ile bakan Türk halkını da cezalandırır.” (s.143) “1931 isyanından sonra Vali’nin Kavanin Meclisini dağıtması ve tüm siyasi örgütlenmeleri yasaklaması bir dağınıklığın doğmasına neden olmuştu.” (s.145) Hani 1931 Kongresi bir dönüm noktasıydı? Oysa yazarlarımız daha ileride, çok geçmeden Milli Kongre’nin beyin takımı arasında ayrılık doğduğunu belirtirler. (s.149)

Kitaptaki bir diğer önemli eksiklik de “Teslim Bayrağı”nı çeken M. Remzi Bey’in 17, 24 ve 31 Mart 1932 tarihli Söz’de çıkan yazılarının belgesel değeri yüksek olmasına rağmen verilmemesi ve can alıcı araştırmacılık görevinin iki paragraflık özetle geçiştirilmesidir.

“Damarlarındaki kan, anti sömürgeci duygularla kaplı bir kişi olarak mücadele bayrağını terketmeye, teslim bayrağını çekmeye niyetli değildir” (s.150) diye tanıtılan M. Necati’nin, yazarların bu saptamasına ters düşen görüşleri, yine Necati’nin ağzından şöyle veriliyor:

“Bizim hükümetle hiçbir husumetimiz ve hükümete karşı hiçbir gizli maksat ve emelimiz yoktur. Biz aynı hükümetin idaresi altında nisbi bir refaha kavuşmak ve tarihi mevcudiyetimizi kurtarmak gibi çok meşru ve mütevazi bir gayenin etrafında toplanmışız.” (s.151) Necati Bey ne kadar açık konuşuyor, değil mi? Oysa yazarlarımız, öküz altında buzağı arıyorlar!

Masum Millet gazetesi “bazı sebeplerden dolayı” kapanmak zorunda kalıyor. Avukat Ahmet Raşit Bey de “bazı sebeplerden dolayı” Kıbrıs’tan ayrılarak, Türkiye’ye göç etmek kararı alıyor. Sonra Türkiye’de genç yaşta ölüyor (ölüm yılı ve nedeni verilmiyor). Başkası bu sebepleri araştırmamış ki yazarlarımız da hazır bulsunlar!

Günümüzdeki resmi görüşe destek olmak amacıyla tarihi çarpıtarak, toplum gerçeklerine zorlama nitelikler yükleyerek hazırlanan bu araştırma kitabı, kapsamlı bir monografi çalışması düzeyine ne yazık ki ulaşamamaktadır. Ciddi araştırmalara girişmeden, sadece eldeki basın haberlerine dayanılarak ve olmayanı olmuş gibi göstererek, ancak sıradan bir derleme yapılabilmiştir. Hiç yoktan gene de yararı olmuştur. Ama kitabın bizce en büyük hatası, “Meclis-i Milli ile başlayan bu self-determinasyon yürüyüşü, KKTC’nin ilanıyla tamamlanmıştır” önyargısından yola çıkmış olmasıdır. Milli Kongrenin sonuçları (s.159) olarak yapılan değerlendirmeler de objektif tarih olgusuna dayanmayan, tamamiyle sübjektif yakıştırmalar olmaktan öteye gidememektedir. Yazarların Con Rifat’ın “Sürümüze cesur çoban” yazısını (s.198-200) bir kez daha okumalarını salık vereceğiz.

Kitabın içine yerli yersiz serpiştirilen ve konularla ilgisi olmayan resimler (s.55 ve s.93 gibi), yararlanılan kaynaklar yerine, bibliyografya diye verilen listedeki hatalar, alıntı yapılan araştırmalara karşı gösterilen dikkatsizlik ve yaklaşımdaki toptancı zihniyete de ayrıca dikkat çekmek isteriz.

 
3. EDEBİYATTA KIBRISLI TÜRK KİMLİĞİ

Ele alacağımız üçüncü kitap, 21 Haziran 1987’de Londra’da yapılan 1. Genç Kıbrıslı Türk Aydınlar Paneli’ne sunulan bildirilerden oluşan ve İstanbul’daki Varlık Yayınevi’nin Mart 1988’de piyasaya sürdüğü “Edebiyatta Kıbrıslı Türk Kimliği” adını taşıyor. Şair Mehmet Yaşın’ın rejisinde hazırlanan bu panel ve kitapla ilgili olarak söylenecek ilk söz, kitabın “Sunu”sunda dile getirilenlere ilişkin olmalı. Kıbrıs Postası gazetesinde daha önce değindiğim gibi (Kültürel Geçmişimizin Araştırılması ve Kültürel Kimlik Tartışmaları, 4-5 Nisan 1988), panelciler de Kıbrıs’ta yapılmakta olan çalışma ve tartışmalardan habersiz görünerek,  kendilerini bu konuda öncü ilan ediyorlar. “Ne var ki bu çok geç kalmış arayış, beraberinde sorunlarını da getiriyor. Kimi zamansa özellikle kültürel boşluktan doğan belirsizlik bir toz fırtınası kaldırıyor.” (s.5-6) Tıpkı panelcilerin kaldırmak istedikleri toz fırtınası gibi.  
“Bir tarih ve bir kültür bulanık bir suya yazılıyor. Herkes konuşuyor da bir tek Kıbrıslının kendisinden pek ses çıkmıyor.” (s.6)  Anlaşılan panelciler Londra’da oturup,  Kıbrıs üzerine ahkâm kestiklerinden kulaklarını da Kıbrıs’ta olanlara tıkamışlar, gözlerine band takıp, burada yapılabilen işleri görmezlikten gelmişler. Nitekim bu, panelin konuğu olan Osman Türkay’ın konuşmasında da ortaya çıkıyor (s.10). “Kıbrıs’ta sağlam bir köküm yok” diyen Türkay’ın bu sözleriyle, gerçekten “yeni yetişen Kıbrıslı Türk şairlerine, ya da Kıbrıs’ın Türk edebiyatına ne verebileceği” ortaya çıkmıyor mu? Oysa kimlik arayanların bir an önce M. Adiloğlu’nun önerdiği “kültürel değişim süreçlerinin araştırılıp yorumlanması” çalışmalarına kulak vermeleri gerekiyor. Ama Kıbrıs’ta bu konuda yapılmış olan değerlendirme ve araştırmaları gözden geçirmeden, öncülük ve orijinallik kaygısına düşmeden, yenilerini yapıp, karanlıkta kalmış yanları  ortaya sermeden “kimlik” tartışmasına girmek, bir yerde geçmiş kültürel mirasımızı inkâr ve red anlamına geliyor. M. Yaşın’ın açılış konuşmasındaki şu sözleri, kendi kişisel kimlik bunalımını sergilemiyor mu?

“Konferansın adına “Kıbrıslı Türk Edebiyatçıların Kimlik Bunalımı” deseydik, daha yerinde olurdu belki. Sorun asıl bizim içimizde. Bir halkın kimliğini ortadan kaldırmak öyle kolay değil… Korkarım biz yazarlar kendi kimlik bunalımımızı dile getiriyoruz.” (s.17)

Doğru söze ne denir? Yalnız herhalde bu bunalım, bütün Kıbrıslı Türk yazarlara ait değil, kendi kendine “1974 kuşağı” adını takmış olan Mehmet Yaşın ve çevresine ait! Böyle olunca da kendi çocukluklarını ve bunalımlarını, bütün Kıbrıslı Türklere mal etmek istiyor:

“Kıbrıslı Türkler –hatta tüm Kıbrıslılar- henüz kendi sorumluluklarını taşıyacak yaşta değiller. Çocuklarında kendilerine ait bir kimlikleri olmaz. Bu yüzden ergenlik yaşına girerlerken bunalıma düşerler. Bizim sorunumuz da bu: KİMLİK BUNALIMI.” (s.18)

M. Yaşın ayrıca, Kıbrıs toprağı üzerinde kültür kavgası vermekten kaçındığı için, kendince bazı gerekçeler ortaya koyarak şöyle diyor: “Tabuların egemenlik sürdüğü yerde ciddi bir bilimsel çalışma, ileri bir sanatsal yaratım gerçekleşemez… Bu konferansın asıl yeri anayurdumuz Kıbrıs olmalıydı. Ne yazık ki, gerçekleşmesi için gerekli koşulları ancak Londra’da bulabildik… Biz Kıbrıs dışında, Kıbrıslı kimliğimizi arayarak ve Kıbrıslı Türk Edebiyatına ulaşabilmek için bulunuyoruz. Konferansın yolumuzu kısaltmasını diliyorum.” (s.20)

Bu hariçten gazel ve kendi kendini ülke dışında sürgünde tutmakla Mehmet Yaşın’ın nereye varacağını kestirmek, kimlik ararken kimliksizliğe düşeceğini söylemek kehanet olmasa gerek.

Niyazi Kızılyürek’in panele sunduğu bildiriye, onu daha sonra yayımladığı “Paşalar, Papazlar” kitabına da aldığı için, burada değinilmeyecektir, o kitapla ilgili değerlendirmeye bırakılmıştır.

İkinci bildiri Mehmet Yaşın’a ait ve kitabın üçte birini tutuyor: “Kıbrıslı Türk Edebiyatında kimlik sorununun tarihsel-toplumsal nedenleri”. (Kıbrıs Türk Edebiyatında da denilebilirdi, ama Kıbrıslı kelimesine aşırı bir vurgulamaya gerek duyulmuş.) 1930 öncesi Kıbrıs Türklerinin bir edebiyatı olmadığı savından hareketle yapılan dönem ayrımı, M. Yaşın’ın eski yazıyı bilmemesine değil, bilgisizliğine mi bağlanmalı? Çünkü Kıbrıs Türk edebiyatı manisiyle, türküsüyle bu adaya ayak bastığımız günlerden başlar. Nitekim kendisi de bunu s.43’te vurgulamaktadır. Ama yine bizim ilgisizliğimiz yüzünden, günümüze aktarılabilen kişilere ait yazılı eser sayısı az olabilir. Yüzyıllardır halkımızın dilinde söylenegelen maniler, yaşayan halk edebiyatımızın en canlı örnekleri değil midir?  Ne yazık ki, bir edebiyat öğretmeni olan şair Fikret Demirağ da zengin halk şiiri mirasımızın ürünü olan sözlü edebiyatımız hakkında şöyle yazabilmektedir: “Halkımızın sözlü kültürü kapsamına giren bazı türkü, ağıt, mani, destan türünden ürünleri de yukarıdakilere (Müftü Hilmi Efendi, Kaytazzade Nazım ve Aşık Kenzi  -A. An) katsak, gene de dişe dokunur bir şiir mirasından söz edilemez bence.” (Ortam Sanat Eki, 11 Mayıs 1988, s.3)  80-100 bin kişilik Kıbrıs Türk toplumunun şiir mirası olarak üretilebilenler ne kadar azmış ki, milyonluk Demirağ’ın dişlerinin içini dolduramıyor!..

Hem Demirağ’da, hem de Yaşın’da görülen bir başka ortak özellik, bulamadıkları kimliklerini mitoloji dünyasında aramak istemeleridir. M. Yaşın ise, kimliğinin parçalarını Kıbrıslı Zeno’nun stoacılığında arayabileceğini söylemektedir! (s.41)

Mehmet Yaşın aslında bunalımlı halini, yazısına da yansıtmakta ve birçok yanlış ve dayanaksız değerlendirme yanında, doğru yargılara da varabilmektedir. İşte yürekten katıldığımız bir tanesi:   

“Bana kalırsa, Kıbrıslı Rumlar Kıbrıslı kimlik adına adadan ne almışlarsa, Kıbrıslı Türkler de onu aldılar. Bunca laftan sonra diyeceğim şu: (demek ki kendisi de laf yaptığının bilincinde - A. An) Kıbrıslılar tarihsiz bir halk değildir, zengin ve özgün tarihimiz, dış etkilerin tüm olumsuzluklarına karşın, bize kültürel ve ideolojik bir Kıbrıslı kimlik geliştirebilmenin koşullarını sunmaktadır.” (s.45) “Daha Osmanlı döneminde (XIX. Yüzyıl) ortaya çıkıp, “Megalo idea-Enosis” politikasıyla koşut bir Helen kimliğe sarılan Kıbrıslı Rum burjuvazisi tarihsel şansını kaçırdı. İkinci şansıda, 1930-1950 yılları arasında, yine Enosis komplosuna yenik düşen Kıbrıslı işçi sınıfı kaçırdı. Üçüncü bir tarihsel şansı artık kaçırmayacağımızı ummak istiyorum. Yoksa Kıbrıslılar büsbütün yok olacaklar.” (s.45)

Bu arada Mehmet Yaşın’ın bildirisinde bir dizi bilgi yanlışının varlığına da dikkat çekmek gerek. Örneğin, ilk romanın 1930’ların sonuna doğru yazıldığı (s.47), Rumlar gitti kimliksiz kaldık (s.49), Sarayönü’nün adını değiştiren KATAK (s.49), 1940’larda “Türkten Türke” kampanyasıyla özetlenen tez (s.50) ve izleyen sayfalarda birçok kanıtsız iddia. Hepsini buraya alıp yanıtlamak olanaksız.

M.Yaşın’ın “Savaşların sosyal-psikolojik etkileri” başlığı altında vardığı yargıların tümüne katılmak olanak dışı. Çünkü bir kısmı kendi kişisel veya ailesel bunalımlarına ait ve bunları toplumumuz genelleştirmiş. Bu yüzden doğru olarak yaptığı birçok saptama da, gereken vuruculuğunu ile okuyucuya iletilemiyor.

M.Yaşın’dan sonra gelen panel bildirisi Neşe Yaşın’a ait. “Genç Kıbrıslı Türk Şiirin Kıbrıslı Barış Harekâtı”. Neşe Yaşın’ın da şikayetçi olduğu (s.98) “Kıbrıslı” sözünün abartmalı kullanımı, bizzat kendi bildirisinin başlığına bile yansımış. “Genç Kıbrıslı Türk Şiir” yerine, niçin “Genç Kıbrıs Türk Şiiri” denmesin? Neşe Yaşın’ın “F. Demirağ, Kıbrıslı Türk şiirde bir şairin kimlik bunalımına ilginç bir örnektir” (s.100) tanımlaması ise bir gerçeği dile getiriyor.

Kaynakça olarak gösterilen 3 ve 4 numaradaki dergilerin sayılarının verilmemiş olması, diğer araştırma kitaplarında da gördüğümüz dikkatsizlik türünden.

Filiz Naldöven’in bildirisinde de bu tür eksikler var. Ziya Gökalp’in 1930’lu yıllarda Kıbrıs’ı ziyaret ettiğine (s.111) ilişkin bilgi nereden alınmış? Naldöven’in “Kıbrıs Türkünün belirsiz ve kişiliksiz toplum yapısına sahip olduğu (s.111) yargısını da buradan aynen kendisine iletmek gerek.

Son bildiri sahibi Hakkı Yücel ise, kendisini İstanbul’a “Acı Sürgün”e göndermiş ve Yaşın’larla birlikte, tüm kültürel geçmişimizi olumsuzlayarak, “1974 kuşağı”nı oluşturduklarını Kıbrıslılara duyuranlardan. Bu panelde mutlaka ona da bir yer verilmeliydi.

Yücel şöyle diyor: “Kendi hesabıma bütün bu kadar sözü, geçmiş edebiyatçıları ne tümden inkâr etmek, ne de karalamak için harcamadığımı ısrarla vurgulamak istiyorum. Temel kaygım bundan sonrası için, yeni ve doğru umutların, tasarıların ve yaklaşımların oluşturulmasına katkıda bulunmaktır.” (s.141)

Ama bu temel görevin hariç’ten gerçekleştirilemeyeceğini Hakkı Yücel bilmiyor mu? Hem herkesi bir yana itip, 3-5 arkadaşla kendi kendilerini çekirdek olarak nitelemekle ayıp edilmiyor mu? Yoksa istenen bu yeni yapılanma, yine kendilerince dıştan mı enjekte edilecek? İyi ki bildirinin sonunda “hiçbir saptamanın sonuna kesin nokta konulmamıştır” diye yazılmış. Demek ki Kıbrıs’ta yaşayan ve bu konuda sözü olanlarla tartışmaya açık bir tutumları var. Keşke bir panel de burada düzenleseler de, biz de görüşlerimizi ayrıntılarıyla açıklayabilsek.

Paneli açış konuşmasında Mehmet Yaşın, “74 Kuşağı Şiir Hareketi’nin onuncu yıldönümünde gerçekleştirilen bu konferans, benzer kaygıları paylaştığımız diğer genç yazar arkadaşlarımızın da yer alacağı daha kapsamlı bir birlik oluşturma arzumuzun bir ifadesidir” demiş olmasına rağmen, Kıbrıs’ta henüz bu doğrultuda herhangi bir çalışma başlatılmamıştır. İnşallah bu, hareketin (!) 20. yıldönümüne ertelenmez!..

 
4. PAŞALAR PAPAZLAR

Elimize geçen son araştırma kitabı Niyazi Kızılyürek’e ait. Yazarın daha önce yayımladığı “Kıbrıs Sorununda İç ve Dış Etkenler” adlı kitabıyla ilgili tek değerlendirme yazısı, görebildiğimiz kadarıyla 8-9 Ekim 1983 tarihli Söz gazetelerinde çıkmıştı. Ama bu yeni kitap, ilkinden farklı bir özellik taşıyor ve belli bir konu bütünlüğünden çok, çeşitli konularda 14 makalenin bir araya getirilmesinden oluşuyor. Kitabın ismi “Paşalar, Papazlar” olmasına rağmen, içinde ne Türk Paşalar, ne de Rum Papazlar var! Anlaşılan satış unsuru göz önünde tutularak seçilmiş bir başlık bu. Kıbrıs Defterleri Kitap Dizisi’nin 1. Kitabı olarak sunulan çalışmayı yenilerinin izleyeceği anlaşılıyor. Ama ne yazık ki, yazarın Kıbrıs Tarihi’ne yeni bir bakış açısı getirme niyetine rağmen, 14 makale ile bu, gerçekleştirilememiş. Herhangi bir kronolojik sıra, ya da sistematiğin seçilmemiş olması yüzünden, konuların sunuluşunda bir yüzeysellik ve kopukluk göze çarpmakta. Öne sürülen görüşlerin dayandığı kaynak kitap veya makalelerle ilgili olarak, çoğu yerde yanlışlıklar yapılmış. Dahası, 4. makaleden sonra verilen kaynakça, yüksek öğrenimini  Federal Almanya’da yapmış bir araştırmacıya yakışmayacak derecede eksik. Kitap veya makalelerin hangi yıl, nerede yayımlandıkları tam olarak belirtilmemiş. Metin içindeki dipnotlarda da bu eksiklik göze çarpıyor. Yalçın Küçük’e özenti ise bizce yersizdir.

Kitabın dizgisinin Londra’da yapıldığı iç sayfalarda belirtilmiş olmasına rağmen, nerede basıldığı yazılmamış. Onu da, kitapla ilgili bir tanıtma yazısı yazan Özker Özgür’den öğrendik. (Yeni Düzen, 12 Mayıs 1988) İleri Basımevi’nde basılan kitapla ilgili olarak Özker Özgür şöyle diyor: “Kitapta Marksçı eleştiri ve sorgulama yöntemine bağlı kalınmıştır. Ancak bu yöntem kitabı kuru ve sıkıcı kılmamıştır.”

Böylelikle CTP Genel Başkanının Marksçı yöntemin kuru ve sıkıcı olabileceğine ilişkin görüşünü de öğrenmiş olduk. Yıllar önce Marks’ın “Kapital”ini okurken de sıkıcı bulmuş ve “Bu düzen değişmelidir” kitabına başlamamış mıydı?

Kızılyürek, kitabın önsözüne “Dizinin eleştiri ve sorgulama metodu Marksçıdır” cümlesini yazmak ihtiyacını nereden hissetmiş, anlayamadık. Çünkü kitaptaki 14 makale bir bütün olarak ele alındığında, araştırmacının Marksçı metodu nasıl yüzeysel olarak anladığı ortaya çıkıyor.

Önsözde 14 makaleden söz edilmesine rağmen, makaleler numaralandırılmamış ve gelişigüzel sıralanmış. İlk makale, Londra’da düzenlenen ve daha önce sözünü ettiğimiz “Edebiyatta Kıbrıslı Türk Kimliği” konulu panelde Kızılyürek’in yaptığı konuşmadan oluşuyor. Yazar, “Kıbrıs Türk Yukarı Sınıfı” gibi belirsiz ve Türkçede kullanılmayan bir tanımlama seçmiş. Anlaşılan, Kıbrıs Türk ticaret burjuvazisinin az gelişmiş yapısına bakarak, onu klasik burjuvazi tanımıyla nitelemekten kaçınmış ve İngilizcedeki “upper- classes”dan tercüme ettiği bu terimi kullanmış. Ama hiç de isabetli olmamış. Oysa Kıbrıs Türk ileri gelenlerinin eşraf ve mütegallibe’likten ticaret burjuvaziliğine dönüşmüş olduğu biliniyor. Bağımlı ve az gelişmiş yapısı, ona bu sıfatı vermeye engel olmamalıydı. Kızılyürek şöyle yazıyor:

“Kuşkusuz, her sömürgede işbirlikçi-geleneksel bir kesim var. Ancak bunun karşısında, uluslaşmanın, çağdaşlaşmanın, yani kurtuluş hareketinin öncüsü olan yerli, ulusal sınıflar da var. İşte Kıbrıs Türk toplumunda olmayan budur.”

Marksçı yöntemi kullandığını iddia eden yazar, ne yazık ki, baktığı zaman bulmak istediklerini net bir şekilde göremeyince, yoktur deme kolaylığına kaçıyor. Dahası, 100 bin kişilik Kıbrıs Türk toplumunun sosyo-ekonomik ve politik yapısını yeterince incelememiş olduğunu ortaya koyuyor. Marksçı düşünceyi yaratıcı bir şekilde uygulayamadığından “Kıbrıs Türk yukarı sınıfının siyasal ideolojisi ve ideolojik kimliği SİR + PAŞA = TURAN diye biçimlenmişti” (s.20) diyerek kesip atıyor.

Hadi Sir’lerden söz etmiş, paşalar nerde? 300 yıl süren Kıbrıs’taki Osmanlı toplum düzeninin 20. yüzyılın Kıbrıs Türk toplumuna neleri miras bıraktığına hiç değinmek gereğini duymamış. Osmanlı döneminde halkın hem Paşalara, hem de Papazlara karşı yaptığı isyanları bile ele almamış. 1940’lı yıllarda olgunlaştığını söylediği Sir + Paşa kimliği hakkında da inandırıcı ve ayrıntılı bir bilgi aktarmamış. Oysa, aynı yıllarda Kıbrıs Türk “yukarı sınıfı” ile “aşağı sınıfı” arasında örgüt düzeyinde farklılaşmalar ve ideolojik görüş ayrılıkları belirmeye başlamış ve bugünkü Kıbrıs Türk liderliğinin kimliği şekillenmeye yüz tutmuştu. Müslüman cemaat’lıktan çıkıp, ulusal Türk toplumu olmaya yönelişteki iç ve dış etkenler, tam da 1940’lı yılların sonunda etkili olmaya başlamıştı.  Anlaşılan Kızılyürek, Kıbrıs Türk emekçi sınıflarının geçmişteki mücadelesi bir yana, Kıbrıs Türk burjuvazisinin tarihsel yapılanması hakkında da yetersiz bilgilere sahip, ya da okuduğu İngilizce ve Almanca kaynak kitaplardan gerektiği gibi yararlanamamış. Aksi takdirde “Kıbrıs Türk toplumunun bunalımı neredeyse tarihsiz olmasından kaynaklanmaktadır” diyen bir saptamayı (s.24)  yapmaması gerekirdi. Kızılyürek’in terminolojisiyle söyleyecek olursak, kendi iddiasının (s.24) tersine, Kıbrıs’ın hem yukarı sınıfları, hem de aşağı sınıfları kendi tarihlerini kendileri yapmışlardır. Önemli olan bu tarihlere yabancılık duymadan ve iç-dış etkenleri göz önünde bulundurarak, titiz ve bilimsel bir tarih araştırmacılığı yapmaktır. Böylesi bir araştırmacılık, kendisinin kaynak olarak verdiği eserlerde yapılmıştır.

“İktidarsız bir sınıf Kıbrıs Rum burjuvazisi” başlıklı bölümde anlatılanlar, bilakis Kıbrıs Rum burjuvazisinin ne kadar iktidarlı olduğunu kanıtlıyor. Onun için, Kıbrıs işçi sınıfı ile birleşip bir Kıbrıs burjuva devrimi yapmaktan kaçındığı ve iktidarı Kıbrıs işçi sınıfı ile paylaşmak istemediği şeklindeki yargılar (s.30-31), ne yazık ki başaşağı çevrilmiş gerekçelerdir. Çünkü Rum burjuvazisinin Enosis ideolojisine sarılıp, Kıbrıs işçi sınıfının tarihsel bölünmesine yol açan, bizzat işçi sınıfının örgütleri olmuştur! Günümüzdeki gerçek paşalar egemenliği’nin açıklaması da, bu tarihsel hatadan kaynaklanmaktadır.

 
SONUÇ:

Bizce eksik gördüğümüz bazı yanlarına kısaca değindiğimiz bu dört kitabın, bütün zorluklara rağmen yayımlanmış olması çok yararlı olmuştur. Şovenizmin egemen olduğu, demokratik güçlerin mücadelesinin parlamentoya hapsedildiği toplumumuzda, elbette tarih ve toplum araştırmaları yapılmalı ve yayımlanmalıdır. İçinde bulunduğumuz açmazların aşılması ve yeni bir tarih bilincinin yaratılması, ancak böylesi çalışmaların yardımıyla gerçekleştirilebilir.

Ama araştırmacıların en çok dikkat etmesi gereken nokta, daima okuyucuya doğru bilgi aktarmak, olabildiğince onu ana kaynaklardan haberli kılmak, güncel politik kaygılarla yorumlara girişmemek ve en önemlisi bilimsel yöntemlere bağlı kalmak olmalıdır. Aksi takdirde kafalarda bulanıklık ve karmaşa yaratılır, yarardan çok zarar sağlanmış olur. Bütün araştırmacılarımıza yeni çalışmalarında başarılar dilerim.

(Kıbrıs Postası gazetesi, 18, 19 ve 22 Haziran 1988)

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder